Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

25 Kasım 2012 Pazar

Mavi Sonlara Bayılırım! - Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti - Bölüm 2

Sanırım önce şununla başlamalıyım ve siz de dinlemelisiniz: 

Neslimin bir getirisi olarak ben de Alacakaranlık tutkunuydum, bir zamanlar. Manyak gibi her kitabı iki-üç kere okudum. Hatta her filmin/kitabın özel arşivi hala kayıtlı bilgisayarımda. Oyuncuların ve yazarın ve senaristin ve yönetmenlerin ve soundtrack sanatçılarının ve hatta -ilk film için- makyaj ekibinin bile bilgileri mevcut. Öyle böyle değildi yani bu saçmalığın boyutları. Stephenie Meyer'ın mükemmel, harika ötesi bir yazar olduğuna inanır, onun gibi yazmaya çalışırdım. -Lanet olsun!-
Sonra zamanla azaldı, hele Tutulma ve Şafak Vakti Bölüm 1'in kitaplara göre rezalet olduğunu gördükten sonra... Ama hiç son bulmadı. Böyle büyük bir manyaklık nasıl bir sene içinde yok olabilirdi ki?
Bugün bunu sona erdirmek için efsanenin son filmini izledim ve ilk kez efsane kelimesini hiç çekinmeden bu seriye yakıştırdım. Muhteşem bir finaldi! Harry Potter'cılar ne derlerse desinler, bu son Harry Potter'ınkinden bile daha iyiydi. 
Filmin eksilerini düşününce bir elin parmaklarını geçmiyor. Mesela Renesmee'nin bebeklik halleri animasyondan fırlamış gibiydi, ben tamamen büyüyene kadar onun orda olduğuna inanamadım. Ha bir de Charlie, Bella'yı görmeye geldiğinde hiçbir şey hissetmedim. Oysa kitapta o anki gerginlik elle tutulacak gibiydi. 
Her neyse... Ben en güzel sahneleri anlatmak istiyorum asıl.
Bella'nın Jacoba'a "Kızıma mı mühürlendin! Ona yalnızca bir kere dokundum Jacob, bir kere! Ve sen ona mühürlendin!" gibi şeyler söyleyerek saldırdığı sahneye bayıldım! Seth'in omzunu nasıl da kırdı ama, ah çok hoştu! Esme'nin engel olmak istemesi, Edward'ın iplememesi falan...
Jacob'ın Charlie'nin önünde kurda dönüştüğü sahne çok komikti. Bella ve Emmet'ın meşhur bilek güreşi sahnesi belki de en eğlenceli sahneydi. Alice'in Volturi'nin geldiğini gördüğü sahne... Alice ve Jasper'ın gittiği sahne...  Denali kuzenlerini ikna etme sahnesi... "Savaştan önce savaş hikayeleri anlatma" sahnesi ve Carlisle'ın ailesine bakarak korumam gereken şeyler var gibisinden bir şeyler söylemesi içimi sızlattı. Savaş sahnelerinde nefesimin hızlandığını bariz hissettim. Volturi gelir, kuşbakışı olarak kalabalıklar gösterilir. Bire karşı on gibiydiler ister istemez güldüm o sahnede. Irina öldürülünce Garret'ın Kate sarılıp elektrik şokuna rağmen onu bırakmaması... Aman Allah'ım, o adam aşk!


Alice'in gelip Aro'nun elini tuttuğunda her şey karmaşıklaşmaya başladı. O kitabı üç kere okuduğum için sahneleri ezbere biliyordum. Bir baktım ki Carlisle ölmüş: İnanılmaz bir şoktu. Sonra Seth, Jasper, Leah... Sırayla hepsi ölmeye başladı, Aman Allah'ım! "Hayır," dedim içimden. "Hayır, rüya olmalı." Sinirden ağlamaya başladım. Ağlamalarım meşhurdur bilirsiniz. Sonra birden hepsinin Alice'in görüsü olduğunu fark ettiğimiz o sahne geldi. Bütün salon kahkahalara boğulurken ben "Biliyordum!" diye tısladım. Nasıl rahatladım anlatamam size... Ah lanet olası senarist öldüm öldüm dirildim resmen...
Karakterlere gelince Alistair, Garret, Maggie, Benjamin ve Zafrina MÜKEMMEL seçilmişlerdi. Okurken aklımda ne canlandırdıysam o çıktı karşıma. Diğer bütün filmlerden daha iyi bir oyuncu seçimi vardı kesinlikle! O iki kibirli vampir, Vladimir ve Stefan'ı öyle düşünmemiştim. Beyazdan çok gri suratlı, yavaş hareket eden ve uzun saçlı karizmatik vampirler olarak düşünmüştüm onları. Olmadı, her neyse. 
Küçük bir ayrıntı ama J. Jenks çok şekerdi. 
Serinin en iyi oyunculukları bu filmdeydi kesinlikle. Cullen ailesinden en çok Emmet'ı sevdim bu defa. Annem çıkınca dedi ki "Bu Emmet da çok şeker bir çocukmuş." Evet anne, kesinlikle öyle. Renesmee, Aro'ya doğru giderken peşlerine Emmet takılınca içimden dedim ki "Yürü be aslanım!" Hehe.
Çok güzeldi, çok. Bella'nın geçmişlerini Edward'a göstermesi çok hoştu. Ha bi de toplu jenerik girmişler, filmde on dakikadan fazla gözüken herkesin ismi geçti, bayıldım. Bir de ağladım üstüne. Son filmi defalarca kez izleyeceğimi daha şimdiden biliyorum.

