Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Aralık 2018 Pazartesi

her şey çok mavi olacak

selam dostlar.
nasıldı 2018?
benimki güzeldi, hem de çok. ama aynı zamanda çok acıydı da. şu an bunu kendimi çok mutsuz hissettiğim bir anda yazmak bir hata olabilir ama mutluyken size gerçek hislerimi açamıyormuşum gibi hissediyorum çoğu zaman.
o yüzden dinleyin.
gelecek sene için bir sürü planım ve umudum var. o kadar çok umudum var ki planını kurduğum şeyler doğal olarak gerçekleşecekmiş gibi hissetme hatasına düştüğüm bile oluyor bazen.
hepsini gerçekleştiremesem de hepsini gerçekleştirmişçesine mutlu olacağıma dair kendime söz veriyorum. çünkü 2018 bana plan yapmayı ve hayallerime hedeflerim demeyi öğretti. böyle büyük hedefler koyup onlara ulaşabileceğimi hissetmek bile hayatımda belli bir sınırı aştığımı, kendimi biraz da olsa yenebildiğimi gösteriyor bana.
ben iyiyim. 
evet biraz kalbim kırık ama kırılmasa orda olduğunu bilebilir miydim? iyileşeceğini de biliyorum. çok şeyden iyileştim ben. hem bedenim hem de ruhum, hep çıktı o Allah'ın belası çukurlardan. hiçbir şey duramaz önümde, biliyorum.
2019 çok güzel bir sene olacak. bunu büyülü ve hayatımı değiştirecek bir senenin beklentisiyle söylemiyorum, öylesi hiç gerçekçi değil. ben 2019'da yeterince acı çekip yeterince mutlu olacağımı biliyorum. çünkü seçimler yapmam gerektiğini ve kendi özgür irademle istediğim acıları ve mutlulukları seçeceğimi de biliyorum. seçtiğim mutluluklar acıları getirse de sorun değil. çünkü yolumu biliyorum.
ve ben 2019'un son gününde yine şimdi olduğu gibi ağlayarak 2020 üzerine bir yazı yazacak olsam dahi iyi olacağım. korkmuyorum. heyecanlıyım, hem de çok.
elimden gelenin en iyisini yapacağımı biliyorum. kurtulacağımı biliyorum, pek çok şeyden.
söylüyorum size her şey çok güzel olacak.
2019'u şimdiden çok seviyorum. 2018 o kadar sevmemişim herhalde. halbuki bu sene o kadar çok hayalimi gerçekleştirdim ki... nankörlük etmemeliyim.
2018 çok çok güzel bir seneydi. ağzımda acı bir tat bırakarak bitti belki ama ne fark eder? öyle delicesine mutlu olduktan sonra ne önemi var?
her şey çok güzel olacak, bekleyin ve görün. öylesine söylemiyorum bunu.
duydunuz mu beni? kendim için de söylemiyorum.
her şey çok güzel olacak. hepimiz için.
sizin için de hayaletlerim.
her zaman mutlu olmayacağız ama daha çok mutlu olacağız bu sene. göstereceğim size.
hepinizi çok seviyorum.
mavi kalın hayaletlerim. mavi yıllar!

10 Aralık 2018 Pazartesi

birkaç avuntu ve umut

selam dostlar.
nasılsınız?
bugün geçen sene yazdığım "hedefler"de "daha fazla günlük ve blog yazmak" maddesini görünce içimde minik bir burukluk oluştu, ama ondan ziyade gülesim geldi. yapmayacağımı bile bile onu oraya yazmış olmak hiç bana göre değil, ama sanırım kendimi avutmaya ihtiyacım varmış.
şimdi bu sene yeni hedefler yazmadan önce, bu sene kendimi avutmamam ve geçen sene neden kendimi avuttuğumu anlayabilmem için bir şeyler konuşacağız.
öncelikle geçen sene mart ayından temmuz ayına kadar berlin'de olduğumu bilmeyeniniz yoktur artık diye düşünüyorum. sanırım yerine getirilmeyen bu hedef ve diğer pek çoğunu oradaki hayatımında buradaki gibi olacağını düşünerek yazmışım. bilmediğiniz bir şeyi bildiğiniz bir şeyle açıklama fikri çok anlamsız değil, ama ortaya çıkan sonuç kesinlikle yetersizdi.
oradaki ilk aylarımda aşırı depresif, sonraki aylarımda da çok meşgul ve gezici olduğumla ilgili fazlasıyla konuştum; bir kere daha anlatmayacağım. (gezici olduğumla ilgili şeylerden bahsetmemiş olabilirim, belki gelecekte...) 
oraya gitmeden önceki ilk iki ayımda da kendi çok kişisel meselelerimle meşguldüm. aslında fiziksel bir meşguliyet gerektirmiyordu bu durum, ama kesinlikle aklımın tamamını dolduruyor ve beni gece gündüz süren bir zihinsel felcin kollarına bırakıyordu. üstüne nekahat dönemindeydim, yani henüz hastalık psikolojisinden de hastalığın psikolojimde bıraktığı uzun vadeli hasarların etkisinden de çıkamamıştım. belge işlerinden zaten bahsetmeyeceğim hiç.
anlayacağınız böylece yedi ay birden, blog ya da günlük yazamayacağım bir ruh hali ve meşguliyet içerisinde geçip gitti.
sonra eve geldim. eve gelmek çok güzeldi, özellikle berlin'de son gün yaşadığım korkutucu olayın üstüne anneme, babama, kardeşime sarılabilmek çok iyi gelmişti. berlin'de bıraktıklarımı düşünmüyordum bile, sanki evime tatile gelmişim gibi hissediyordum. 
tatil de bitti. henüz berlin'i özlemiyordum, hala o olayın etkisiyle kötü bir anı gibi saklıyordum. toparlanmak zor oldu. derken okul başladı işte. staj başladı. stajım hakkında daha sonra detaylı bir yazı yazar mıyım bilmiyorum, ama fazlasıyla tüketen bir iş ortamında olduğumu söylemem gerekiyor.
okulun başlamasıyla berlin'e giderken arkamda bıraktığım ve bir daha asla karşıma çıkmayacakmış gibi davrandığım, yarım kalmış ve yarım kaldıkça acıtan o kişisel meselelerimle yeniden yüzleşmek zorunda kaldım. aslında henüz bir yüzleşme yaşadığımı söyleyemem, o yüzden artık bir yüzleşme yaşama beklentisinde olmadığımı söylemeliyim. yarım kalmış bir iş gibi düşünmemeyi öğrenmeye çalışıyorum.
tez yazıyorum bir de. yani aslında tez demiyorlar buna, bitirme projesi diyorlar ama bildiğiniz tez işte. hem çok aptal hem de çok zeki biri olduğum için proje konusunda yaptığım seçimler de stresimden bir şey azaltmadı tabii ki.
bu yine omzumdaki yüklerden dert yanıyormuşum gibi oldu. aslında gerçekten onu yapmıyordum, sadece neden kendimi avutmaya çalıştığımı ama avutamadığımı sizlere gösterebilmek ve ben yokken neler olduğunun kısa bir özetini yapmak için yazdım bu yazıyı.
ben iyiyim. omuzumdaki yüklerden de mutluyum, yük olmadan yürümez çünkü yük arabası. en fazla yük almaya giderken boştur. en azından yürüyorum!

