Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

4 Eylül 2017 Pazartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #14

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Jaehwan kahvaltısını ederken bir anda donup kalan, ağzındaki lokmayı güçlükle yuttuktan sonra “Gerçekti,” diye fısıldayan kardeşine şaşkınlıkla bakıyordu. Uyanır uyanmaz neşeli bir şekilde ona rüyasını anlatmaya başlayan bu soluk yüzlü çocuk, anlatmayı bitirir bitirmez kendine gelmişti. Şimdi olduğundan daha soluktu, dudakları bile beyaz gibiydi. Gözleri boşlukta takılı kalmış, nefesi gidip geliyordu.
Abi iç çekti. Rüya diye anlattığı şeyin gerçek olduğunu daha başından anlamıştı zaten. Kaşığını kaldırıp kendine gelsin diye delikanlının yanağına sert sert vurdu.
“Kalk git yüzüne bir su çarp. Sabah sabah bayılıp kalacaksın başıma şimdi.”
Taekwoon elini ağzına götürdü, gözlerini kocaman açmıştı. “Ne yaptım ben?”
“Bok yemişsin, kardeş.”
“Abi… Ne yapacağım?”
“Yediğini sıçarsın olur biter. Bir kere adıyla seslendiysen bir daha hanım dememen lazım. Kırlarda falan koşalım demişsin, artık bir şeyler ayarlayacaksın. Yapacak bir şey yok bu saatten sonra.”
“Delirdim ben. Yok, vallahi delirdim.” Kafasını hızla öne bıraktı, alnı çarpınca sofranın üstündeki şeyler zıpladı. Tabii abisi de…
“Hay dilimi eşek arısı soksaydı da konuşamasaydım. Ay benim dilimi kessinler, dilimi.”
“Ben keserim şimdi senin dilini.”
Başını kaldırdı, gözlerinde heyecanla karışık bir korku vardı. “Abi! Anlamıyor musun? Kafamızı çevirip görmezden gelelim deyince ona o kadar kızdım, lakin bu laflarımdan sonra kafasını çevirmesi gereken benim. Yüzüne nasıl bakarım? Bunca şeyin arasında… Söylediklerimin arkasında nasıl durabilirim? Ben seninle bir saat göle gidelim diye Âlim Efendi’den izin almak zorundayım. Onu nasıl kırlara götüreceğim?”
“Şakasına söylemiştim.”
“Ben samimiydim.”
Jaehwan gözlerini devirdi. “Delirmişsin evet. Hayır, o değil de… Sen o saatte görevde değil miydin?”
Neye uğradığını şaşırdı delikanlı. Telaşla ayağa kalkamaya çalışırken dizleri sofraya çarptı. Abisi son anda kollarını koymasa, her şey onun üzerine devrilecekti.
“Doğru, nöbet tutuyordum. Ben Vekil Efendi’nin evinde… Nöbet tutuyordum. O da öyle dedi zaten… Nasıl oluyorsa hep o evin önünde karşılaşıyoruz diye sordu. Yolumu değiştireceğim dedi.” Yine asıl konuyu unutup hayale dalmıştı. Sesinde kırgınlık hissediliyordu.
“Dişli hatun mübarek… İyi yetiştirmiş anası. Sahi adı neydi bu hanı-”
“Taekwoon, Jaehwan!” Hanın bahçesinde bir birlik muhafızı, bir de saray muhafızı duruyordu. Veliaht Prens ve Âlim Cha görevlileri böyle eşleştirerek tabandan gelen bir güven oluşturmayı amaçlıyordu.
Jaehwan da Taekwoon’la birlikte ayağa kalktı, birlikte toprağa indiler. Bir terslik olduğu açıkça belliydi.
“Karargaha gideceksiniz, çabuk hazırlanın. Taekwoon sen norigeni boynuna asacaksın.”
Abisi delikanlının kolunu tutuverdi. Korumak istercesine ardına çekti. Birliğin simgesi olan norigeyi boyna asmak demek, ceza almak demekti.
“Önce ne olduğunu söyleyin! Onun Âlim Efendi’nin yakın koruması olduğunu bilmez misiniz?”
Saray muhafızı güldü: “Yakın korumalar güya disiplinli olurlar.”
Taekwoon kendini savunmak adına öne atılmaya çalıştı. Jaehwan onu tuttu. “Ne demeye getiriyorsunuz!”
