Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

11 Ağustos 2014 Pazartesi

It's Okay It's Love - O ne mavi dizidir öyle!

Test kitaplarının içine kendimi atmadan önce son bir dizi maratonu yapayım dedim. Tabii ki listede daha çok idollerimin olduğu diziler vardı. Hotel King ve Flower Grandpa Investigation Unit ilk bitirdiğim dizilerdendi. Hotel King'in bir yazısını yazmıştım zaten. FGIU yazısı yazılacak kadar ahım şahım bir dizi değildi, hatta Heechul oynuyor olmasa izlemezdim.
Bunların dışında bir de eski bir dizi olan -aslında çok da eski değil-  Nine'ı izledim. Çok karışık bir senaryosu vardı. Ama anlaması kolaydı. Büyük heyecanlarla izledim ve çabucak bitti. İzlemenizi tavsiye ederim.
Gel gelelim, hem Kyungsoo için hem de kadrodaki diğer herkes için izlemek istediğim It's Okay It's Love'a.
Başlarken çok çekincelerim vardı tutulmayacağıyla ilgili. Çünkü işin içine bir EXO üyesi girdiği zaman EXO hayranları bile bir şüphe ediyor, kesin başarısız bir dizi dikkat çekmek için üyelerimizi kullanıyorlar diye düşünmeden edemiyoruz. O güçlü kadroyu bile bir kenara atmıştım bunları düşünürken.
Ama neyse ki Kyungsoo'yu yeteneği için aldıklarından eminim artık.
 Konusundan bahsedecek olursak...
Afişte gördüğünüz uzun boylu beyefendi -kendisi Jo Insung olur, büyük hayranıyım- dizimizin başrol oyuncusu diyebiliriz. Jang Jaeyul isimli karaktre hayat veriyor.
Jang Jaeyul çok başarılı bir yazar. Üvey babasının gazabıyla dolu sefil bir çocukluk yaşamış ve sonra üvey babası ölmüş. Abisi de üvey babasını öldürdüğü için hapiste yatmakta. Karmaşık bir hayatı var. Oldukça ukala.
Kendisine sıkıca sarılan hanımefendi -kendisi Gong Hyojin olur- ikinci başrol oyuncumuz. Ji Haesoo isimli psikiyatriste hayat veriyor.
Ji Haesoo eskiden, yani aşk romanları yazarken Jang Jaeyul'un büyük hayranı olan bir kadın. İki erkekle aynı evde yaşıyor ve kendisini aldatan bir sevgilisiyle birlikte büyük bir talihsizliği var. Küçükken yaşadığı bir travma sebebiyle ilişkiye giremiyor.
Aynı evde yaşadığı iki adama Sung Dongil ve Kwangsoo hayat vermekte. Kadının abisi ve küçük kardeşi gibiler. İlişki tabloları ikinci bölümde karakterlerden birinin ağzından duyacağınız üzere çok daha karışık ama bundan bahsetmeyeceğim izleyip görmelisiniz.
Kyungsoo ise Kangwoo isimli bir lise öğrencisini oynuyor. Şeker mi şeker bir çocuk olan Kangwoo Jang Jaeyul'un en büyük hayranı ve yakın bir arkadaşı. Yazar olma hayalleri kuruyor. Onun da tıpkı hayranı olduğu yazar gibi acımasız bir babası var.

Dizinin karakterleri sıradan insanlar, ama hepsinin bir çeşit psikiyatrik sorunu var. Dizinin beni çeken yanı buydu. Ne yazık ki insanların çoğu bu sebeple uzaklaşıyorlar diziden.
Ama bu dizinin öğretmek istediği bir şey var. Ji Haesoo'nun ev arkadaşı, dizinin büyük abisi Dongmin şöyle diyor "Ne komik, insanlar kanser hastalarına ya da sakatlara sempati duyuyorlar ama söz konusu akıl hastaları olunca hemen damgalıyorlar."
Tıpkı konusunu okur okumaz diziyi izlemekten vazgeçen sizler gibi.

Dizinin konusu dedim ama yalnız karakterlerinden bahsettim biliyorum. Çünkü konusunu anlatmaktan vazgeçtim.
Bu dizi konusu itibariyle o kadar muhtemeşem, akılları başlardan alıcı, uçuk kaçık bir şey değil. Bu dizinin özelliği size elini uzatması, bir şeyler söylemek istemesi.
Dizinin altıncı bölümünü izledim en son ve durup kendi kendime dedim ki "Bu dizideki insanlar o kadar normal ki..." Ben bile, kendime önyargıları olmayan birisi derken psikiyatrik sorunları olan insanlardan sıradışı bir dizi beklemiştim. Şaşırtan, ağlatan, korkutan bir şeyler.
Ama değil.
Çok sıradan.
Çok bizden.
Çok içten.
Tedavi olmak istemeyen biri bununla yaşabileceğinden bahsederken Ji Haesoo şöyle diyor: "Tabii ki yaşabilirsin. Dünyadaki insanların %80 böyle sorunlarla yaşıyor."
Dünyadaki insanların %80'i demek %20'lik dilimde yer alıyorsanız bile her gün böyle insanlarla karşılaşıyorsunuz demektir. Onlar her gün karşılaştığınız insanlarsa neden önyargılı davranıyoruz? Neden o %80'lik dilimde olma ihtimalimiz olduğunu düşünmeden "korkuyoruz" onlardan. Çok komik değil mi? Korkmak.
Bu diziyi izlerseniz, her şeyin ne kadar sıradan ve basit olduğunu göreceksiniz.
Bunu hayatı toz pembe olarak göstermek ya da görmek olarak düşünebilirsiniz. Hayır, bu hayatı normal göstermek. Çünkü hayat zaten normal.
Dizinin her bölümü tekrar tekrar izleyebilirim, çünkü altı bölümde, daha bitmesine çok şey varken bana çok şey öğretti.
Hayatımın en zorlu dönemecine girmeden önce It's Okay It's Love gibi sıradan, içten bir diziyle tanıştığım için çok mutluyum

Dizinin senaristi, bundan önceki dizisi That Winter The Wind Blows'a da aşık olduğum No Heekyung. Oyuncularını seçmekte, onlara çok güzel oturan karakterler yaratmakta ve sizi dizinin içine çekmekte üstüne yok. Tabii ki bir de öğretmekte.