çok dikkatim dağıldı ve şu an bu güncelde ne yazdığımı bile bilmeden yayınlıyorum. son cümleme bakarsam sizi iyi olduğuma ikna etmeye çalışırken yarım bırakmışım. ikna olunuz, gerçekten iyiyim ehehe.
ama yine kendimi biraz avutmak istiyorum. bu sene geçen iki seneye göre biraz daha ağırlık versem ne güzel olur değil mi? vallahi çok özlüyorum kelimelerimi ve sizi. 
gerçi hiç yazmıyor da değilim, kamera arkasında bol bol henüz günışığı görmemiş hikayelerim var.
heh, bi de ben youtube'dayım. bilmiyorum haberiniz var mı? size söyleyen oldu mu? bu sene oraya da biraz ağırlık vermek istiyorum. kanalıma gidebilmek için bu kelimelerin üzerine tıklayınız ehehe.
o zaman, kendinize iyi bakın sevgili hayaletlerim. umarım görüşebiliriz bu sene sık sık. sizleri özledim ve seviyorum.
mavi akşamlar!

25 Kasım 2018 Pazar

onlar - 4 (son)

İki günüm düşünmekle geçti. Mutfakta onu yemek yapması için bırakırken; onun görmediği, benim de bakmadığım halde açık olan televizyonun karşısında konuşmadan otururken; tuvalette; mutfak alışverişine çıkıp onu evde bıraktığımda; Göksel iyi olup olmadığımı ve onun gidip gitmediğini kontrol etmek için aradığında hep düşünüyordum.
Düşünmeye devam ediyorum. Cevabın gözümün önünde olduğunu bile bile görmekten kaçıyorum. Her şeyin bittiğini söylediğimdeki şaşkınlığını unutamıyorum. Kendi aptallığıma katlanamıyorum.
“Biliyormuşsun ya!” Sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Ölüme giden ailemi düşünürken bu ayrıntıyı unutmuşum.
Biliyorum tabii. Beni elektrik direğiyle sevişmişim gibi çarpabilecek yalnızca bir gerçek var ve o gerçek ne yazık ki anne babamın ölümü bile değil.
Onunla daha fazla konuşmayacağım. Birdenbire çekip gitmesinden korkuyorum. Bir plan yapmalı ve bu kehaneti yanlış çıkarmalıyım.
Yanına oturuyorum. İlk kez yapıyorum, ama şaşırmıyor. Şaşırsa da belli etmiyor. Omzuna yatmak için izin istiyorum. Kolunu açıyor, başımı göğsüne yaslıyorum. Eliyle omzumu sıkıyor.
Kalbi sakin, vücudu sıcacık. En son kimin göğsünde yattım böyle? Hatırlamak istemiyorum.
“Adın ne?” diye soruyorum. Bunca zaman sormamak hataydı.
“Mahmut.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz üç.”
“Ben yirmi üç.”
“Senin de mi kaderinde yazılı?” Aniden kalp atışlarının hızlanmasını umursamıyorum. Burada tesadüfen bulunuyor olamaz.
“Benim kaderimde şahitlik yazıyor olmalı.”
Öyle olmasını umuyorum. Aslında daha fazlasından da umudum var. Ama devamını beklemeyeceğim. Onu daha fazla yanımda tutamam.
Banyoya girdiğimde dinlediğimi bildiğim için suyu açıyorum önce. Lavabonun kenarına hapları tek tek çıkarıyorum. Hepsini aynı anda içmek zor, ikişer ikişer yutuyorum. Sonra küvete oturuyorum.
Yirmi dakika sonra suyu kapatıp içeri sesleniyorum. Güçlü kulakları olan bir arkadaşım olduğu için mutluyum. Hemen geliyor. Kapıyı çalıyor yalnızca.
“Kapı açık. Lütfen gel.”
Ağladığımın farkına o zaman varıyorum. En büyük korkumun, ömrümün lanetli kehanetinin bu kadar yaklaştığını düşünmek korkutuyor beni. Ama rahatım da… Zira gerçek olmasına izin vermeyeceğim. Yalnız ölmeyeceğim.
Başım dönüyor artık, açılan kapının sesi çok uzaklardan geliyor. Banyonun ortasında öylece dikilen Mahmut’a sanki görebilecekmiş gibi ellerimi uzatıyorum.
“Küvetteyim.” O da öne doğru uzanınca ellerimiz birbirine değiyor. “Yanıma uzanır mısın?”
“İyi misin?”
“Birazdan öleceğim.”
Hiçbir şey sormadan güçlükle geliyor yanıma. Beni kucaklıyor. Kafamı göğsüne koyup gözlerimi kapatıyorum. Vücudum sallanıyormuş gibi hissediyorum, midem ağzıma geliyor.
“Aptal kız,” diyor sessizce.
“Üstüne kusacağım.”
“Ne yaptın sen?”
“Yalnız ölmek istemedim. En azından biri yanımdayken… Yaslanınca doğal karşılayan biri varken… Birinin kollarındayken öleyim istedim.” Yeniden ağzıma dolan yakıcı sıvı bastırmaya çalıştıkça dudaklarımın kenarlarından sızıyor.
“Ben şahidin değilim Lilya.” Sanki kalabalık bir yerdeymişiz de bana bir sır vermeye çalışıyormuş gibi kulağıma fısıldıyordu. “Sen ölmeyeceksin.”
“Ölüyorum ki…” Ağzımı açar açmaz içindeki her şey babamın gömleğine dökülüyor. En sevmediğim gömleği vermekle iyi yapmışım. Gözlerimi açmaya çalışınca görüşümün karardığını fark ediyorum.
“Pek anlayamadığın için sana göstermek istememiştim, ama başka çarem kalmadı.” Eli sırtımı sıvazlayıp yüzüme doğru hareket ediyor. Parmaklarını gözkapaklarımın üstünde gezdiriyor.
Evimin içinde ayak sesleri duyarken kucağımda bir bebek görüyorum. Hangisinin gerçek olduğunu, hangisinin gerçek olacağını anlayamıyorum.
“Ben olmayacak şeyler görmem.”
Gülüyorum, biraz daha kusarken. O zaten görmüyor ki. İyiden iyiye bilincim kapanırken birinin hışımla beni onun kollarından aldığını hissediyorum.
***
Boğazımı alev alev yakan bir kurulukla öksürmeye çalışarak uyanıyorum. Bedenimdeki tüm sıvılar dışarı çekilmiş gibi, derim gergin, dudaklarım kuru, göz yuvarlarımı hareket ettirmek bile zor.
Bana ait olduğunu anlamak için bir süre beklemem gereken elimde başka bir el hissediyorum. Bakışlarımı çevirmek külfetli geliyor, tüm bedenimle dönmeye çalışırken kolumdaki serumu fark ederek inliyorum.