Filmin soundtracklerinden "Forgotten"la bitireceğim bu yazımı, bayıldım ben o şarkıya.
Ve... Eklemeden edemeyeceğim sanırım. Eğer ben bir vampir olsaydım, gözlerim gözbebeklerimin içine kadar mavi renkte olurdu. 
Mavi seyirler ~

19 Kasım 2012 Pazartesi

Mavi Satır Araları

Millet! Bilin bakalım sizin Mavi Kartozu'nuz ne yaptı? Yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı'na bomba gibi düştü!
"Yıllardır hayalini kurduğu" tanımlamasına takılmayın, İstanbul'da yaşamayan biri için bunu yapmak çok doğal. Ama artık İstanbul'da yaşadığıma göre hayal etmeyi bırakıp kendi gözlerimle görsem fena olmaz dedim. Yayınevlerinin standları arasında sevinçten zıplayan birini gördüyseniz muhtemelen o bendim. Yaşar Kemal'in üst raflardaki kitaplarına bakabilmek için parmak uçlarında yükselen o cüce de bendim, Pegasus Yayınları'nı çok geç gördüğü için ağlamak üzere olan bebek de... 
Kendimi kaybettim tüm o satırların ve insanların içinde. Paramı ucu ucuna yetiştirdim, üstelik bir sürü kitapta da aklım kaldı. Mavi parmak ve ayak izlerimi bırakmadığım yer kalmadı. Ayaklarım şişmiş, poşet taşımaktan ellerim kesilmiş bir şekilde döndüm eve. Ama hayatımın en keyifli zamanlarıydı o birkaç saat.
Ah ben hala şoku üzerimden atlatamadım, abartmıyorum, kaç senedir bunun hayalini kuruyorum bilemezsiniz! Hayatımın aşkını yakalayacağım günü bile bu kadar çok hayal etmemişimdir belki de... 
Ne demiş Marcel Proust: "Arzu, bir yazar için yararlıdır."
Yeni satırları ve satır aralarındaki mavilikleri arzulamaya devam! Hadi mavilikle kalın!

_____________________________

Mavi Kartozu şurayı mavileyecek:

21 Kasım 2012 Çarşamba / 18.30-19.30
Söyleşi: “Yerelden Sekülere Edeb ve Yazın Paradigmaları”
Konuşmacı: Osman Koca, Metin Ünlü, Fehmi Yakut
Düzenleyen: Beyan Yayınları :)

9 Kasım 2012 Cuma

Younique Unit - Mavi Adımların Çocukları

Hands up in the air, millet!
Biliyor musunuz, SM şirketine bağlı grupların kliplerini izlerken en çok dikkatimi çeken ana dansçıları olurdu. EXO'da Kai olmasaydı büyük bir eksiklik hissedilirdi, ya da SHINee'de Taemin, ya da Hyoyeon SNSD'de olmasaydı kliplerini izlemezdim muhtemelen. Düşüncelerim her zaman bu yöndeydi. SM'in dansçı seçmek konusundaki başarısı takdire şayan!
Lee Soo Man'dan pek haz etmesem de müthiş bir zekaya sahip olduğundan artık eminim. Çünkü o SM gruplarının omurgası olan dansçılarından altı kişilik bir ekip oluşturdu ve Younique Unit olarak çıkardı. Haber sitesinde okurken bu "dans ünitesi"nin üyelerinin adlarını gördüğümde yüzümün aldığı şekli tahmin bile edemezsiniz. Sevinçten ağlamakla kahkahalarla gülmek arasında kararsız kaldım.
Hyoyeon, Taemin, Kai, Henry, Eunhyuk ve Luhan! Ayrı ayrı izlerken öldüğüm, birlikte izlerken buharlaştığım insanlar. 