Kısaca demem o ki dostlarım. Bu dizi size çok şey kazandıracak, bana güvenin. Lütfen izleyin.
Hiçbir şey sizi çekmediyse dizinin muhteşem müzikleri olduğunu garanti ederim. Üstelik kanıtım da var. İşte dizinin en sevdiğim müziği Hero, Family of the Year'dan geliyor sizler için.
Mavileyin şu diziyi, mavilikle rica ediyorum. ^^

5 Ağustos 2014 Salı

Mavi Kartozu'nun Kaleminden: Blossom Tears - 꽃잎놀이


"Seni bir mektup yazarak kırdığım için üzgünüm. Artık devam edemem çünkü çok yoruldum. Seni her zaman bekleyen bendim ve asla sevgimi yitirmedim.”
Sert ve soğuk kağıdı tutan parmakları titriyordu. Her zaman bekleyen, seven ama en sonunda yorulan sevgilisine aldığı güller elinden kayıp düşüverdi.

***

Serin odada duyulan yalnızca Taekwoon’un kâğıtlar üzerinde kayan kaleminin sesiydi, bir de Jongmi’nin zarif adımları. Usulca gelip sevgilisinin karşısına oturduğunda sevgi dolu bir gülücük koparabildi ondan. Çizimlerine baktı merakla, kendini tutamayıp kalemlerden biriyle şirin bir kalp ekledi kâğıdın köşesine. Son bir kez göz atmak için geri çekildiğinde genç adam, kapıverdi elinden. Oyun oynamak istemişti onunla.
Taekwoon da katıldı bu oyuna. Kâğıdını geri alıp uzun kollarını kaldırdı havaya. Jongmi saçlarını dalgalandırarak ona ulaşmak için zıpladı. Genç adam bu çocukça hareketlere daha fazla dayanamadığını hissetti iliklerine kadar, güzel çekik gözlerinden bir bulut geçti ve dokunmaya bile çekindiği sevgilisini, dokunmak için bile kullanmadığı elleriyle ittirdi.
Jongmi biliyordu, bunu yaptığı için pişman olmaya başlamıştı bile genç adam. Yerden kalkarken bulduğu ilaçları hatırlayarak, bunu isteyerek yapmadığını düşündü kendisini avutmak için.
Onun yalnızca canı acıyordu, ilaçları bulduğu gibi bulmuştu bunun sebebini de. O beyaz kutunun içindeki, yasaklı mor elbise. Taekwoon o kutuyu köşe bucak saklıyordu ondan, elinde olsa sandıklara kilitleyecekti. Jongmi yine biliyordu ki mor elbiseyi arzulamak yerine henüz yapmaya başladığı beyaz elbiseyi istemeliydi.
Kutuyu kendinden sakladığı bir gün sevgilisine beyaz elbiseyi göstererek “Bunu bana ver,” diye gülümsedi. “Bana yakışacaktır, sen dikiyorsun ya.” Taekwoon gülümsemekle yetinmişti. Genç kız umut edip etmemesi gerektiğini bilmiyordu.
O gece kollarında uyumaya çalışırken o garip duyguyu hissetti. Aşkları papatya falına benziyordu. Elinde olmadan kendine sordu: “Seviyor mu, sevmiyor mu?” Kaç tane yaprağı vardı bu papatyanın? Sonunda sevdiği adamın da onu sevdiğine emin olabilecek miydi?
Kendisinin uyuduğunu zanneden Taekwoon uzun parmaklarını uzattı yüzüne doğru. İçi ürperdi Jongmi’nin. Bir cevap mıydı bu umutsuz papatya falına? Usulca gülümsedi, öyle olmalıydı. Ama genç adam ona dokunmadan çekti elini. Cevap bu muydu? Sevmiyor muydu onu?
Jongmi buna dayanamazdı. Gözlerini açmadan sevgilisinin elini tuttu. Son yaprağı çekerken “sevmiyor” demesi gerekiyorsa o yaprağı çekmese de olurdu. Kâğıt kokan yumuşak elini yanağına bastırdı.
“Seviyor,” diye fısıldadı kendisinin bile duymadığı bir sesle. Ama daha yüksek sesle söylemiş olmayı dilerdi.
Taekwoon yalnızca bir an tereddüt etmişti ve sonra Jongmi’nin hiç sevmediği o yüz ifadesini takınarak çekivermişti elini. “Sevmiyor,” diye haykırdığını duydu son yaprağın. İçi acıdı. Kendini tutamayıp peşinden gitti, ona sarıldı. Yüreğini saran buzları birkaç saniyeliğine de olsa eritmek için.
“Biz hiç ayrılmayalım,” dedi söylediği şeyin farkında olarak. Genç adam yalnızca boynunu saran koluna tutunmakla yetindi onun.
Jongmi o gün sevgilisinden uzaklaşmak istedi, güzel yüzünü asık görmesini istemiyordu. Üstelik “sevmiyor” diye bağıran yapraklara inat yeni bir papatya bulmalıydı kendisine.
Taekwoon için evde yalnız kalmak demek, ruhundaki çukurlardan birine batmak demekti. Bin bir emek vererek diktiği o güzel elbiseleri, güzel sevgilisinden bile sakındığı çizimlerini, sevgilisini kollarında uyuttu yatağı darmadağın etti. Göğsünde yanan ateşi söndüremiyordu, bağırmaktan boğazı acıyordu ama kalbi kadar değil.
Jongmi bunu beklemiyor olmasına rağmen eve döndüğünde şaşırmadı. Yeni bir krizdi sadece. Yalnızlık ona bir şeyleri hatırlatmış olmalıydı, beyaz kutunun içinde bekleyen yasaklı mor elbisenin sahibini. Yeni kopardığı papatya yaprağı “sevmiyor” diye bağırdı. Ama genç kız onu duymadı bile. Sevgilisine yaklaştı, vücudunu onunkine bastırdı.
Taekwoon kendini bırakıverdi onun kollarına. Sarılmadı, göğsüne bastıramadı kafasını. Her şey kendi kafasının içinde olup bitmişti belki, ama hissetmişti o duyguyu ve anlamıştı, onu böyle kırmaya devam ederse yeniden terk edilecekti.
Hayır, onun için diktiği beyaz elbise bitmeden Jongmi’yi kaybedemezdi.
Yeniden dikiş makinesinin başına oturabildiğinde ruhu çok yorgundu. Soluk borusundan içeri akan bu sıcak duygu da neydi? Pişmanlık olamazdı, değil mi?
Derince bir iç çekip yerinden kalktı ve banyoya girdi. Aynada yüzüne baktı. Pişman değildi. Sevgilisinin sırf o dikiyor diye kendisine yakışacağını düşündüğü elbiseyi giydiğini görebilecekti.
Yere küvetin yanına oturup genç kızın soğuk elini uttu. Sıcakken yapamadığı şeyi yaptı, parmaklarını tek tek öptü. Hala güzeldi, ölüm ondan güzelliği çekip alamamıştı. Beyaz elbise ona gerçekten çok yakışacaktı.
Elbisesini ona giydirmeden önce temiz bir kavanoza koyduğu güzel kalbini dolaba yerleştirdi. Tam yanında mor elbisenin sahibinin mektubu vardı. Bir raf altta kırmızı elbisenin sahibinin başka bir şeyi, onun yanındaysa siyah elbiseyi giymek isteyen kızın aşkı.
Sonunda tamamladığı beyaz elbiseyi, ölümün bile çok yakıştığı sevgilisine giydirdi. Jongmi haklıydı, bu elbise tam ona göreydi. Keşke kendisi de görebilseydi.
Saçlarını okşadı ona hayranlıkla bakarken. Kafasını soğuk omzuna yaslandığında pencereden giren rüzgâr kana bulanmış papatya yapraklarını havalandırdı.
Her şey Jongmi’nin istediği gibi olmuştu. Beyaz elbise ona çok yakışmıştı ve hiç ayrılmayacaklardı.




