Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Mayıs 2016 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Yalnız Gidemiyorum

"Ben iç dünyama dönüyorum. 
Orada hayal kırıklığına yer yok."
- Oğuz Atay
"Elimi tut," diye fısıldadı her ağlamak istediğinde yaptığı gibi. Sonra parmaklarını yüzüme bakmadan bana uzattı. Tereddüt etsem de kavradım yumuşak elini. Kendisini kavramamı sağlayacak şekilde kolumu üstünden geçirdi ve bana yaslandı. "Biraz uyuyacağım burada."
"Nasıl istersen."
"Uyuyacağım için konuşmaman gerekiyor, ben gözlerimi açana kadar hareket etme."
"Tamam."
Tam karşımızdaki pencereden yüzümüze vuran güneş ışıklarına baktım. Kollarımda uyuyan bu kadın tıpkı o ışıklar kadar yumuşaktı, o ışıkların etrafında dolaşan bulutlar kadar da hafif.
Çok geçmeden tişörtüme damlamaya başladı gözyaşları. Önce sessizliğini koruyabildi ama küçük omuzları da sarsıntıya kapıldı sonra. Hıçkırıklara boğulup kafasını iyice göğsüme gömmesi için birkaç saniye yetmişti.
Tek yapabildiğim sımsıkı tuttuğu elimi çekmemek, diğer elimle saçlarını okşayabilmekti. Konuşmak yasaktı, ona gerçek anlamda sarılabilmekte. Çünkü gözlerini açmamıştı, şimdi uyuyordu.
Bazen böyle çocuksu oyunları nasıl düşünebildiğini merak ederdim. "Çocuksu" diyorum, saçma demeye dilim varmadığı için. 
Kendi kafasında bambaşka bir dünya kurardı, o dünyalarla benim dünyamı birleştirmek için parmak uçlarını kullanırdı. Kendisini iyileştiren dünyalardı bunlar, gözyaşlarını herkesin gördüğü dünyada dökerdi kendi dünyalarında iyileşirken. Bana o dünyalara bir damla bile gözyaşı düşmediğini söylemişti, oralarda bir kez bile canının yanmadığını.
Böyle kollarımda ağlarken, kafasını dizime koymuş ağlarken, yalnızca yanımda oturmuş ağlarken, ağlayamayacak kadar yorgun düşmüşken elini tutmamı isterdi. "Yalnız gidemiyorum," demişti kaküllerinin altından bana bakarken. "Yanımda olman gerekiyor." Ben yokken nasıl gittiğini sormaya korkmuştum hep.
Anlattığına göre ilk kez kendi dünyasını keşfettiğinde tadına doyamadığı için gitmek istemişti sürekli. Oraya gitmek için bu dünyadan kaçmaya ihtiyaç duymak gerekiyordu. Sonunda gülerek "Sigara gibi," diye açıkladı. "Başta gerçekten kaçmak istediğimde gidiyordum. Şimdi sadece oraya ihtiyacım olduğu için gidiyorum. Bu dünya kaçılmayacak kadar güzel bir yer olsa bile, orası her zaman daha güzel kalacak."
Asla doğru dürüst anlatmamıştı. Çiçeklerini sularken bir anda bir odadan diğerine bağırıp anlatmaya başlardı, başladığını belli etmek için seslenmezdi bile. Ya da evde değilsem arar, selam vermeden dökerdi içindekileri. Söylediklerinin başı, sonu ve belli bir sırası olmazdı. Havada uçuşan bölük pörçük cümlelerdi bunlar.
Hepsini birleştirmek için yazma fikri çok geç düştü kafama, hikayesinin yarısından fazlası kaybolmuştu çoktan.
Onun kalbi zayıftı. Kendi dünyasına gidip geldiği için mi yorgun düşmüştü, yoksa yorgun düştüğü için mi kendi dünyasına gidip geliyordu; kendisi de kestiremiyordu. Tüm bunların ne zaman başladığını da bilemiyordu. Kafasındaki her şeyin uçuştuğunu; hislerinin, düşüncelerinin başı veya sonunun olmadığını da söylemişti laf arasında. Özür dilemişti bir de, "Anlamıyorsan dinleme. Ben anlatırım," demişti.
Onun dünyalarına gidemediğimin, o iyileşirken benim burada kalıp ağladığını izlediğimin o da farkındaydı. Tıpkı "diğerleri" gibi onu asla tam anlamıyla anlayamayacağımı da biliyordu. "Ama, elini tutunca çok güzel kokuyor. Bugüne kadar kokladığım tüm çiçeklerden daha güzel. Burnumun gözleri olsaydı ağlardı." Vücudu bana sarılmak istermiş gibi kasıldığı halde yalnızca elimi tutmakla yetinirken söylemişti bunları, öylesine durup dururken.
Sonra çiçekleriyle tanıştırmıştı beni. Hepsinin adını ve yaşını tek tek söylemişti. Ezberlemem gerektiğini hissetsem de hiçbir zaman doğru dürüst ezberleyememiştim.
"En çok güzel kokanları, sonra rengi canlı olanları, en az da çiçeksiz olanları seviyorum ama en en en çok sarı olanları."
