Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

23 Şubat 2014 Pazar

Hayatımın En Mavi Şubat'ı: Comeback Mevsimi - Kışın Açan Çiçekler

Selam millet!
Kaçınız biliyorsunuz, bilmiyorum, ama bugün CNBLUE'nun beşinci mini albümü yayınlandı. Bir yıllık kocaman, upuzun, korkunç aradan sonra MUHTEŞEM şarkılarla geri dönüş yaptılar. İşte şarkının çıkmasından üç saat sonra anca kendimi toparlayabildim ve gelip size bu Şubat'ı neden bu kadar çok sevdiğimi anlatmaya karar verdim.
Yeni yıla girdiğimiz zaman taslak şeklinde bir geri dönüş listesi yayınlanmıştı bu yılın ilk yarısı için. Bu listeye göre geri dönüşler dengeli bir şekilde bütün aylara dağıtılmıştı ve Ocak'ın başından baktığınızda Mart'ın sonuna kadar nerdeyse her hafta bir tane olmak üzere size el sallayan sayısız idol görüyordunuz. Ben bu listeyi görünce zaten "Oha oha oha listeye bak, bunun yazısını yazmam lazım. Oha herkes geri dönüyor oha," demiştim.
Tabii ki CNBLUE dönene kadar bu yazıyı beklettim. Şimdi patlama zamanı geldi dostlarım.
Geçen ay çok manyak bir aydı. TVXQ, Girls' Day, AOA, GOT7, Royal Pirates, B1A4, Two Song Place, Rain, Sunny Hill, Gain -çok fazla tepki çekmeliyim kişisi- ve daha sayamadığım bir çok idol geri dönüş/çıkış yaptı.
Ama bu ay daha harika bir aydı.
Doğru not almışsam bu ay ilk geri dönüş yapan B.A.P'di. Baby'lere hediye ettikleri 1004 yani melek isimli şarkılarıyla geri dönüş yaptılar.
Şarkı da klip de çok güzel, yalnız fan hediyesi olan bir klipte yalnız kendilerini olmalıydı bence. Baby'lerin klipteki kızdan hiç haz etmediğini duydum. Onlara hak veriyorum.
Sonra Shinwa'dan Lee Min Woo Taxi isimli şarkıyı yayınladı.
Şarkı güzel, her ne kadar söyleyenin sesini pek duyamadığımızı düşünsem de. :P İnsan oturduğu yerde dans ediyor. Dinlenilesi.
Bu ayın en güzel şarkılarından biri de şüphesiz Soyou ve Jungigo'nun söylediği "Some" şarkısıydı. Klibinde Dasom ve Baro oynuyordu.
Ben bu şarkıyı çok sevdim, günlerce bıkmadan dinledim. Klibi de inanılmaz şeker ya.
Veee.. Tabii ki SM The Ballad. Kesinlikle bu ayın olayıydı. Her şarkısını çok sevdim. Ama favorimden bahsedeyim.
Özellikle canlı performans linki verdim. Dinleyin ve SM'in geleceği Chen'in yeteneğini iyice bir öğrenin diye. :P Bu şarkının sözleri çok güzel, ayrıca SM'de sesini en çok sevdiğim iki erkek tarafından söyleniyor. Sadece bir dinleyin şu şarkıyı. Kulaklarınızın pası bir silinsin. Dinlerken bu performanstan sonra Jonghyun'un "Chen sen SM'in geleceğisin" diye twit attığını da unutmayın lütfeen.
Ayrıca Mamamoo isimli çaylak kız grubu K.Will'le düet yaptılar.
Şarkı çok eğlenceli. Ben rastgele gezinirken buldum, böyle kendimi kaptırmış dinlerken şarkının sonuna doğru Hakyeon'la Hongbin çıkageldiler. Allah'ım yok böyle bir şey, o kadar sevimlilerdi ki. Bence bir göz atın.
Hemen arkasından Bangtan Boys çaylak olmanın dezavantajlarını taşımadıklarını göstermek istercesine Boy in Luv isimli şarkılarını yayınladılar.
Tıpkı B.A.P'nin klibinde olduğu gibi burda da bir bayan oyuncu yer alıyor ve kendisinden hiç hazzetmiyorum. Her neyse. Şarkı gerçekten çok hoş ve danslarına da bayıldım.
Ladies' Code şekerlemelerim de yine çok hoş bir şarkıyla geri dönüş yaptılar.
Şarkının ismi So Wonderful ve koreografilerinde mikrofon kullanıyorlar. Bu yüzden bazı hayranlar bunun Wonder Girls'ün şarkısına benzediğini söylediler. Lütfen o hayranları kafanıza takmayın ve bu güzel şarkıyı önyargısız bir şekilde dinleyin, teşekkürler.
BTOB Beep Beep isimli şarkıylarıyla geri dönüş yaptılar.
Şarkı yayınlanmadan önce herkes +18 bir klip bekliyordu. Böyle insanlar ağzı açık baktılar teaserlara. "Siz de mi bee" haline geçiş yapmıştık. Ama öyle bir şey yok. Gayet güzel bir şarkı olmuş, klibinde de hiçbir saçmalık bulunmamakta. BTOB fighting!!
Sonra Sunmi de bu ay geri dönüş yaptı. Şarkının ismi Full Moon.
Şarkının teaserını önceden izleyen biri olarak klibi izlemeye korktum açıkçası. Çünkü teaserı izlerken az daha sandalyeden düşüyordum ve bu konsepti kim bulduysa baya küfrettim kendisine. Fakat klibin sadece başı biraz korkunç, o da teaserdaki kesit zaten. Şarkı güzel, ama ben hala 24 Hours'un etkisindeyim dostlarım. Hep Hakyeon yüzünden. -.-
Hakyeon demişken VIXX de Deux isimli eski hiphop ikilisinin yirminci yılları şerefine düzenlenen bir projeye katıldı.
Şarkı çok güzel. Bu proje için çekilen görüntülerde yapımcılar Ravi'nin şarkının yeniden düzenlenmesine çok yardım ettiğini söylemişlerdi. Mutlu mutlu dinliyorum şarkıyı her seferinde.

Evet son olarak da bombamıza geliyoruz.
CNBLUE'nun şarkısı.
Can't Stop.
BU ŞARKI ÇOK GÜZEL. YANİ CİDDEN ÇOK GÜZEL. GÜZELİN GÜZELİ.
Sözleri ayrı güzel, melodisi ayrı güzel, Minhyuk'un klibin bir kısmında önce duruyor olması mü-kem-mel. Klibin tonları, her yerin çiçek çiçek olması... Daha sayayım mı? Öhöm. Gerçekten bir yıl boyunca beklediğimize değdi. Bence artık promosyonlara başlamalılar. Hemen Running Man bölümü çevrilmeli, Sukira'ya ya da ShimTa'ya falan gitmeliler. Playback yapmadan çalmalılar yeniden. O kadar heyecanlıyım ki nefes alışlarımın hızını düşüremiyorum.
Albümdeki şarkılar çok güzel. En çok hangisini sevdiğime bile karar veremiyorum, o derece güzeller. Gerçekten başarıyorlar. Bir numaralar. Harikalar. CNBLUE fighting! Boice fighting!

Evet bu ayki manyak-geri-dönüş-fırtınası bu kadardı. Ama farkındaysanız daha bu ay bitmedi.
Bu ay geri dönüşü olan diğer gruplarsa şu şekilde: 2NE1, Girls' Generation, TVXQ, Orange Caramel.
Ve tahmin edin ne oldu. Evet! Key ve Woohyun'un alt grup çıkaracak olması dedikodu değildi. Gerçekti! Bunu biliyordum. Geçenlerde bir teaser yayınladılar. İkilinin adı Toheart olacak. İnanılmaz heyecanlıyım bu ikili için.
