Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Kasım 2013 Cumartesi

Mavi Kartozu'na ait 50 mavi yazı!

Evet, efendim. Şu an okuyor bulunduğunuz yazı bu bloga ait ellinci yazıdır.
Bu güzel olayın Doctor Who efsanesinin 50. yıl bölümüyle yakın zamanlara denk gelmesi de hoş bir hadisedir.
Ehehe, tamam çok resmileştim.
Uzun zaman düşündüm 50. yazı için ne yapmalıyım diye. Fikirlerim ya çok uzun zaman gerektiren şeyler oluyordu, ya da basit ve saçma.
Dedim ki, dur Mavi! Büyük bir şeyler yapmak istiyorsan enerjiyi 100. yazın için saklamalısın.
Aslında bu bir bahane ama elden gelen bir şey yok. 100. yazının hayatımın düzlükte olduğu bir zamanına denk gelmesini çok istiyorum. Gerçekten özel bir şeyler hazırlayacağım. Tamam, burayı takip eden insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor olabilir ama bir milyon kez size ve kendime hatırlattığım gibi burası benim mekanım. Yatak odasına genelde aileden başka kimse girmediği halde habire dekore eden ev hanımı gibi hissediyorum. Evet, hissediyorum. Gerçekten çok tatmin ediyor insanı. Mutluyum! MAVİYİM!
Öhöm... Nerde kalmıştık? Ha, evet kutlama yapacaktık.
Tüm blog genelinde neredeyse en az tıkı almış olan ilk yazım "Yaramaz Mavi Kartozu'na merhaba de!" 29 Temmuz günü, 2012 yılında tarafımdan yazıldı.
Aslında bu blogun ilk yazısı o değildi. (Acı bir gerçek.) Ondan önce üç beş tane yazı yazmıştım. Sonra kendi kendime 'Olmadı ya bunlar,' diyerek hepsini sildim. Sonra da işte buralara kadar geldik.
50. yazımı yazdım! Yay, panda!!
İlk yazımda -yani şu an blogda bulunan ilk yazımda-  CNBLUE'nun Still in Love şarkısını kullanmıştım. Şarkı çıkalı çok olmamıştı galiba, baya dinliyordum o sıralar. Hatta geceleri sosyal paylaşım sitelerinde Boice arkadaşlarla toplaşıp #stillinlove etkinliği yapardık. Muhabbetler, sohbetler... O zamandan bu zamana kadar kendimdeki değişimi görünce vay be diyorum efendim. Kartozları da büyüyor, evet.
O kadar büyüdüm ki 50. yazımı yazdım! İşte bu!!
Evet, biliyorum. Elli yazı daha hiçbir şey. Aşağı yukarı bir buçuk yıl olmuş ilk yazıyı yazalı, az geldi gözüme. Elli tanecik... Ben daha size ellerimle ne yazılar yazacağım. Ah ömrümüz yetse de 500. yazıyı görsek. Evet, şimdi de yeni doğmuş torununa bakarken onun torununu görmeyi düşleyen bir büyükanne gibi hissediyorum. Acı verici bir his olsa da emin olun çok gurur duyuyorum. O kadar ki her an ağlayabilirim.

Blogda en çok tık alan yazım "Zeni Geba - Mavi Makaron" isimli yazı. Yine bir acı gerçek: "Makaron nasıl yapılır?" sorusunu internetten aratarak tatlıya meraklı insanlar ulaşıyor yazıma. Yani pek ilgilendiklerini sanmıyorum diziyle. Ama olsun. Orada, can alıcı ismiyle listenin en üstünde aslanlar gibi duruyor Zeni Geba. Heyt be.
Ondan önce Alacakaranlık Efsanesi'yle ilgili yazım en üstteydi. Tamam, hayatımda sadece Kore yok ama genellikle Kore odaklı olan bu mekanda bir Amerikan filmiyle ilgili yazının en çok tık alan yazı olması yüreğimi sıkıştırmadı değil. Gerçi hala ikinci sırada duruyor ama.
Üçüncü yazının şu an "Music Bank in İstanbul"la ilgili ikinci yazım olması ve listeye giren diğer yazıların aksine bu yeri çok kısa bir zamanda kapmış olması Türkiye'deki tek "TÜRK TELEVİZYONUNDA ONLARI GÖRDÜM!! TÜRK TELEVİZYONUNDA!!" manyağının ben olmadığımı gösteriyor, ki bu son derece rahatlatıcı bir şey.
Sizi seviyorum, diğer manyaklar.
Az çok beni çözmüş olmalısınız. CNBLUE'yu sevdiğimi artık dağlara mı yazsam bilemiyorum, tam bir Boice kızıyım. Tree of Heaven çılgınıyım, bu minicik dizi için kocaman bir fandom açabilecek gücü veriyor bana sevgim. Müzik dinlemeye bayılıyorum, dizi/film izlemek ayrı bir olay benim için. Okumak desen belki de bunların hepsinin önüne geçebilecek tek şey. Şey... Tekrar düşündüm de sanırım CNBLUE'yla ikinciliği paylaşıyorlar. Birincilikse tabii ki yazmak için ayrılmıştır Mavi Kartozu'nun gözünde. Bu saydıklarımın hepsi beni yazmaya itmiştir. Yazmayan bir Mavi Kartozu yaşamıyor demektir.
Fark ettiniz sanırım, bir şeyi atladım. Kar aşığı bir insan olduğumu. O kadar ki bence karsız bir aşk düşünülemez. Tıpkı aşksız bir Kartozu düşünülemeyeceği gibi. Ehehe.
Lafı açılmışken, havalar da soğudu. Sizce de karın vakti değil mi artık?
Tamam, kızmayın. Devam ediyorum.
Şu an bu yazıya sevdiğim her şeyi kondurmak istiyorum. Ne yazık ki yapmaya kalkarsam bitmeyecek. Daha EXO, LED Apple, tüm FNC ailesi, bir sürü dizi/film, mangalar... Aklıma gelmeyen bir sürü şey var.
Umarım zamanımız olur da yazdıkça yazarız, umarım sizler de okursunuz.
Deneyeceğim çok şey var daha. Biliyorsunuz ben yatak odasını sürekli dekore eden ev hanımıyım ve yeni mobilyalarımla deneyeceğim sayısız kombinasyonum var.
Ve şu ana kadar elli tanesini yaptım.
Bunu ben yaptım.
Kendim.
Ah, çok havalı.
50. yazıyı buralarda bir yerlerde noktalayacağım.
Ama önce bir avuç da olsa beni takip eden insanlar var. Ne diyebilirim ki, onları seviyorum. Benimle aynı kafada insanlar olduklarını tahmin ediyorum. Teşekkür ediyorum. Son olarak onlara da bir görsel göndermek istiyorum. (Böylece EXO'yu da aradan çıkarmış bulunuyorum. ^^ )
Takipte kalın millet. Daha çok planlarım var. En azından üç beş kişinin görmesini istiyorum. Tamam, yatak odamı kimse görmeyecek belki ama aile üyelerine "İyi olmuş mu böyle?" diye sormak da ayrı bir zevk olacaktır.

İlk yazım bir CNBLUE şarkısıyla bitmişti. Bu yazıya da aynı şarkıyı vermeyeceğim, korkmayın. Onu yaparsam ancak son yazımda yaparım.
Ama yine de bir CNBLUE şarkısı olacak. Ehehe. ^^

Lütfen yanımda olun, teşekkür ederim 50 koca yazı için beni destekleyen herkese.
Siyah Limon'u sevin, lütfen. Eleştirilerinizi esirgemeyin.
Hepinizi seviyorum.
Mavi Kartozu bunları söylerken çok mavi hissediyor! :)
Nice elliliklere, efendim.