Birlikte yeni evimize taşındığımızda o çiçekleri taşıyana kadar birkaç gün uyuyamadı. Hepsini aynı anda getirmek istemedi; tek tek getirirken de hem taşıdıklarına, hem taşımakta olduklarına, hem de henüz taşımadıklarına dikkat etmek zordu. Her çiçeğin alması gereken güneş miktarı belliydi ve hepsini belli bir açıyla yerleştirmek lazımdı. Bir de onun deyimiyle "bazılarının su kaynaklarına çok yakın olması" gerekiyordu. Ne demek istediğini hiç anlamadım ama banyonun eşiğine dikkatli geçmezsem çarpabileceğim saksılar koymuştu.
Bazen bana çiçeklerinden daha çok beni sevdiğini kanıtlamak istediğini düşünürdüm. Yere uzanmış tavanı izlerken, günün en sessiz anında "Senin ellerin çiçeklerden daha güzel kokuyor," diye hatırlatırdı. Sonra ben cevap veremeden topuğunu en yakın saksıya yaslayıp uyuyuverirdi. 
Çiçekler onu sakinleştiriyordu, bense sakinleşmek için içine attıklarını dışarı çıkartmasına yardım ediyordum.
Bazen çiçeklerin yapraklarını ezip parmaklarını diline değdirirdi. Onu ne zaman böyle yakalasam yalnızca dilini çıkarmakla yetinmişti. Bilmediğim şeylerin arasına bir yenisini eklemişti yine.
Hakkında doğru dürüst bir şeyler bilmediğiniz bir insanı özlemeyeceğinizi düşünürsünüz. En azından ben öyle düşünmüştüm. Yokluğu bir şey değiştirmez gibi gelmişti, çünkü zaten yok gibiydi. Onunla ilgili alışkanlıklarım yoktu. Hiçbir şeyi planlayarak yapmazdı ki zaten. Kafası gibi, hayatı da darmadağınıktı.
Bir günde onlarca elbise değiştirirdi, sıkıldığı an yenisini giymeliydi. Yüzlerce çorabı vardı, her çorabının da bir ismi. Odaları temizlerdi, ama sürekli yapmazdı bunu. Her odada belli miktarda toz olması gerektiğini söylerdi. Ona göre belli olan şeyler aslında diğer insanlara göre belirsiz olan şeylerdi. Ölçüsü neydi kestirmek imkansızdı.
Uyurken ya benim elimi tutmalıydı, ya da çiçeklerinden birine dokunmalıydı. Yatağı yoktu, benim yatağımı da sevmezdi. Birlikte uyuduğumuzda koltukta sıkışırdık, tabii yerde uyuyakalmadıysak.
Uykusunda şarkı söylerdi. Önceleri söylediği şarkıların doğduğu memleketlerin dilinde olduğunu sanmıştım. Oysa o şarkıları kendi dilinde söylüyordu, yalnızca kendisinin bildiği dilde. Hiç bahsetmedi ama onları gittiği dünyalarda öğrendiğini tahmin ediyordum. Uyanıkken hatırlamıyordu çünkü.
İşte sözümona "iyi tanımadığım" ve "hiçbir şekilde alışkanlık yaratmayan" ev arkadaşım, yol arkadaşım hastaneye yattığında aslında kendime telkin ettiğim bu şeylerin yalandan ibaret olduğunu anladım.
Bir kere çiçekler ertesi gün solmaya başladılar. O uyanana kadar çoğu kötü kokular yaydı evin içine. O uyuyana kadar kendi dilinde söylediği şarkıları olmadığı için ben uyuyamadım. O uyanana kadar odalar onun belirlediği miktardan daha çok tozlandılar. O uyanana kadar çiçeklerinin ismini ezberledim. O uyanana kadar çiçekleri konuştu benimle. O uyanana kadar elbiselerini ben giydim tek tek, ama o öyle ufaktı ki bazılarına girememiştim. O uyanana kadar ellerimin kuruduğunu hissettim. Parmak uçlarımdan başlayıp bileğime doğru yavaş yavaş kurudular, sanki bana ait değillerdi artık.
O uyanıp benim elimi tutana kadar ellerimden sonra vücudumun her köşesinin sırayla bu kuruma işkencesine maruz kalacağını biliyordum, kalbim bile kuruyacaktı.
Neyse ki çok geçmeden uyandı. Önce hiç dokunmadı bana, baktı yalnızca uzun uzun. "Gözlerin de güzel kokuyormuş," dedi kendi mis kokulu gözleri dolarken. Vücudunun her yerinden çekiştiren borulara aldırmadan kollarını uzattı, sımsıkı sardı beni. Biz ilk defa o gün sarılıp ağladık birlikte, ilk defa o gün tek ağlayan o değildi. Acaba ben de onun dünyalarında iyileşmiş miyimdir o gün? Bilemiyorum.
Ellerime yeniden can verdikten sonra çiçeklerine nasıl can vereceğimi, toz miktarını nasıl ayarlayacağımı anlattı. Annesi çok kızdı bize, ama hastane yatağında neredeyse kucak kucağa uyuduk. Çoraplarının isimlerini sayarken uyuyakaldı, ben de saçlarının ne kadar güzel koktuğunu o güne kadar nasıl olup da fark etmemiş olduğumu düşünürken.