“Uyandın mı?”
“Su.” Sesim çok kısık çıkıyor. Görmediğini unutarak beni duyup duymadığını anlamaya çalışıyorum. Gülmemeye çalışarak omuz silkiyor. “Kusura bakma.”
“Hemşire çağırayım.” Parmaklarının avucumda kaydığını hissedince yakalayıveriyorum.
“Biraz bekle.” O da elimi sıkıyor.
“İyiymişsin. Uyanınca gidebileceğini söylediler. Acil müdahale hayat kurtarır.” Bu sefer kendini tutamıyor, dudaklarından neşeli bir kahkaha süzülüyor.
“Ölmediğime sevinen birinin olması güzel…”
Gözlerini deviriyor. “Boşuna mı bekledim günlerce başında?”
Dilimin ucuna gelen soruyu sormakta tereddüt ediyorum. Belki de daha fazla karışmamalıyım. Eli gevşiyor, parmaklarını avucumda gezdiriyor usul usul. “Biliyor muydun, başından beri?”
Kafasını iki yana sallıyor. “O gün göğsüme yaslanınca söylediler.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden kurtardılar ki beni?”
Kocaman gülümsüyor. “Benden daha güçlü olabilirler, ama değişmemesi gereken şeyleri değiştiremezler. Seni onlar kurtarmadı, senin çizgin burada bitmiyormuş demek ki. Onlar sadece olması gereken olsun diye haber verdiler. Ben de şahitlik etmem gerekeni izledim, müdahale etmem gerekene de karıştım.”
“Peki… Bundan sonra ne olacak?”
“Gidip hemşireyi çağıracağım.” Elimi son bir kez çıkıp odadan çıkıyor.
***
Kafeye girer girmez olduğum yere doğru koşan ayak sesleri duyuyorum. Ona seslenmeme bile gerek kalmadı, günlerdir beni bekliyor olmalı.
Kollarımı kaldırıyorum, ellerim onu sarmayı bekler gibi kıvrılmış. Gövdesi gövdeme çarpınca rahatlıyorum. Çok zordu son iki hafta, ikimiz için de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir yandan da kızıyor bana. “Bir daha seni tutmayan kör olsun,” diyor. Gülüyorum. Bu kafeye bir kör yeter, ikimiz de biliyoruz.
Lilya’yı ziyarete gitmeyi çok istiyor. “Şimdi olmaz,” diyorum.
“Kafanda bir tarih belirlediğine göre bekliyordun bunu söyleyeceğimi. O zaman nişandan önce olmasını isteyeceğimi de biliyorsundur.”
Ziyaret günü çok heyecanlı gözüküyor. Bir de hediye hazırlamış, küçük bir pelüş oyuncak. Nişanımıza davet ederken vereceğini söyledi, şaşırtmak istiyormuş onu.
Ev sahibi şaşıracak gibi değil. Sanki en başından beri bekliyor bunu. Çaylarımızı içip yaptığı kurabiyeleri yerken lafı açmaya çalışıyor Feride. Önce hediyesini vermeye karar veriyor. Lilya sakince dinliyor onu, hediyeye fazlasıyla sevinmiş gibi geliyor sesi teşekkür ederken.
Davetiye de hemen arkasından gidiyor oyuncağın. Üzerindeki tarihleri okurken yüz ifadesinden, yine gördüklerini yanlış anladığını fark ediyorum.
Artık düzeltmeyeceğim.
Geleceğini, hatta gelirken annesinin elbiselerinden birini giyeceğini söylüyor sevinçle. Tam o sırada çalıyor kapı, elimdeki çay bardağını bırakmak zorunda kalıyorum.
Kimin geleceğini herkesten önce bilmenin rahatlığı ve bu sahneyi uzun süredir beklemiş olmanın heyecanıyla arkama yaslanıyorum.
Kapıyı açan Lilya’dan hiç ses çıkmıyor, gelen kişi de konuşmuyor. Feride kontrol etmek için ayağa kalkmak isteyince elini tutuyorum.
“Merhaba,” diyor davetsiz misafir. “Baş sağlığına geldim.”
Dostumuzun burnunu çektiğini duyuyorum. “Nasıl öğrendin?”
“Uzaklaşmış olsam da kopmadım.” Bir bebeğin ağlamadan evvel çıkardığı sesler geliyor bu defa kulağıma. “İçeri girebilir miyiz?”
Giriş koridorunda ayak sesleri… Feride gelenleri selamlamak için ayağa kalkarken beni de çekiyor. Göremesem de biliyorum, kadın kucağındaki bebeği hiç düşünmeden onun kucağına verecek. Sonra sımsıkı… İşte şimdi sımsıkı sarılıyor Lilya’ya.
Ağlıyorlar beraber.
Yüzümdeki gülümsemeye engel olamıyorum herhalde, Feride yakalıyor beni. “Ne oluyor?”
“Sevenler kavuştu,” diyorum olabildiğince alçak sesle. Bebek beni duymuş gibi uzanıp koluma dokunuyor.
“Senin bebeğin mi?” diye soruyor Lilya hıçkırıklarının arasından.
“İsmi Zambak,” diyor kadın. Sonra bize dönüyor. “Ben Menekşe.”
“Bak, Mahmut.” Feride kendini tutamayıp kahkaha atıyor dostumuzun bu lafına, yine bakamadığım unutulmuş anlaşılan. “Sana dönüp dönmeyeceğini sormaya geldiğim kadın… Döndü işte.”
Gülümsüyorum. Elimi önümdeki karanlık boşluğa uzatıyorum. “Memnun oldum, ben de sevgilinizi ölmekten kurtaran adam.”
Bizim tanışma faslımızla ilgilenmiyor o. Bebeği kucağına alıyor çabucak. Öpücüklere boğuyor. “Sen getirdin anneni bana,” diyor. En başta Menekşe’yi götürenin de o olduğunu bilmeden…
Fazla kalmıyoruz orada. Nişanımıza üç kişi geleceklerini bilmenin huzuruyla dönüyoruz eve.
“Ne oldu şimdi?” diyor Feride otobüste. “Hiçbir şey anlamadım.”
Saçlarını okşamak istiyorum aniden. Daracık oturakta, yüzüne yanlışlıkla elim çarpmasın diye parmaklarımın ucuyla yoklayarak omzunu buluyorum önce. Boynuna dokunuyorum. Acele ettirmemek için kımıldamadan durduğunu hissedince yüreğim ısınıveriyor. Birden kırmızı kabanını görüyorum. Bakışlarım aşağıya inince dizlerinin üstünde sıktığı ellerini, yukarı çıkınca yaşlarla dolmuş gözlerini, biraz daha yukarıda kâküllerini yakalıyor gözlerim.
“Ne oldu şimdi?” diyorum şaşkınlıkla. Kulağımda hiç ses yok, kimse bana cevap vermiyor.