mavi-not: VIXX'in kara prensi Leo, büyük sanatçı LYn'le bir düet kaptı ve klipte de hakkını vererek oynadı. Kalbimi bu kadar hızlı attıran bir klibin hikayesini yazmazsam olmazdı. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Ayrıca klibi izleyin ve Leo'muzu çokça sevin lütfen. ^^ (bu cümlenin üstüne tıklayarak bizzat benim çevirdiğim Türkçe altyazılı klibe ulaşabilirsiniz.)

Klibin orjinal hali:

3 Ağustos 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #24

O son birkaç haftada olup bitenleri hatırlamak çok zor. Her şey zarif bir edayla salınan beyaz bir tülün arkasında baharın son günlerinin sıcak havasına karışarak uçup gitmiş gibi. Yalnızca uçamayacak kadar ağır olanlar ve esmeyen rüzgarın bile önemsemediği kadar küçük olanlar kalmış kafamda.
Ne kadarını anlatabileceğimi ben de bilmiyorum.
Deneyip görmekten başka çarem de yok.

***

Tüm bu karmaşanın arasında öğrencilik hayatımın önemsiz bir ayrıntı haline geldiğini fark ettim bir gün. Bundan sonrası belli gibiydi. Hayal kurmayı, umut etmeyi bırakıp yalnızca annemi korumaya karar vermiştim. Yakın zamanda Atıf Bey'in karısı olacağım anlamına geliyordu bu. Okula ihtiyacım yoktu yani.
Yine de gürültülü ve acı verici, ama aynı zamanda da ufacık da olsa bir kaçış yolu olan öğrencilik hayatıma veda etmek için yılın son sınavlarına girmeye karar verdim. Böylece her zaman yanımda olan biricik dostum Ufuk'la da beni güzel hatırlayabilmesi için sakin birkaç hafta geçirmiş olacaktık.
Sınavlarımın hepsi berbattı. Kağıtların çoğunu boş veriyordum, üstelik bu beni endişelendirmiyordu bile. Gerçi beni endişelendiren pek bir şey kalmamıştı zaten bu hayatta. Neyse ki sınıfı geçebildim. Bir zamanlar hayata tutunmak için ders çalışmaktan başka bir şey yapmıyordum çünkü.
Ama gittikçe Ufuk daha da endişeleniyor gibiydi. Benden tepki görmeyince uzun uzun yüzüme bakıyor, arada imalı laflar ediyordu.
Açık konuşmam gerekirse endişeleri umurumda bile değildi. Hiçbir şeyi düzeltmeyecekti. Ama biliyorsunuz işte endişe kötü bir duygudur. Bunu hissetmesini istemediğim için edebiyat sınavından önce önüme defterimi açıp okuyormuş gibi yaptım.
O bütün gece çalışmıştı ve daha fazla çalışmak istemiyordu.
Kafasını sıraya koyup uyuklamaya başladığında beni izlediğinden zerre kadar şüphelenmemiştim. O yüzden gözlerimi oynatmıyordum, on dakika boyunca gözlerimi bir kelimeye dikip sonra sayfayı çeviriyordum.
Birdenbire genişçe açtığı elini tam defterimin ortasına vurdu. Yerimde sıçradım, az daha elimdeki telefonu düşürüyordum.
"Ne yapıyorsun İpek?" diye sordu az önceki hareketine pek de uygun olmayan yumuşacık bir sesle.
"Sı-sınav," diye kekeledim. "Sınava çalışıyorum." Ufuk'un dili çözüldükten sonra benimkinin bağlandığını söylemiş miydim?
Derin bir nefes aldı. Ama basit bir derinlikten bahsetmiyorum, tüm ciğerini doldurdu. Dudağının kenarını ısırırken gözlerini devirdi. "Geçen dönemin konularına mı?"
Terlediğimi hissettim. Ufuk her zaman babacan bir tavırla yaklaşmıştı, yeri geldiğinde de azarlamıştı tabii ki. Ama ilk kez bu kadar ciddi, bu kadar korkutucuydu.
"Çı-çı-çıkmayacaklar mı sınavda?"
"Daha girişte sadece son konuların çıkacağını söyledim sana."
"Ah... Öyle mi?" Kafamı hafifçe önüme eğdim. "Dinlemiyordum demek ki..." Aslında dinliyordum, öyle söylediğini de hatırlıyordum ama hangi konuyu açtığıma dikkat etmemiştim, onun dikkat edeceğini bilsem böyle yapmazdım.
"BANA YALAN SÖYLEME İPEK!" diye bağırdı deli gibi. Gözlerimin yuvalarından fırlayacağını hissettim. Aynı şeyi sınıftaki herkesin hissettiğine de eminim. Üstüne dikkat çekmemek için kafasını önüne eğip yürüyen İpek ne yaptı da sessiz Ufuk'u bu kadar kızdırdı diye düşünüyor olmalılardı.
"Daha ne kadar böyle devam etmeyi düşünüyorsun?" diye sürdürdü bağırmayı. "Pes mi ediyorsun yani? Bitti mi?"
Demir'le ilk tanıştığımız gün her an kaçmaya hazır olduğumu fark edişini hatırladım. Sadece duruşumdan bile ruh halimin nasıl olduğunu fark eden birileri olduğu için ne kadar mutluydum.
Artık öyle hissetmiyordum. İlacımın birilerinin beni anlaması olmadığını fark etmiştim. Bir sorun olduğunu fark ettiğinizde onu çözmek için bir şey yapmazsanız işe yaramıyordu sonuçta. Sadece iki kat sıkıntı yaratıyordu.
İşte Ufuk'la yaşadığımız şey de buydu. Pes ettiğimi çok belli etmemiştim, notlarımı bile yalnızca ben biliyordum ama o anlamıştı. Peki mutlu muydum? Hayır. Yalnızca rahatsız hissediyordum. Tüm sınıfın ortasında bana bağırmıştı ve çok harika sayılmayan sinir sistemim bunu kaldıracak gibi değildi. Gözlerimin dolduğunu hissettim.