Diğerinden daha gergin olan birlik muhafızı araya girdi: “Dün öğleden sonra nöbet yerini terk edip geri dönmediğin, geri dönmeyişinle ilgili herhangi bir rapor sunmadığın için cezalısın. Birlik komutanı ve Âlim Efendi tarafından sorgulanacaksın.”
Abi öfkeleniyordu. “Ne sorgulanması! Bu sorgulanmayı gerektirecek kadar önemli bir mesele değil ki…”
“Dün yerinde değilken… Bir şeyler… Bir sorun çıkmış işte. Açıklayacak zamanımız yok, gidince öğrenirsiniz. Acele edin.”
Jaehwan kardeşinin elini tutup odaya soktu. Elleri titrediği için, ceketini bağlamasına yardım etti. Norigesini boynuna geçirmeden önce saçlarını tarayıp topladı. Sonra kendisi giyindi.
“Korkma kardeşim,” dedi kendinde olmadığı belli olan Taekwoon’a. “Âlim Efendi seni ne kadar sever biliyorsun. Hem… Daha gidecek yolumuz uzun. Senin gibi bir hizmetkârı kaybetmek işlerine gelmez.”
“Cahilliğime gülmeden söyle,” diye onu durdurdu delikanlı. “Bu sorgulanma nasıl olacak? Saraydaki gibi… Beni… Bağlamazlar değil mi? O kadar kötü bir şey olmuş mudur ki? Ne kadar büyük bir hata yaptım acaba? Abi dün gece birlikten en son sen ayrılmamış mıydın? Hiç mi bir şey duymadın?”
“Gece her şey yolundaydı. Sabah anlamış olmalılar. Ne kadar büyük olduğunu bilemeyeceğim. Lakin biliyorum ki, hatan ne kadar büyük olursa olsun herkes sana güveniyor. Göstermelik olsun diye yapıyorlar bunu. Hem bağlamayacaklar seni, korkmadan üzgün olduğunu söyle yeter.”
Dışarıdaki muhafızlardan biri bağırdı. “Öğlene kadar duracak mısınız orada?! Acele edin dedik!”
***
Taekwoon öğretmen olarak girip çıktığı karargâha şimdi abisinin ardına saklanmış küçük bir çocuk gibi girdiğini fark etti. Mide bulandırıcıydı, utanç vericiydi.
Abisini girişte bırakmışlar, kendisini karargâh boyunca yürütüp arka kapıdan çıkarmışlardı. Komutan ve Âlim Cha orada ayakta bekliyorlardı. Delikanlı dizlerinin üstüne çöktü. Ağlayıp da daha fazla küçük düşmemek için dişlerini sıktı.
Omzuna vurdu komutan, diziyle. Taekwoon sarsıldı, ama düşmedi. Başı ağrımaya başlamıştı.
“Neredeydin lan sen?”
Neredeydi? Yalan mı söylemeliydi? Yolda gelirken bahane de düşünememişti ki… Ne yapmak daha doğru olurdu?
“Özür dilerim.”
Komutan ikinci bir tekmeye hazırlanıyordu, Âlim Efendi’nin tatlı sesi araya girdi. Hiç sinirli gibi değildi. “Taekwooncum, kafanı kaldır evladım.”
Delikanlı efendisinin yüzünü görüp rahatlamak için adeta sabırsızca baktı yukarı. Cha Hakyeon gülümsüyordu. Öfkeli değil, yorgundu yalnızca.
“Bağışlayın beyim,” dedi Taekwoon sessizce. “Çocukluk ettim.”
“Dün akşam Vekil Efendi’nin evine önemli bir konuk gelmiş. Gelecekteki planlarımızı tehlikeye düşürecek birini de getirmiş yanında.”
Tam da kendisi gittiği zaman olurdu böyle şeyler zaten. Orada beklediği sıkıcı günlerde neden bir şey olmamıştı? Hem birkaç saat geç öğrenmeleri neden bu kadar panik yaratmıştı? Sadece bir konuk gelmişti işte…
“Artık daha hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Bu konuk geldiği saatlerde seni handa da bulamadık, karargâhta da değildin. Ben sana güveniyorum güvenmesine, lakin birliğin muallakta kalmasını da anlıyorum. Senin oradan ayrılışınla o konuğun gelmesi nasıl denk düşmüş olabilir, talihsiz yavrum. Bize yalnızca o saatlerde ne yaptığını anlatmanı istiyorum.”