SON

17 Kasım 2018 Cumartesi

onlar - 3

Evine fazla gelen giden olmadı. Cenazeden iki gün önce köpeği için bir cenaze töreni düzenlemiş olan Göksel Hanım ilgilendi her şeyle. Her şey sessizce olup bitti. Bana kimse bir şey sormadı, hala kimse sormuyor.
Soru sormadan hazırlanan ve hazırlandığından beri yerinde duran koltuktaki yatağımda uyanıyorum. Buraya geldiğimden beri uyuyabiliyorum. Üstümde, ilk gece hiçbir şey söylemeden sehpanın üzerine bıraktığı, babasının pijamaları var. Dört gündür buradayım.
O gün de onun uyandığını duymadan yerimden kalkmıyorum. Hızla mutfağa girdiğini ve aynı hızla çıktığını duyuyorum. Onu kendi odasına girerken yakalıyorum. “Yemek yok,” deyip rüzgârını üstümde bırakarak geçiyor. Günlerdir ilk kez benimle konuşuyor.
Ben mutfağa girerken onun da banyoya girdiğini, kapıyı kilitlediğini duyuyorum. Gözlerim ağır ağır canlanırken o da suyu açıyor. Günlerdir ilk kez banyo yapıyor.
Önce buzdolabına bakıyorum, kahvaltılık bir şeyler hazırlayacak malzeme var en azından. Dört gündür baş sağlığına gelenlerin getirdiği yemekleri yemekten ikimiz de bıktık.
Kendimi kaptırmışım herhalde. Ömrünün sonuna gelmiş birkaç domatesi doğrarken içeri girip hazırladıklarıma baktığını görmüyorum, duymuyorum da. Yanıma dikiliyor.
Başımı çevirince beline varan uzun, koyu kahverengi, ıslak, yeni taranmış saçlarını görüyorum önce. Siyah gözleri gözlerimle buluşuyor. Kafasının ne denli karışık olduğu yüzünde yazıyor. İrkiliyorum. Elimdeki bıçağın kaydığını hissederken gözlerimin ağır ağır kapandığını fark ediyorum. Son bir hamleyle parmaklarımdan kurtulan bıçağı yakalıyorum, ama keskin yerinden.
***
Elini sararken sessizce bekliyor. Oturduğumuzdan beri birkaç kez kulağını ovuşturmak dışında bir şey yapmadı. Fazla sakin, yüz ifademi göremediğinden olsa gerek. Gerçi ben de nasıl göründüğümü bilmiyorum. Öfkeli miyim, şaşkın mıyım anlamıyorum. Merak ettiklerim var mı yoksa sadece merak etmem gerektiği için mi sormak istiyorum, bilmiyorum.
Çaputun iki ucunu tutup bağlarken hafifçe inliyor, fazla sıktım sanırım. Gevşetiyorum.
“Neden gitmedin?” Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkıyor. Bakışlarım biraz daha aşağı kayınca şeffaf göz bebekleriyle karşılaşıyorum. Beni göremediğine eminim.
Sormam gereken sorunun bu olmadığını bilse de cevap veriyor. “Git demedin.”
“Bir sebebi yok mu yani? Hastanede de rastgele karşılaşmış olamayız. Gelip beni buldun.”
“Orası öyle.”
“Başka bir şeyler daha mı görmem gerekiyor?”
“Bir şey gördün mü sen?”
İç çektim. Oturduğum yerde bağdaş kurup yüzünü incelerken yanıtladım. “Hayır, aslında yalnızca bir histi. Bir anda her şeyi anlamışım gibi, uğursuz bir his.”
Gülüyor. Gülünce yanaklarının ve gözlerinin kenarlarında kırışıklar beliriyor, benden büyük olmalı. “Uğursuz doğru kelime.”
“Sorularıma cevap vermiyorsun.”
“Başka bir şeyler görmene gerek yok.”
“Mutfakta ne oldu?” Soruyu nasıl soracağımı bilemediğimden bodoslama soruveriyorum. “Beni gördün.”
“Bakışlarımdan belli oluyor muydu?” Bu adamın, az önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiç görmediğini fark ediyorum. Gözlerinin hep az önceki gibi siyah renginde olduğunu sanıyor olmalı.
“Az önce gözlerin siyahtı.”
“Normalde… Normalde nasıl ki?”
“Şeffaf. Kör insanlarınki gibi…” Başını önüne eğiyor. “Sen de kör müsün?” Sorum onu yine güldürüyor.
“Evet, ama her zaman değil.”
“O ne demek öyle?”
Önce anlatmak ister gibi düşünüyor, başını sağa yatırıyor. Sonra yeniden kulaklarını ovuşturuyor. “Uzun hikâye.”
“Artık konuşacak pek insan yok etrafımda. Anlat lütfen.” Bu defa kulaklarını ovuşturmak yerine bastırıyor. Dişlerini de sıktığını görünce pes ediyorum. Başka şekilde soracağım. “Anlatmanı istemiyorlar mı?”
Yine gülüyor. “Gerçekten zeki birisin.”
“Gözlerin de… Onlar yüzünden mi böyle?” Başını sallayarak onaylıyor. “Neden peki?”
“Onlardan bir şey istedim, karşılığında bir şey vermeliydim.”
“Nasıl? Gözlerini… Kör mü ettiler seni? Ne istedin ki? Gözlerini mi aldılar?” Korkmam gerekirken heyecanlandığım için kendimi kötü hissediyorum, üstelik o karşımda bana bir şeyler anlattığı için acı çekerken… “Özür dilerim. Çok soru soruyorum.”
“Kedim,” diyor. “Kedime araba çarptı. Çocuktum daha. Canını kurtarın dedim, ne isterseniz vereceğim.” Sanki bir film izliyorum, filmin içine girdiğimi fark etmeden sessizce kabulleniyorum hikâyesini. “Biraz derine girmem lazım.” Son cümleyi bana söylemediğini fark edince biraz daha anlıyorum nasıl birini dinlediğimi. Omuzları titriyor, onay almış olmalı “Kedimi görmeme izin verdiler. Bir de yetim büyüdüm, yemek yapan olmaz diye mutfakta açılır gözlerim.”
“Çok saçma.”
“Biliyorum. Aslında asıl saçma olan beni yıllarca kendilerine inandırmış olmaları.” Sessizce devam etmesini bekliyorum. Büyük dedemden kalma duvar saatinin tik takları perde aralığından içeri girip tozları ışıldatan günışığına karışıyor. “Kedim o gün öldü, ama beni yıllarca onun yaşadığına inandırdılar. Yıllarca ölü bir kedinin hayatta olduğuna inandım. Sonra bir gün… Yirmi yaşında falandı o zaman, yani ölmeseydi o zaman o yaşta olurdu. Tüylerinin hiç beyazlamadığını, hala genç kediler gibi atlayıp zıpladığını, aslında hiç yaşlanmadığını fark ettim ve o an görebildiğim tek canlıya da kör oldu gözlerim.”
Yutkunuyorum. Anlattığı şeyin gerçek olduğunu kabul edebildiğimden hala emin değilim. Ama ses tonu içimi acıtıyor. “O zaman az önce beni görmemeliydin,” diyorum kedi konusunu kapatmak için.
“Görmemem gerekiyordu zaten. Çok sessiz geldin. Biraz öfkeliler, seni nasıl kaçırdılar anlamıyorum.”
“Özür dilerim.”
“Artık özür dileme. Asıl öfkeli olması gereken benim.”
“Kahvaltı edelim,” diyorum daha fazla soru sormadan. “O kadar hazırladın, yemeden olmaz.”
Masaya yerleşiyoruz. Tabağına her şeyden biraz koyuyorum. Yardıma ihtiyaç duymadan yiyişini izliyorum. Ben de az önce doğrayamadığı domateslerden birini ısırıyorum.
“Ama sahiden, neden hala buradasın? Her şey bitti sonuçta.”