Defterime dönüp doğru sayfayı aramaya başladım.
"İpek..." diye tısladı Ufuk. Dişlerimi sıktım. Karşılık vermemek için kendimi zor tutuyordum. Elini omzuma koyduğunda iplerimin koptuğunu duydum beynimin içinde.
Ama arkamızda oturan Demir benden önce davrandı. "Ufuk bir sessiz ol iki dakika, insanı uyutmuyorsun ya. Sadece sen mi sabahladın ders çalışırken? Bas bas bağırıyor adama bak."
İşte bir insanı rezil etmek bu kadar kolaydı.
Defteri hızla kapatıp ayağa kalktım. Ama içimdeki siniri yatıştırmaya yetmedi. Defteri elimin ucuyla Ufuk'a doğru attım.
İnsanlar bunun hakkında günlerce konuştular. Bu kadar konuşacak ne bulduklarını inanın ben de bilmiyorum.
O gün okul bitmeden Ufuk'la barıştık. Gerçi küsmemiştik bile ama gelip benden özür diledi. Garip bir şekilde Demir'i korumaya çalıştığını fark ettim ayrıca.
"Kalbini kırmak istemedi," diye mırıldandı gözlerini kaçırarak. "Seni korumaya çalıştı, galiba biraz da ben sinirlendirdim onu, sana bağırınca."
Tabii ya, artık çok da sevgili olmayan Pazı her zaman beni düşünürdü zaten.
Okulda yüzüme bakmazdı, evdeyse... Zaten artık evde görüşmüyorduk.
Yalnızca Atıf Bey'in bizi zorladığı sözde "aile" yemeklerinde birlikteydik. Kendisi dışında kimsenin konuşmadığı o yemekleri neden yediğimiz hakkında hiçbirimizin en ufak bir fikri yoktu. Üstelik o yemekler yenmemiş gibi yapardık. Yine de aklımda kalan en keskin hatıralardan olduklarını inkar edemeyeceğim. Çünkü korkunçtu. Artık evdeki hiç kimse Atıf Bey'den korkmuyordu, ama Atıf Bey'in kendisi bir şeylerden korkar gibiydi. Masadayken sol elinin altında hep bir peçete bulundurur; zaman ilerledikçe endişesi belirmeye, boncuk boncuk terlemeye başlayınca alnını ve ellerini silerdi. Ne olduğunu bilmemek beni daha çok geriyordu.
Annemse benim aksime heyecanlanıyor, seviniyor gibiydi. Atıf Bey'in belindeki silahı üç saniyede bir kontrol ettiği gün "Nesi varmış Atıf Beyimizin?" diye sordu bana gülerek. Bu soru beni afalattı, sadece yüzüne bakmakla yetindim.
Annem Süleyman Bey'le hararetli telefon görüşmeleri yapmaya başladığından beri böyleydi. Atıf Bey'i hafife alıyordu. Tamam, belki paranoyaklaşmaya başlamış olabilirdi ama bu onun hala tehlikeli olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Ben bile ona istediğini verme planımı yavaş yavaş uyguluyordum. Bazen yanındayken gülümsemeye çalışıyor, verdiği sorulara suratımı asmadan düzgünce cevap vermeye çalışıyordum. Hatta akşam yemeklerinden birinde ses tonunu kontrol edemediğinde koluna dokunma cesaretini bile göstermiştim. Ama o elini silaha attı. Beni vurmaya niyetlendiğinden değil tabii, yanında oturanın ben olduğumu unutacak kadar korktuğundandı.
Demir kaşığını tabağın içine atıp ayağa fırladığında odaya soğuk bir rüzgar girdi ve masanın tam ortasından geçti.
Böyle bir durumda oğluna sinirlenmesini beklediğim Atıf Bey aksine soğuk rüzgardan da korkmuş gibiydi. Peçetesini avcunda buruşturarak ayağa kalktı. "Sen sofrayı topla," dedi derin bir sesle. Arkasını dönüp gittidiğinde annem eliyle hafifçe omzuma dokundu, gözlerimin içine baktı. Usulca omuz silkince endişelenmemesi gerektiğini anlayıp o da merdivenlere ilerlemeye başladı.
Atıf Bey'in gitmeden önceki emri bana verdiğini düşünerek ortadaki salata tabağına uzandım ancak Demir'in uzun parmakları bencen önce kavradılar onu. Sinirle koyabildiği kadarını üst üste koyarken, birbirine çarpan tabakların sesi evin içinde çınlıyordu. Birini kıracağından korkup bileğine yapıştım.
Sinirle güldü. "Dokunmak hobi mi oldu sende?"
Cevap vermem için fırsat tanısa da bir şey söylememek için dudaklarımı ısırarak salak tabaklarını alıp mutfağa gitmesini bekledim. Sonra da çatal bıçağı toplamaya başladım. Neler düşündüğümü hatırlayamadığımı söylemiştim, değil mi? Belki mantıklı bir şey yüzündendi ama hatırlayamadığım için odama gitmemiş olmam şimdi bana çok saçma geliyor.
Ne kadar mantıklı bir sebep için de olsa orada kalmak yerine o mutfaktan çıkıp yanıma gelmeden odama girmiş olmayı dilerdim. Ayaklarını yere vura vura masaya yaklaştı, burnundan soluduğu duyabiliyordum.
Aramızdaki mesafeyi korumak için özellikle masanın karşı tarafına geçti.
"Tamam bırak İpek, ben yaparım."
Derin bir nefes alıp tuttuğum çatal bıçağa uzanan ellerinden kurtuldum. Bardaklardan birine uzanıyordum ki sözle yetinmeyip eylemle beni durdurmak istedi. Elimdekileri çekip alıverdi.