Evde olduğum her saniye çiçekleriyle konuşup en az onun iyi baktığı kadar iyi bakmaya çalıştım onlara. Tozları da saydım. Ama bir türlü söyleyemedim şarkılarını.
Her sabah başka bir çiçekle giderdim hastaneye. O sabah en sevdiği sarı çiçeklerden götürmüştüm. Küçük bir yaprağı ezip parmağını diline değdirdikten sonra "İlk defa dünya bu kadar güzel kokuyor," diye mırılandı. Hastane odasında ilaçtan başka bir şey kokmadığının farkında olup olmadığını dahi bilmiyordum.
Öğlen yürüyüşü yapmak için koridora çıkarken de yüzüme baktı. "Evim gibi kokuyorsun," dedi konuyu her gün penceresine konan kuşlara çekmeden önce.
O gece hastane yatağında yan yana yatmış tavanı izlerken elimi tuttu, kendi dünyasına gitti ve bir daha iç dönmedi. Ben de başka dünyalara açılan kapım toprağın altına gömüldüğü için bu renksiz dünyada onun rengarenk çiçekleriyle kısılıp kaldım.
Hala birinin evi gibi kokmak nasıl bir şeydir diye düşünüyorum. Evin sahibi ölünce o ev ne yapar ki tek başına?
Çiçeklerine bakıyorum işte.
Bir de tozları sayıyorum.
O kadar.


18 Mayıs 2016 Çarşamba

Mavi'nin Kahramanı

Selam dostlar!
Bazen kendimi gerçekten kötü hissettiğimde övgüleri kabul etmeyi seviyorum. Tamam hadi dürüst olalım, her zaman övgüleri kabul etmeyi seviyorum. Biri beni övdüğünde mutlu olma iznini kendime veriyorum, elbette vereceğim. O insanlar ben mutlu olayım diye bu övgüleri yapıyorlar.
Tabii ki her insan gibi benim de gerçekten hak etmediğim övgüler aldığım oluyor, İşte en sevdiğim övgüler onlar. Mesela biri bana ne kadar sakinsin dediğinde gerçekten inanılmaz mutlu oluyorum. Çünkü sakin biri değilim. Aksine bazen öfke problemim olduğunu düşünüyorum. Ama bu insan, bu güzel kişi, bu birey benim sakin biri olduğumu düşünmüş. Bu dünyada benim kendim hakkında rahatsızlık duyduğum bir konuyu fark etmeyip tam aksini düşünen 1(bir) kişi bulunuyor. Bunun ne kadar muhteşem olduğunun farkında mısınız?
Belki de değilsiniz. Zaten sizden bahsetmeye gelmedim. Yine kendimi anlatıyorum.
Sanırım 7. sınıfa gidiyordum, kendimle ilgili bir şeyleri kesin olarak fark etmeye başladım. Ama öncelikle güzel olanları gördüm. Çünkü içinde bulunduğum ortamdaki insanlar beni kendilerinden üstün görmeye meyilliydiler. Sınıf birincisiydim, bulunduğum şehrin insanlarının dış görünüşlerinden tamamen farklı bir dış görünüşe sahiptim. İngilizcem çok iyiydi. Sır tutmasını bilirdim, korumasını da bilirdim. Çok överlerdi beni. Öğretmenlerin en sevdiği öğrenciydim bir de.
Gerçekten ne kadar... El üstünde tutulduğumu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Bu kadar yüceltildiğim bir ortamda kendimin iyi özelliklerini önce fark ediyor olmam garip değildi. Kendimi gerçekten çok beğendiğim bir dönem vardı. Ama o kadar kısa sürdü ki bu beğenme dönemi...
Ortalama biriyken aniden üst seviye biri olduğuma inanmıştım ve aynı hızla -hatta belki daha da hızlı bir şekilde- aksine inandım.
Güzel değildim bir kere. Sürekli etrafımda dolaşıp beni okulun en yakışıklı çocuklarına ayarlayacağını söyleyen bir kız vardı mesela. Onun abartmasıydı güzelliğim. Sade, basit biriydim. Dikkat çekmezdim insanlar dönüp bakmazdı.
Evet herkes sırlarını verirdi, ben de tutardım. Ama bunu gerçekten güvenilir biri olduğum için mi yapıyordum? Yoksa bana güvenmelerini sağlayıp arkamı sağlama mı alıyordum? Çünkü ben hiç kimseye hiçbir sırrımı vermezdim. En yakın arkadaşım bile beni iyi tanımazdı.
Sonra da aslında kimseyi sevmediğimi fark ettim, yalnızca beni sevdikleri ve el üstünde tuttukları için onlara iyi davranıyordum.
Ama kesinlikle onlara olan davranışlarım değişmedi, tüm bunları fark ettikten sonra yalnızca içime kapanmakla yetindim. Hala sırları tutan, saçma salak şakalara gülen, İngilizce dersinde herkese yardım eden Mavi'ydim.