Anlatınca her şey bitecekmiş gibi konuşması komikti. Sanki dayak yemeden salacaklardı onu.
“Öğleden sonra,” diye başladı delikanlı. “Ağacın üstünde oturuyordum. Adamın biri… Haydutlardan kaçıyordu. Ben de yardım-”
“Dur dur. Adamın biri haydutlardan mı kaçıyordu? Gündüz gözüyle haydutlar ne arasın şehirde?”
“Ben… Ben de bilmiyorum komutan beyim. O adam… Kaçıyordu yalnızca. Yapmamam gerekiyordu… Lakin günlerdir Vekil Efendi’nin evinde ses seda olmadığı için… Ben… Kendime hâkim olamadım. Onu alıp kaçırdım… Sonra da… Hana döndüm.”
Âlim Efendi sessizdi. Gülümsemesi silinmişti.
Komutan yeniden tekme attı. “Aptal çocuk! Böyle saçma sapan bir iş için görev yerini nasıl terk edersin!”
“Özür dilerim beyim. Bağışlayın, ne olur.” Delikanlı efendisinin sessizliğinin korkusu içinde başını yeniden eğmişti.
“Üç gün ev hapsi,” dedi Âlim Cha aniden. “Başına nöbetçi dikmenize gerek yok. Kaçmaz.” Arkasını dönüp ağır ağır uzaklaşmaya başladı.
Birlik komutanı şaşkınlıkla bir delikanlıya bir de giden efendiye baktı. “Nasıl olur? Bu çocuğun yalan söylemediğini nereden bileceğiz? Biraz daha araştırmamız gerekmiyor mu?”
“Ben biliyorum. Bu kadarı kâfi değil mi?”
***
İlk gün can sıkıcı ve yapayalnız geçmişti.
Öğlene kadar odasında uzanmış, yaptığı aptallığı düşünerek uzun uzun iç geçirmiş, uyumaya çalışmış lakin başarılı olamamıştı. Öğleden sonra hana gelen giden artınca kalkıp hancı kadına yardım etmiş; kazan karıştırmış, koca tepsileri ve ağır testileri taşımış, insanlara yemek götürmüştü. Hancı kadının ona verdiği kirli önlüğün uzun boyuna pek yakıştığını söylemesi dışında onu gülümsetebilen pek bir şey olmamıştı.
Akşam vakit ilerledikçe kafaları çekip kör kütük sarhoş olan iki adam gecenin sonunda kavga edince hepten morali bozuldu. Handa çok tehlikeli bir durum olmadıkça kılıç kullanması yasaktı, bu yüzden adamların ödemeyi eksiksiz yapıp handan uzaklaşmasını sağlamak için kullanabildiği tek şey diliydi.
Yorulmuştu.
Hancı kadına imrendi, bir yaşlı kadın kadar güçlü olamadığı için üzüldü.
Yattığı yerde yan dönüp arka kapıyı açtı. Artık sonbahar yaklaşıyordu, hava serinlemişti. Hafif bir rüzgâr odaya doğru esti, yanaklarını okşadı.
Hiçbir işe yaramıyordu. Çalışırken, bir işe yaramak isterken de beceremiyordu. Sonunda onu böyle kapatmışlardı işte.
Gözleri doldu. Babası aklına geldi. Küçükken arkadaşlarının babaları ağlayınca kızardı. Onunki ağlamayınca, içinde tutunca azarlardı onu. Bu sefer kızamazdı, yanında değildi sonuçta. İstediği kadar tutabilirdi içinde.
Hem bugün handa kalması iyi olmuştu, hancı kadına yardım etmişti işte fena mıydı? Bir güncük de olsa biraz dinlenebilmesini sağlamıştı. Yarın, öbür gün de yardım ederdi. Evet, bütün gün kimsenin gelip gitmediği bir evin önünde nöbet tutmaktan daha iyiydi. Hem buradayken Doyeon Hanım’la da karşılaşamazdı. Yani Doyeon’la…
Gözlerinden kurtulan yaşlar usul usul damladı yere. Bunu da becerememişti.
Dışarıda sessiz bir yağmur başladı. Masallardaki prensesler gibi hissetti. Onlar ağlayınca gök de ağlardı, annesi böyle anlatmıştı ablalarına. Keşke kendisi de bir kız çocuğu olsaydı.