15 Kasım 2018 Perşembe

onlar - 2

Olmuyor işte. Kendime, her ne kadar tüm olanların aklımın bir oyunu olduğunu söylesem de gördüm. Nasıl titrediğini, ağladığını ve kan çanağı gözlerini gördüm. Elimi acı içinde sıkışını hissettim. Normal değildi.
Köpeği aniden felç geçiren Göksel’e bu konuyu anlatamıyorum. Annemle babam falcıya gittiğimi bile bilmiyorlar, kendimle bir başımayım. İçim içimi yiyor.
Üç gün dayanabiliyorum yalnızca. Beni çıkardıktan sonra kapısını kilitlediği o odaya girmek için gerekirse farklı bir isim kullanacağımı söylüyorum kendime ve çantama uzun zamandır taşımadığım biber gazını koyup çıkıyorum evden.
Belki de düşündüğüm kadar büyük bir şey olmayacak. Öylesi düşünüp durmaktan daha iyidir.
Sahiplerinin ilginç gözüksün diye birkaç temayı birleştirmeye çalışıp tasarımını ürkütücü bir hale getirdiği küçük kafeye girdiğimde dizlerim titriyor. Çaprazlama omzuma astığım çantamın sapını sıkıca tutuyorum. Kasada bekleyen kısa boylu kadına yürürken neler söyleyeceğimi kurmaya çalışıyorum kafamda, buraya kadar hiçbir şey düşünmeden gelmişim.
Ellerini önündeki tezgâhta sımsıkı birleştiriyor. Beni tanıdığı gözlerinden belli. Bir şey söylememe müsaade etmiyor. “Bekle burada.”
İlk geldiğimde falıma baksın diye girdiğim, loş odadan çıkıyor o çocuk. Üzerinde gri bir kapüşonlu var, kirli gözüküyor.
“Geldin.”
“O gün ne gördün?”
Kulağı ağrıyormuş gibi başını sağ tarafa yatırıp kaşlarını çatıyor. Yanımdan geçip tezgâhın arkasına giriyor. “Söyledim ya, hiçbir şey.”
Aşağıdaki raflarda el yordamıyla bir havlu bulup zaten tertemiz olan tezgâhı silmeye girişiyor. Ben onu sessizce izlerken yanında duran kadın tezgâhtaki nesneleri o devirmeden kaldırmaya çabalıyor.
Bekliyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum, onun da ne yaptığını bilmediği apaçık ortada. Belki şimdi gitmeliyim, bana verilmiş son şans olabilir. Şimdi çekip gitsem bu vazgeçişime kaç kişinin şahit olacağını görmek için etrafıma bakınıyorum, neyse ki bizden başka kimse yok.
Yeniden ona baktığımda elindeki bezi yere düşürdüğünü ve donup kaldığını görüyorum. Hiçbir ifade yazılı olmayan yüzünde, gözlerinden kurtulan yaşlar süzülüyor.
Tezgâhın arkasından çıkmaya çalışıyor, çarpıyor. Geri çekiliyor, bir daha çarpıyor. Sanki biri yanağına dokunuyormuş da o kişinin eline vurmak istiyormuş gibi elini savuruyor yüzünün yanında.
Kısa boylu kadın onu sıkıca tutup tezgâhı kapısını açıyor. Genç adam yalpalayarak çıkıyor. Kendime hâkim olamıyorum, artık bu oyun sıkmaya başladı.
Kolunu yakalıyorum. Korkuyla yerinde sıçrayıp beni ittiriyor. “Git buradan.”
“Hiçbir yere gitmiyorum. Karşında ben dururken böyle olman tesadüf olamaz değil mi? Benimle ilgili, biliyorum.”
“Lütfen git,” diyor kadın da çaresizce.
“Hayır, ne olduğunu duymadan-”
“Biliyormuşsun ya!” diye bağırıyor adam, pes etmiş gibi omuzlarını düşürerek. Tükürüyor konuşurken. “Biliyormuşsun sen de! Neyi sorup duruyorsun!”
Kalp atışlarımı ağzımda hissediyorum. Az önce gitmeliydim.
“Bir şey bilmiyorum ben.”
Ellerini kulaklarına kapatıp dişlerini sıkıyor, gözyaşları hızlanıyor. Kesik kesik inliyor. Ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum.
Aniden elini uzatıyor, zangır zangır titriyor.
“Ne-ne-ne ist-”
“Elini ver çabuk. Lütfen elini var. Canım yanıyor. Çok acıyor, kurtar beni.”
Soğuk soğuk terlemiş parmaklarına, parmaklarım değdiği an anlıyorum her şeyi. Daha fazlasına ihtiyacım yok. Yine de sımsıkı kavrıyor bileğime kadar. Bekliyor bir süre. Sanki birbirimize temas eder etmez sarsılacağımı, hatta düşeceğimi biliyor. Titreyen dizlerime rağmen ayakta tutmaya çabalıyor beni.
Bir yandan özür diliyor. Hiç durmadan özür diliyor. Kendisi de düşmek üzere sanki ama artık acı çekmediği belli.
Kısa boylu kadın olup bitenleri bilmiyor bence, yine de anlar gibi bir hali var. Bana bir bardak su veriyor. Bir yandan da onun sırtını sıvazlıyor.