Ancak bu geri dönüş silsilesinin devamı için beni endişelendiren şeyler var. Örneğin CNBLUE'nun 2NE1 ve Girls' Generation savaşının arasında kalması gibi. Bunu kesinlikle istemiyorum. Kızlar lütfen savaşmayın. Hahaha. Kendimi dünya barışı isteyen hayalperestler gibi hissettim. Ah, ne yazık...
Her neyse... Diğer geri dönüşler için de oldukça heyecanlıyım ve CNBLUE'nun promosyonlarını dört gözle bekliyorum.
Ayrıca mart-nisan döneminin de geri dönüş açısından çok çılgın bir dönem olacağı kesin.
EXO geri dönüş yapacak, klipleri bile hazır. SM sanatçılarının çoğu da geri dönüş yapıyor zaten, hangisi ne zamandı hatırlayamadığım için ayrıntı veremeyeceğim. Ayrıca Winner ve Team B de çıkış yapacakmış bu zamanlarda. Bunun yanı sıra büyük bir sabır ve tutkuyla beklediğim N.Flying çaylaklarım da çıkış yapacaklar. Ha tabii ki bir de JYP'nin yeni kız grubu -isminin 6Mix olduğu açıklandı- da çıkış yapacak.
Farkında mısınız 2014'de CEO'lar cidden kafayı sıyırdılar. Bütün idollerini bu yılın ilk yarısında piyasaya sürecekler ve manyak bir yarışma olacak. Tabii ki olan hayranlara olacak, yani bize. Onları takip etmeye çalışırken gözlerimizi mi kaybederiz artık, yoksa sosyal hayatımızı mı çöpe atarız bilmiyorum. Buna rağmen inanılmaz derecede heyecanlıyım. Bu yıl boş durduğum bir tek hafta bile olmayacak.
K-pop dünyasının sevdiğim nadir yanlarından biri de bu. Bir sürü renk var ve fırsat buldukça bu renkleri çarpıştırıp gökkuşakları oluşturmaktan geri durmuyorlar.
Ne dersiniz? Sizce de çok mavi değil mi?
İyi geceler, lütfen mavi geri dönüş parçalarınızın tadını çıkarın sevgili dostlarım! ^^

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #15

3 Mayıs 2013
"Neden sevgiline sarıldığın için özür diliyorsun ki?"
Bu laf üzerine kollarım ona daha sıkı sarıldılar. Şu an hissettiğim her şeyi ona göstermek istiyordum, iki kolumun arasında tüm dünyayı tutuyormuş gibi hissettiğimi anlasın istiyordum.
"Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi Demir?"
"Sen çok sevdiğin her insanın kemiklerini mi kırarsın?" diye soludu güçlükle. "Yavaş ol birazcık. Tamam kollarının arasında olmaya bayılıyorum ama..." Hızla geri çekilip gözyaşlarımı sildim ve gülümsedim.
"Özür dilerim, canının yandığını unuttum."
"Hiç şaşırmadım," dedi yalandan bir sitemle. "Bütün gün benimle ilgilen diye sızlanıp durdum ama sen dönüp bakmadın bile."
Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. "Ama ben..."
"Tamam, neyse boş ver," diyerek sözümü kesti. "Sınıfa yürümeme yardım ederek bunu telafi etmeye başlayabilirsin." Hiç çekinmeden koluna girdim. İnsanın gözünü kör eden asıl şey aşk değil, kalbini kaptırdığın kişinin sen düşerken son anda elinden tutmasıymış. Demir de ben uçurumdan yuvarlanırken elimi tuttu. Onun düşebileceğine dair en ufak bir şey düşünmeden bencillikle eline yapıştım. Artık düşme ihtimalini görmüyorduk ikimizde. Uçuruma kör olmuştuk.
"Hasar nedir Pazı Bey?" diye sordum çekinerek. Konuşurken elini saran bandajlara dokunmuştum.
"Ne yapacaksın sen hasarı?"
"Öğrenmeden iyileştirmem ki..."
Demir dudağının yara bandı olmayan tarafını hafifçe kaydırarak gülümsemeye çalıştı. "Sen simyacıların aradığı o ölümsüzlük iksirisin İpek. Yaramın ne olduğu önemli değil, sen oldukça bir daha yaralanmamacasına iyileşeceğim nasıl olsa."
Sesimi çıkaramadım. O benim sonsuz iyileştirici olduğumu düşünüyordu, ama hatalı bir denemenin tehlikeli bir sonucu olarak ortaya çıkmış zehirli bir madde olma ihtimalim çok daha yüksekti.
Birlikte yavaşça sınıfa girdiğimizde çoğu baş bize döndü. Demir'in bu halde okula gelmesinin üstüne bir de hiç konuşmamış olmamız kafalarını karıştırmıştı, bu yüzden kol kola olduğumuzu görünce rahatlayarak gülümsediklerini fark ettim.
Sıramıza geçip oturduk. Ufuk sevimli bir ifadeyle bize bakıp konuşmak için ağzını açtı. Demir elini kaldırdı: "Evet, affeti bizi. Sakin ol." Ufuk memnuniyetle kafasını salladı.
Sonra kafamı çevirip rastgele bir yere, Demir'den uzağa baktım. Bakışlarımı ondan almak bana bundan sonra olacakları hatırlattı. Yaralanacaktık.
Şimdi yanımda acısı yüzünden dik duramıyor oluşu henüz hiçbir şeydi. Daha kötüleri olacaktı, biliyordum. Bana duyduğu büyük aşkı(!) her fırsatta gösteren Atıf Bey beni yalnızca ona değil, bana da aynı şeyleri yapacaktı. Hatta belki anneme bile. Her şeyden habersiz sırf bizi yan yana gördüler diye sevinen şu sınıf arkadaşlarımın dahi canı yanacaktı. Tüm dünyam yerle bir olacaktı. Bunu defalarca yaşamıştım, sonuçların farkındaydım.
Ama o zaman bana bir kaçış yolu sunulduğunda kaçmıştım, tereddütsüz. Acılara dayanmanın mantıklı bir noktası yoktu. Uğruna savaşacağım bir şeye sahip değildim. Artık öyle olmayacaktı. Sırtımı yaslayabileceğim, demir kadar sağlam bir duvar vardı arkamda şimdi. Savunmadan nefes aldığım bir anda saldırmama yardım edebilecek bir destek...
İşte tam bunları düşünürken aniden nefesim kesildi. Çünkü ben henüz savunmaya geçmemiştim, ama kötü cadı cephesi hiç beklemediğim bir yerden bana saldırmıştı bile.
Süleyman Bey sınıfın kapısında duruyordu, bakışlarındaki şey sınıfın havasını ağırlaştırmıştı. Refleks olarak ayağa fırladım. Dizlerimi masanın altına vurdum ve sırayı kaydırmak için yeterli gücü veremediğim için az daha düşüyordum. Yanımdakiler, onu fark etmedikleri için bana baktılar önce. Gözleriyle sordukları soruları cevaplamadan kapıya doğru bir adım attım. Süleyman Bey hiç tereddüt etmeden ona ilerliyor oluşumdan memnun bir ifade takındı, ancak bir şey beni durdurdu.
Demir sıkıca bileğimden yakalayıp beni çekmişti.
Dizlerim titriyordu. Süleyman Bey bile olsa hiçbir şeyin bu durumda kabul edilemeyeceğini biliyordum. Belki herkesin gözleri önünde canını çıkarana kadar onu dövmezdi, ama yakasından tutup dışarı çıkarmayacağından emin olamıyordum. Üstelik beni tuttuğunu görünce hızlı birkaç adımla tahtanın önüne kadar gelmişti.