"Apaçık kalbinle, saklanmaya gerek duymadan, olduğun gibi kal." CNBLUE - With Me karşınızda.
Mavinot: Yazıyı yazmak yaklaşık üç saatimi aldı ve kendimi çok iyi hissediyorum! ^

26 Kasım 2013 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #7

2 Mart 2013
Film izlediğimiz günü takip eden hafta sonunda gerçek hayatıma dönüş yaptım. Unutmuştum. Atıf Bey'in hayatımın ortasında olmasının ne demek olduğunu, belirsiz geleceğimi, zorunluluk olmamasına rağmen zorunluluğum haline gelen şeyleri... Kısacası uykudan uyanmış, kabusun beni neden bu kadar korkuttuğunu unutmuştum. Kısa bir süre için, yeniden uykum gelinceye kadar, daha doğrusu kabusum...
Huzursuzluğum cumartesi sabahıyla başladı. Ufuk'la konuşuyorduk. Her zamanki basit, saçma sapan muhabbetler dönüyordu. Normalde Ufuk beni eğlendirirdi, hayatımda onun kadar çok gülen ikinci bir insan görmemiştim. Gerçi bu etrafımdaki insanlar genelde gülmediği için olabilirdi, ama her neyse. O gün eğlenemiyordum işte. Olası tepkilerimin yarısını bile veremiyordum. Bir şeyi eksik gibiydi sohbetimizin, olmadığı bariz belli olan ama yokluğunu ilk kez hissettiğimiz için çıkaramadığımız bir şey...
Ufuk bana kızdı. "Ne oluyor size sabah sabah?" dedi.
"Biz mi?" diye sordum gayriihtiyari.
"Evet, siz. Demir de sen de iki saattir bozuk atıyorsunuz. Anlaşıp da bana karşı cephe mi aldınız anlamadım ki."
Doğru ya, Demir. Kokumuz eksikti bizim, sahi.
"Konuşmadık ki biz hiç. Hem niye sana cephe alalım ya?" diye cevap verdim. Konuşmadığımızın altını çizmek, neden Demir eksikliği çektiğimi, neden bana mesaj atmadığını bir şekilde öğrenmek istiyordum.
Ama Ufuk bir şey söylemedi. O da bilmiyor olmalıydı.
Peki bu Demir niye onunla konuşup benimle konuşmuyordu ki? On beş iş günü boyunca onun yanında oturup tüm kızlara laf atışını, onlara yiyecek gibi bakmasını çekmiştim. Üstelik ben de bir kızdım ve o defterinin kenarına açık saçık bir kadın resmi çizip bana gösterdiğinde bile ona katlanmış, hatta tam istediği gibi aptalca şakalar yapmıştım. Tüm bunlar olurken çok sempatik olduğunu, ama beni bir kız olarak görmediğini de kenara bırakmıştım.
Buna rağmen o Ufuk'a mesaj atmıştı, bana değil.
Sanki evde beni duyabilecek biri varmış gibi, çok kısık bir sesle "Aptal Pazı!" diye homurdandım. Oturma odasında kanepede bağdaş kurmuş oturuyordum. Havalar ısınmaya başladığı için dizime kadar gelen kısa bir tayt giymiştim. Annem evde yoktu. Bacaklarımla ilgilenebilecek herhangi bir canlı yoktu. Eğer evime kamera koymadıysa Atıf Bey de yoktu.
Annem akşam geleceğine göre tüm gün istediğim gibi davranabilirdim. Bacaklarımı açarak oturabilirdim, sakız çiğneyebilir hatta şaklatabilirdim, şarkı söyleyebilirdim. Bunları yapmanız büyüklerinizin ya da yabancıların karşısında hiç hoş karşılanmaz, bir genç kızsanız eğer. Hayatım boyunca bunları annemin yanında yapabildim yalnızca, bana attığı öldürücü bakışları saymazsak herhangi bir sorun yoktu.
Geçen son bir buçuk yılda ondan bile utanır olmuştum. Sanki evime doğru yürürken usulca bir şarkı mırıldanırsam yoldan geçen herhangi biri bana aşık olacakmış gibi hissediyordum. Ağzımı yayarak değil, dudaklarımı bile aralayarak değil, ağzımın içinde sessizce sakız çiğnersem bir adamın benimle ilgili yanlış hislere kapılabileceğinden korkuyordum. Kulağa aptalca geliyor, değil mi? Başka biri bunları düşünse bana da aptalca gelirdi. Ama emin olun, neredeyse bir ordusu ve üç beş tane şirketi olan babanız yaşında bir adam size aşık olduğunda suçu kendinizde arıyorsunuz. Aldığım nefeslerde bile davetkar bir hava olduğundan şüphe ediyordum. Böyle bir şüphe davranışlarımı hatırı sayılır bir şekilde olgunlaştırdı, bir buçuk yılda yaşım kadar yaşlandım sanki.
Normal bir zamanda yalnız olsam bile böyle şeyler yapmazdım. Maalesef, dediğim gibi gerçek hayatımı unutmaya başladığım için ne yaptığımın farkında değildim.
Çilek aromasını bütün ağzımda hissederek sakızı patlattım. Çıkan ses evin duvarlarına çarparak yankılandıktan sonra oluşan o belirgin sessizlikte ev telefonu çalmaya başladı. Bir an çok korktum. Ayakta duran bir kaplumbağa gibi kafamı öne uzattığım için yerimde sıçradığımda kanepeden düşecek gibi oldum. Ev telefonunun sesi, duymaya kesinlikle alışık olmadığım bir sesti. Genelde telefon numaramızın rakamları insanların akıllarının uçlarından bile geçmezdi. Bu tek bir şeyin alameti olabilirdi: Kıyamet'in göbek adı Atıf Bey'in.
İsteksiz hareketlerle yerimden kalkıp telefona doğru yürüdüm.
"Alo?" diye mırıldandım ahizeyi her an yerine geri koyacakmış gibi tutarken.
"İpek Hanım?" Ses korumalardan birine aitti. Genizden geliyordu. Muhtemelen yüzü sivilcelerle dolu, burnu kemerli, uzun boylu ve garip şekilli kıravatlar takıp üç dakikada bir yere tüküren, adını hiç öğrenemediğim adamdı.
"Evet?"
"Yarın Atıf Bey sizi yemeğe davet ediyor." Bu hep duyduğum bir cümleydi. Yine de omurgamın hizasında, omurlarımın her birine dokunarak boynuma doğru çıkan buz gibi parmaklar hissettim. Reddetme şansımın olmadığını biliyordum. Seyirciye sorma jokerim de yoktu.
Tek söyleyebileceğim "Peki"ydi. Sonra ayrıntıları vermesini bekledim.
"Saat altıda sizi evinizin altındaki sokakta bekliyor olacağım."
"Peki."
"Görüşmek üzere."
Cevap vermeden telefonu yüzüne kapattım. Aslında cevap vermek isterdim. Ama "Umarım arabanıza bomba koyarlar da Atıf Bey de sen de ölürsünüz," demek pek de nazik olmazdı, değil mi?
Gözyaşlarımı tutmaya çalışarak, düzgün konuşmak için dilimin altına sakladığım sakızımı çıkarıp çöpe attım.
Atıf Bey geri dönmüştü. 
Elimle ağzımı kapatıp çenemin titremesine engel oldum. Odama yürüdüm.
Hayır, Atıf Bey hiç gitmemişti. Yalnızca saklanıp zayıf anımda karşıma çıkmayı beklemişti.
Dolabımı açtım.
Aptal gibi taytla dolaşmıştım. Bütün gün sakız çiğnemiştim. Bunu hissetmiş olmalıydı.
Taytım, bolca bir pantolonla değiştirdim.

3 Mart 2013
Atıf Bey'i görmek zorunda olduğum günlerde annemle neredeyse hiç konuşmazdık. Erimek üzere olan bir buz gibi olurdum, annem konuşmak için ağzını açıp ben onun sıcak nefesini hissettiğim an su haline geçerdim; ağlardım.
Komşuya misafirliğe gidecekmiş gibi giyinirdim. Ama yakışıklı bir oğlu olan komşuya değil, seksenine merdiven dayamış olan komşuya. Ne çok süslü, ne çok basit.
Annem sabahtan giyeceğim şeyleri sandalyenin üstüne koyar, bir daha da karşıma çıkmazdı. Bir kere bana "Seni o adama satacakmış gibi süslemek istemiyorum," demişti.  Hiç süslenmezdim zaten. Ama annemin o bakışları, ses tonu, parmaklarını dizine geçirmek istermiş gibi büküşü, yutkunması aynada kendime bakma refleksimi bile yok etmişti. Elbette, suçun bende olduğunu söylemek istememişti. Yine de ben çok süsleniyormuşum gibi, Atıf Bey'in bana aşık olmasının tek sebebi buymuş gibi hissettim. Her zamanki gibi.
O gün de basit bir bluzla kot pantolon giydim. Saçımı topladım - zaten genelde toplardım. Aynaya bakmadan evden çıktım. Anneme yapabileceğim en büyük iyilik onun korkmuş bakışlarını görmezden gelmekti. Sonra gidip alt sokakta bekleyen arabaya bindim.