Ağlayamıyorum bile. Su bardağına, elimi sımsıkı tutan terli ele bakarken bedenimden çıkıp duvarda asılı güvenlik kamerasından görüyorum her şeyi. Bu tablo, içinde olmayan insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor olmalı.
Usulca elimi çekip birkaç saniye ayakta kalabileceğimden emin olmak için bekliyorum. Sonra gidiyorum. Bir daha asla gelmeyeceğim bu yerden, bir daha asla aynı göremeyeceğim hayatıma yürüyorum.
***
Feride günlerdir beni teselli etmeye çalışıyor. Bütün hayatım boyunca beni teselli etmeye çalışan tek insan olduğu için ona birkaç kez gülümsüyorum, ama hepsi o kadar. Elimden gelmiyor.
O kız tekrar geldiğinden beri kimseye fal bakmıyorum, randevuların hepsini iptal ettik. Sürekli müşteriler beni sormaya geldiğinde tuvalete saklanıyorum. Evime gittiğimde de mutfakta, gözlerimin gördüğü tek yerde… Bir damla uyku uyuyamıyorum ya, olur da içim geçerse yüzümde gezindiğini hissettiğim patilerle miyavlamalara uyanıyorum. Zor.
Olduğum yerde durmak zor artık. “O kız randevuyla mı gelmişti?” diye soruyorum bulaşık yıkayan Feride’ye ilk gelişlerinden tam bir hafta sonra. Elindeki şeyi bıraktığını duyuyorum, ama suyu kapatmıyor. Cevap vermek istemediği açık, ama her zamanki gibi uzatmadan istediğimi yapmama izin veriyor.
Kolayca bulduğumuz telefon numarasını ararken yanımda oturmuş, eli omzumu sıkıyor. Telefonu ağlamaklı bir ses açınca yüreğim sıkışıyor.
“Göksel Hanım’la mı görüşüyorum?”
“Kimsiniz?”
“Ben geçen hafta fal baktırdığınız yerden arıyorum. Sizinle birlikte gelen arkadaşın-”
“Köpeğim öldü.”
“E-Efendim?”
“Köpeğim öldü.”
“Başınız sağ olsun.”
“Bana söylediğinizi hatırlamıyor musunuz?”
“Hatırlıyorum tabii.”
Derin bir nefes alıyor, telefonu uzaklaştırıp öksürdüğünü duyuyorum. “Ne istiyorsunuz?”
“Ben… Şey… Arkadaşınız… Hani o gün sizinle gelen… Onu bulmama yardımcı olur musunuz?”
“Onunla ilgili bir şey mi gördünüz?”
“Evet.”
“Köpeğimin ölmesinden daha mı kötü?”
“Üzülerek söylüyorum ki öyle.”
“Peki, o halde.”
***
Taksiciye parayı uzatıp inerken Feride’nin cebime para sıkıştırıp “Ateşle oynuyorsun,” deyişini düşünüyorum. En son ateşle oynayışımda kaybettiklerim yüzünden, yüzündeki endişeyi hayal etmekle kalıyorum.
Yoğun bakım ünitesini elimle koymuş gibi buluyorum. Yine de adet yerini bulsun diye yanımdan hızla geçen birine doğru yerde olup olmadığımı soruyorum. Bundan sonrasında beklemekten başka bir şey yapamam. Karşılaşmazsak elim boş döneceğim.
Sırtımı duvara yaslayıp kazağımın boğazını düzeltirken sol taraftan birinin bana baktığını hissediyorum. “Lilya?” İsmini söyleme cesaretinde bulunduğum için bile kendimi suçlu hissediyorum. Herhangi bir şey olmuyor, yalnızca zar zor nefes aldığını duyuyorum.
Duvarı takip ederek dümdüz olduğunu tahmin ettiğim noktaya yürüyorum. Artık bana bakmıyor, vücudumda hissettiğim bakışları kayboldu. Ama bir yere gitmediğinden eminim, ayak sesi yok hiç.
“Lilya burada mısın?”
Çıkardığı gıcırtılardan ayağa kalktığını anlıyorum. Birden nefesi yüzüme çarpıyor. Perişan kokuyor. Burnunu çekiyor. “Ne istiyorsun?”
Sesinden hem çok yanlış hem de çok doğru bir zamanda geldiğimi anlıyorum. Anne babası çoktan vefat etmiş olmalı.
“Neden tek başınasın?”
Güldüğünü duyuyorum. “Çünkü ailemi öldürdün!” Sesi o kadar yüksek ki beni yerimde sıçratıyor.
“Ben sadece-”
“Sana sadece beni terk edip gidenin geri dönüp dönmeyeceğini söylemen için gelmiştim! Ben zaten yapayalnızdım! Her şeyin içine sıçtın!”
Bulunduğumuz koridorun diğer başından duyulan acele ayak seslerinin bizi uyarmaya geldiğine eminim. “Lütfen sakin ol,” diyebiliyorum. “Ben sadece… Aracıyım.”
“Başka bir diyeceğin var da mı geldin o zaman! Başka öldürecek insan kalmadı hayatımda!”
İçindeki pis kanı diliyle, başkasını suçlayarak akıttığının farkındayım. Cevap vermeyeceğim. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Aniden “Ben iyi değilim,” diyor.
“Ne?”
Parmaklarının kabanıma asıldığını hissediyorum. Ellerim içgüdüsel olarak öne uzanıyor. Lilya kollarıma yığılıyor.