Sonra daha da düştüm. Hakkımda söyledikleri iyi şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Düştüm, düştüm. Hiçbir şey bilmiyorlardı. "Hiçbir şeyi hak etmiyorum"dan "beni tanıyan kimse yok"a kadar düştüm.
Hatta daha da düştüm.
Toparlanmak zordu. Herhangi bir şeyden toparlanmak kolay değilken böyle bir şeyden toparlanmanın kolay olmasını beklemiyordum zaten. Kaldı ki toparlanmayı da beklemiyordum.
Eninde sonunda toparlanıyorsunuz.
Olan bitenleri böyle tek cümleyle geçiştirmek hem bana hem de yaşadıklarıma haksızlık. Ama asıl anlatmak istediğim bu değil.
Yıllar geçti arkadaşlar, ben pek çok kez düştüm ama hiç o zamanki kadar düşmezdim. Düşseydim şu an bunları okuyor olmazdınız da zaten.
O düşüşümden yıllar sonra kendim hakkında çok daha kötü şeyler biliyorum. O zamanki Mavi'den daha kötü olduğumun farkındayım. En azından düşüncelerimde.
Ama ben kimsenin kılına zarar vermiş biri değilim ve büyüdükçe, aslında düşündüğümden daha kötü biri olduğumu fark ettikçe aynı zaman da düşündüğümden daha iyi biri olduğumu da fark ettim.
Yani ne dünyanın en iyi insanıydım ne de en kötü insanı. Sadece insandım işte, normal biri. Belki düşünceleri biraz öfke dolu ama dışardan her insan kadar ortalama.
Kendime söylediğim önce kötü şey beni öylesine pişman etti ki size nasıl anlatsam bilemiyorum. Hala engel olmak istediğim ve kendi yüzüme vurduğum bazı şeyler var, ama kimin yok ki?
Kim oturup düşündüğünde kendisini tam anlamıyla sevebiliyor? Sevebiliyorsanız, gerçekten sizi takdir ediyorum ve umarım insanlara bunun ne kadar önemli olduğunu gösterir, öğretirsiniz.
Ama benim söylemek istediğim şey şu, ben bile kendimi tam anlamıyla sevemiyorum. Kim beni tamamen sevebilir ki? Cevap; hiç kimse!
Ama bunun farkına vardığımda aynı zamanda kimsenin beni sevmesine ihtiyacım olmadığı sonucuna da varıyorum. Çünkü kimse hayal ettiğim o büyük sevgiyle kalbimi ısıtamayacak. O halde neden ufak sevgilere ihtiyaç duyayım? Beni sevmenizi istemiyorum, buna inanmıyorum değil bu mesele. İnsanlar beni sevebilir bu çok doğal.
Demem o ki görüp görebileceğim hiçbir sevgi benim kendime olan sevgimden daha büyük olamaz. Kimse bana benden daha çok değer veremez ve ben bunun farkındayım.
Düşerken bilmiyordum bunu, düşmeyi hak ettiğimi düşünüyordum hatta.
Kimse düşmeyi hak etmiyor, kimse kendini ittirmeyi hak etmiyor.
Artık azıcık tökezlediğimde bile kendimi ne kadar sevdiğimi hatırlatıyorum kendime. Kendimin yanındayım, kimseye anlatamasam da kendime anlatıyorum. Her şeyiyle kendimi tanıyan bir ben varken başkasının gösterdiği bir sevgiye ihtiyacım yok. Kimsenin elini tutmaya ihtiyacım yok. Düştüğümde dizlerime tutunup ayağa kalkabilirim.
Bunları öğrendim ben.
Düşecek gibi olduğumda kendimden bahsetmeyi alışkanlık edindim, ama onu da başkasına değil kendime anlatıyorum. Çözüm bu çünkü.
Böyle tanıyorum kendimi ve böyle görüyorum ayakta durma sebebimi. Düşmeden durabileceğimi böyle anlıyorum.
Kendimi seviyorum çünkü.
Ağlarken içimden haykırıyorum. "Sen benim nasıl hayata tutunduğumu biliyor musun?" diye. "Sen benim nasıl hala nefes aldığımı biliyor musun? Ben şimşeklerin tepemde çaktığını görmüş insanım."
Benden kahramanı yok.
Senden kahramanı yok Mavi.
Ben kendimin kahramanıyım ve başka kimseyi alıp başımın tacı etmem, başkasının beni başının tacı etmesini de istemem artık. O devri çoktan geçtim.
Bu dünyada kimsenin yaşadığı hiçbir şey kolay değil, biliyorum. Ama benim yaşadıklarım da yenilir yutulur şeyler değildi. Ben onları sindirdim bile.
Kendinizi kötü hissettiğiniz anlarda bir üşüme gelir ya. Hani ağlarsınız, yüzünüz kıpkırmızı olur, yanaklarınız alev alev yanar ama kollarınız göğsünüz üşür ya. İşte ben öyle zamanlarda hırkamı giyip ne kadar güçlü olduğumu hatırlatırım kendime.
Dünyanın en güçlü insanı ben değilim, ama tanıdığım en güçlü insan benim.
Ve hiçbirinizin aksini iddia etmeye hakkı yok.