"Demir," dedim inler gibi bir sesle.
"İpek," diye karşılık verdi. Ona baktım. Bileğimi bırakacak gibi değildi.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum sanki şu an olanların hepsi hayal dünyamdaymış da kolumu öylesine tutmuş gibi.
"Ben de onu soracaktım," dedi dişlerini sıkarak. "Niye kalktın ayağa?" Göz ucuyla Süleyman Bey'in tepkisini kontrol etmeye teşebbüs eder etmez "Kim o adam?" diye devam etti. Parmakları bileğimi çok sıkmaya başladı. Tanımadığına göre dün gece onu döven kişi Süleyman Bey değildi, ama elbette bu konuda tahminleri vardı.
"Kimse." Sesimin çıkıp çıkmadığından emin olamadım.
"Sana bakıyor."
"Biliyorum."
"Kim olduğunu da..."
"Biliyorum." Süleyman Bey bize doğru birkaç adım daha attı. Bunlar tehditti, ama benim için mi Demir için mi kestiremiyordum.
"Sana doğru geliyor."
"Biliyorum. Kolumu bırakır mısın?"
"Bırakmam." Her zaman koruyucum gibi gelse de şimdi beni çok korkutan adamın bize doğru koşmayacağını umut ederek Demir'e yanaştım.
"Lütfen bırak," diye fısıldadım sesimin titremesine engel olamayarak. "Bırakmazsan kötü şeyler olacak."
"Biliyorum."
"Herkes bize bakıyor."
"Biliyorum, İpek." Sınıfta inanılmaz bir sessizlik olsa da kafaların içinde dönen düşünceleri duyabiliyordum. Bir sürü dedikodu malzemesi, korkunç şeyler... Demir gözlerimin içine o alev alev yanan bakışları atarken hele, dayanma gücüm gittikçe azalıyordu. Dizlerimde gerçekten derman kalmamıştı.
"Kötü biri değil," dedim. "Gerçekten."
"Dalga mı geçiyorsun?" diye güldü. Bandajı yanağına doğru kaydı.
"Bir şey olmayacak söz veriyorum."
Süleyman Bey'in şimdiye kadar beni kolumdan tutup götürmüş olması gerektiğini düşünüyordum. Bir anda benim gözümde sıradan bir 'avcı' oluvermişti, ama hala kahramanımdı. Sınıf arkadaşlarımın gözü önünde beni küçük düşürmek istemiyordu, yapabileceğinin en iyisini yapıyordu.
"Onun yanına gitmene izin vermeyeceğim," dedi Demir o zamana kadar duyduğum en sert ses tonunu kullanarak.
"Ama gideceğim. Bırak elimi."
"Gidebiliyorsan git," diye omuz silkti. Elimi kurtarmak için çekerken umutsuzca Süleyman Bey'e baktım.
O da gerçekten sinirlenmeye başlamıştı. Öfkeyle boğazını temizledi. "İpek," dedi. "Annen bekliyor."
Demir yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Kafam Süleyman Bey'e dönük olduğu için dudakları kulağıma yaklaşmıştı. "Annen mi?" dedi. Sıcak nefesi zaten titreyen bedenimi bir kez daha titretti.
"Annesi rahatsız," derken sesini yükseltmişti Süleyman Bey. "Bırakırsan gideceğiz delikanlı."
Annemin hasta olmadığını hepimiz biliyorduk. Ama bu bahaneyi kullandıktan sonra Demir beni bırakmazsa kendilerini gittikçe aptal hisseden sınıf arkadaşlarımın gözünde durum daha da garipleşecekti.
"Yalan söylediğini biliyorsun," diye fısıldadı Demir ve sadece ben duydum.
"Sen de biliyorsun," diye cevap verdim. "Rahatsız olan annem değil."
"Seni o adama göndermekten korkuyorum," dedi.
"Ben de sana bir şey olmasından korkuyorum. Sadece bundan. Alıştım artık, onlar beni korkutamazlar." Bir süre dikkatle baktı, gözleri yavaşça kısıldı. Sonra da usulca elimi bıraktı.
Demir elimi bıraktığı an uzanıp çantamı aldım. Niyetim hemen arkamı dönüp gitmekti, yüzüne bile bakmadan. Çünkü öyle yapmalıydım. Ama kendime söylediğim şeyi hatırladım. O benim sırtımı yasladığım taştı ve eğer ayakta durmak istiyorsam onun da dik durmasını sağlamalıydım. Kafamızın üstünde duran un çuvalının üstümüze boşalmasına sebep olan şeyi, aşkımızın üniformasına bir nişan takarcasına gururla yaptım. Hızla parmak uçlarımda yükselip yanağına bir öpücük kondurdum. Sonra da dudaklarımın kulağına bu kadar yakın olmasından istifade ederek fısıldadım: "Özür dilerim."
Süleyman Bey daha fazla dayanamayarak bana koştu, koluma yapışıp beni uzaklaştırdı. Demir son bir kez uzanıp yakalamaya çalıştıysa da başaramadı. Son gördüğüm bıkkın bir tavırla kendini sıraya bıraktığıydı.
***
"Sen ne yaptığının farkında mısın?!" diye bağırdı Süleyman Bey korkunç bir sesle. "Kafayı mı yedin sen!" Koltukla bütün olmak gibi olağanüstü bir çaba içerisindeydim. Yüzümü hissedemediğim için ifadelerimi kontrol etme yetimi de kaybetmiştim. Bir de galiba artık kanım soğuk akıyordu, çünkü neye dokunursan dokunayım elimi kızgın ateşe sokmuş gibi hissediyordum. "Öldürtmek mi istiyorsun kendini sen İpek! Ne dedim ben sana ya, birazcık bile dinlemedin mi sen beni! Hoşuna gitti mi o çocuğa yaptığın! Gördün halini!"
"Ben..." dedim o kadar kızgın cümlelerden sonra verilen esi dolduran boğuk bir sesle. "Ben yapmadım ki. Siz yaptınız. Onun canını yakan ben değilim."
"Ondan uzak dursaydın bunların hiçbiri olmazdı. Beni korkutuyorsun İpek. Sana da bir şey olacak diye çok korkuyorum."
"Ben korkmuyor muyum sanıyorsunuz?" diye fısıldadım. Konuşurken dudaklarımın arasından çıkan nefesin havada buz kristalleri oluşturduğuna yemin edebilirdim.
"O zaman yapma. Yol yakınken dön. Her şey çok daha korkunç olmadan..."
"Atıf Bey..." diyerek lafa girdim. "Bilmiyor değil mi? Her şey o öğrendiği zaman çok daha korkunç olacak. Bunu söylemek istiyorsunuz." Sessizliği söylediklerimi onaylar nitelikteydi. "Neden söylemediler? Söyleyip beni elim kolum bağlı oturmaktan kurtarsalar hiç fena olmazdı. Demir o haldeyken benim tek yapabildiğim ne zaman benden nefret ettiğini söyleyecek acaba diye beklemek, ağlamak... Kendimi çok çaresiz hissediyorum."
"Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ya seni öldürürse ne olacak?" Bu soruyu her gün kendime soruyordum, bu yüzden onun da sormasını gayet normal karşılamıştım. Ama yüzüme hiç de yapmacık görünmeyen bir şaşkınlık ifadesi yerleştirmeyi başarabildim.
"Siz... Gerçekten... Benim yaşadığımı mı düşünüyorsunuz?"