Atıf Bey eskiden beni çok lüks lokantalara götürürdü. Adını bile söyleyemediğim yemekler yiyorduk. O zamanlar Atıf Bey'in oralara uygun bir insan olduğunu düşünürdüm. Uyumlu davranıyordu çünkü. Ama ben öyle yerler için yaratılmamıştım. İçim sıkılıyordu, yemeğe çatalımı uzatmaya bile çekiniyordum. Bir gün -ki inanılmaz cesaretli olduğum bir gündü- ona rahatsız olduğumu söyledim. Garip bir şekilde bunu normal karşıladı ve beni insanların günlük kıyafetler giydiği mekanlara götürmeye başladı. İşte o zaman Atıf Bey'in aslında lüks bir insan olmadığını, sıradan biri olduğunu fark ettim. Onun da doğal ortamı insanların günlük kıyafet giydikleri yerlerdi. Takım elbiselerini çıkarıyordu o da gelirken.
O gün de beni insanların günlük kıyafet giydikleri ve "duyarlı" oldukları bir yere götürdü. Ayakta karşıladı, elimden tuttu. Aramızda mazur görülebilecek hiçbir benzerlik olmadığından insanlar onun sapkın duygularını anlayabiliyorlardı. Belki de bunun hoşuma gittiğini de düşündüler, bilmiyorum. O karşımda oturmuş yalandan halimi hatrımı, annemi sorarken herkes ona öldürücü, rahatsız olmuş bakışlar atıyordu. Ben yok sayıldım; kimse bana yanlış bir şey yapıyormuşum gibi bakmadı. Bana bakılsaydı Atıf Bey fark eder miydi, bilmiyorum. Ama kendisinin her an bir cinayet senaryosunda kurban rolüne seçilebileceğini anlamadı. Sakince yemeğini yemeye konuşmaya devam etti.
"Uzun zamandır görüşemedik, seni ihmal ettim. Özür dilerim," dedi bayadır çiğnediği lokmasını yutarken. Cevap vermeye değer bir cümle bile değildi bu. Yalnızca başımı eğip çatalımla oynamaya devam ettim. "Ama bundan sonra daha sık görüşeceğiz merak etme." Hayallerinde nasıl biriydim acaba? Her saniye onu görmek için can atan, bir gün göremese aşkından hastalanan aciz bir kız mı? Duygularına karşılık verdiğimi hayal etmek onu ne kadar tatmin ediyordu, kim bilir? Yüzüme bakarken gördüğü kişi ben miydim gerçekten?
Atıf Bey iç çekişimi yakaladı. Durdu. Elindeki çatalı tabağa bırakıp arkasına yaslandı. Tekinsiz, soluk bir siyaha çalan gözleriyle tam gözlerimin içine bakıyordu. Ne diyecek diye merak ediyordum. İnce, koyu pembe dudaklarının arasından çıkmak üzere olan kelimelerin yaşantıma yön verme ihtimalinin büyüklüğü altında eziliyordum. Kirpiklerim ağırlaştı.
"Hediye..." dedi. "Alamadım. Özür dilerim."
"Fark ettim," diye mırıldandım ister istemez. Karşımda oturan bu adam hediyeleriyle bütünleşmişti artık, herkesten sakladığı bir evinde bana aldığı ve alacağı bütün hediyeleri sakladığını düşünmeye başlamıştım. Ya da bir sihirbaz gibi kolunun içinden hediyeler çıkardığını. Hediyesiz bir Atıf Bey düşünülemezdi. Fark etmemek mümkün değildi. "Önemli değil. Zaten yeterince hediye aldınız bana."
"Yetmez. Elbette yetmez." Tekrar iç çekmemek için kendimi tuttum. "Bu defa bilerek almadım aslına bakarsan. Bir şeyler hazırlıyorum." İşte bu kötü haberdi. Öyle neşeli söylemişti ki sonunda hiç hoşuma gitmeyecek şeyler olacağını seziyordum.
"Ne gibi bir şeyler?" Sorumdan memnun olmuşçasına gülümsedi.
"Biliyorsun... Sabahtan beri anlatıyorum şirketin büyük bir işe girişmek üzere olduğunu."
Alakayı anlayamadığım için kaşlarımı kaldırarak "Evet?" dedim.
"Eğer elimize yüzümüze batırmazsak da her şey iyi giderse bu iş daha büyük işler de getirecek peşinden. Onlar da daha büyüklerini, sonra daha büyüklerini. Kısacası gittikçe zenginleşeceğiz." Gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. "Bunun için yapacağım kutlamanın yanında alacağım her hediyenin değersizleştiğini fark ettim."
'Senin hediyelerin zaten değersiz. Aptal porsuk suratlı canavar!' diye bağırmak istedim suratına doğru. Ama o çatalını yeniden eline aldı, bu bile korkmama yetti.
Gerçi yerimde sıçramamın sebebi bu değildi. Tüm suç yan masadan adeta hoplayarak kalkan iri yarı adamdaydı. Çocuklarıyla yemek yerken birdenbire kalkmış, koca yumruğunu Atıf Bey'in suratına indirmişti. O yumrukla içimin yağları eridi. Korumalar gelip adamı uzaklaştırırken ben kenardan 'sübyancı' Atıf Bey'in dudağından akan kanı silişini izledim.
"Şerefsiz herif!" diye bağırıyordu adam. "Utanmıyor musun lan çocuğun yaşında kızı yanında dolaştırmaya!"
İşte bunca zamandır en çok merak ettiğim sorunun cevabını alıyordum şimdi: Babam hayatta olsaydı Atıf Bey hayatta olur muydu? Olmazdı, öğrendim o adamın gözlerindeki alev alev öfkeden. Eğer babam Atıf Bey'in bana nasıl baktığını görseydi daha ilk günden, ilk dakikadan öldürürdü onu. Kurtarırdı beni. Babaydı o. Yapardı.
Lokantanın alt sokağındaki bir parkta, cehennemde yanmasını istediğim adamın yanında otururken babamı düşünüyordum.
"İpek," dedi densiz adam. Arkasına yaslanıp aniden kolunu omzuma attı. "Korktun mu?"
"Korkmadım," dedim, sevindim diyemezdim ya.
"O zaman sorun yok." Gözkapaklarım aşağı düştüler. Duyduğu onca şeyden sonra tek sorunun benim korkmam olduğunu düşünebiliyordu. Her dakika daha da iğreniyordum ondan. Her saniye. Her nefes. "Bana kızma," dedi sinirim doruklara ulaşırken. "Bana neden vurduğunu biliyorum. Böyle bir şeyi hep beklemiştim."
"Beklemiş miydiniz?" Konuşmak için ağzımı açtığım an sesim titremeye başlamıştı. "Demek beklemiştiniz. Yaptığınız şeyin farkındaydınız demek. Peki bunu biliyor musunuz? Sizden nefret ediyorum! Az önceki itirafınız sayesinde nefretimi perçinlediniz!"
"Biliyorum İpek."
"Siz... Siz ne iğrenç-"
"Peki sen bunu biliyor musun? Ben seni seviyorum. Seni yanımda istiyorum."
"Yeter-"
"Dinle bir beni. Bir şey daha var bilmen gereken. Ben sevdiğim, istediğim şeyleri almak zorundayım."
"Neden? Neden zorundasınız sanki neden?!"
"Çocukluğumda parıl parıl paketleri olan çikolatalı sakızlar vardı. Annene sor, bilir onları. Gördüğün zaman çiğnemek istersin, paketli olmalarına rağmen öyle güzel kokarlar ki tadını çiğnemeden seversin. Ben çocukken annem bana o sakızlardan hiç almadı. Bütün mahalleye bedava dağıtsalar annem kendine alır da ölse bana almazdı, İpek. Sana yemin ediyorum sırf her gün onlardan istediğim için, ağlaya ağlaya yalvardığım için almazdı. Tek sebep onları sevmemdi. Hiç tatlarına bakamadım. Ama çok severdim işte onları. "
"Bulurum," dedim. "Fizan'a gider bulurum."
"Bulamazsın. Çikolatalı sakız sensin ki artık."
"İstemiyorum." Ağlamaya başlamıştım.
"Ama ben istiyorum."
"İstemiyorum! Hayatımı yeterince çiğnediniz. Artık tadı kaçtı. İstemiyorum!"
Elini omzumdan çekti. Yüzümü kapatmıştım, göremiyordum ama arkadaki korumalardan birine el işareti yaptığını biliyordum. Gelen koruma beni oturduğum yerden kaldırıp arabaya yürütmeye başladı.
"İyi geceler çikolatalı sakızım!" diye bağırdı arkamdan Atıf Bey. Banka iyice yaslanmış, kafasını arkaya atmış karanlık gökyüzüne bakıyordu.
Bense tüm gözyaşlarımda ondan nefret ediyordum.