Mavi'nin en güzel tonu benim, diğerlerini göremiyorsunuz bile parlayışımdan. Tamam bu biraz utanç vericiydi ahahahaha.
Kıssadan hisse dostlar: Ben kendimi çok kötü hissediyordum. Geçmiş zaman eki kullandım, çünkü yazıyı yazdıktan sonra daha iyiyim. Kendimden bahsettim çünkü. Tek ihtiyacım olan biraz sevgi, biraz da cesaret.
Başka insanlar size böyle şeyler vermezler.
Siz kendinizi kollayın, başkaları kollamaz.
Sevin kendinizi ve kahraman olun kendiniz için.
Başkalarını yüceltmek ne sizi bir yere getirecek, ne de onlara iyi gelecek. İkisini de denedim, ikisinden de bir fayda görmedim.
Gerçi denemeden de bilemezsiniz. Zira şimdiki Mavi, geçmişteki Mavi'ye bunları anlatsaydı kavga ederlerdi.
Yine de denediğiniz şeyler arasında kendinizi sevmek mutlaka olmalı. Bana hak vereceğinize inanıyorum bir gün.
Ayrıca belki sizi, sizin kendinizi sevdiğiniz kadar sevemem ama ben de sizi seviyorum sakın unutmayın olur mu? Bu hepimiz için bir adım olsun ^^
Size çok duygusal bir şarkı bırakıp gidecektim, ama ne gerek var bu kadar sevginin arkasından değil mi? Alın size en mutlusundan kısacık bir şarkı.
Mavi geceler efendim.
Pek sevgili dostunuz, Mavi ~

13 Mayıs 2016 Cuma

Pick The Stars - Mavi'nin adaşının dizisi

Selam dostlar!
Nasılsınız? Ben kendimi gayet iyi hissediyorum.
Cruel City'den sonra toparlanmak için biraz ara vermek mecburiyetinde kaldım. Gerçekten çok yorgun düşmüştüm ve şimdi bile aklıma geldiğinde fena oluyorum.
Yeni bir atraksiyonlu diziye başlamadan önce basit, sakin bir aile dizisi izlemem gerektiğini düşündüm. Bu sektöre girdiğimde izlediğim YAB ya da BOF gibi saçma diziler yani. Açıkçası bulmak zor oldu, bu kadar zorlanacağımı tahmin etmemiştim. Mantıken bulmuş da sayılmam gerçi.
Bizim gelişimizden bu yana sektörün kalitesi arttığı gibi beklentilerimiz de artmış, tabii ki kafa patlatan olaylar da. Yaşlanmış hissetim.
Her neyse konumuz bu değil. Bulduğum dizinin ismi Pick The Stars'dı!
Afişlerinin diziyle alakası olmadığı için buraya dizinin setinden bir fotoğraf getirmeyi daha uygun buldum.
Haydi gelin diziden bahsedelim.
Ortada duran kızımızın ismi Jin Pal Gang. Dünyanın en özenti, tembel ve aptal kızlarından biri. Beş yıldır aşık olduğu bir avukat var ve kendisi sağ tarafta tek başına duran abimiz oluyor.
Bu abimizin adı da Won Kangha. Buz kalpli olarak bilinse de dünyanın en şapşal insanlarından biri, sadece bunu hissetmek için altı yedi bölüm kadar beklemeniz gerekiyor.
Kangha abimiz evine temizlikçi arıyor, Aynı şirkette çalışan ve hemen yan masada bu temizlikçi muhabbetine kulak misafiri olan Pal Gang ablamız da hemen atlıyor tabii. "Ben ek iş arıyordum ben temizlikçi olurum," diyor. Sırf onun evinde yaşayabilmek için.
Kangha tabii ki istemiyor, aynı şirketteyiz ben sana iş buyuramam falan diyor. Ama Kangha'nın kardeşi Junha diyor ki "Sen abimi seviyorsun bize iyi bakarsın, ben onu ikna ederim sen gel başla Pazartesi günü."
Pazartesi gününden bir gün önce Pal Gang'ın anne ve babası da tatil yapmaya karar veriyorlar. İkisi baş başa başka bir şehire gidiyorlar. Fakat şöyle bir sorun var: Bu ailenin Pal Gang'dan hariç 5 çocuğu daha var ve bu 5 çocuğun hepsi evlatlık.
Çocuklardan biri daha konuşamıyor, yürüyemiyor o kadar küçük. Ama Pal Gang evde kalıp çocuklara bakmak yerine ertesi gün sevdiği adama güzel gözükebilmek için kardeşlerinden birinin kumbarasından para çalıp kuaföre gidiyor perma yaptırmaya. En küçük çocuk hastalanıyor.
Ortalık baya bir karışıyor arkadaşlar. Saçını beğenmeyip bas bas bağıran Pal Gang, eve gelmezsen anneme söylerim diye bağıran bir küçük boyu, sürekli ağlayan en küçük çocuk ve "bazı şeyler" sebebiyle hızla eve dönmeye çalışan anne babaları...
Sonuç olarak Pal Gang'ın anne ve babası kendilerine tır çarpması sonucu vefat ediyor.