 Onun bir şeye bu kadar çok şaşırdığını ilk kez görüyordum. Kaşları alnını geçip dazlak kafasının üstüne çıkmak istermişçesine havaya kalktı ve ağzı açık kaldı. İstediğim tepkiyi fazlasıyla almış olmanın memnuniyetiyle soğuk bir bakış atarak kafamı çevirdim.
Cevap verememesinden istifade ettim: "Neden ona söylemediler hala? Tamam daha önce kimseye bu kadar yaklaşmamış olabilirim, ama yine de hala söylememiş olmaları normal değil."
Biraz önce söylediğim şeyi sindirmesi için birkaç saniye beklememiz gerekti. Sonra derin bir nefes aldı. "Çünkü korkuyorlar. Atıf Bey şu iş yüzünden normalde olduğundan daha sert biri oldu. Söylerlerse öldürülecekler listesinde onların da adı olacak."
"O halde haberi olana kadar vaktimiz var."
"Ne vakti?"
"Gençlik aşkımın tadını çıkarma vakti," diye mırıldanırken ayağa kalktım, mutfağa doğru yürüdüm. Bir bardak suya ihtiyacım vardı.
Attığım ağır, hastalılı adımları sabırla takip ederken yüksek sesli soluğunu duyabiliyordum. "Ya seni yarı yolda bırakırsa ne olacak?" dedi gerçekten endişeli bir sesle.
"Zaten yarı yoldayız," dedim. "Ne kaldı ki sona?"
"Ya ölürsen?" diye sordu, ona verdiğim cevabı unutmuş gibi.
"O zaman uğruna öldüğüm bir şey olur."
"Ya o ölürse?"
"Ölürse benim de sonunda intihar etmek için bir sebebim olur."
"Yani bütün ihtimalleri hesapladın?"
"Savaşa girmeden önce bunları yapmak gerekir. Yoksa kaybedersiniz."
"Kazanacağından eminsin."
"Kazanmayacağım belki, ama kaybedeceğim bir şey de yok." Mayıs ayında olmamıza rağmen çok soğuk olan sudan büyük bir yudum aldım. Bardağı yerine koyduğumda şu an yaptıklarıma itiraz eden herkesin kalbini kırmak istediğimi fark ettim. "Mutluyum," dedim. "Buna kalkışmadan önce yalnızca ertesi gün ne yapacağımı planlardım. Şimdi en azından daha uzun bir planım var."
Söylediğim şeyin etkisini yüzünden gördüm, ama o bunu geçiştirmek istedi. "Annenin olan bitenden haberi var mı?" diye sordu.
"Bir şey fark eder mi?" dedim bıkkın bir sesle.
Süleyman Bey'e her zaman saygı duyduğumu kaç kere söyledim bilmiyorum. Bazen ona karşı anneme karşı yaptığımdan daha yumuşak başlı davranırdım. Sözünü dinlerdim, ona güvenirdim. Ama o an söylediği hiçbir şeyi duymak istemiyordum. Duymak istemediğim şeyler söylediğinden değil, bildiğim şeyleri bana hatırlattığından böyle hissediyordum. Her ne kadar fazla cesur olan yüreğimle hazırladığım planlarım olsa da geleceğimin belirsizliğinin ben de farkındaydım. Düşünmediğim şeyler vardı, düşünmeyi ertelediğim. Annem mesela, bu konu içine girdiğim zaman ne olacağını hiç bilmediğim bir kara delik gibiydi. Beni Atıf Bey'den önce o mu öldürürdü, yoksa bana destek mi verirdi emin değildim. Ya da en korkunç cevapsız sorum: Gerçekten ölürsem tek başına ne yapardı?
Bu düşünceler -zaten son günlerde sınırını fazlasıyla aşmış olan- hırçınlığımı körüklüyordu.
Tam kötü bir şey söylemek için sıkılı dişlerimi aralamıştım ki oturma odasında bıraktığım telefonum çalmaya başladı.
Kalbimin öfkeli kanat çırpışı anında ölmek üzere olan bir kuşun çırpınışına dönüşüverdi. Süleyman Bey'in gözlerinde alevlenen bakışı gördükten hemen sonra içeri koştum ve telefonu kaptığım gibi açtım.
"Alo?"
"İpek?" diye inledi telefonun diğer ucundaki sevgili Pazı'm.
"Demir? İyi misin?" Sesimi kontrol etmeye çalışsam da becerememiştim. Biri kolumu koparıyormuş gibi ciyaklamıştım.
"İyiyim... İyiyim..." Durup duyabileceğim kadar yüksek sesle yutkundu. "Sakin ol. Sesini duymak istedim."
"Nerdesin?" diye sordum.
Güldü. "Aklındayım," diye mırıldandı. Konuşmakta zorlanıyor muydu, yoksa yine kalbimi çarptırmak için oyun mu oynuyordu kestiremiyordum. Yine de bu beni endişelendiriyordu.
"Haklısın," dedim. "Sürekli aklımdasın, sürekli diken üstündeyim."
"Sadece beni düşün, ben de sadece seni düşüneceğim." Tam da romantik konuşmamız hoşuma gitmeye, endişelerim yok olmaya başlıyordu ki birinin Demir'e seslendiğini duydum.
"O kim?" dedim hemen. Demir sessizce küfretti ve bana cevap vermedi. Seslenen insanların sayısı artıyor, sesleri yükseliyordu. "Demir ne oluyor?"
İçinde kopan fırtınaları dışarı vurmadan bir süredir beni izleyen Süleyman Bey kendini tutamayıp kulağını telefona yaklaştırdı.
"Beni dinle," dedi Demir. "Vaktim yok. Yarın derslere gelemeyebilirim. Ama akşam seni almaya geleceğim, en azından gelmeye çalışacağım. Beni göremedin diye endişelenmeyeceksin, tamam mı? Sorun yok..."
"Demir ne oluyor?" Yeniden ciyaklamaya başlamıştım, ama o duymadı.
"Yarın kulaklarını kapatıp git okula. Kim ne derse desin, sakın duyma İpek. Beni bekle, onları dinleme. Her şeyi benden dinleyeceksin..."
"Neyi dinleyeceğim?!" Yeniden sorumu görmezden geldi.
"Beni sevdiğini söyle," dedi. Sesi cetvelle çizilmiş bir çizgi gibi dümdüz çıkmıştı ve bir robotunki kadar ruhsuzdu. Yalnızca ben biliyordum bu ses tonunu kullandığında ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu. Ben hissedebiliyorum.
"Seni seviyorum," dedim. Boğazıma bir şeyler dizilmişti. Kötü bir şeyler olacaktı. Hatta şu an oluyordu.
"Ve ben de seni seviyorum," diye cevap verdi. "İşte bu yüzden, anlaşmamızı unutma. Sakın. Bana söz verdin."
"Acıları Paylaşma Anlaşması," diye fısıldadım zorlukla. Bağrışlar yakınlaşmıştı, kulağıma bağırıyorlardı adeta. Bana cevap vermesi için sabırla bekledim. Ama o seslerin arasından duyduğum şey istediğim cevap değildi. Bir çakmak sesi geldi, sonra bir şeyin alev aldığını duydum. İlk kez birinin bir cümlede bu kadar çok küfür edebildiğini duyuyordum. Demir kabalaşmakta çığır açıyordu.
Sonra küfürlerinin arasında bana şöyle dediğini duydum. "Beni bırakırsan... Seni..." Durdu ve bağıranlardan birinin annesiyle ilgili hiç hoş olmayan bir şey söyledi. "Seni dava ederim İpek. Duydun mu?!"