4 Mart 2013
O sabah kendimi ölü gibi hissederek kalkmıştım. Rüyamda parıl parıl altın renkli bir pakete sarıldığımı, hareket edemediğimi, korktuğumu görmüştüm. Yastığım sırılsıklam olmuştu.
Giyindiğimi, metroya yürüdüğümü, metroya bindiğimi, metrodan indiğimi, okula yürüdüğümü, okula girdiğimi hatırlamıyorum şimdi bile. Sınıftakilere selam vermeye başladığımda kendime gelebildim ancak.
Zeynep beni durdurup yüzüme uzun uzun baktıktan sonra yanaklarımı sıkıp "Ay çok sevimlisin İpek," diye mırıldandığında bir şeyler olduğunu anlamalıydım. Yorgun bir teşekkürle geçiştirdim bu içten iltifatı. Sırama doğru ilerledim. Demir benden önce gelmişti, ama buna bile şaşıramadım. Tek hissim yorgunluktu ve o kadar ağır geliyordu ki biri dokunsa dökülecektim, gözyaşlarımla.
"Günaydın," diye zorladım kelimelerimi dudaklarımdan çıkmaları için.
Demir kafasını kaldırdı ben montumun fermuarını çözerken. "Gü-" dedi. Kaldı. Gözleri takıldı yüzüme. Ayağa kalkıp sırtını duvara yasladı, sanki bir şey göğsüne vurup onu ittirmişti.
Elini kaldırarak beni işaret etti. "Sen..." diye mırıldandı. Montumu çıkartıp masaya bıraktım.
"Ne oldu?"
"Senin şeyin var..."
"Ne diyorsun Demir, sabah sabah?"
"İpek..." Yutkundum. Güçlü kelimelerim tükeniyordu, az sonra sesim titremeye başlayacaktı.
"Ne?"
"Senin..."
"Of Demir." Hızlıca bana doğru iki adım attı. Elini yüzümü kavrayacakmış gibi açtı.
"Saçın..."
"Ne olmuş saçıma?" Bir adım daha yaklaştı. Parmaklarıyla kaküllerime dokundu. Dökülmedim. Ağırlık hissedilemeyecek kadar yavaşça kalkmaya başladı yüreğimden.
"Kaküllerin var." Atıf Bey'den kaçarken görünüşümü olabildiğince değiştirmeye karar verip bir ara kakül kestirmiştim kısacık. Şimdi gözümün önüne gelecek kadar uzamışlardı ve ben genelde başımın üstünde toplardım, rahatsız ederlerdi beni. Ama bugün öyle dalmıştım ki bunu bile yapmayı unutmuştum.
Elimi kaldırıp parmaklarının arasından ben de kakülüme dokundum. "Ah, evet," diye mırıldandım. "Topluyorum genelde." Sonra ben elimi çektim, onun da çekmesini bekledim. Çekmedi, durdu. Ağırlık azalmaya devam ediyordu.
"İpek," dedi yeniden.
"Efendim?"
"Toplama."
"Neden?"
"Çok yakışıyor sana. Çok güzelsin."
Ağırlık müsaadesini istedi, toparlanıp gitti.
Yüreğim kafesten çıkmış kuş gibi kanat çırpıyordu.
Bir de tabii ki buram buram limon kokuyordu.