Pal Gang ablamız da beş küçük kardeşiyle birlikte ortada kalıyor. Evleri ellerinden gidiyor, kredi kartı borçları desen tepelerine kadar.
Cenaze işleriyle uğraşmaktan hizmetçiliğe de başlayamıyor Pal Gang.
Bu altı kardeşin isimleri büyükten küçüğe şöyle gidiyor: Kırmızı(Pal Gang), Turuncu, Sarı, Yeşil, MAVİ ve Lacivert. Onlara bu isimleriyle hitap edeceğim daha rahat edelim diye.
Pal Gang gökkuşağı kardeşleriyle ne bir pansiyon da kalabiliyor, ne de arkadaşlarının evine sığabiliyor. Saunalarda birkaç gün yatıp kalktıktan sonra yalvara yakara Junha'dan kendisini yeniden işe almasını istiyor.
Ama biliyor ki çocukları o kalpsiz Kangha'nın olduğu eve sokmak gibi bir şeyi teklif dahi etmemek gerekiyor. Çocukları kolilere dolduruyor, en büyükle en küçüğü dışarda bırakıyor. Siz gezin ben sizi herkes uyuyunca alırım diyor.
Velhasıl ciddi anlamda eve yerleşiyorlar.
Ama nasıl yerleşiyorlar?
Lacivert her ağladığında ağzını kapatmak zorundalar, çocuklar yemek yiyebilmek için gece olmasını beklemek zorunda, odadan dışarı adım bile atamıyorlar, tuvalet meselesi zaten başlı başına bir trajediydi. İşin kötüsü Mavi'nin (ben değil, küçük Mavi) uyurgezerlik gibi bir problemi vardı.
İlk yakalanan çocuk hangisiydi hatırlamıyorum ama çocuklarının hepsinin yakalanmasına Mavi'nin uyurgezerliği sebep oldu. Her gece uykusunda kalkıp tuvalete gidiyordu çünkü.
Yakalandıklarında Kangha abimiz onları evden atmak istedi ama bir aylık bir sözleşme yaparak ev bulana kadar kalmaya karar verdiler.
Evdeki durumlar gerçekten çok eğlenceliydi. Tam bir aile dizisiydi Pick The Stars. Çocukların hepsinin kendine göre özellikleri vardı. Turuncu ağır abiydi. Sarı safça ama kibar bir kızdı. Yeşil inanılmaz zeki ve elinden her iş gelen bir kızdı. Mavi'yse dünyanın en masum çocuğuydu.
Mavi babası ölmeden önce hep onun kucağında uyuyordu. Avukat Kangha'ya yakalandıktan sonra evdeki "baba" figürü olduğu için hep onun yatağına gidip ayak ucunda uyumaya başladı. Avukat abi başlarda Mavi'ye çok kızdı, hatta Turuncu abisine bunu döv gibisinden saçma sapan laflar ediyordu. Ama birkaç sabahtan sonra her uyandığında ayağının ucuyla yatağı kontrol etti.
Pal Gang Mavi'nin kontrolden çıktığını düşündüğü için Mavi'nin bacaklarını diğer çocukların bacağına bağladı bir gece. O gecenin sabahında avukat abi Mavi'yi ayak ucunda göremeyince çok üzüldü. Aradan birkaç gün geçince de çocukları bağlamamasını söyledi Pal Gang'a.
Ondan sonra da Mavi'nin geceleri geleceği saatte uyanıksa, Mavi geldiğinde yatması için yorganı kaldırıp üstünü örttü. Uyurken onunla sohbet etti, sırtını pat patladı. Yanında uyudu.
Bu diziyi delice sevmemin bir sebebi varsa o da Kangha ve Mavi arasındaki bu güzel ilişkidir. Eminim izlerseniz siz de çok seveceksiniz.
Elbette diğer çocukların da yetişkinlerle ilişkileri çok şekerdi. Sarı, avukatın kardeşi Junha abimizi çok severdi ve sürekli onun tarafını tutardı. Yeşil'se bu iki adamın yeğeni olan şapşal Taegyu'nun tarafını tutardı. Kız kardeşlerinin bu kadar fanatik olmasına kızan Turuncu abimiz de hiç çaktırmadı ama bence o da avukat abimizi seviyordu.
Lacivert zaten minik elleriyle herkese mavi boncuk dağıtıyordu ehehe.
Eğer diziyle ilgili birkaç eleştiri yapmam gerekirse... (ki gerekmediğine eminim ama içimde tutamayacağım) Gerçekten çok yanlış olan yerler vardı.
Mesela Pal Gang, kucağında Lacivert'le birlikte ön koltuğa oturdu ve emniyet kemeri takmadı. Biliyorum, bu  sadece dizi ama beni ilgilendirmez.
Gökkuşağı kardeşlerin birbirlerini dövmesi (özellikle Turuncu'nun Mavi'ye sık sık vurması) çok rahatsız edici bir durumdu. Kardeşler kavga eder, biliyorum. Benim de kardeşim var. Ama yetişkinlerin bu saldırganlık halini teşvik etmesi de senaristin hayvanlığından kaynaklanıyordu bence.