Acaba bugün birlikte ne yapmışlardı? O gelen konuğun nasıl bir soruna yol açtığını bile tam olarak bilmiyordu. Yine üstünden üstünden anlatıp geçiştirmişlerdi onu. Kendisi de bilmek isterdi, yapabileceği bir şey var mı sormak isterdi.
“Üç gün ev hapsi!” Efendisinin sesi hala kulaklarında yankılanıyordu. Dayak yememişti, lakin dayak yeseydi daha mı iyi olurdu diye düşünmeden edemiyordu. Hiç değilse eğitimlere devam edebilseydi…
Gözü aya takıldı. Sanki onun böyle bebek gibi ağlayışını izleyip “Hak ettin!” diyordu. Hak ettiğini biliyordu Taekwoon. Yine de rahatsız oldu.
Duvara doğru dönerken Jaehwan girdi odaya. Sırılsıklam olmuştu. Öylece durup gözyaşlarını aceleyle silmeye çalışan kardeşine baktı bir süre. Sonra onu utandırmamak için arkasını dönüp üstünü silkelemeye başladı. Saçlarını çözüp kılıcını ayağının dibine bıraktı.
“Hoş geldin abi,” dedi delikanlı doğrulup otururken.
“Neden uyumadın daha?” Jaehwan ona dönmeden önce biraz daha oyalanmış, üstünü kapıda çıkarıp kenara koymuş içliğiyle gelip oturmuştu.
“Handa çalıştım, ama birlikte koşturmak kadar zorlamadı beni. Uyuyamadım o yüzden.”
“Anladım.”
Tuhaf bir sessizlik odayı doldurdu. Jaehwan’ın gözü Taekwoon’un omzunun üstünden bir yere takılmıştı.
Uykusunda konuşur gibi “Kapıyı kapat,” dedi.
Delikanlı anlamadı. “Ne?”
Abisi dalmış bakışlarını toparladı. “Kapıyı kapat dedim. Hava soğudu iyice.”
“Ah, evet. Sen bir de ıslaksın, üşüteceksin.” Kapıya uzanırken sanki umurunda değilmiş gibi sordu. “Birlikte işler nasıl? Benim yüzümden çok mu karıştı her şey?”
“Yok be. Zaten her şey hazırdı. Vekil Efendi hiçbir şey bilmiyor ki en fazla ne kadar karıştırabilir ortalığı? Sadece biraz hızlanmak, önlem almak gerekti o kadar.”
“Neyle ilgili peki?”
“Veliaht Prens’in izdivacıyla ilgili…”
“Ne? Bu kadar mühim bir meseleyi zora mı soktum yani?”
“Hayır. Sen zora sokmadın. Sen orada olsaydın da o adam o eve gelecekti. Senin bir şeyi durdurmaya gücün yetmezdi. Böyle zamanlarda efendilerin öfkelerini başkalarından çıkarmak istediklerini bilmez misin?”
Kimse Taekwoon’dan öfkesini çıkarmaya kalkışmamıştı. Âlim Efendi ona haber yüzünden değil, emrinden çıktığı için kızmıştı yalnızca. Bunu da onu kendisinden uzak tutarak ödetiyordu işte.
“Haklısın galiba.”
“Bu konuda kendini suçlayıp durma. Âlim Efendi bu konuda kendisine göre planlar yapmıştı zaten. Ama daha sırası gelmemişti. Vekil Efendi de kendi kızını rütbesi düşürülmüş bir adamın oğluna vermek zorunda kalınca gücü başka yerde aramak zorunda kaldı. Karısının tarafından bir genç kızı önerecekmiş Kral’a. İşin kötüsü kızın ailesi sadece Vekil Efendi’yle değil sarayla ilgili bir sürü insanla bağlantılı. Anlayacağın güçlü bir rakip geldi karşımıza.”
“Âlim Efendi kimi önerecek, biliyor musun?”
“Kızlarından birini önerir herhalde. Küçüğü biraz uçarı olsa da büyüğü oturmasını kalkmasını biliyor. Tam prenses olacak kız vallahi.”
“İyice sağlamlaştıracak yerini yani.”
“Evet, mecburen. Şimdi Âlim Cha, Vekil Efendi’nin öneriyi ne zaman yapacağını öğrenmeye çalışıyor. Bir de kendi tarafını hazırlıyor. Öyle ahım şahım bir telaş yok.”
“Rahatladım.”
Jaehwan gülümseyip Taekwoon’un omzuna vurdu.
“Sen de bu üç günü tatil olarak düşün. Şiir miir yaz ne bileyim, kitap getireyim mi sana?”