15 Kasım 2013 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #6

1 Mart 2013
İkinci dönem başladığından bu yana tam üç hafta olmuştu. Bu da benim henüz hayatımın gölgelerinde saklananlardan haberi olmayan sınıf arkadaşlarımla geçirdiğim dolu dolu on beş iş günü olduğu anlamına geliyordu. -Tabii ki bu sayı Demir ve Ufuk için değişkendi, çünkü onlar hafta sonlarında bile benimle irtibat halindeydiler.-
On beşinci iş gününün son iki dersi beden eğitimiydi. Şansa bakın ki beden eğitimi öğretmenimiz liselerarası futbol turnuvasında görevliydi ve biz eşofmanlarımızı giydiğimizle kalmıştık. Çoğunluk eve gitmek istedi, ama müdür yardımcısı bizi sınıfa kapattı.
Aklımıza ilk gelen şey film izlemek oldu. Sınıfça adam gibi yapacağımız ilk etkinlikti bu. Müdür yardımcısı sırf bizi okulda tutabilmek adına projeksiyon cihazına bağlamamız için dizüstü bilgisayarını ödünç verdi.
Günümüz gençleri içinde çeşitli filmler bulunan taşınabilir belleklerini ceplerinden hiç çıkarmadıkları için bir sürü film seçeneğimiz oldu. Çoğu tanınmış Amerikan filmleriydi ve iki ders hiçbirini izlemeye yetmezdi. Üstelik hangisini izleyeceğimize karar vermeye çalışırken baya bir vakit harcadık. Çünkü her kafadan bir ses çıkıyordu. Haliyle sonunda işler kızıştı. Herkes kendi söylediği filmin açılmasını istiyordu. Kavganın başlamasını görmek istemeyenler gizlice kantine inip -eğer açabilirsek- filmi izlerken yemek için bir şeyler almaya gittiler.
Tam sesler yükselmeye başlamıştı ki birden tahtaya çekik gözlü insanların olduğu bir film yansıdı. O an oluşan sessizlik, ancak ramazanda iftar sofrasında ezanı bekleyen insanların sessizliğiyle bir tutulabilirdi. Herkes usulca yerine oturdu. Birinin kendileri yerine seçim yapıp kavgaya engel olmasına minnettar gibiydiler.
Cam kenarında, arkalarda oturan Oğuzhan "Nereli bu insanlar?" diye sordu gerçekten meraklı bir sesle.
İlayda "Galiba Koreliler," diye cevap verdi. "Şu sıra meşhurlar."
Gökçe alaycı bir ifadeyle güldü: "Kim açtı bunu ya?"
Göz ucuyla Demir'e baktım. Onun özellikle takip ettiği kız Gökçe'ydi; güzellik kraliçesi edasıyla koridorda yürüyen, pek çok insana yüz verme zahmetine girmeyen, okuldaki her çocuğun sevgilisini bilen ama yüz temel eserde kaç eser olduğu sorusuna bile doğru dürüst cevap verme ihtimali çok düşük olan, havasından yere basamayan, gıcık, aptal Gökçe. Demir'in ona yaranmaya çalıştığını tahmin ediyordum. Demir gibi çocukların hepsi Gökçe'nin peşindeydi. 1+1 nasıl 2 ediyorsa, popüler+popüler, daha popüler demek oluyordu.
Tıpkı şu an yaptığı gibi fikrini açıkça ortaya koyan gülücükler attığında Demir ona katıldığını belli etmek için aynı şekilde gülerdi. Birbirlerine bakarlardı, bazen göz kırparlardı.
Ama Demir tüm dünyayı unutmuş gibi tahtaya yansıyan görüntüye bakıyordu şimdi.
Zeynep ve Ufuk aldıkları patates kızartmasını bizimle paylaşmak için sıramıza geldiler. Zeynep beni kenara doğru ittirerek kendilerine yer açtı. Üstüne gittiğim Demir, gözlerini ekrandan ayırmadan kayıp duvara yapıştı. Duvarla benim aramda sıkışmış gibi görünse de bununla ilgilenmiyordu bile.
Filmin başında söylemek zorunda olduğu şarkıyı beğenmeyen bir adam ve onu şarkının çok güzel olduğuna inandırmaya çalışan komik insanlar vardı. Herkes kullandıkları dilin vurgularıyla dalga geçti. İlk beş dakika anlamsız konuşmalarla doluydu.
Daha sonra bunun aslında bir aşk filmi ortaya çıktı. Bense aşk filmleri izlemekten nefret ediyordum o sıralar. Çünkü; eğer bir gün aşık olursam, aşkımın Atıf Bey'in müdahalesi ile imkansızlaşacağını düşünürdüm. Bunu yaşama ihtimalim çok yüksekti, yani bir de aslında hiç yaşanmamış olanlara ağlamak istemiyordum. Bir kere bana çok yapay geliyorlardı. Kim bilir, belki de elimi uzatsam tutabileceğim yerde gerçeği durduğu için...
Kurdun dikkatini çekmemek için ona bakmamaya çalışan kuzu edasıyla gözlerimi ekrandan kaçırmayı başarabildim. Ama bu zaferim yalnızca birileri kalkıp perdeleri çekinceye kadar sürdü. Artık kimse kimseyle ilgilenmiyor, herkes karanlıktan faydalanarak dikkatini filme vermeye çalışıyordu. Uzunca bir patatesi ağzımda gevelerken ben de ona yenik düştüm.
Film yavaş yavaş, hatta saçma ilerliyordu. Yine de garip bir şekilde, yüzlerde oluşan aptalca bir gülümsemeyle kendisini izlettiriyordu.
Onuncu dakikada başrolün kanser olduğunu, bunu sevdiği kızdan sakladığını, hatta hasta olduğu için sevdiği kızdan onu sevdiğini bile sakladığını öğrendik. Bir insana onuncu dakikadan "bütün film boyunca ağlayacaksınız" mesajı verilince yüreğine nasıl bir ağırlık çöktüğünü biliyor olmalısınız. Şimdiden kaçıp gitmediğime pişman olmaya başlamıştım.
Derken patatesler de bitti. Dikkatimi verdiğim gibi duygularımı da filme vermek zorunda kaldım.
Filmin replikleri gerçekten çok güzeldi. Örneğin:
"Eğer yeniden doğsaydın ne olmak isterdin?"
"Eğer yeniden doğsaydım... Yüzük. Gözlük. Yatak. Günlük."
"Bunlar olarak doğup ne yapacaksın? Hiç eğlenceli değil."
"Beni satın alabilirsin. Böylece yanı başında daima mutlu olurum."
Biri size, sizin eşyanız olabilecek kadar çok yanınızda olmayı istediğini söyledi mi bilmiyorum, ama bunları duyan insan mutlu olmaktan çok üzülürdü bence. Ben çok üzülmüştüm. Sonra bunu söyleyen insan çok sevdiği o kadına harika biriyle tanışıp evlenmesini söyledi.
Adamın çekik gözlerindeki genellikle boş olan bakışlar sanki çok şey anlatmak istiyorlardı. Gözleri dolduğunda çizgi halinde iki kırmızılık yerleşiveriyordu altlarına.
Aşık olduğu kız ona bir dişçiye aşık olduğunu söyledi. Adam dişçiyi araştırdı, iyi bir aileden geldiğini, kibar biri olduğunu öğrendi. Ne yazık ki nişanlıydı. Ama adam sevdiği kızı, sevdiği adamla evlendirmeye kararlıydı. Nişanlısına bir mektup yazdı, mektupta şöyle diyordu:
"Nişanlından ayrılmana ihtiyacım var. Sevdiğim kız, ona aşık oldu."
Adamın hastalığı, kızdan kopuşuyla paralel olarak ağırlaşıyordu.
Çoğumuzun gözleri dolmuştu, hatta benim bile.
Sonra... Hepimiz ağlamaya başladık.
Kız gelinliğini adamla birlikte seçmek istediğini söyledi. Adam onu gelinliğin içinde gördüğünde yüzünün aldığı ifade bile kalbimizi sıkıştırmaya yetti. Kız ona damatlığı giymesini, birlikte bir fotoğraf çektirmek istediğini söyledi. Adam buna karşı çıkmaya yeltendiyse de kendisi de istiyordu bunu yapmayı. Sanki evlenenler ikisiymiş gibi, sanki kız onun karısı olacakmış gibi, sadece ama sadece bir anlığına mutlu olabilmek için...
Fotoğraf çekilirken zorla gülümseyebildi. Kız soyunmak için onu dışarı çıkarttığında hemen damatlığı bırakıp kendini dışarı attı. Ağlıyordu. Deli gibi.
İşte o an burun çekmeler duyuldu sınıftan.
Çenem titredi, direndim. Ama yanı başımda ellerini yüzüne kapamış zırlayan Zeynep bana hiç yardımcı olmuyordu.
Gözlerim Demir'e kaydı. Gördüğüm şey beni çok şaşırttı. Kahverengi gözlerinde parıldayan bir çift gözyaşı damlası vardı. Anlamsızca utandım. Hızla kafamı çevirip tahtaya baktım. Demir, hiç kımıldamıyordu. Belki de bekleyen gözyaşları akmasın diye...
Adam kızı mihrapta damadın kollarına bırakırken kocaman elleriyle yüzünü sildiğini gördüm. Gerçekten ağlıyordu.
Tam bitti zannettiğimiz anda zaman geriye akmaya başladı. Demir sanki ne olacağını biliyormuş gibi sessiz bir "ah" çekti.
Kızın her şeyi bildiğini öğrendik. Adamın kanser olduğunu, kendisini sevdiğini... Her şeyi! Ve sırf o istedi diye harika bir adam bulup onunla evlendiğini, sırf o istedi diye mutlu gözükmeye çalıştığını ama aslında hiç mutlu olmadığını...
Demir bir bacağını altına toplayarak hafifçe yan döndü. Kafasını önüne eğdi.
Kızın kar yağarken adamın arkasından yürüdüğü sahnedeyse ben artık kendimi tutamıyordum, gözyaşlarım dökülüyordu.
"Kendimle bir anlaşma yaptım. Eğer arkasını dönerse, ona her şeyi anlatacaktım. Eğer arkasını dönerse, ona sarılacak ve her şeye son verecektim. Ama o, arkasına bile bakmadı. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu."
Gerçekten çok ağlıyordum. Umutsuzca Zeynep'e baktım. Ufuk bir kolunu onun omzuna atmış teselli etmeye çalışıyordu. 'Keşke Ufuk aramızda otursaydı' diye düşündüm. Böylece ikimizi birden teselli edebilirdi. Kendimi birden çok yalnız hissettim. Hayatım boyunca hiç kimseyle film izlememiştim. Hiç kimse yanımda olup bana peçete uzatmamıştı, ağladığım için çirkin gözüktüğümü söyleyerek benimle dalga geçmemişti. Ayrıca, zaten ben hiçbir zaman teselli edilebilecek ya da dalga geçilebilecek kadar basit meselelere ağlamamıştım.
İçimden 'Aptal!' diye düşündüm. 'Sus artık. Gözyaşlarını böyle basit bir şey için harcarsan, gerçekten acı çektiğinde ne yapacaksın?'
Ama susamadım. Çünkü adam kendisi öldüğü için sevdiği kızı mutlu etmeye ve kız, sevdiği adam ölmeden önce onu mutlu etmek için hiç tanımadığı bir adamla evlenip mutluymuş gibi davranmaya çalışmıştı.
Filmin sonunda... Filmin sonunda kız, adam öldükten sonra intihar etti. Onun peşinden gitti.
Benim peşimden gelmek isteyen biri yoktu. Kimse gözyaşlarımı bile silmiyordu!
Aniden sağ yanağımda buz gibi olmuş parmaklar hissederek irkildim.
Birisi gözyaşlarıma dokunuyordu.
Yavaşça kafamı çevirdim. Demir'di bu. Gözlerinde parıldayan yaşlar hala duruyordu. Ama gülümsüyordu, belki zorlamaydı bu ama içime dokundu. Sanki filme değil de onun gözleri parlarken gülümsemesine ağlıyormuşum gibi hıçkırmaya başladım.
Bana bir peçete uzattı. Ufuk'la Zeynep kalkarken ben gözyaşlarımı sildim ve o da beni izledi.
"Ah, İpek böceği," diye mırıldandı. "Ağladığında çok çirkin olduğunu biliyor musun?"
Az önce aklımdan geçen düşüncelerle o anı kıyaslayınca boğuk bir sesle güldüm.
Zil çalalı çok olmasa da herkes hızla toparlanıp gitti. Ben yavaşça hazırlandım, Demir'in de gitmesini istiyordum. Onunla okuldan çıkıp bahçede her kim beni bekliyorsa önünde şov yaparcasına dikilemezdim. Demir gitmedi. Kapıda dikilip montomun düğmelerini iliklememi, çantamı sırtıma geçirmemi, yalandan ayakkabı bağcıklarımı bağlamamı izledi.
Pes etmeyeceğini anlayınca bana eşlik etmesine izin vermek zorunda kaldım.
"Film güzeldi," dedim kendimi tutamayarak. Kafasını sallayarak onayladı.
"Üçüncü kez izliyorum ve hala güzel," diye mırıldandı.
"Nasıl yani daha önce izlemiş miydin?"
"Evet. İlkinde yalnızdım. Aslında bir kıza bu sırrı söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ama baya ağladım."
"Bekle. Yoksa o filmi sen mi açtın?" Bir an durup bana baktı. Sanki karar vermeye çalışır gibiydi. Bu ifadeyi onda çok görüyordum.
Sonunda "Ben açmadım," dedi. "Ama açan her kimse hepinizi ağlarken tek tek fotoğraflayıp o sümüklü hallerinizi size şantaj yapmak için kullanmak istediğine eminim."
"Sümüklü mü? Ah... Evet, sümüklüydü. Yani en azından Zeynep'inkilerin Ufuk'un tişörtüne bulaşmak üzere olduğunu gördüm."
"Bunu Ufuk'a söyleme."
"Aslında Zeynep'e söylemesem daha iyi, çok utanç verici."
"Seninkiler daha kötüydü. Allah'tan yanındayım, yoksa sümüklü sümüklü binecektin metroya."
Farkında olmadan dudaklarımda kocaman bir gülümseme belirdi.
"Zedelenecek bir itibarımın olmaması iyi. Gökçe'nin burnu akmamıştır umarım, yoksa bütün okul onunla dalga geçecektir."
Demir okuldan dışarı çıkana kadar sustu. Sanki bu cümleyi duymamış gibi yapmak istiyordu. Ama soğuk hava yüzümüze çarptığında onun tiksinti dolu bir sesle "Gökçe ağlamadı bile," dediğini duydum.
O an acaba hangi adam beni almaya geldi, acaba Demir dayak yer mi diye düşünüp etrafıma baktığım için bu ses tonundan bir çıkarım yapamamıştım. Ama sırf ağlamadığı için Gökçe'ye kızmıştı. Hem de çok.
Süleyman Bey'le göz göze geldiğimdeyse gerçekten sevinçten yerimde zıplamak istiyordum. Yanımda birinin olduğunu görüp duvarın arkasına saklandı.
"Sen eve nasıl gidiyorsun Demir?" diye sordum Gökçe'yle ilgili muhabbeti birden unutarak.
"Değişiyor. O kadar uzakta değil. Bazen yürüyorum, bazen minibüs."
"Ben metroya bineceğim," dedim. Aslında amacım farklı istikametlere gittiğimizi belirtip ayrılmamız gerektiğini söylemekti.
Ama o "Biliyorum," dedi. "Aslında sana metroya kadar eşlik etmeyi düşünüyordum."
Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. "Pe... Peki..." diye kekeledim.
O durumda itiraz etmem gerekse de bana eşlik etmek istediğini söylediğinde moralimin hala çok bozuk olduğunu fark etmiştim. Süleyman Bey bile bana iyi gelmemişti. Demir şimdi giderse muhtemelen yalnızlığı yine hissederdim.
Birlikte metroya doğru yürümeye başladık. Rüzgar esiyordu. Üşümüştüm. Ama Demir yanımda yürüyordu.
Laf olsun diye "Filmin adı neydi?" diye sordum.
"More Than Blue, İngilizce adı. Türkçeye 'Hüzünden Öte' olarak çevrildi. Ama orjinal adı 'Hüzünden Daha Hüzünlü Hikaye'."
"Peki sen filmdeki adamın yaptığı gibi yapar mıydın?" Tek kaşını kaldırıp bana baktı.
"Nasıl yani?"
"Yani sevdiğin kadın mutlu olsun, seninle birlikte acı çekmesin diye; ondan vaz geçer miydin? Senin öldüğünü görmesin diye onun kollarında ölmek yerine yapayalnız ölmeyi tercih eder miydin?"
"Bence..." diye başladı. Durup derin bir iç çekti. "Bence aşk bu değil. Eğer birlikte acı çekilmeyecekse bu aşk olmaz. Eğer karşındakinin senin acına ortak olmaktan mutluluk duyacağına güvenemiyorsan, acını onunla paylaşamamak gibi bir seçeneğin olduğunu düşünüyorsan; tek yaptığın aptallıktır."
"O halde..."
"O adamın yaptığını yapmazdım," diye sözümü kesti. "Kızın yaptığını da yapmazdım. Ne oldu yani, ikisi de mutlu olamadı. Birbirlerine söyleselerdi de mutlu olamayacaklardı. Değişen bir şey yoktu. Ayrı ayrı hırpalanmaktansa birlikte hırpalanmak daha iyi değil mi?"
"Ama kız sonunda kendini öldürüp onun peşinden gitti."
"Yaptığı tek akıllıca hareket oydu zaten. Birlikte yaşamak için bir şey yapmadığına pişman olup birlikte ölmek istedi. Filmin asıl olayı da buydu zaten."
"Yani sen..."
"Eğer gerçekten birine aşık olursam, ama gerçekten derken ciddi anlamda diyorum, o zaman onunla bir anlaşma yapacağım."
"Ne anlaşması?"
"Acıları paylaşma anlaşması," dedi. Sonra da 'nasıl anlamazsın ya' bakışı attı bana. "Acılar bir ilişkide ortaktır. Tıpkı evlilikte çocukların ortak olması gibi."
"Demir, özür dilerim," dedim.
"Neden?"
"Senin hakkında çok yanlış düşünmüşüm, çok ince düşüncelerin var."
"Annem," diye fısıldadı Demir. Soluk alır gibi konuşmuştu. "Annem çok ince bir kadındı. Ondan miras kalmış olmalı." Sesindeki o tını içimde sorma isteği uyandırdı.
"Annenden bahsetmek ister misin?"
"Hayır," dedi kesin bir sesle. "Belki sonra." Onu kızdırdığımı düşündüm çünkü sesi yüksek ve sert çıkmıştı. Sorduğum için özür dilemeye hazırlanıyordum, ama o birden güldü. "Aslında bu soruyu sorman çok komik çünkü bu filmi izlediğimde bir hışımla internetteki eleştiri sayfasına 'Acıları Paylaşma Anlaşması' başlıklı bir yazı yazmıştım."
"Dalga geçiyorsun? Demek yazı yazacak kadar yeteneklisin."
"Pek değil. Aslında sanal alemde bana dair tek şey o yazıdır. Sevdiğin insan incinmesin diye ona yalan söyleyip kendinden uzaklaşmasını sağlamanın, onu bilerek incitmekten daha kötü olduğunu falan söylemiştim."
"Büyük konuşmak iyi değildir Demir. Yarın öbür gün aynısı senin başına gelirse..."
"Büyük konuşmazsan ne yapacağın konusunda kendine güvenemezsin bence. Asla yapmayacağım diyorsam, asla yapmam."
"Umarım yanılmazsın."
"Umarım," diye onayladı. Sonra montunun cebinde olan elini çıkarmadan karşıyı işaret etti. "İşte geldik," dedi. "Benden bu kadar."
"Teşekkür ederim bana eşlik ettiğin için."
Aşk hakkında büyük fikirleri olan romantik çocuk çizgisinden hızla kayıp çapkın çocuk haline giriş yaptı. Yarım ağızla gülümseyip rüzgardan dağılan siyah saçlarını düzeltirken "Benim için bir zevkti," diye mırıldandı. "Pazartesi görüşürüz."
Demir arkasını dönüp uzaklaştığında dakikalardır burnuma gelen limon kokusu gitmedi onunla birlikte. Süleyman Bey beni metronun önünde bulup arabasına bindirdiğinde bile buram buram kokuyordu. Hatta kokunun filmi izlerken ilk gözlerim dolduğu andan itibaren benimle birlikte olduğunu fark ettim.
Bu Demir'in kokusu değildi; yalnızca onun olduğunu düşünüyordum, onun olmasını istiyordum belki de. Babam öldüğünden beri yıllarca bu kokuyu düşünmüştüm. Pek çok kez yarım yamalak da olsa burnuma ulaşmıştı.
Belki de limon kokusu artık yalnızlığımın kokusu olup çıkmıştı.
Ne zaman yalnız olduğumu fark edip babamın elini elimde hissetmek istesem geliyordu.
Yani limon kokusu benimdi. Hep benim olmuştu.