13 Kasım 2018 Salı

onlar - 1

İki nefes duyuyorum. İkisi de hızlı… Lakin birisi az evvel hızlı hızlı konuştuğu için, diğeriyse gerginlikten.
Geveze olanı içeri davet ediyorum. Sevgilisiyle arası iyi, iş bulacak ve mutlu olacak gibi gözüküyor. Aldığı haberlere sevinerek dışarı çıkmak istiyor, elini avucumun içinden çekmek… Sıkıca asılıyorum. “Köpek,” diyorum.
“Ne?”
“Köpeğinize dikkat edin.” Bileğine bastırdığım işaret parmağımdan nabzının birden hızlandığını anlıyorum. Eli hemen soğuyuveriyor. Kalkıp gidiyor, teşekkür etmiyor.
Gergin olan, içeri girerken ilk geldiğinden daha gergin bir enerji yayıyor. Adımları tereddütlü, nefesleri fazlaca yavaşlamış. Kapıya çarpıyor.
“Özür dilerim.”
Nazikçe gülümsüyorum. Kapıyı kapatışını ve karşımdaki sandalyeye oturuşunu dinliyorum. Bekliyor.
“Hoş geldiniz. İsminiz nedir?”
“Lilya.”
Elimi uzatıyorum. “Başlayalım mı?”
Terli avucunu avucuma yaslıyor. “Çocuk,” diyorum aniden. “Evli misiniz?”
“Hayır.”
“Etrafınızda yakında çocuk sahibi olabilecek biri ya da küçük bir çocuk var mı?”
“Hayır.” Sıkıldığını hissediyorum. Olmayan bir şeyi hissediyor olamam.
“Ailenizle aranız pek iyi değil sanırım.”
“Her aile gibiyiz.” Etrafına bakıyor, kafasını çevirince saçı ellerimizin üstüne düşüyor. İyiden iyiye rahatlamış olmalı.
Aslında gerginliğini bana aktardığını kasılan omuzlarımdan, titreyen gözkapaklarımdan anlıyorum. Gözlerim doluyor. İyi değil, hiç iyi değil.
Şimdi yeniden bana bakıyor, bu defa meraklı. Bana doğru eğildiğini hissediyorum. “Bir cevap bulmaya mı geldiniz?”
Derin bir nefes alıyor. “Herkesin duymaktan korktuğu şeyler vardır.” Yine sorumun etrafından dolaşıyor. “Neyse ki pek bir şey söylemeyecek gibisiniz.”
Ben farkına varmadan parmaklarım elini sıkıca kavrıyor. Başım önüme düşüyor, dolan gözlerimden birer damla yaş süzülüyor. Gövdemden kısacık fakat güçlü bir titreme geçiyor. Kulaklarımda cızırtılar başlıyor, birileri saçlarımı çekiştiriyor. Bu hengâmede nefesinin yeniden hızlandığını duyabiliyorum.
Başımı kaldırdığımda yerinde sıçrıyor. Nasıl göründüğümü bilmiyorum, ama görmekten de korktuğu şeyler olduğunu o zaman fark ettiğini anlıyorum.
Ona anlatamam. Midem bulanıyor.
Gereğinden fazla sıkıp canını acıttığımı bildiğim elini mahcup bir edayla bırakıyorum. “Söyleyecek bir şeyim yok gerçekten,” diye gülümsemeye çalışıyorum. Gözyaşlarım süzülmeye devam ediyorlar. İçimde ne olup bittiyse çok çabuk olmuş olmalı.
“Pe-peki…” diyor.
Şimdi çıkmalı. Onunla birlikte ben de kalkıp onu kapıya kadar geçiriyorum. Kasada beni izlediğini bildiğim Feride’ye başımı sallıyorum. Ondan para almayacaklar.
“Güle güle.” Genç kadının ardından kapıyı kapatıp kilitliyorum.
Ondan sakladığım şeylerin acısını çekmek için gözlerimi kapatıp işkence dolu bir uykuya dalıyorum.