“Kalsın Jaehwan Beyim,” diye güldü delikanlı. “Yemek yedin mi? Yemediysen bir şeyler hazırlayayım.”
“Ooo Küçük Bey’imiz bir gün handa çalıştı diye hemen aşçı sanmaya başlamış kendini.”
“Aman abi sen de…”
“Gerek yok, ben Wonsiklerde yedim yemeğimi.”
“Abi? Wonsikler mi?”
“Evet.”
“Wonsikler? Âlim Wonsik’in evi değil de Wonsikler? Baya yakınsınız herhalde artık.”
Jaehwan utanır gibi oldu. Başını çevirdi. Sinirleniyormuş gibi yapıp çenesini kaldırdı. “Ne var öyleyse? Ne olmuş yakınsak?”
“Bir şey mi dedik yahu?”
“Abi abi diye peşimde dolaşıp duruyor.”
“O zaman sen de Wonsikcim mi diyorsun yani?”
Kaşlarını çatıp “Hayır be!” diye bağırdı. “Nasıl cüret edeyim?”
“Cüret etsen diyeceksin yani?”
İç çekti. “Evet. Diyeceğim. Ben de şu dilimi tutan sınırı kesip atmak istiyorum. Arkadaş olmak istiyorum. Ne var bunda?”
Taekwoon omuz silkti. “Bir şey yok tabii. Bu konuda ne düşündüğümü sen de biliyorsun. Aynı kafadayız.”
İkinci gün delikanlı hep Jaehwan ve Wonsik’i düşündü. İşlerin bir şekilde yolunda gitmeyeceğine olan saçma inancını bir kenara atmayı, sırf onlar için başarılı olacaklarına kendini ikna etmeyi denedi. Lakin bunu yalnızca Doyeon’la ilgili çocukça hayaller kurarken başarabiliyordu.
İşlerin kötüye gideceğine dair en ufak bir işaret yoktu, bugüne kadar yaptıkları her şeyde kusursuz bir şekilde başarılı olmuşlardı. Yine de bu tarafından bakabilmek zordu. Sanırım umut etmenin ağırlığını taşımak, korkuyla sonu beklemekten daha zordu. Bu sefer kolaya kaçıyordu Taekwoon.
Birlikteki diğer insanlar nasıl düşünüyordu bilmiyordu. Kimse konuşmuyordu ki onunla… Başarılı olmalarına ne kadar vardı, başarılı olacaklar mıydı? Gerçi birisiyle konuşsa bile öyle düşünseler bile başarısız olacağız diyemezdi kimse. Âlim Efendi böyle düşünen insanları birlikte barındırmak ister miydi ki? Kendisi hariç…
Bazen kendisini kötü tarafından bakıp önceden önlem alabilmek için dinlediğini düşünüyordu efendisinin. Dinlemesine bile gerek yoktu, yüzüne şöyle bir baksa umutsuzluğu görebiliyordu. Her şey tozpembe gözükmesin diye biraz siyah bulaştıran Taekwoon’du resme. Birliğin felaket tellalı…
Abisi akşamüstü gelmişti hana. Delikanlı yemek taşıyordu, Jaehwan da arkadan yaklaşıp korkutuvermişti onu.
Hancı kadının öfkeli denetimi altında Taekwoon’un düşürüp kırdığı çanakları, testiyi, çubukları toplamış; yemeklerin döküldüğü yere arka bahçeden getirdikleri toprağı atıp kapatmışlardı.
Jaehwan sürekli gülüyordu, delikanlının gülecek hali yoktu. Kırdıklarının parasını ödemek istediklerinde kadın, Taekwoon’un iki gündür burada çalışarak yeterince ödeme yaptığını söylemişti. Bir dahakine dikkatli olsa ona yeterdi.
Akşam yemeklerini alıp odaya geçmişlerdi.
“Neden erken geldin?” diye sormuştu delikanlı.
“Yarın saraya uzak bir ülkeden çok önemli bir konuk gelecekmiş. Biraz beklenmedik bir durum olduğundan Veliaht Prens’in en yapılacağı kararlaştırılacak bu gece. Ben de sarayda sabahlayacağım.”
“Nasıl bir konuk? Hangi ülkeden geliyor? Ming’den de mi uzak?”
“Ne dedilerdi adına? Os… Osmanlı? Öyle bir şey… Dünyanın öbür ucuymuş, adam senelerdir yolculuk ediyormuş.”