10 Kasım 2013 Pazar

A Man Who Was Superman - Mavisi Azalan İnsanoğlu

Uzun zamandır Korelilerden uzak duruyordum. Japonlar daha çerezlik ve oldukça eğlenceliydi, hepsi birer moral kaynağıydı. Derken bir gün -ki o gün bugün- film klasörüne tıkladım ve orada uzun zamandır ertelediğim filmi buldum: A Man Who Was Superman.
Film 2008 yapımı bir Kore filmi.
İnsanların arasında, yerde yatan bir adamla başlıyor. Yanından gelip geçen, bir adım daha yana kaysa üstüne basabilecek vurdumduymaz insanlara dokundurmalar, ilk cümleleri. Adamın kalkıp bir teyzenin çantalarını taşımasına yardım etmesiyle devam ediyor.
Kamera insanlara olan nefretinin onu zayıflatıp sigaraya bağımlı hale getirdiğini söyleyen bir kadına kayıyor.
Bu kadını Jun Ji Hyun canlandırıyor. Yani Kore'nin en "zarif odun" imajlı hatunu. Her hareketinde bir zerafet görüyoruz, ama oynadığı hemen hemen her karakter olabildiğince odun.
Bu filmde de hayatından ve insanlardan bezmiş bir program yapımcısını canlandırıyor. Kendisinden son günlerde ortaya çıkan "Süpermen" lakaplı deli(?) adamla ilgili bir program yapmasını istiyor patronları.
Bu Süpermen de ilk sahnede yerde yattığını gördüğümüz adam. Şehrin sokaklarında ordan oraya koşturarak zorda kalan herkese, ama herkese yardım ediyor. Yaşlı bir teyze karşıdan karşıya geçebilsin diye arabaların önüne atlıyor ya da kapkaççıların peşinden çılgınlar gibi koşuyor.
Bayan Hayattan Bezmiş böyle bir program yapmayı reddetse de kendi çantasını çalan kapkaççıyı da bu Süpermen'in yakalaması sonucunda onunla tanışıyor ve ister istemez programı yapmaya başlıyor.
Süpermen'e soruyor, "Eğer gerçekten Süpermen'sen uçman gerekmez miydi?"
Onun cevabıysa çok net: "Dazlak cani kafama bir kriptonit yerleştirdi. Eğer iyilik yaparsam ve kim olduğumu unutmazsam kriptonit kendiliğinden çıkacak."
Süpermen ve arkadaşı dünyayı kurtarmak için bir maceraya atılıyorlar böylece.
Bu filmi izleyen kime sorarsanız sorun size ilk yarısının normal bir film gibi olduğunu söyler. Ben de öyle söylüyorum. Mücevherlerini son elli dakikada çıkarıyor ortaya.
Bazen durup kendi kendime bu filmin fantastik olup olmadığını sordum. Çünkü bir ara gerçekten onu Süpermen zannettim.
Film senaryosunun dışında insanların Süpermen'e ihtiyaç duymadığına dair şeyler söylüyor bize.
"Hiç kimse yardıma yanaşmadı çünkü caniler kafalarının içine kriptonit koymuştu. Bu yüzden kim olduklarını ve sahip oldukları şaşırtıcı gücü unuttular." diyor Süpermen. Aynı adam kriptonitin, iyilik yapılırsa ve kim olunduğu unutulmazsa kendiliğinden çıkacağını da söylüyor filmin başında.
Söylemek istediği bizi kurtaracak kişinin yine biz olduğumuz.