"Bırak dedim İpek. Ben hallederim."
Belki çok sinirli olduğumdan elimin kesildiğini benden önce o fark etti. Gözleri kocaman açıldı. Endişesini yağdırmaya "İyi misin?" diyerek başlamaya niyetlenmişti ama merdivenlerden gelen ayak sesleri ona engel oldu.
Dalgın bir ifadeyle aşağı inen annem bizden tarafa bakmadan "İpek benim dışarda biraz işim var kızım," diye mırıldandı. Bahçedeki çiçeklere sevgi verip onlarla muhabbet etmeyeceğini herkes söyleyebilirdi, Süleyman Bey'le buluşmak için çıktığınıysa yalnızca ben.
"T-tamam," dedim usulca. Kapıdan çıkana kadar gözlerimi ondan ayırmadım. Demir'e döndüğümdeyse bana yaklaşmıştı; kesildiğinden geç haberim olan, sonra da kanadığını unuttuğum parmağıma bakıyordu. Gömleğime kan bulaşmıştı.
"Çok mu derin?" diye sordu izin versem kanı durdursun diye dünyanın bütün kumaşlarını parmağıma dolayacakmış gibi bir ifadeyle.
"Bu yara ne ki?" İç çekip omuz silktim ve parmağımı iyice gömleğime sildim.
"Ne yapıyorsun İpek?" Refleks olarak bileğime yapıştığında gülümsedim.
"Gördün mü? İnsanlar hobileri bu olmadan da dokunabiliyorlarmış."
Birkaç saniye ne diyeceğini bilemeyerek yüzüme baktı. "Ben... gidip... yara bandı getireyim. Bekle burda."
Onu beklemek gibi bir niyetim yoktu elbette. Gider gitmez koşa koşa bahçeye çıktım. Süleyman Bey'le annemin neyin peşinde olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bahçenin en köşesindeki büyük ağacın altında konuşuyorlardı. Ağaçlarla dolu bu bahçede karanlığın yardımıyla onlara yaklaşmak hiç de zor olmadı.
"Hazırlıklarınız nasıl gidiyor?" diye sordu annem. Sesinde belirgin bir heyecan vardı.
"Neredeyse her şey bitti."
Annem sevinçle kıkırdadı. "O adam çocuk gibi ağlayacak duruma geliyor, çok korkuyor. Görmeniz lazım."
"Şirketteyken de durumu farklı değil. Kapısını tıklatınca bile yerinde sıçrıyor."
"Henüz bilmiyor değil mi?"
"Biliyor olsaydı sizinle iş birliği yapmam mümkün olmazdı," diyerek güldü kahramanım sırrını koruyor olmanın verdiği bir gururla. Sonra aniden ciddileşti. "Peki, İpek biliyor mu?"
"Bilseydi benim de sizinle burada olmam mümkün olmazdı. Her şeyi berbat edip o aptal çocuğu korumaya çalışırdı. Kızımın kendi kuyusunu kazmasına izin veremem."
Demir'i korumamı gerektirecek ne gibi bir durum olduğunu anlayamıyordum. Söyledikleri saçma sapan geliyordu kulağa. Tam da bir çılgınlık yapıp ileri atılmayı, onları duyduğumu söylemeyi düşünüyordum ki korumamam gereken o aptal çocuk evin kapısından bağırmaya başladı. "İpeek! İpek nerdesin!"
Küçükken diğer çocukların anneleri beni azarladığında annem görürse kapıya çıkıp bana seslenirdi, tam da aptal Pazı'nın kullandığı ses tonuyla. O zamanlar duyunca rahatlardım, ama şimdi korkmuştum. Kalbim kulaklarında attığı için konuşmaların devamını dinleyemedim ve geldiğim hızla eve geri döndüm.
"Ne işin var senin burda!" diye hırladım Demir'e omzuna bilerek çarpıp içeri girerken.
"Peşinden gelmemi istemiyorsan kapıyı kapatsaydın. Uzat elini." Kaşlarımı çatıp suratına baktım. Gerçekten derdi kanayan parmağım mıydı? Yoksa sinirlendirmek için bilerek mi yapıyordu?
Bunun cevabını elimi uzatmamı beklemekten sıkılıp bileğimi kavradığında aldım. Özenle yara bandını yapıştırdı, düzgün olup olmadığını kontrol etmek için uzun süre inceledi.
Bırakmadan önce gözlerimin içine baktı. "Elini kesmene sebep olduğum için özür dilerim."
Neden Demir'i korumak isteyebilirdim ki? Korumak istersem hangi planı yıkardım? Nasıl bir şeydi ki Atıf Bey'i korkutuyordu bu kadar?
Bunu düşünerek bir haftadan daha fazla zaman harcadım. Her geçen gün Atıf Bey daha çok terliyor, annem cesaretleniyor, bense dalgınlaşıyordum.
Biliyorsunuz ki dalgın insanlar kolay lokmalardır. Ben de Demir için kolay lokma olmuştum. Dalıp gittiğim bir anı yakaladığında mutlaka benimle konuşurdu. Havadan sudan olsa bile bir şeyler söylerdi.
"İpek yarın okula gidecek misin?"
"İpek Karam'ı gördün mü?"
"İpek parmağın iyileşti mi?"
Sınavlar bittiğinde annem, Demir ve ben muhteşem üçlü olarak evde takılmaya başlamıştık. Ne kadar rahatsız edici bir atmosfer olduğunu tahmin bile edemezdiniz. Karam bile üçümüzün aynı odada olduğu o nadir zamanlarda kuyruğunu dimdik kaldırıp uzaklaşırdı.
 Bu rahatsız edici ortam yüzünden rahatsız olmaya karşı hasaslığı artan Atıf Bey'in ısrarlarıyla yediğimiz yemeklerin sayıları da azalmaya başladı.