“Sahi mi?”
“Sahi ya, kendi kulaklarımla duydum. Vekil Efendi bu konuk yüzünden izdivaç teklifini ertelemek zorunda kaldı, birlik de rahat bir nefes aldı.”
“Of çok şükür…”
“Âlim Cha konuğu tanıdığını söylüyor bir de. O yüzden o buradayken izdivaç teklif edecekmiş.”
“Nasıl tanıyor? Nereden tanıyabilir ki?”
“Bu konuk daha el kadar bebeyken kervanla Ming’e gelmiş. Âlim Efendi de o sırada elçinin yanında Ming’deymiş. Şimdi Joseon’a geleceğini duyunca etekleri zil çaldı. Gökler gönderdi onu bana, deyip duruyordu.”
Taekwoon sessizleşti. Belki de başarılı olmak o kadar imkânsız değildi. Dünyanın öbür ucundan yardıma koşanlar bile vardı.
“Peki, hazırlıkları tamamladı mı?”
“Tamamladım diyor, ama ben de ayrıntılarıyla bilmiyorum. Yarın erkenden gelip öğlene kadar uyuyacağım. Öğleden sonra seninle birlikte çıkarız.”
“Benim yarın akşama kadar cezam var.”
“Uslu uslu handa oturduğun için çıkmana izin verdiler merak etme.”
“Cidden mi? Yaşasın be! Sıkıntıdan patlayacaktım artık.”
Jaehwan güldü. “Sessiz ol, hancı teyze duyarsa üzülecek.”
Abisi gittikten sonra daha bir canla başla çalışmıştı Taekwoon. Cezasının yarım gün de olsa erkenden bittiğini öğrenmek günlerdir ilk kez yüzünü güldürmüştü.
Yarın efendisinin peşinden yürüyebilecek, oradan oraya koşturabilecek, işe yarayabilecekti. Çok sıkılmıştı. Sadece cezalı olmanın verdiği tuhaf bir bozukluk da vardı üstünde, o da yok olacaktı.
O gece Jaehwan’ı beklemeden yattığı gibi uyuyakaldı. Rahatlamıştı; rüyasında Âlim Efendi’yle dağlara tırmandığını, kayalara oturmuş manzarayı izlerken pirinç topu yediklerini gördü. Sonra birden başına bir taş çarptı. Elini götürüp yoklamaya kalmadan bir taş daha geldi, bir tane daha. Tam arkasını dönüp kimin attığına bakıyordu ki uyanıverdi.
Rüyasındaki taşları birisi arka kapısına atıyordu. Güneş henüz doğmuştu, abisi çoktan yanında uyuyakalmıştı. Yanındaki kılıcı alıp onun üstünden atladı ve savunma pozisyonu alarak kapıya yaklaştı.
Dinledi. En ufak bir ses yoktu. Belki de rüyasının yankısıydı bu duyduğu.
Bir taş daha.
Hayır, gerçekti işte. Kapıyı biraz aralayıp alacakaranlıkta zor seçilen ağaçlara doğru baktı. Orada bir gölge gördü. Kendisinin kapıyı açtığını fark etmediğini sanmıştı, lakin görüldüğünü anlar anlamaz gölge kapıya doğru ilerlemeye başladı.
Önce yeşil eteğini seçti Taekwoon, sonra beyaz kelebekli ceketini. İplerini gelişi güzel bağladığı kırmızı pelerini omuzlarında duruyordu. Yüzünde bıkkın bir ifade vardı.
Delikanlı daha ne olduğunu anlamadan uzanıp kapıyı tek hamlede sonuna kadar aralamış, delikanlının eline yapışıp onu dışarı çekmişti. Taekwoon yalpalayarak sundurmaya inince gölge ön kapıdan aldığı ayakkabıları onun ayaklarının dibine bırakmıştı. Elini hala sımsıkı tutarken giymesini bekledi.
İçliğiyle dışarı çıkmaktan biraz utansa da delikanlı istenileni yaptı ve kendisini çekiştirip duran elin sahibini takip etti.
Birlikte arka bahçenin derinine, kerpiç duvara kadar gittiler.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Taekwoon en sonunda dayanamayıp. Cevap gelmedi. “Doyeon…”
“Bana öyle seslenmemenizi söylemiştim size.”


mavinot: Lütfen yorum yapmayı unutmayın! Teşekkür ederiim!