Filmde rahatsız edici derecede vurdumduymaz insanlar vardı. Çığlık çığlığa yardım isteyen birine dönüp bakmaya bile tenezzül etmeyen, nüfusu korkutucu rakamlara ulaşan bir kalabalık.
Filmin bitmesine az kala durdum ve sordum: "Bu insanlarla mı dünyayı kurtaracağız, Süpermen?"
Şimdi film bitti ve ben diyorum ki: "Eğer Süpermen bensem evet, ama Clark Kent'se işimiz yaş." Çünkü Clark Kent insan değil, ama ben insanım. Yalnızca bir insan, insanlara örnek olabilir. O halde neden çorap çekmeceme sakladığım pelerini çıkartıp -hatta ütüleyip- giyerek uçmaya başlamayayım ki?
"Ben kimim, arkadaşım?"
"Süpermen."
"Süpermen uçabilir mi?"
"Elbette."
Pelerinlerinizi alın arkadaşlarım. Kendimizi ve dünyayı kurtarmalıyız.
Uçmalıyız.
Ne demişti Süpermen? "Kuşlar gibi..."

Arkadaşlarım, mavileyin bu filmi. İçinizdeki süper kahramanı görmenizi sağlayacak...

6 Kasım 2013 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #5

18 Şubat 2013
 

Ertesi sabah alt sokakta bekleyen Süleyman Bey'in arabasına bindim. Kapıyı açınca teypten yükselen şarkının melodisi beni gülümsetti. "Sen Benim Şarkılarımsın," çalıyordu. Kahramanım ve benim şarkımız.
"Günaydın," dedim uykunun gırtlağımdaki tesirinin hala azalmamış olduğunu fark ederek.
"Günaydın İpek," diye karşılık verdi. Arabının içi sıcacıktı. Beklerken ısıtmış olmalıydı ya da onun yanında olmanın verdiği güven hissi, tüylerimi diken diken eden üşüme hissini kovalamıştı.
Süleyman Bey'in arabasında olmak, diğer 'korumalar'ımın arabalarında olmanın aksine rahat bir durumdu. Bir kere çekinmeden yanına oturabiliyordum. Ya da istediğim radyo kanalını açabiliyordum. Hatta uyuklayabiliyordum.
"Bugün nasılsın?"  diye sordu nazikçe. Çoktan yola çıkmıştık. Uzun parmakları direksiyonu ustaca bir edayla tutuyordu.
Cevap verip onun da hatrını sorarken bir yandan da şarkıyı dinliyordum.
~ Bir yıldız gökte kayıp giderken,
Islak bir yolda yalnız yürürken,
Bambaşka bir şeyi düşünürken,
Aklımdasın... ~
"Yeni okulun nasıl?" diye devam etti. "Alışabildin mi?"
"Okulum oldukça iyi. Herhangi bir sorun yok." Gözlerimin kenarlarından süzülen, kurumaya başlamış uykumla gülümsedim.
"Arkadaş bulabildin mi peki?"
"Evet, buldum. Hepsi iyi çocuklar. Zorluk çekmedim, yarıyılda gittiğim için yabancılık çekeceğimi düşünüp üzülmüştüm halbuki."
~ Geçmiş değil, bugün gibi,
Yaşıyorum hala seni.
Sen hep benim yanımdasın.
Gündüzümde, gecemdesin.
Çalınmasın, söylenmesin.
Sen benim şarkılarımsın. ~
Göz ucuyla bana baktığını gördüm. O sırada torpido gözündeki gereksiz şeyleri karıştırıyordum. Islak mendil, güneş gözlüğü, naneli sakız... Yanımda oturan adamın ağzını gere gere sakız çiğnediğini hayal etmek bile komikti. Gülmemeye çalışırken kirli, mavi bir beze uzandım. Onu kaldırınca namluları bana bakan iki silahla karşılaştım. Elimde olmadan irkildim. Sanki ayıp bir şey görmüş gibi gözlerimi yumdum. Usulca torpido gözünü kapattım.
Süleyman Bey, sessizce boğazını temizledi. Bu iletişimde, tiyatroda bir perdenin bitip diğerinin başlamasıyla eş değerdi. Yerinde zıplayan yüreğimi bir tokat atıp zihnimi sakinleştirmeme yaradı.
"Senin gibi yeni gelen var mı?" Donuk yüz ifadem anında bir tebessümle yer değiştirdi.
"Nereden bildiniz?" dedim. "Yarıyılda gelen olmaz diye düşünmüştüm, ama var. Sıra arkadaşım hatta." Anlaşılmaz gözler ve kapalı bir yüz ifadesiyle bana baktı kısacık bir an için. "İstanbul'dan gelmiş o," diye devam ettim usul usul. "Biraz serseri bir tip." Motor birdenbire hırladı, araba ileri atldı. "Ama herhangi bir sorun çıkarmadı henüz. Ayrıca herkese kendini sevdirdi." Parmaklarım gereğinden fazla hızlı giden arabayı yavaşlatmak istercesine koltuğun kenarlarına sıkı sıkı yapışmıştı. "İsmi de Demir," dedim dişlerimi sıkarken. "Biz biraz fazla hızlı gitmiyor muyuz?"
Yaptığı şeyin farkına vararak hızını azalttı, onun da parmakları direksiyona yapışıktı.
"Çocuğun ismi... Ne demiştin?" Dimdik karşıya bakıyordu. Sesi, dudaklarından çıkan cümlenin bir soru olması için bile gereken ilgiyi taşımıyordu. Buna anlam veremedim.
Gerilmiş vücudum gevşeyip kendini koltuğa bırakırken "Demir," diye mırıldandım. Hafifçe kafasını salladı.
~ Sanki hiç gitmemiş, hep var gibi;
Bir sırrı herkesten saklar gibi;
Sessizce sokulup ağlar gibi;
Yanımdasın... ~
Sonra hatırlayıp gülsüm sessizce. "Soyadı da Pazı. Demir Pazı. Ayrıca gerçekten demir gibi kol kasları var. Geldiği günden beri kızlara gösteriyor."
"Nasıl yazılıyor soyadı?" Bu defa sesi ilgili çıkmıştı. "-I- harfi ile mi yoksa -U- ile mi?"
"-I- ile galiba."
"Ama o zaman pazı sebze ismi oluyor. Pazu kol kası olur. Bu çocuk seni kandırmış." Yüz ifadesi hala donuktu. Acaba uykusu mu gelmişti?
"Gerçekten mi?" dedim şaşkınlıkla. "Bunu kızlara anlatıp havasını söndürmeliyim. Dudağının kenarları kararsız bir gülümseme için havaya kalktı.
~ Beni bir şeylerden aklar gibi,
Koparmadan çiçek saklar gibi,
Hiç bozulmamış yasaklar gibi,
Aklımdasın... ~
Bu konunun burada bittiği açıktı. Okulaysa birkaç satırlık yolumuz kalmıştı. O yüzden dünden aklıma takılan soruyu sordum.
"Siz bana bir şey soracaktınız dün gece? Neydi o?"
"Ne soracaktım sahi?" diye düşünür gibi yaptı. "Hatırlamıyorum. Önemli bir şey değildi sanırım." Yüksek sesle iç çektim. Yani önemsiz bir şey için gece vakti kapıma kadar gelmişti.
"Atıf Bey'le ilgili bir şey değil mi?" diye fısıldadım. "Kötü bir şey oldu, değil mi?" Gözlerime hücum eden gözyaşları nereden geçiyorlardı bilmiyorum ama sesimin çatlamasına sebebp oldular.
"Hayır, hayır İpek." Elini elimin üstüne koydu. "Bir şey yok gerçekten. Önemli değildi."
"Benden saklamayın."
"Doğruyu söylüyorum, her şey yolunda." Duraksadı. "En azından şimdilik. Ama emin ol, bir şey olursa hemen haber vereceğim."
"Söz mü?" Akmaya çalışan hain gözyaşlarımı durdurdum. Sesindeki güven beni rahatlattı.
"Söz. Git ve okulunun tadını çıkar."
"Evet," dedim. "Tadını çıkarmalıyım." Birbirimize bakıp gülümsedik. "Biliyor musunuz, Demir gibi tasasız bir arkadaşın bana iyi geldiğini inkar edemiyorum. Onun yanında çok şeyi unutuyorum. Sanki Atıf Bey yokmuş, hiç olmamış gibi. Yalnızca sizinle ilk tanıştığım zamanlarda böyle hissedebilmiştim."
Durduk, kırmızı ışık yanmıştı. Acı acı gülümseyerek gözlerimin içine baktı. Bakışlarında, üstü kırk kat örtüyle örtülmüş bir anlam vardı.
"Bana öyle bakmayın," dedim. "Ona çok yaklaşmamam gerektiğini ben de biliyorum. Sizinle aramızdaki buzların eridiği zamanı hatırlıyorum. Bir hafta ortadan kaybolup sonra topallayarak gelmiştiniz. Size bile bunu yapıyorlarsa... Demir gibi alakasız birine neler yapmazlar ki."
~ Geçmiş değil, bugün gibi,
Yaşıyorum hala seni.
Sen hep benim yanımdasın. ~
Uzun parmaklarını uzatıp saçımı katışrırdı.
"Kendini tutmak zorunda olduğun için üzüldüm, ama böyle bir açıklamadan sonra ondan gerçekten hoşlanmış olduğun sonucunu çıkarabilir miyim?"
Yanaklarım elimde olmadan kızardı. Sonuçta babam gibi gördüğüm, ama asla babam kadar yakın olamayacağım biriyle, bir erkek hakkında konuşuyordum. Kalbim bomboş olsa bile utanç vericiydi.
"Sınıftaki ve hatta okuldaki diğer bütün kızlar gibi ona sempati duyduğumu söyleyebiliriz."
Süleyman Bey dazlak kafasının içinde sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi aniden çıkıveren sıcak bir kahkaha patlattı.
O sırada telefonum titredi. Kendisinden konuştuğumuzu anlamış gibi mesaj atmıştı Demir.
"Yüzünde güller açtı," dedi kahramanım. "İyi bir haber mi?"
"Hayır, Demir yine geç kalacağını söylemiş. Onu idare etmemi istiyor."
"Bunda bu kadar sırıtacak ne var?" Hemen yüz ifademi düzeltip telefonu çantama attım. Demir'in mesajda bana 'ipek böceği' dediğini ve bunun çok hoşuma gittiği söylemedim.
~ Gündüzümde, gecemdesin.
Çalınmasın söylenmesin,
Sen benim şarkılarımsın. ~