"Ben de seni dava edeceğim!" diye bağırdım. "Ne oluyor Demir? Şu an canın yanıyor, değil mi? Söyle bana. Benimle paylaşmak zorundasın. Canın yanıyor, biliyorum." Küfür etmeyi kesti, güçlükle nefes aldığını duyuyordum. Ne zaman koşmaya başlamıştı?
Bir süre -ki bana yıllar gibi geldi- bekledim cevap vermesini. Kulağını dayamış dinleyen Süleyman Bey de nefesini tutmuş bekliyordu.
En sonunda "Evet," dedi Demir. "Şu an... Canım... Çok..." Birden duraksadı. Gözümde bekleyen yaramaz damla yanağıma doğru süzüldü.
"Bu kadar çok mu?" diye mırıldandım.
"Özür dilerim."
"Neden sevgilinle acını paylaştığın için özür diliyorsun ki?"
"Çünkü acımı paylaşmak, canını acıtmak demek."
"Benim canım hep acıyor. Neden biliyor musun?"
"Çünkü hep beni düşünüyorsun." Dizlerimin titrediğini hissettim. Hafifçe yana kayıp Süleyman Bey'e yaslandım.
"Doğru bildin," dedim.
"Yarın da beni düşün İpek. Başka bir şey düşünme, olur mu? Beni bırakmayı, benden nefret etmeyi... Sakın düşünme..." Hala koşuyordu.
"Neden öyle düşüneyim ki? Asla düşünmem."
"Güze-" Kelimesinin ortasında durup yılan tıslamasına benzer bir ses çıkarttı. Sanırım artık koşmuyordu. "Benim..." diye fısıldadı. "Şimdi... Kapatmam lazım."
"Hayır!" diye bağırdım. "Kapatma, hayır!"
Bir silahın patladığını duydum. Birdenbire oldu... Gerçekten çok aniydi. Hiç beklemiyordum ve kısa bir süre için hayal olduğunu, aklımın bana oyun oynadığını düşündüm.
Ama hemen sonra, silahın sesi kulaklarımda çınlamaya henüz başlamışken telefon kapandı. O an Demir'in silah sesini duymamam için telefonu kapatmak istediğini ama başaramadığını fark ettim.
"Demir?" dedim çaresiz bir sesle. "Demir? Orada mısın? Demir? Cevap ver. Lütfen?" Ne kadar sayıkladım bilmiyorum. O anları hatırlamaya çalıştığım zaman gözümün önüne tam göğsüne bir kurşun yiyip yere düşen sevgilim geliyor; yani planımın en kötü ihtimali. Bunu düşünürken çıldırmış olmalıyım.
Telefonu yere fırlattığımı hatırlıyorum. Sonra Süleyman Bey'in çığlıklarımı bastırmaya çalışarak sakin olmamı söylediğini, bana sarılmaya ya da en azından beni tutmaya çalıştığını, ama onu ittirdiğimi... Ondan nefret ettiğimi söylediğimi hatırlıyorum.
Ona "Defol git evimden!" diye bağırdım. "Sizin yüzünüzden! Eğer benim yanımda olmasaydın sen vuracaktın onu! Arkadaşlarının yanında olsaydın birlikte öldürecektiniz! Defol evimden! Defol!"
Odama kaçıp kapıyı sertçe çarptım. Muhtemelen bütün mahalle sesimi dinliyordu ama umurumda değildi. Kapının arkasından ona bağırmaya devam ettim. Gidip Atıf Bey'e köpeklik etmesini, bir daha ona asla güvenmeyeceğimi bile söyledim. Sesim kısılana kadar çığlık çığlığaydım, beni sonuna kadar dinledi.
Ardından "Özür dilerim," dedi. "Gidip ona ne olduğunu öğreneceğim ve onu korumaya çalışacağım. Bana hala güvendiğini biliyorum. Biz dostuz İpek."
Birkaç dakika sonra dış kapının kapandığını duydum.
Kendi başıma, Demir'in ertesi gün için söylediklerini unutarak sabaha kadar ağladım.

Hiç-de-mavi-olmayan-not: Mavi Kartozu üzgün.

9 Şubat 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #14

2 Mayıs 2013
Atıf Bey gelmişti. Geleceğini hep bildiğim ama bu kadar ani beklemediğim bir ölüm gibi, ansızın esen ve iliklerime kadar titrememe sebep olan bir rüzgar gibi.
Ne yapacaktım? Beni kolumdan tutacak, yaka paça arabasına bindirip kimsenin bizi bulamayacağı bir yere götürecekti. Öldürür müydü beni, yoksa ırzıma mı geçerdi? Hangisi daha kötüydü? Tabii ki üçüncü seçenek: Bunları bana yapmak yerine sadece Demir'i öldürecekti.
Bir şeyin, çok sert bir şeyin hızla göğüs kafesime çarptığını hissettim. Göz torbalarıma dolan yaşlar, onları ağırlaştırdı. Çenem, bir saniye önce elini tutan annesinin artık yanında olmadığını fark eden ufak bir çocuğunki gibi titriyordum. Korkuyordum, bana baken gözlerindeki ışıltının parlaklığını cehennem ateşine benzetecek kadar çok.
Yine de konuşmayı seçtim, sesimin çıkmayacağını bilerek: "Hoş-gel-diniz." Ortadaki heceyi boğazımdaki yumruyla beraber yutmaya çalıştığım için dünyanın en gerzekçe tonlamasını yapmıştım. Midemin çürümeye başladığını hissettim. Yere çöküp ellerimi karnıma bastırmak, çığlık atmak istiyordum. Dizlerim bana ihanet edercesine sarsıldılar. Ayakta durmak için kapıya yaslandım.
Kendi hareketlerime öyle odaklanmıştım ki yaptığı hamleyi çok geç fark ettim; kollarındayken. Beni sıkıca kucaklamış, kafamı göğsüne yaslamış, saçlarımı okşuyordu hala dik durmak için çaba harcadığımı zannederken ben.
"Ah..." diye iç çekti. "Çok özledim seni."
Kafayı sıyırmak üzereydim. Tüm gücümün tükendiği hissederek kendimi ona bıraktım. Bastırdım boğazımdan yükselen hıçkırığı, farkında olmadan "Ben de," diye fısıldadım. Niye yaptım bilmiyorum.
Kafamın üstüne sessiz, yumuşak bir öpücük kondurup "İyi misin?" diye sordu.
"Ben mi? İyiyim. Çok iyiyim." Delirmek böyle bir şeydi demek. Üstelik en ufak bir şey hissetmiyordum. Fena sayılmazdı.
"Ben de çok iyiyim, ama çok yorgunum," dedi. Ellerini omuzlarıma koyup beni kendinden uzaklaştırdı ve baştan aşağı süzdü. "Beni içeri almayacak mısın?"
Delilik buraya kadardı. Bakışlarındaki umudu gördüğüm an aklım başıma geldi. Az önce ona sarıldığımı, şimdi içeri girmek istediğini, annemin evde olmadığını fark ettim bir anda. Sırtımdan enseme tırmanan ürpertiyle geri çekildim.
"Annem. Annem evde yok." Bu bahane, ya da hiçbir bahane onu durduramazdı elbette. Yine de vücudumun tam olarak neresinde barındığından emin olmadığım, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan umudum; kendi yatağımın olduğu bir evde onunla yalnız kalmamak için elimdeki her şeyi kullanmam gerektiğini söylüyordu bana.
"Anneni görmeye gelmedim zaten," dedi. Buna söyleyecek bir şeyim yoktu, sadece bekledim. O durumda beni yıkmak için basit bir tekme yeterli olabilirdi.