25 Ekim 2018 Perşembe

mavi diken

selam dostlar.
nelerden bahsetmeliyim? aslında aklımda kesin bir konu yok, buraya gelmeden birazcık bile düşünmedim. sadece yazmak istiyorum, parmak uçlarım kaşınıyor, kalemim titriyor. lakin aklımda hiçbir şey yok. o yüzden biraz boş konuşup gitmeye karar verdim.
geçtiğimiz iki hafta benim için epey zordu. İstemediğim şeyler yaptım, istemediğim şeyler oldu, istediğim şeyler de oldu ama yine istemediklerime odaklanıp istediklerimi unuttum. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda insanın elinde olmadan hayatının bir anda hızlıca boka sarabileceğini gördüm. Bunu kesinlikle elimizde olmayan büyük şeyler için kullanmıyorum; hastalıklar, felaketler, başka insanların yaptığı şeyler... Bunların zaten elimizde olmadan geliştiğini bilecek kadar büyüdüm. Lakin kendi hayatımda kendi seçimlerimle iyi olması için uğraştığım şeyleri kendi ellerimle boka sardırabileceğim ve her şey olup biterken aynı yolda yürümeye devam edeceğim zamanları göreceğim aklıma gelmezdi. Yani istemeden bir şeyler yapmak zor değil tabii ki ama istemeden yaptığımız bu şeyleri, bu hataları fark eder etmez düzeltebileceğimizi sanardım. Yapamadığımız da oluyormuş.
Anlamsız değil mi? Biliyorum. Geçtiğimiz iki haftada çok yoruldum. Neden bilmiyorum, neler oldu hala anlamıyorum ama bir düğmeye basıp ışıkları kapatmak istedim. Kapıları kilitleyip anahtarları yutmak istedim. Hayatım bu kadar ucundan tutamadığım, kontrolden çıkmış bir hale gelmeyeli yıllar olmuştu. En son ilk okulda hiç istemediğim halde arkadaşımı öğretmene ispiyonlayıp günlerce pişman olduktan sonra kendime geldiğimi sanıyordum. O zamandan beri her şeyi kontrol ediyordum ve hiçbir şeyden pişman olmamaya özen gösteriyordum.
Geçtiğimiz iki hafta öyle değildi.
ne çok geçtiğimiz iki hafta dedim.
Her neyse, bu hafta sonu Ravi'nin konseri var. Orada olacağım. Düne kadar aslında bu gerçeğin farkında değildim ama dün gece rüyamda konserle ilgili bir şeyler görünce anladım, ben bu olayı canlı canlı yaşayacağım ve o heyecanın içinde olacağım. 
Aslında hala Ravi'yi görüp onu canlı dinleyeceğime pek inanamıyorum. Arkadaşlarımın hepsiyle aynı anda görüşecek olmak çok daha heyecan ve mutluluk verici bir şey benim için. 
sadece hayatımda yıllar sonra hatırladığımda içimi yakacak şeyler olmaması için uğraşıyorum. biliyor musunuz eskiden onlardan çok vardı bende? o kadar çok ki hiçbir şey beni üzmüyorsa o an, birdenbire aklıma geliverirlerdi sırayla. midemden bıçaklanmışım gibi bir his, ağzıma kan dolardı sanki. ve ben tüm o anları, tüm o pişmanlıkları güzelce saklamıştım insanlardan. küçük bir çocukken canımı bu kadar aıctan şeyleri saklamayı öğrenmiş olmak iğrenç bir şey. ama öğrenmiştim ve yapıyordum da. ustalıkla. yıllarca. sakladım.
sonra bir gün tesadüfen anlattım içlerinden birini. kime anlattım onu da bilmiyorum ama eminim bana aynı derecede can yakıcı bir anısını anlatan bir kimseye anlatmışımdır. inanılmaz bir şekilde, bir daha asla o anı bana o kadar acı vermedi ve bir süre sonra yok oldu. sonra bir başkasını anlattım ve o da gitti.
sanki bu anılar beynime batmış dikenlerdi de ben onları anlatmak için bir bir yerlerinden çıkarıyordum onları. sonra tabii ki yerlerine koymuyordum, aptal değildim, atıyordum gitsin. böyle böyle tüm o acı verici anılardan kurtuldum.
hepsi geçti. 
ama bazı boşluklar dolmak zorunda sanırım. yaralar iyileşse de izleri kalıyor ve o izleri bulmak zor değil, yeni anılar ve pişmanlıklar gelip onların yerlerine saplandılar. ve ben açıkçası yıllarca bu dikenler kurusun da ben insanlara anlatıp çıkarayım kafamdan diye beklemek istemiyorum.
öyle yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum, ama istemiyorum. yine de elimden bir şey gelmiyor. o an benimle bu acılara şahit olan insanlar hariç kimse benim içim soğumadan bu dikenleri göremeyecek ve ben yıllarda mideme bıçak saplanmış, ağzıma kan dolmuş gibi hissedeceğim.
olsun.
en azından bir süre sonra bu acıların geçeceğini biliyorum.
önemli değil.
ama siz yapabiliyorsanız, o dikenler kafanıza batar batmaz temizleyin onları. en güzeli.
hem biliyor musunuz, ben artık ölmek istemiyorum. Özlem'e şöyle söyledim: "Üzülünce artık çok sıkılıyorum, hiç ölmek istemiyorum."
Kendi ağzımdan çıkıp beni en çok mutlu eden sözlerden biriydi.
Daha yapılacak çok iş var. Evet, dikenlerimiz zaman zaman artıyor olabilir ve dikenleri batıran anılardaki insanlar da hala çevremizde bize acı çektiriyor, bizi varlıklarıyla rahatsız ediyor ve yeni bir diken gelecek mi acaba diye bizi tedirgin ediyor olabilirler; ama yaşamak istiyorum. O yüzden sayıları fazla olsa da kendileri minnacık olan o dikenlere göğüs germek işten bile değil benim için.
İyi olacağım. Çünkü yaşamaya devam edeceğim.
Yaşamaya devam etmek istiyorsam iyi olmak için çabalamam gerek ve çabalarsam yapabileceğimi biliyorum. Kendimde de çok gördüm çabalarsam yapabileceğimi.
Ama biliyor musunuz Ravi'nin SOLO Avrupa turuna çıkıyor olması son zamanlarda beni çok cesaretlendiren bir şey çünkü daha çıkış yapmadan önce insanlardan duyduğu şeyleri biliyorum. Çıkış yapamayacağını düşündüğü günleri biliyorum. Çıkış yaptıktan sonra yaşadıklarını ve insanların ona batırdığı dikenleri de biliyorum ve eminim daha benim görmediğim bir sürü dikeni vardır. İşte o çocuk, o dikenli, sulu gözlü, hustler çocuk birkaç gün içinde tırnaklarıyla kazıyarak geldiği sahnelerde; canını dişine takıp çalışarak yazdığı şarkılarıyla ve kazandığı özgüveniyle kendi başına Avrupa turuna çıkacak. Sizi bilmem ama ben zor yollardan gittiğini bildiğim insanları seviyorum. Çünkü hiçbirimizin yolu kolay değil ve biz de gidebiliriz.
Gidebildiğimizi görmeliyiz. 
Ben gidiyorum.
Kendinize iyi bakın. Mavi kalın hayatlerim.
Bazılarınızla bu hafta sonu görüşürüz. Olmadı bir sonraki yazıda artık.
sizi seviyorum.
küçük ya da büyük harfle, fark etmez.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #30 - SON

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.

Gongju Hanım dış kapının yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel yetiştirmişti.
Merdivenin ilk basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü. Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme vardı.
“Teşekkür ederiz anne,” dedi sessizce. “Unutmayacağım…”
Hiçbir şey söylemeden, gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu. Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu. Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu, lakin ne önemi vardı?
“Kırmızı… Ka-Kamelya…” dedi ağzından kanlar boşanırken. “Ço-ok… Yaşa…”
***
Taekwoon saraya düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız, gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık dinleneyim.”
O an ülkenin gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.” Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız, boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari? Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim. Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri miydi?”
“Evet Majesteleri. Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!” Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens, delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona geldi.
Tek yapması gereken karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee… Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hongbin’in koşup Prens’i kollarına aldığını göremeden devrildi öne doğru. Başı hasmının kucağına değiyordu. “Kır… m… ızı… Ka… m… el… ya… Çok… Yaş… şa.”
***
Hava aydınlıktı. Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden, bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu. Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi olurdu.
Artık kendisine ait değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini kapattı.
Ne kadar boştu şimdi. Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma isteğiyle.
“Nasılsınız Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle, doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin, aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde fark etti.
Genel bir durum kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi. “Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…” Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları… Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne, Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben… Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de… Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek? Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri… Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Konutun bahçesinden geçerken hüngür hüngür ağlıyordu.
Üç gün sonra yaralı çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan, yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o “Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe, saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri! Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”

SON

mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.