21 Şubat 2013
"Çıkabilirsiniz çocuklar."
Üç doz uyku ilaçlı Edebiyat dersinden sonra vücutlarımızı harekete geçirmeden önce bolca esnememiz gerekti. Demir, ellerini birleştirip kollarını yukarı doğru uzattı ve gökdelen edasıyla bana yukardan baktı.
"Kantine gidelim mi?" dedi uykulu bir sesle. Saate baktım, zil çalalı çoktan üç dakika olmuştu.
"Geç kaldık, şimdi gidersek bütün öğle arasını orada geçiririz," diye mırıldandım. Kollarımı sıranın üstünde çaprazlayarak kafamı üstüne koydum.
"Açlıktan ölüyorum ama ben." Ayağa kalktı. Çevik bir hareketle ve az önceki uykulu halinden sonra nasıl topladığını bilmediğim bir güçle kolumu tutup sarstı. "Hadi gidelim ya. Ben alırım sana da yemek."
Kısık sesle homurdanarak ayağa kalktım. Sınıftan çıkmadan Ufuk da peşimize takıldı.
Kantin ana baba günüydü. Kalabalığın arasından çıkmaya çalışan insanların yukarı kaldırdığı tostlar, tavuk ekmekler, hamburgerler; kafaların üstünde uçar gibi gözüküyorlardı. Beş dakika daha burada durursam gürültüden çıldırabilirdim. Zaten az olan boşluklarda sürüklenip kaybolmamak için birbirimize yaklaştık. Bu ikisinin yanında o kadar kısa kalıyordum ki biri dışardan bizi abi-kardeş sanabilirdi.
Bir ağız dolusu esneyip etrafa bakındıktan sonra bozuk paraları Demir'e uzattım. "Karışık tost ve Niğde Gazozu istiyorum." Onaylayan bir baş hareketi yapıp Ufuk'a döndü. Ufuk parayı verip beni işaret etti. Bu 'aynısından' demekti.
Demir hemen harekete geçti. Önümüzde duran on birinci sınıf öğrencilerini ittirerek kalabalığa karıştı. Bir süre sorunsuzca ilerlediğini gördüm, alt sınıfların çoğu önünden çekiliyordu zaten. Diğerlerine de sert ya da sevimli bir bakış atması yeterli oluyordu. Tezgahın önüne geldiğinde yanındaki kızla aynı anda konuşmaya başladılar. Demir kıza davetkar bir gülücük fırlatıp kalbini çarptırdıktan sonra "Biraz acelem var da önce ben alabilir miyim? Senin gibi güzel bir kızı bekletmek istemem ama..." dedi. Emin olun, birisi bana böyle bir şey söylese ayağına basıp onu kenara ittirirdim. Ama kız salak salak gülüp geçmesine izin verdi.
Ufuk'la aynı anda gözlerimizi devirdik. Yemeklerimiz hazır olunca Demir kantincinin kızından da benzer kelimeleri kullanarak bir tepsi rica etti. Sonra da tepsiyi başının üstüne kaldırıp kalabalığı yararak bize doğru gelmeye başladı. Yüzündeki zafer ifadesi görülmeye değerdi. Biz sessiz bir alkışla onu kutladık.
Aramızda birkaç adım vardı, Demir'in ilk ittirdiği ön birinci sınıf öğrencileri hain sırıtışlarla onun ayağına çelme taktılar. Ufuk'un gözleri tepside sabitlenmişti. Bense Demir'in gövdesine bakıyordum. Ağzımız açık hangisinin ne tarafa gideceğini kestirmeye çalışıyorduk.
Ufuk onun düşmesini beklemeye sabredemeyip hafifçe sıçradı ve tepsiyi yakalayıp parmaklarının arasından çekti. Umutsuzca ellerimi balerin edasıyla havada süzülen arkadaşıma doğru uzattım. Müthiş bir esneklikle kendini bana doğru attı. En azından düşüşünü yavaşlatmıştım. Bir dizinin üstünde, sıkı sıkı ellerimden tutarak durdu. Burnundan soluyordu, ama düşme korkusundan değil. Öfkeden.
Sakince ellerini çekip ona çelme atan çocuklara döndü. Onu ilk kez öfkelenmişken görüyordum, basit bir meselenin onu bu kadar sinirlendireceği aklımın ucundan geçmezdi. Göz açıp kapayıncaya kadar çocuklardan birinin yakasına yapışmıştı bile. Hafif ama yüksek sesli bir küfür savurdu. Çocuk neye uğradığını şaşırmış bir halde etrafına baktı. Ufuk tepsiyi rastgele bir masaya bırakıp araya girmeye çalıştı. Demir buna izin vermedi.
Durdurulmazsa gidişat belliydi, o çocuk gerçekten dayak yiyecekti.
"Demir," diye bağırdım. Hemen koştum, boşta kalan kolunu tuttum. Kendime çekmeye çalışım, ama o an onun için olayla hiçbir alakası olmadığı halde açık hava sahnelerinden birinde gözüken uçak kadar gereksiz bir ayrıntıydım.
Bu defa çocuğa hamle yaptım, onu omzumla ittirip aralarına girmeye çalıştım. Çocuk istemsizce kaykılınca, yakasını tutan el gevşedi. Demir bunu yapanın kim olduğunu anlamak için başını eğdi. Göz göze geldik. Kırmak istercesine sıktığı dişlerini rahat bıraktı, küçüldü genişleyen burun delikleri. Teslim oldu. Herkesin ona baktığını hissetti.
Ellerimi omuzlarına koyup onu geri ittirdim. "Hadi gidelim," diye mırıldandım. Sesimdeki 'dokunsan ağlayacak' hissi, gözlerime de yansımış olmalıydı. Ne olursa olsun ben kavgadan, şiddetten korkardım. O, beni yine hissetti. Yumuşadı. Çocuğa tehditkar bir bakış attı.
Ufuk'un artık ne hissedeceğini bilemeyen bakışları arasında bir eliyle tepsiyi aldı. Diğer eliyle de beni kolumdan tutup çekti.
Arkadaşımız peşimize takılmadan şöyle fısıldadı: "Seni korkuttuğum için özür dilerim."
Demir, beni korkutmanın ne demek olduğunu anlamıştı. Ben bilmiyordum bunu, ama o tecrübe ettiği için oldukça üzgün gibiydi. O günden sonra korkmama izin vermedi.
O günden sonra Demir'e karşı zerrece korkum kalmadı.
İşte o günden sonra Demir'den gelen limon kokusu daha bir tatlılaştı.