Ama o elimi tutmayı tercih etti. "Bahçede oturalım o halde. Bir dakika daha ayakta kalırsam bayılacağım." Annemin havalar ısınıyor diye dışarı çıkardığı masayla etrafındaki sandalyelere doğru ilerleyip oturduk. Sandalyesiyle beraber bana doğru yaklaştıktan sonra benim sandalyemi kenarlarından tutup kendine doğru çevirerek iyice çekti. Şimdi dizlerimiz birbirine değiyordu.
"Nasıl gidiyor bakalım?" diye sordu. Gözlerinin içine baktım, hala ışıldıyorlardı. Neden kızgın değildi? Görmezden gelmeyi tercih etmiş olamazdı değil mi?
Seslice yutkundum. "İyi."
"Seni çok özlediğim için kaçıp geldim. Çok yoruluyorum, seni görmediğim için dinlensem de işe yaramıyor." Yanağımın içini aç bir köpeğin ete saldırması gibi ısırırken hafifçe kafa salladım. "Aslında planlı değildi, yanımda şoför bile yok." Sanki başka bir dilde konuşuyordu, söylediği hiçbir şeyi anlamıyordum. Yalnızca bakıyordum. "Bugünlerde o kadar meşgulüm ki öleceğim." Düzenli olarak nefes alıp almadığımdan emin olamadığım kendi soluğumu dinlemeye başladım. "İpek? Bir şey mi oldu? Beni dinliyor musun?"
Hiç gücüm olmadığından kambur duruyordum, bana doğru eğildiğinde bu yüzden yüzlerimiz birbirine çok yaklaştı. Bu uyandırma alarmı sorunun sonunu duymama yardımcı oldu. "Dinliyorum," diye mırıldandım. "Sizi beklemiyordum. O yüzden... Şaşırdım."
"Sen... Ağlıyor... Musun?" Parmağını uzatıp yanağımdan süzüldüğünü fark etmediğim gözyaşını yakaladı. Kalp atışlarımın hızlanmasını bekledim, çünkü o hiçbir şeyin farkında değildi ve ben yine salak gibi ağlayarak kendimi ele vermek üzereydim. Ama bunu öyle doğal karşıladım ki kendimi bile şaşırttım.
"Alerji," dedim. "Birkaç gündür böyle gözlerim yaşarıyor."
"Senin alerjin mi vardı? Bilmiyordum."
"Ben de bilmiyordum." Elini kafamın üstüne koyup saçlarımı parmaklarıyla karıştırdı.
"Geçmiş olsun." Tekrar yavaşça kafamı salladım. "Senden haber alamamak korkunç bir şey. Sanki yokmuşsun gibi, aklımdan çıksan olmadığına inanacağım. Tabii ki bunun olması imkansız." Derin bir nefes alıp kafamı eğdim.
"İşleriniz iyi gidiyor mu?" diye sordum konuyu değiştirmek için.
"Evet, harika gidiyor. Çok emek istiyor, ama karşılığını alacağımız için sorun yok. Eğer... Bu işi becerebilirsem hayatlarımız daha iyi olacak İpek." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendi hayatı daha iyi olacaktı, bu da benim hayatımda yanan cehennem ateşinin körüklenmesi demekti.
"Umarım... İyi sonuçlanır," diye fısıldadım zorla.
"Peki sen? Neler yapıyorsun? Seninle ilgilenemiyorum diye yaramazlık yapmaya kalkmadın değil mi?" Hava soğuk değildi, rüzgar bile esmiyordu ama ben omuzlarımı şiddetle sarsacak bir titreme nöbetine kapılıverdim. Hatta dişlerim birbirine çarpmak üzereydiler. Atıf Bey birkaç saniye cevap bekledikten sonra vazgeçti. Ceketinin düğmelerini çözmeye başladı.
"Ne... Ne yapıyorsunuz?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Titriyorsun," dedi. "Gözlerimin önünde." Ceketini çıkarttı ve omuzlarıma sardı. Sonra kollarımı geçirmeme izin vermeden düğmeleri ilikledi. "Birazcık yalnız bırakıyorum, hemen hasta oluyorsun. Kendine bakmıyor musun sen?"
Sorduğu soruyu unutmuştu. Bilmiyordu demek ki. Bilseydi aslında farkında olduğu hasta olmadığım gerçeğinden sırf muhabbet olsun diye böyle bahsetmezdi. Bana ceketini verirdi vermesine, ama düğmeleri iliklemezdi. Öğrenmemişti.
En azından Demir'in yarın da güneşi görebileceğini öğrenmiştim. Bu bile rahatlamama yetmişti. Birkaç yeri kırılabilirdi, ama ölmeyecekti. Çünkü Atıf Bey habersizdi, her şeyden.
"Bakıyorum," dedim. Ses tonumda bariz şekilde canlanmıştı. "Siz beni merak etmeyin, işinize konsantre olun. Ben kendime gayet iyi bakıyorum."
"Emin misin?" diye sordu sebepsiz yere neşelenmiş olmamdan memnun kalarak. Onaylamak için ağzımı açmıştım ki bahçe kapısının açıldığını duydum.
"Onun kendine bakmasına gerek yok, ben ona iyi bakarım," dedi annem hızlı adımlarla yanımıza gelerek. Önce birbirine yaslanmış dizlerimize, sonra üstümdeki cekete endişeyle baktı. "Burada ne işin var Atıf Bey?"
"İpek'i görmeye geldim," dedi Atıf Bey kibar bir şekilde ayağa kalkarak.
"Gördüğüne göre şimdi gidebilirsin. Ben evde yokken burada olamazsın. Yaptığın şeylere engel olacak gücüm yok diye bu kadarına izin vereceğimi de düşünme sakın!"
"Merak etmeyin, kızınız zaten beni içeri almadı."
"Mesele onun seni alması değil, senin girmen. İpek ceketi geri ver." Hızla ayağa kalkıp emre itaat ederek düğmeleri çözmeye başladım.
"Tamam," dedi Atıf Bey, bir elini havaya kaldırarak beni durdurdu. "Gidiyorum. Ama ceket kalsın."
Annem gözlerini devirdi. Ben de ne yapmam gerektiğine karar vermek için bekledim. Tam o anda Atıf Bey bana sarılmak için kolunu uzattı.
"Çek elini kızımın üzerinden!" diye bağırdı annem. "Git dedim sana!" O adamın benim zavallı bir tanecik annemden korktuğu falan yoktu, sadece o gün fazla itaatkar davranıyordu. Geri çekildi ve iyi geceler dileyip dışarı çıktı.
Annem bir süre onun arkasından baktıktan sonra saldırgan bir tavırla omzuma pençe atarak ceketi çekti. Onu yere attı, defalarca üstüne bastı. Küfretmeye başladı.
Küfürlerin arasında şu cümleleri duydum: "Sakın tek kelime etme İpek... Gözümün önünde nasıl sana sarılmaya cesaret edebilir... Kızımı korumak için bir şey yapabilecek gücüm olmadığını yüzüme vurmak mı istiyor... Benim kızım... Babasının emaneti..."
Annemin kızgınlık seviyesi küfür etmeye kadar yükseldiyse ona yaklaşmamak en iyisiydi her zaman. İstemeden canınızı ciddi anlamda yakabilirdi, hem fiziksel hem ruhsal olarak. Ama o anda, söylediği tüm o ağza alınmayacak laflar bana merhem gibi geliyordu. Tüm gün boyunca öyle çok yara almıştım ki beni iyileştirebilecek tek şey annemin zehriydi.
Birkaç saniye sonra kollarında, sırtıma yumuşak yumruklar yiyerek, hiç de hoş olmayan alışılmadık sevgi(?) sözcüklerini dinleyerek ağlıyordum.
Annem olmasaydı dayanamazdım. Çoktan... Ölmüş olurdum.