Şarkı çıkalı on gün falan oluyor sanırım, tam emin değilim. Açıkçası on gün de olsa geç fark ettiğim için üzülüyorum.
Klibi şimdiden onlarca kez izledim, içimdeki coşkuyu anlatamam. SM'den en çok sevdiğim insanlar bir arada daha ne olsun yahu!

Siz daha izlemediniz mi? O halde lütfen bir saniye daha geç kalmadan izleyin. Mavi eller havaya!

Mavi Kartozu'nun En Çok Mavilediği Dizi

Benim şu Uzakdoğu dizileri hakkında en emin olduğum şey bir Japon dram dizisinin sizi yerden yere vurup bütün umudunuzu yok edebileceği gibi, bir Kore dram dizisinin sizi gülümserken ağlatıp kalbinize umut verebildiğidir. 
Yani oturup "Bir Litre Gözyaşı" izlerseniz o gün gülümsemeyi unutmanız çok doğaldır, hatta benim gibi bitirip hemen arkasından tekrar başlayacak olursanız göz kuruluğu başlangıcı bile yapar. Hatta ve hatta içinizde yenilmesi güç bir çaresizlik baş gösterebilir, ellerin üşümesi, midede bir boşluk oluşması, dilde bir ekşilik ve tabii ki göz kenarlarını silmekten hafif hafif oluşan yara kabukları... 
Neden olur bütün bunlar? Çünkü dizi tamamen gerçektir, normal insan tepkisi verir herkes. Aşırı fedakarlıklar olmaz, bile bile yüzüstü bırakır insanlar. Ekerler, ağaç ederler. Susup arkasından konuşurlar. Çaresiz insanı bile çaresiz bırakılar, en sonunda pişman olurlar. Ulan yanlış yaptık derler, ama gel gör ki hayatın en acı gerçeklerinden biri tüm gerçekliğiyle orada serpilmiş yatar: Son pişmanlık fayda etmez.
Diziyi izlerken hayallere kapılıp gitmenize izin verilmez, aksine hayatın gerçeğini burnunuzun dibine sokup sizi utandırır.
Japonlar gerçekçi yaklaşıyorlar, ben bunu gördüm gerçekten. Hiçbir umut yoksa, yok. Geberelim gidelim ağlarken istiyorlar sanırım. 
Gerçi bu dizi üstünden yorum yapmak ne kadar doğru bilmiyorum, zaten gerçek bir olay bu. 

Tamamen kurgu değil, ama olsun be abi bu kadar da kaburga kırma stilinde ağlatılmaz ki bir insan. Hadi ilkinde neyse, üçüncü seferde de hala ağlıyor oluşum biraz fazla.
Her neyse, Korelilerden bahsedeceğim biraz da. Oturup "A Love To Kill"i izlediğinizde içinizde sizi mayıştıran bir hüzün olur, dalıp dalıp gidersiniz sıkça. Olayların ilerleyiş tarzı sebebiyle dalıp gitmeleriniz artabilir, hatta bundan kurtulmak için çevrenizdekilere "şöyle şöyle olunca, böyle böyle olması normal mi?" gibi üstü kapalı sorular sorabilirsiniz. İntikamlardan nefret edersiniz. Dizide fedakarlığın dozunu kaçıran insanları görünce dönüp şöyle bir yakınlarınıza bakarsınız. Diziyi izlerken hep "Keşke..." derseniz. Hayallere dalıp gidersiniz. Size içmeden sarhoş olma fırsatını verir.
Gözler şiş dolaşabilirsiniz birkaç gün, geceleri uyurken ağlatabilir bir de. Kar gördüğünüzde de üzülebilirsiniz son sahneden dolayı. Stresten yolunmuş sivilceler yüzünden kıpkırmızı olur suratınız. Hep bir üşüme hissi, bir yalnızlık, bir ürperme... Belinizden ensenize doğru adım atar gibi çıkan parmaklar varmış gibi hissedersiniz. 


Ama bir de umut vardır; çünkü Da Jung aşkından vazgeçerken umutludur ve Joon Sung kullanıldığını bile bile sırf kız mutlu olsun diye kendisini kullanmasına izin verir, hatta gariptir ki bir şekilde acısını bastıran bir umuda sahiptir.

İşte anladığınız ne demek istediğimi siz. Koreliler kötü bitse de umut veren sonlar yazmayı severler, Japonlarsa gerçek hayatta nasıl olursa onu. Ben iki türlüsünü de izlerim, severim, ağlarım. 

Peki benim en çok mavilediğim dizinin bu karşılaştırmayla ne alakası var? Eğer onun bu iki diziden biri olduğunu düşünüyorsanız, hayır, yanlış cevaptı. Eğer Japon-Kore ortak yapımı bir dizi olduğunu düşündüyseniz, işte bu, doğru cevap! 