Bir de ilk bölümlerde Lacivert cidden çok ama çok ağladı arkadaşlar. Öyle ki bazen katlanamaz hale geldim. Umarım bu yalnızca ekrana yansıdığı kadardır ve o çocuk setteyken gösterildiği kadar bunalmamıştır.
Evet, biliyorum. Geçirdikleri o buhran halini aktarmak için gerçekten olması gereken bir şeydi ama yavrucağa yazık değil mi?
Her neyse şikayetimi de yaptığıma göre...
Dizide gerçekten bütün klişelerden vardı. Doğum sırrı, zengin erkek fakir kız, dünyanın en kötü ikinci kadın karakteri(ve en çirkini), aşk üçgeni, kötü kaynana, salak ve sakar kız... Hatta bir yerden sonra sıkmaya başlayan dizi müzikleri bile vardı!!
Yani demem o ki, eğer siz bu diziyi izlemediyseniz ve nostalji yapmak istiyorsanız izleyebilirsiniz dostlarım.
Lacivert'in ilk söylediği kelime neydi biliyor musunuz? "Yıldız"
Pal Gang ablası kucağında minik ellerini gökyüzüne uzatıp "yıydız" diyen Lacivert'e onun için o yıldızların hepsini toplayacağına dair söz verdi.
Ben de siz bu diziyi izleyip adaşımı çok sevin, yıldızları toplayıp toplamadıklarını öğrenin diye size bu yazıyı yazıyorum dostlarım.
Lütfen bu diziyi mavileyin. Pişman olursanız gelin beni bulun ahahaha.
Mavi günler efendim.
Dizinin hoş bir şarkısıyla veda ediyoruz.
mavinot: Playlist'i güncellemeyeli yıllar olmuş gibi değil mi? Bir dahaki yazıya kadar güncellenecektir.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Doğmamış çocuklarım için... - Korkak Mavi

Selam dostlar!
Size hiç öyle güzel şeyler anlatmaya gelmedim. Uzun zamandır aklımı kurcalayan ama biraz cesaretsizlikten, biraz da yazdıkça rahatsızlığımın büyüyeceğini bildiğimden olabildiğince geciktirdiğim bir konu bu.
Bazen fazla cesaretli olduğumu düşünüyorum, ama yalnızca korkaklar yaptıkları ufak şeylerin cesaret olduklarını düşünürler değil mi? Yani korkağın biriyim.
Yazının sonunda neden korktuğumu biraz anlarsınız belki, anlamazsanız da boş verin. Ben korkumu yenip yazıyorum sonuç olarak.
Ananemin bir komşusu var dostlar. Biz de komşu evin annesine komşuanne denir. Genelde komşuanne dediğiniz kişinin çocuklarıyla (ya da torunlarıyla akransanız torunlarıyla) yakın arkadaş olursunuz. Güzel yemekler pişince birbirlerinize gelip gidersiniz. Benim ananemle bu komşuanne çok yakın arkadaşlar. Doktora, çarşıya, hamama, tatile hep birlikte giden yedikleri, içtikleri, ördükleri ayrı gitmeyen insanlar bu ikisi.
Ben küçükken nadiren ananemde kaldığımda haliyle bu komşuanneyle de kalıyormuşum.
Bu kişi çocukları "sevme" tarzıyla meşhur. Biraz sert seviyor yani. Isırır, sıkıştırır, ağzından güzel bir söz çıkmaz çocuklara karşı. Ama oynar onlarla, sanki çocuklar yetişkinmiş ya da kendisi çocukmuş gibi inatlaşır, sinirlendirir. Dalga geçer hatta.
Ama yanlış anlamayın, ben şahsen kötü biri olduğunu düşünmüyorum. Sadece bu açıdan huyu gerçekten tüylerimi diken diken ediyor.
Ben küçükken beni kızdırırmış, hem de çok kızdırırmış. Evden kaçıp gidince de arkamdan gülermiş. Ben büyüdüm, komşuanneye karşı sıcak bir sevgi besleyemiyorum işte bu yüzden. Saygıda kusur etmem ama etrafında bulunmayı da pek tercih etmem ne yalan söyleyeyim.
Şimdi benim küçük kuzenime büyürken en çok etki eden insanlardan birisi o. Gerçekten hatırlamak istemiyorum, çok canım sıkılıyor düşününce. Ama anlatmalıyım. Komşuanne bir gün 3 yaşındaki kuzenimi fena sıkıştırdı. Herkesin ortasında sinirlendirmeye çalıştı çocuğu. Herkes oyun yapıyor diye düşünüyor; çünkü komşuanne bu, ezelden beri böyle sever çocukları. Ama benim kuzenim o gün her zaman yaptığı gibi sinirlenip küçük yumruklarını savurmadı. Benim kuzenimin morali bozuldu ve o küçük gururlu kalbi yüzünden bunu kimseye belli etmemeye çalışarak usulca geldi annesinin yanına. Kucağına çıktı. "Eve gidelim," dedi sakince.
Benim kuzenim çok yaramaz bir çocuk. Bildiğiniz bütün yaramaz tanımlarını unutun, bu çocuk daha fazlası. Mutlaka zarar verir, ama nasıl yaklaşacağınızı bilirseniz oyun oynarken çok eğlenirsiniz.