3 Mayıs 2013
"Bu soru hoş sohbet öğrencilerimden Zeynep'e gelsin!" diyerek elindeki mavi tebeşiri ön çaprazındaki  Yağız'la konuşan Zeynep'in kafasına attı matematik öğretmenimiz. Otuz iki dişini birden gösteren abartılı bir gülümsemeyle hedefinin ayağa kalkıp tahtaya yürümesini izledi. Bütün sınıf gülüyordu, ben hariç.
Benim yaptığım şey zil çaldığı andan beri aynıydı: Demir'in boş sırasına, dakikaya beş iç çekiş düşecek bir düzenli nefes alış ve tam olarak ne olduğunu kestiremediğim iç acıtıcı bir duyguyla bakmak. Okula gelmemişti. Zaten gelmesini beklemiyordum, ama bir haber alana kadar beklediklerimin tersini umut etmeye devam edecektim.
Hocayla Zeynep soruyla uğraşırken öğrencilere bir komedi şovu sunmaya başlayınca Ufuk fırsattan istifade bana dönüp yüzüme bakarak mesaj attı.
"Demir bugün neden gelmedi?"
Bilmiyormuşum, umurumda da değilmiş gibi yapmaya çalışarak omuz silktim.
"Dün gitmeden önce senin aşırı tepki verdiğini söyledi. Kızdın mı ona?"
Kafamı iki yana salladım. Baş parmağımla onu işaret ettim.
"Bana mı kızdın? Neden?"
"Ne demek neden?" diye fısıldadım. "Niye böyle aptalca bir iddia başlattın? Üstelik daha ne olduğunu bile bilmiyorum, senin yüzünden..."
"Benim yüzümden ne?" Gözlerimi devirdim. Elbette ona 'senin yüzünden Demir ölebilir' demeyecektim.
"Neydi o gerzekçe iddia?"
"Seni hiç öpmediğini söyledi. Ben de onun cesaretsiz olduğunu söyledim. Korkmuyorum sadece onu kırmaktan korkuyorum, dedi. Asıl korkak benmişim."
"Niye senmişsin?"
"Bilmiyor musun? Zeynep'ten hoşlanıyorum, ilk tanıştığımız günden beri. Ama ona hiç söyleyemedim. Eğer kaybetseydim itiraf edecektim." Derin bir nefes aldım. Sakinleşmeliydim, gençler aptal olabilirdi. Böyle şeyler üzerine bahse girip bileklerini kızlar için kullanabilirlerdi, çok normaldi. Zaten kim bu basit şey yüzünden, bu lanet olası sidik yarışı yüzünden benim tüm hayatımda en sevdiğim insanlardan birinin ölebileceğini düşünürdü ki?! Hangi geri zekalı!
"İkinizden de nefret ediyorum," diye tısladım. Tekrar bir mesaj yazmak için tuşlara basmaya başladı. "Ufuk," dedim. "Sakın. Tek kelime bile. Etme. Demir'i tekrar görene kadar sakın ama sakın benimle konuşma. Bana bakma bile. Anladın mı? İkinizden de nefret ediyorum!"
Ufuk mahcup bir tavırla arkasını döndü ve kafasını eğdi. Ayak parmaklarımdan kafamın üstüne sıçrayan alevi söndürmek için tekrar kendi nefesimi dinlemeye başladım.
Ama yapamadım. Çünkü Ufuk yüzünde o alevi körükleyecek kadar neşeli bir ifadeyle bana baktı yeniden. Elimi sertçe masaya vurdum. "Sana bana bakma demiş-"
Bakışlarım kapının önündeki dik durmakta zorlanan çocuğa kaydı. Gömlek düğmelerinden birkaç tanesi kopmuş; ellerinde sargılar, yüzünde birkaç tane yara bandı, yakasında birkaç damla kan olan; saçları dağılmış; zavallı görünüşlü çocuğa... Demir gelmişti.
O ana kadar, onu gördüğüm zaman ne olursa olsun çok mutlu olacağımı düşünmüştüm. Olamıyordum işte. Birisi dokunsa düşecekmiş gibi duruyordu, canı yanıyordu belliydi.
İçimdeki alev hızla söndü ve her şey buz tutmaya başladı.
"Ooo Demir Bey," dedi hoca. "Dersi de bitirmek üzereydik ama."
"Öz-" Birden durup elini kaburgalarına bastırarak öksürdü. "Özür dilerim hocam." Sesi öyle... İç acıtıcıydı ki koşup ona sarılmak istedim. "Hastaneden buraya anca gelebildim."
"Hayırdır, bu ne hal böyle?" Hoca hastane kelimesini gördüğünde fark edebilmişti ancak. Hızla ona yaklaşıp yüzüne düşen saçlarını kaldırdı. Mor renkli, şişmiş gözü açığa çıktığı zaman tahtadaki Zeynep ellerini ağzına kapattı.
"Düştüm desem yer misiniz hocam?" diye güldü Demir. Sonra parmaklarını dudağının kenarındaki yara bandına bastırdı, gülmek bile canını acıtıyor olmalıydı.
"Yer miyim sence Pazı? Ne oldu yakışıklı suratına?"
"Delikanlılığın yan etkisi."
"Kırık çıkık var mı?"
Demir gözlerini, şaşkınlıkla dinleyen öğrencilerin üzerinde gezdirdi. Benim olduğum tarafa bakmayışı kasıtlıydı sanırım. "Kızlar dinliyor hocam," dedi muzip bir sesle.
"Polis karıştı mı?" diye sordu hoca gözlerini kısarak.
"Evet, karıştı. Bir ay içerde yattım."
Mustafa Hoca'yla Demir birbirlerini ağabey kardeş gibi severlerdi. Bu yüzden adamın sesindeki telaş gittikçe artıyordu: "Dalga geçme."
"Yok hocam, ne polisi. Biraz kendime hakim olamadım, boyumun ölçüsünü aldım. Polise mızmızlanmaya mı gideceğim bir de?"
"Velinin haberi var mı?" Demir bir an durup kafasını önüne eğdi. Nefes alırken bile güçlükle hareket ettiğini görebiliyordum.
"İşte şimdi söylüyorum ya hocam," diye fısıldadı benim sevgili Pazım. Mustafa Hoca ve ben dışında neden böyle söylediğini anlayabilen birinin olduğunu zannetmiyordum. Zaten bizden başka kimseye babasının baba denilebilecek bir adam olmadığını söylememişti. Hoca gözlerini devirdiyse de sevgiyle saçlarını karıştırmaktan kendini alamadı.
"Geç bakalım yerine." Demir tüm sınıfın bakışları eşliğinde sıralara tutunarak, hafifçe topallayarak bana doğru ilerledi. Ayağa kalkıp gelmesini bekledim.
Karşı karşıya geldiğimizde durdu. Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Herkes bizden bir şey bekliyordu. Ama ağzımızı açıp tek kelime bile etmedik. Biraz baktık birbirimize. Sonra o geçip yerine oturdu.
Dersmiş, zilmiş, Ufuk'muş, Zeynep'miş... Hiçbir şey umurumuzda olmadan masanın üstünde sanki çok eğlenceli bir film oynuyormuş gibi oraya baktık.
Gerçekten bilmiyorum, nasıl dayandığımı. Bir şey sormadan, söylemeden, içim içimi yemiyormuş gibi hareket bile etmeden nasıl... Ama yaptım. En ufak bir şey söylemedim. Artık biliyordu ve ben ne söylersem söyleyeyim kafasının içindeki düşünceler gitmeyecekti. Yüzündeki yaralara dokunmak, ona sarılıp en azından kalbinin acısını geçirmek istesem de hiçbir işe yaramayacaktı, biliyordum. Hatta bunları yaparsam benden iğrendiğini bile hissedebilirdi. Kendime engel olmaktan başka çarem yoktu. Bunu becerebiliyordum en azından.