Birlikte yemek yemek yerine çalışma odasına çağırıyordu beni. Odanın köşesindeki sandalyeye oturup onunla konuşuyordum. Uzun uzadıya devam eden sohbetler etmiyorduk elbette ama inatla aramıza duvar ördüğüm konuşmalar kadar kısa olmuyorlardı. Çalışma odasında otururken perdelerinin hep kapalı olduğunu fark etmiştim. Eskiden öyle olup olmadığını bilmesem de gittikçe artan korkunun bir sonucu olduğunu düşünüyordum.
Birkaç gün sonra şirketteyken beni aramaya başladı.
Ona sevgi duymuyordum, hiçbir zaman duymadım. Yalnızca acıyordum. Gözlerinin altındaki mor halkaları, bana bakarken gözlerinden geçen bulutları görseydiniz emin olun siz de ona acırdınız. Hareketlerine karşı töleranslı olup sıcakkanlı davranmaya çalışıyordum. Bu yüzden o gün eve girer girmez odama çıkmasına da sesimi çıkarmadım.
İçeri girdiğinde hiç konuşmadan yalnızca yüzüme baktı bir süre. Son birkaç haftada ne kadar da yaşlanmıştı böyle?
Yüzüme zoraki bir gülümseme kondurdum, sanırım önce ben konuşmalıydım. "Hoş geld-"
Cümlemi bana doladığı kollarıyla böldü.
Atıf Bey bana daha önce de sarılmıştı. Ama hiçbiri şu anki gibi hissettirmiyordu. Başka bir şeyler vardı sanki. Güçlü bir şeyler.
Ona yalnızca beş saniye verdim, uzaklaşması için. Beni bırakmak yerine daha sıkı sardı. Elleri sırtımı okşamaya başladığında onu ittirmeye çalıştım. Zaten güçlü olan kolları daha da güçlenmiş gibilerdi, verdiğim tepki onu daha hızlı hareket etmeye yöneltti.
Bir eli kalçama doğru kayarken dudaklarını omzuma değdirdi. Derin bir nefes alarak kokumu içine çekti.
Demek böyle olacaktı, diye düşündüm içimden. Demek böyle bitecekti.
Gözümden bir damla yaş akıp gömleğinin üstüne düştü. Vücuduyla beni ittirdiğinde sırtımın duvara değdiğini hissettim.
Beynim "Bir şey yap İpek," diyordu. "Tekme at. Bir şey yap. Durma öyle."
Telaş anında insan beyni gerçekten iyi çalışır, size bütün çıkış yollarını gösterir. Ama insanlar aptaldır, kendi beyinlerinden bile aptaldırlar ve onun verdiği bilgiyi kullanamazlar.
Dudakları omzumdan boynuma doğru hareket ettiğinde insanlar aptal olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum, bunu düşünmeye bile vaktim olmuştu ama onu kendimden uzaklaştıracak şeyleri yapamamıştım. Yalnızca durmuş, beklemiştim. Çünkü ben de insanım, bir aptal.
Ellerinden birini kalçalarımda gezdirmeye başladığını hissettim. Diğer eliyse belimden yukarı doğru çıkıyordu, nereye gittiğini tahmin etmek zor değildi.
Sonra birdenbire beni kavrayıp döndürdü. Ah doğru ya, yatağa gidiyorduk.
Koridordan bir ses duyduğumu sandığımda çenemin arkasına sesli bir öpücük konduruyordu. Belli ki yalnızca hayal ediyordum. Aptal insanın beyni kurtarılmayı hayal etmekle meşguldür, kurtulmayı planlamakla değil.
Hareket etmemi yeniden bedeniyle beni ittirerek sağladı ve ben o ucuz sahnelerdeki kadınlar gibi yatağın üstüne düşüverdim. Filmine göre değişir tabii ama yine ucuz bir aldatma sahnesindeki gibi tam o anda kapı açılıverdi.
Aniden ciğerlerime hava dolduğunu hissettim.
Havanın yaşamak için gerekli olan şey olmasının sadece lafta olmadığını fark ettim.
Çünkü içeri giren aldatan adamın karısı değildi.
Benim annemdi.
Annemin yüzünün o kadar güzel gözüktüğü başka bir an daha yok.
Yüzüme baktığında hissettiğim o sıcak his kadar güzel bir şey yok.
Ama artık koşup arkasına saklanacak değildim. Her şey değişmişti. Yalnızca kaçtım. Sendeleyerek merdivenlerden indim. Açtığım kapıların hiçbirini kapatmadan bahçeye indim.
Hatırlayamıyorum, lanet olsun hatırlayamıyorum o an neler hissettiğimi. Sadece yüreğimin sıkıştığını biliyorum, bana dokunduğu yerleri bıçakların defalarca kestiğini, vücdumun alev alev yandığını. Keşke daha fazlasını hatırlayabilsem, keşke size anlatabilsem bana neler olduğunu. Hazırım zannettiğim o sahneye aslında nasıl hiç de hazır olmadığımı, hiç kimsenin hazır olamayacağını...
Duvarın dibine oturup dizlerimi karnıma çektim. Ağladım. Yapacak başka bir şeyim yoktu. Zaten ne zaman olmuştu ki.
Omzumda bir el hissedince gırtlağımı acıtan bir çığlık attım.
Demir de korkmuştu, ama çığlığımdan değil. Kollarını bana sarmaya çalıştı.
"Dokunma bana!" diye bağırdım. "Çek ellerini üzerimden! Do-dokunma bana. Bırak... Beni." O kadar çok hıçkırıyordum ki söylediklerimi doğru söyleyebildiğimden bile emin değildim. Yine de anlamıştı. Bir adım uzaklaştı. Gözlerini yüzümden ayırmadan bekledi.
"Neden geldin ki?" dedim boğuk çıkan sesimle sayıklar gibi. "Neden geldin? Midemi bulandırıyorsun. Neden?"
Derin bir nefes aldı ve kendisine vuracağımı bildiği halde saçlarımı karıştırdı. "Kapıyı açık bırakmışsın."