O dizinin ismi: Tree of Heaven, yani Cennet Ağacı. Cennetten gelen bir umuda sarılırken, bir çam ağacının dalları arasında olduğunuzu hissettiren o muhteşem ötesi dizi! Başrolleri, senaristi, yönetmeni Koreli. Ama Japonya'da geçiyor ve Japon oyuncuları da var. 


Bir kere Tree of Heaven masumdur. Aşkı anlatışını Korelilerden aldığı çok bellidir, öyle masumdur ki sanki birazcık sert dokunsanız kırılmaktan öte yok olacakmış gibi gözükür. Burada da fedakarlıklar vardır, hatta fedakarlık üzerine kuruludur bu dizi. Olağanüstü bir fedakarlıkla biter. Tebessüm ettirir, ama ağladıktan sonra daha gözyaşlarınız kurumadan belli belirsiz bir dudak kıvrılmasından ibarettir bu. İçinizde hep kötü şeyler olacak hissi vardır.
Çaresizdir, çırpınır kendi kendine. İşte bu kısmını Japonların huyuna benzetirim ben, acısını adam gibi çeker o kız. Kahrola ola... Zaten o oyunculuğu Park Shin Hye'nin varoluş sebebi gibi. O kız ağladığında ben ağlamadan duramam abi. Düşünsenize bir de bu dizi çekildiğinde henüz 16 yaşında olmasına rağmen 20 yaşında bir kadını oynadı! Muhteşemdi, hep muhteşem kalacak. Mükemmel Japoncası ve Korecesine kattığı o eksiksiz aksanıyla tecrübesiz olduğum için ilk seferinde Japon sanmıştım bu masumiyet abidesini.
Ah her neyse, ondan bahsedersek övgülerim son bulmaz! 
Dizinin beşinci dakikasında ağlamaya başladım, ertesi gün güneş doğdu ve ben son sahneye kadar ağladım. Evet, tek bir gecede, bir solukta izledim. Ne Kore dizilerinin bir süre sonra kendini tekrar eden entrika döngüleri, ne de Japon dramlarının sürekli ağlamaktan yorup ara vermek ihtiyacı hissettiren acısı vardı. Umutlu bitti, ama umutsuz bıraktı. Asla böyle bir şeyi yaşamayacağımı bilerek ve bunu hayal bile etmeyerek bitirdim diziyi. Sonrasında tekrar tekrar izledim elbette. Bir Litre Gözyaşı'nı izlerken gözümün kenarında oluşan yara kabukları, bu defa burnumun etrafında da oluştu. Bir de size bir sır vereyim mi: Göz kuruluğunun başlamasına sebep olan dizi aslında buydu. 
A Love To Kill'deki dalıp gidişler, bu dizide uyanıkken rüya görmek olarak etki yaptı. Hayal etmedim, dizinin sahnelerinin gözümün önüne gelmesi bile bir anlık da olsa hayattan kopmama sebep oluyordu. 
En büyük yan etkisiyse kış vakti günlerce çorapsız dolaşmaktı. Haliyle dayanılmaz karın ağrıları da peşinden geldi. Ama buna değdi! Şimdi bile bazen kalbimin üşüdüğünü hissettiğimde çoraplarım olmadan dolaşıyorum. Çünkü bütün dizi boyunca karın üstünde çıplak ayakla dolaşan Yoon Suh, yani diğer başrolümüz Lee Wan, bunu dizide esas kızımıza şöyle açıklıyordu: "Ayakların üşümezse, kalbin üşür." Neresinden bakarsam bakayım, mantıklı bir tarafı yok, gariptir ki mantıklı bulamayışıma rağmen inanıyorum buna. Ve bu diziyi ne zaman izlesem çoraplarımı çıkarıyorum. Kalbim üşümesin diye... 


Dizinin son bölümünde son beş-on dakikada dökülen satırlar çok hoş, çok yaralayıcı. Ama en çok şu söz hoşuma gitmiştir: "Ayaklarım artık üşümüyor." Ne kadar da basit bir cümle değil mi? Benim için değil. Ayaklarımın üşümediği güne kadar bu diziyi izleyip duracağım.
Her ne kadar şu şarkı bana "Lütfen, yeter. Kalbim dur artık. Sürekli böyle yaparsan, acı verici olur," dese de...

 

Umarım siz de benden binlerce mavi yıldız almış bu dizinin kusursuz güzelliğine kapılmaktan kendinizi mahrum etmezsiniz. Odanın bir köşesine fırlatılmış mavi çoraplarıma selam olsun...