Galiba teneffüsteydik, hala emin değilim. Birdenbire mekanik bir hareketle çenesini geri çekip yakasına doğru baktı. "Of ben böyle işin," diye sızlandı. Doğruldu, ayağa kalktı, telefonunu cebinden çıkarttı, tekrar oturdu. Bütün hareketleri büyük bir dikkatle yapıyordu. Bir eliyle yakasını kaldırırken, diğer eliyle telefonun ekranından kontrol ediyordu. Kanı görmüş olmalıydı. "Hepsini temizledim sanıyordum, of ya." Telefonu hızla masanın üstüne attı. Benim bildiğim Demir şimdi sertçe sıraya yaslanır ve kafasını koyardı ama yaralı Pazı yalnızca öylece durmakla yetindi. Bir yandan da kendi kendine konuşmaya devam ediyordu, kulak kabartmasaydım asla onu duyamazdım. "Kanlı gömlekle okula mı gelinir abi. Rezilliğe bak ya. Ne yapacağım ben şimdi? Yıkasam mı?" Durdu, bir saniye gözlerini kapattı. "Ayağa bile kalkamıyorum bir de lavaboya gideceğim şimdi of."
Dizlerini ikna eder gibi görünüyordu. Benden izin istemeden geçip gidemezdi, bu yüzden bunu bir fırsat olarak kullanmayı düşündüm. Ama içimdeki en şefkat dolu ses bana yapmamam gerektiğini söyledi. Elimi sıranın altına uzatıp yakasını kapatabileceğini düşündüğüm kapüşonlumu aldım. O hala kendi kendine konuşmaya devam ederken ben kapşonluyu omuzlarına örttüm. Kollarını geçirmesine bile izin vermeden fermuarı çektim. Bunları yaparken dün geceki ceket olayıyla benzerliği bile aklıma gelmemişti. Sadece onun her zamankinden daha güçsüz gözüken omuzlarını örtmekten mutluluk duymuştum.
Fermuarı çenesine kadar çekince, kafası eğik olduğu için parmaklarım az daha dudaklarına değecekti. Sanki elim yanmış gibi geri çekilip bakışlarımı kaçırdım. O da sanki alev yüzüne parlamış gibi kaçtı.
Birkaç saniye az önce olan şey hiç olmamış gibi bekledikten sonra kafasını hafifçe bana döndürüp "Teşekkür ederim," diye fısıldadı.
Alt dudağımı ısırıp sanki çene titremiyormuş gibi gülümsemeye çalıştım. O sırada o fermuarı tekrar açtı. Ürkekçe bir hamleyle kapüşonlunun kenarından tutup kolunu geçirmesine yardım ettim.
İletişimimiz yeniden son buldu, çünkü Yağmur beni çok daha basit bir iletişim için sınıftan çıkartıp alt kattaki öğretmenler odasına götürdü.
Size benden bir tavsiye: Tanık olarak sizi çağırdıklarında saklayacak bir şeyleriniz olacaksa, tanık olmamak için elinizden geleni yapın. Mustafa Hoca beni bir ders saati boyunca rehin alıp Demir'le ilgili sorular sordu. Dayanılmazdı, işkence gibiydi. Gözlerimin içine bakıp o ses tonuyla cevabını bildiğim tüm soruları sorarken ağlamamaya çalışmak beynimin patlamasına sebep olacak kadar kötüydü. Demir'i kim dövmüş olabilirdi? Neden ikimiz konuşmuyorduk? Demir gibi bir çocuk, neden kendisini dövebilecek kadar cüsseli insanlara sataşmış olabilirdi? Ağzından laf alamaz mıydım? Biliyorsam söyleyemez miydim?
Öğle arası zili çaldığında öğretmenler odasının karşısındaki duvara yaslanmış bu hiçbir işe yaramayan sorgulamanın yükünü üstümden atmaya çalışıyordum. Kalbimi rendeliyorlarmış gibi hissediyordum. Siyahlarla beraber makineye atılmış beyaz tişört gibiydim.
Yıpranmış bedeniyle Demir de böyle hissediyor muydu emin değildim, ama bu gerçekten çok kötü bir histi. Yürüyebileceğimden emin olana kadar orada beklemek zorunda kaldım.
Merdivenleri tırmanırken çantamı alıp eve gitmeyi düşündüm. Demir için gelmiştim. Birbirimizi görmenin bu kadar sıkıntı yaratacağını bilseydim asla gelmezdim. Evet, hemen hiçbir şey söylemeden gitmeliydim.
Koridorun başına geldiğimde karşı uçta bir siluet gördüm. Uzun boylu, ama iki büklüm bir siluet. Benim kapüşonlumu giymişti. Demir'di bu. Ayağa kalkmıştı, yine de bu durumunu koruyabilmek için sırtını duvara yaslamak zorunda kalmıştı.
Planım ona gitmek değildi, sadece sınıfa girmek için önünden geçmem gerekiyordu. O yüzden gördüm. Gözleri dolmuştu, direkt olarak bana bakıyordu ve... Bir şey bekliyordu.
Söylemek istediğim çok şey olmasına rağmen rastgele seçilmiş sözcüklerin kalbini kırma ihtimali beni korkutuyordu. Aramızda iki kol boyunda mesafe bırakıp tam karşısında durdum. Yüzündeki acı bana baktığı için miydi, yoksa yediği dayağın etkisi mi bilmiyorum; benim de canımı çok acıttı.
Onca şey varken ben... Gidip cevabını bildiğim bir soru sordum. Dünyanın en basit, en yapmacık sorusunu: "İyi misin?" Gözlerinde bekleyen damlalardan biri yanağına doğru süzüldü.
"İyi gibi mi gözüküyorum?" diye fısıldadı. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı iyi yana salladım.
"Çok mu acıyor?" Kastettiğim yaraları değildi, kalbinden bahsediyordum.
"Evet," dedi. "Çok acıyor. O kadar acıyor ki... Ölecekmiş gibi hissediyorum." Ayaklarına kapanıp af dilemek istiyordum. Yalvarmak istiyordum. Benden nefret etme demek istiyorum.
Dudaklarımdan çıkan şey yalnızca "Üzgünüm," oldu.
"Ben de... Hem de çok üzgünüm İpek." Benim de gözyaşlarım harekete geçmişti. Kendininkileri silmeye tenezzül etmeyen onun aksine benim ellerim sürekli yüzümdeydi. Bir yandan da gözyaşlarının kapüşonlumu ıslattığını düşünüyordum. Benim kapüşonlumu. "Ne yapsak?" dedi. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. İşte, şimdi ayrılmaktan bahsedecekti. Tam zamanıydı. Sonumuzdu bu. "O kadar üzgünüm ki..." Ne kadar istesem de ufak bir hıçkırığın ağzımdan kaçmasına engel olamadım. "O kadar üzgünüm ki... Eğer... Hemen bana... Sarılmazsan... Daha fazla dayanamayacağım."
Eğer bana ayrılmak istediğini söyleseydi bile ona sarılacaktım. Son bir kez. Benden iğrense, beni ittirse bile yapacaktım bunu. Ama o kopmayı beklediğim anda bana tutunmuştu. Elbette yapabileceğim tek şey kendimi kollarına atmaktı. Canını yakmamaya dikkat ederek bedenimi onunkine yasladım.
"Özür dilerim Demir," dedim. "Çok... Özür dilerim."
"Neden..." dedi. "Neden sevgiline sarıldığın için özür diliyorsun ki?"