***

Atıf Bey bana o kadar çok yaklaşmaya cüret ettiğinde her şey bitecek sanmıştım. Ölmek gibi olacaktı, ölüp kurtulacaktım her şeyden. Ama devamını unutmuştum. Öldükten sonra gitmeniz gereken bir yer daha vardı; cennet ya da cehennem. Gelin görün ki cehennem çukuruna yuvarlanmak için seçildim. Evet, bunca zaman beni cehenneme çağıran, arkamdan ittiren insanlar -yoksa şeytanlar mı demeliyim- olduğunu söyleyip durmuştum ve işte sonunda düşüvermiştim gerçekten.
Cehennemi sonuna kadar hak eden büyük bir günahkar olduğum için mi yoksa cennetin yolunu şaşırıp gelmiş biri olduğum için mi bilmem, oranın zebanisiyle aram iyiydi.
Daha düşer düşmez benimle ilgilenmeye başlamıştı. Bazen görevinin bir parçası olarak ruhumu yakan ateşi fazlasıyla körüklese de çoğu zaman iyi niyetle benimle sohbet ederdi. Birlikte cehennemin ateşten bahçesinde gezerdik, ben ağlarken gözyaşlarımı ateşle buharlaştırırdı. Bazen de kedisini çaldığım için bana kızardı. Karam'sa ateşimizin arasında yanmadan durabilen tek canlıydı.
Annemle Atıf Bey'in arasında iplerin bu kadar gerildiğini görmemiştim hiç. Tıpkı onun kendisine yaptığı gibi Atıf Bey'i merdivenlerden yuvarlamak için fırsat kolluyordu adeta annem. Atıf Bey'se kaçıyordu köşe bucak.
Tüm bu kovalamacanın içinde kıymete binmiştim. Annem tüm hayatım boyunca hiç sarılmadığı kadar çok sarıldı bana o üç günde. Beni Demir'le gördüğünde bile şikayet etmedi.
Ben de her şeyi akışına bıraktım.
Demir'le istediğim gibi konuşuyor, kendimi tutmuyordum. İyi değildim ama en azından ruh halim olabildiğince sabit kalıyordu.
O günse son zamanlarda yaşadığım günlerin en normali, kötünün iyisiydi. Sabah Ufuk'la telefonda konuşmuş, güzel bir kahvaltı etmiş, bahçede dolaşmıştım. Sonra da Süleyman Bey'i eve davet etmiştim, durumumu sabit tutabildiğim şu değerli vakit de artık annemle sakladıkları sırrın ne olduğunu öğrenmem gerektiğini düşünüyordum. 
Öğlene doğru Demir'le mutfağa girip yemek yapmaya karar verdik. (İşlerin yalnızca üç günde bu kadar çok değişmesi kulağa çılgınca geliyor. Biliyorum. Belki de unuttuğum bir şeyler olduğu için. Ama ne yazık ki tamamlayamam, çünkü dediğim gibi artık onları unuttum ve yoklar.) Karam da ayaklarımızın arasında dolaşıp miyavlayarak sohbetimize katılmaya çalıştı.
Ona domatesleri soymanın inceliklerini annemden öğrendiğimi ama asla annem kadar iyi soyamadığımı anlatmaya başladım. Aslında anlatırken çok keyifli olmadığımdan emindim, yine de annemi överken biraz aşırıya kaçtım sanırım. Yüzünün düştüğünü gördüm, benim yüzüm daha fazla düşebilseydi o anda düşerdi.
Ama eskisi kadar kibar değildim, lafı değiştirmek yerine dümdüz soruverdim. "Senin... Annen sana bir şeyler öğretti mi?"
Acı bir gülümseme belirdi dudaklarında. "Her şeyi ondan öğrendim ben," diye mırıldandı. "Ölürken bile... Bana bir şeyler öğretmeye çalışıyordu."
Susmalıydım. Daha fazla sormamalıydım. Kendimi tutamadım. "Annen... Nasıl ölmüştü?"
Zor tuttuğu gülümsemesi uçuverdi. Yüzünün rengi de gitmişti biraz sanki. "Acı içinde," dedi aniden düşen bir ses tonuyla. "Onu babam öldürdü."
"Baban mı? Nasıl?" Ses tonumun şaşkın çıkması için uğraşmıştım, şaşırmadığım için beceremedim.
"Her gün döverek. Aç bırakarak. Sokağa atarak öldürdü." Yutkundum. Ne diyeceğimi bilemiyordum, bu kadar korkunç bir şeyi bu kadar sakin bir sesle nasıl anlatabilirdi? "Annem onu sevmişti, çok sevmişti. Bazen şiş gözüyle bana gülümseyip babamdan nefret etmemem gerektiğini söylerdi. O kadar aptaldı ki bunu söylediğinde babamdan daha çok nefret ederdim ondan."
Duyduklarıma inanmak güçtü. Gerçekleri söyler gibi değildi sesi.
"Kocaman bir kalbi varmış," dedim hiç düşünmeden. Annesinden nefret ettiğini söylemesi kalbimi kırmıştı.