Bu yaramaz ve neşeli çocuğun omuzları düştü gözümün önünde.
Büyüttüğümü düşünürseniz anlarım. Yaşlı insanlar böyle diye düşünürseniz de anlarım. Sizi anlarım, ama lütfen siz de beni anlayın.
O gece eve dönerken arabada sesim titreyerek anneme gördüklerimi anlattım. Kuzenimin annesine söylemesini, çocuğu korumalarını istedim. Annem de tıpkı sizin düşünebileceğiniz gibi: "Komşuannen hep böyle bilmiyor musun?" dedi. "Ne var bunda? Oyun oynamış işte."
Ama hayır arkadaşlar. Oyun böyle oynanmazdı.
Sonra annemden yüz yüze baktığın, gerektiğinde çocuğunu bıraktığın insanlara "çocuğuma dokunma" diyemeyeceğini öğreten uzunca bir konuşma dinledim.
Kulaklarıma inanamasam da mantıklı geldi, gerçekten öyleydi.
Hep böyle olmuştu, yıllarca.
Annemin taktığı "çocuğu olmayan idealist anne" lakabına yaraşır bir şekilde böyle basit şeyleri göz ardı etmiştim. Gelenekleri yok saymıştım.
Ahahahahahahahahahaha.
Gelenekler. 
Çocukları üzen, omuzlarını düşüren, neşelerini alıp götüren ve onlara hiçbir şey katmayan gelenekler ve aile bağları?
Ben hep sülaleden uzakta yaşadım dostlar. Böyle kasıntı şeylere maruz kalmadım. Yalnız büyüdüm belki ama şükrediyorum hep böyle şeylerin içinde büyümediğim için. O yüzden bencilliğimi ve nankörlüğümü mazur görün ama çocuklarım olduğu zaman onları gerçekten fanusun içinde büyütmek istiyorum.
Özellikle o çocuğun, hayır bebeğin o yüz ifadesini gördükten sonra buna kesinkes emin oldum.
Asıl korkuncu ne biliyor musunuz? Böyle bir şeyin içinde büyüyen çocuklar, bunların normal olduğunu düşünüyorlar. Kendi çocukları olduğunda onlara da böyle davranıyorlar.
Bu komşuannenin oğlunun çok korkuttuğu bir çocuğu gördüm geçen gün. Onu gördüğü yerde en yakın insanın kollarına koşup saklanıyor, korunmak istiyor. Çünkü canını yakıyor onun, yanaklarını ısırıyor. Bağırıp korkutuyor. Küçük kollarını sıkıyor. Bunlar oyun değil.
Bunlar oyun olamaz.
Ben çocukların yüzünde böyle korkular görmek istemiyorum. Koca koca insanlar bıdınnacık bebelerin canını yaksın istemiyorum.
Böyle oyun olmaz.
Bir gün anne olursam ve çocuğum böyle insanlara denk gelirse ne yaparım bilmiyorum. Daha düşünürken bile gözyaşlarım sel oluyorsa, o zaman ne yapacağım? Ben de tanıdığım tüm anneler gibi yüz yüze bakıyoruz diye sesimi çıkarmadan oturacak mıyım?
Yapamam ki ben...
Peki olur da bunların farkında olmazsam? Ya çocuğum ben farkında olmadan ağlarsa bir köşede?
Çok korkuyorum dostlar.
Doğmamış çocuklarım için ölesiye korkuyorum.
Bunun ufacık bir şey olduğunu düşünüyorsanız o halde sizin için üzgünüm. Umarım zor yoldan anlamak zorunda kalmazsınız.
Lütfen, lütfen... Lütfen...
Eğer sizin de etrafınızda böyle yapan yetişkinler varsa ne olursunuz, yalvarırım mani olun. Eğer size böyle öğretildiyse yalvarırım yapmayın. Çocuklarınıza böyle öğretmeyin yalvarırım.
Biz bilen insanlar olalım.
Ben komşuanneyle çok az vakit geçirdim çocukken. Yaptıklarını anımsamıyorum bile, ama içimde ne kaldıysa yanına yaklaşmak istemiyorum.
Nasılsa çocuk demeyin. Siz hatırladığınız hayatınızda etkilendiklerinizden daha çok etkileniyorsunuz, hatırlamadığınız hayatınızda olan şeylerden.
Tek duam böyle insanlarla karşılaşmamak.
Dur diyebilmek.
Benim etrafımda dur diyebilen insan yok.
Dur dense dinleyen insansa hiç yok.
O yüzden çıktığım kabuğa benzerim diye çok korkuyorum.
Rabbim kimseye muhtaç etmesin.
Ne olur akıllı olmayı öğretin çocuklarınıza, cesur olmayı ve karşı koymayı. Yine de unutmayın ki onlar çocuk. Asıl cesur olması gereken sizsiniz.
Çocuklarınıza sahip çıkın.
Biz yapmazsak, kimse yapmayacak.
Mavi düşünceler dilerim.
Şimdi ben cesaret etmiş mi oldum?