"Çok kocamandı," diye karşılık verdi. "Gereksiz yer kaplardı. Babam gibi birini nasıl sever ki biri? Annemin aşkını hiçbir zaman anlayamadım İpek, korkunçtu. Ama daha da korkunç olan babamın aşkıydı." Alaycı bir ifadeyle güldü. "Babam da ona aşıktı. Birbirlerini severlerdi. Babam onu seni sevdiği gibi severdi. Sesini duyduğunda rahatlar, istediği zaman mutlu olabilirdi onunla. Ona sürekli hediyeler alırdı. Neden bilmiyorum ama birden annemi dövmeye karar verirdi. Bazen günlerce, haftalarca. İşkence bittiğinde babamın tek yapması gereken onun elini tutmaktı. Sonra her şey unutulurdu. Birbirlerine sarılarak kanepede uyuyakalırlardı. Sonunda annem delirdi. Kendi hayatını anlamamış olmalı. İntihar etti, bıraktığı notta "sakın babandan nefret etme" yazıyordu."
"Demir..." diye fısıldadım güçlükle. Uzanıp elini tutmak istedim.
"Babam sana anneme baktığı gibi bakıyor."
Bunun anlamını biliyordum. Aynısı sana da olabilir demekti. Olabileceğini daha önce de bildiğim halde onun ağzından duymak göğsümün sıkışmasına sebep oldu.
Aramıza bir sessizlik girdi ve çok geçmeden kapının önünde duran arabanın sesiyle dağılıp gitti. Ardından giriş kapısının açıldığını duyduk.
Demir sandalyesinde geriye doğru yaslanarak koridora baktı. "Babam geldi. Ben odama gidiyorum."
Karam'ı da peşine takıp mutfaktan çıktığında ona iyi bir şeyler söylemem gerektiğini fark ettim. Konuyu ben açmış, ikimizin de kalbini kırmıştım. Özür dilemeliydim.
Atıf Bey'in içeri girmiş olmasını umursamadan hızla mutfaktan çıktım ve Demir'in ayak seslerini takip ederek hala nerede olduğunu bilmediğim odasını buldum. Bodrum kattaydı, merdivenlerden aşağı baktığınızda bile içiniz üşüyordu.
Basamakları adımlarken koridordan geçtiğim sırada Atıf Bey'i görmediğim kafama dank etti, yani çalışma odasına girmemişti ama bunu fazla kurcalamadım.
Merdivenlerin sonunda bir kapı vardı, ardına kadar açıktı. Sessizce içeri süzüldüm. Demir arkasını dönmüş, duvarındaki çerçeveletilmiş yazıya bakıyordu. Usulca yaklaşıp yakından baktığımda onun bizim Acıları Paylaşma Anlaşmamız olduğunu gördüm.
"Bunun burda ne işi var?"
Bir balerin gibi zarif bir edayla bana döndü. Kaşları şaşkınlıkla kalktı. "Asıl senin burda ne işin var?"
Parmağımı anlaşmaya uzattım. "Bunu hala saklıyor musun?"
"Süresi hala dolmadı, tabii ki saklıyorum." 
Yazdığımız şeyi hatırladım: "Birbirimizi sevmeye devam ettiğimiz sürece..."
Cevap vermem için bekledi, belki de benimkinin ne olduğunu öğrenmek istiyordu ama söylemedim. Hiçbir şey. O da sorusunu yenileyip boşluğu doldurmaya çalıştı. "Senin burda ne işin var? Babam geldi, seni burda görmesini mi istiyorsun?"
"Kapıyı açık bırakmışsın," diye mırıldandım. "Peşinden gelmemi istemiyorsan kapıyı kapatmalıydın."
Bir an için şoka girdiyse de bir sonraki an toparlandı. Dudaklarına o çok sevdiğim sevgili Pazı'mın gülümsemesini kondurdu.
Bu sahne devam etseydi belki de sıkıca sarılırdım ona.
Ama zamanlama asla benim tarafımda olmadı.
Üst kattan bağrışlar yükseldiğini duyduk. Gerçekten çok yüksek sesli bağırışlardı.
"Ne oluyor?" dedi Demir. "Annenin sesi mi o?"
"Asıl babanın sesi mi duyduğum?"
Demir merdivenlere doğru ilerlemek için yanımdan geçerken elimden tuttu ve beni de peşinden sürükledi.
Bir şeyler oluyordu. Bağırışlar gittikçe güçleniyordu, gittikçe daha da çok korktuğumu hissediyordum.
Koridora çıkmıştık ki o korkunç, yürekleri kulaklardan daha çok parçalayan sesi duyduk.
Silah sesi.
Ardından Atıf Bey'in boğuk sesine karışan bir çığlık.
Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim ama Demir beni tuttu, yürümeme yardım etti. Birlikte cehennemin en alevli, en dip noktasına gittik.
Orada elinde silah tutan annem, doğal rengi olmadığı halde kıpkırmızı gözüken gömleğiyle yerde yatan Atıf Bey vardı.
Öldüren annesine bakan kız çocuğu ve ölen babasını izleyen erkek çocuğuysa el ele tutuşuyordu.
Garipti, ama ölen adamın göğsünden akan kanlar bile limon kokusunu bastıramamıştı.





mavi-not: Bir sonraki bölüm final bölümü. Lütfen yorumlarınızı benden esirgemeyiin! Teşekkürleeeeeer! :)