benimki güzeldi, hem de çok. ama aynı zamanda çok acıydı da. şu an bunu kendimi çok mutsuz hissettiğim bir anda yazmak bir hata olabilir ama mutluyken size gerçek hislerimi açamıyormuşum gibi hissediyorum çoğu zaman.
o yüzden dinleyin.
gelecek sene için bir sürü planım ve umudum var. o kadar çok umudum var ki planını kurduğum şeyler doğal olarak gerçekleşecekmiş gibi hissetme hatasına düştüğüm bile oluyor bazen.
hepsini gerçekleştiremesem de hepsini gerçekleştirmişçesine mutlu olacağıma dair kendime söz veriyorum. çünkü 2018 bana plan yapmayı ve hayallerime hedeflerim demeyi öğretti. böyle büyük hedefler koyup onlara ulaşabileceğimi hissetmek bile hayatımda belli bir sınırı aştığımı, kendimi biraz da olsa yenebildiğimi gösteriyor bana.
ben iyiyim.
evet biraz kalbim kırık ama kırılmasa orda olduğunu bilebilir miydim? iyileşeceğini de biliyorum. çok şeyden iyileştim ben. hem bedenim hem de ruhum, hep çıktı o Allah'ın belası çukurlardan. hiçbir şey duramaz önümde, biliyorum.
2019 çok güzel bir sene olacak. bunu büyülü ve hayatımı değiştirecek bir senenin beklentisiyle söylemiyorum, öylesi hiç gerçekçi değil. ben 2019'da yeterince acı çekip yeterince mutlu olacağımı biliyorum. çünkü seçimler yapmam gerektiğini ve kendi özgür irademle istediğim acıları ve mutlulukları seçeceğimi de biliyorum. seçtiğim mutluluklar acıları getirse de sorun değil. çünkü yolumu biliyorum.
ve ben 2019'un son gününde yine şimdi olduğu gibi ağlayarak 2020 üzerine bir yazı yazacak olsam dahi iyi olacağım. korkmuyorum. heyecanlıyım, hem de çok.
elimden gelenin en iyisini yapacağımı biliyorum. kurtulacağımı biliyorum, pek çok şeyden.
söylüyorum size her şey çok güzel olacak.
2019'u şimdiden çok seviyorum. 2018 o kadar sevmemişim herhalde. halbuki bu sene o kadar çok hayalimi gerçekleştirdim ki... nankörlük etmemeliyim.
2018 çok çok güzel bir seneydi. ağzımda acı bir tat bırakarak bitti belki ama ne fark eder? öyle delicesine mutlu olduktan sonra ne önemi var?
her şey çok güzel olacak, bekleyin ve görün. öylesine söylemiyorum bunu.
duydunuz mu beni? kendim için de söylemiyorum.
her şey çok güzel olacak. hepimiz için.
sizin için de hayaletlerim.
her zaman mutlu olmayacağız ama daha çok mutlu olacağız bu sene. göstereceğim size.
bugün geçen sene yazdığım "hedefler"de "daha fazla günlük ve blog yazmak" maddesini görünce içimde minik bir burukluk oluştu, ama ondan ziyade gülesim geldi. yapmayacağımı bile bile onu oraya yazmış olmak hiç bana göre değil, ama sanırım kendimi avutmaya ihtiyacım varmış.
şimdi bu sene yeni hedefler yazmadan önce, bu sene kendimi avutmamam ve geçen sene neden kendimi avuttuğumu anlayabilmem için bir şeyler konuşacağız.
öncelikle geçen sene mart ayından temmuz ayına kadar berlin'de olduğumu bilmeyeniniz yoktur artık diye düşünüyorum. sanırım yerine getirilmeyen bu hedef ve diğer pek çoğunu oradaki hayatımında buradaki gibi olacağını düşünerek yazmışım. bilmediğiniz bir şeyi bildiğiniz bir şeyle açıklama fikri çok anlamsız değil, ama ortaya çıkan sonuç kesinlikle yetersizdi.
oradaki ilk aylarımda aşırı depresif, sonraki aylarımda da çok meşgul ve gezici olduğumla ilgili fazlasıyla konuştum; bir kere daha anlatmayacağım. (gezici olduğumla ilgili şeylerden bahsetmemiş olabilirim, belki gelecekte...)
oraya gitmeden önceki ilk iki ayımda da kendi çok kişisel meselelerimle meşguldüm. aslında fiziksel bir meşguliyet gerektirmiyordu bu durum, ama kesinlikle aklımın tamamını dolduruyor ve beni gece gündüz süren bir zihinsel felcin kollarına bırakıyordu. üstüne nekahat dönemindeydim, yani henüz hastalık psikolojisinden de hastalığın psikolojimde bıraktığı uzun vadeli hasarların etkisinden de çıkamamıştım. belge işlerinden zaten bahsetmeyeceğim hiç.
anlayacağınız böylece yedi ay birden, blog ya da günlük yazamayacağım bir ruh hali ve meşguliyet içerisinde geçip gitti.
sonra eve geldim. eve gelmek çok güzeldi, özellikle berlin'de son gün yaşadığım korkutucu olayın üstüne anneme, babama, kardeşime sarılabilmek çok iyi gelmişti. berlin'de bıraktıklarımı düşünmüyordum bile, sanki evime tatile gelmişim gibi hissediyordum.
tatil de bitti. henüz berlin'i özlemiyordum, hala o olayın etkisiyle kötü bir anı gibi saklıyordum. toparlanmak zor oldu. derken okul başladı işte. staj başladı. stajım hakkında daha sonra detaylı bir yazı yazar mıyım bilmiyorum, ama fazlasıyla tüketen bir iş ortamında olduğumu söylemem gerekiyor.
okulun başlamasıyla berlin'e giderken arkamda bıraktığım ve bir daha asla karşıma çıkmayacakmış gibi davrandığım, yarım kalmış ve yarım kaldıkça acıtan o kişisel meselelerimle yeniden yüzleşmek zorunda kaldım. aslında henüz bir yüzleşme yaşadığımı söyleyemem, o yüzden artık bir yüzleşme yaşama beklentisinde olmadığımı söylemeliyim. yarım kalmış bir iş gibi düşünmemeyi öğrenmeye çalışıyorum.
tez yazıyorum bir de. yani aslında tez demiyorlar buna, bitirme projesi diyorlar ama bildiğiniz tez işte. hem çok aptal hem de çok zeki biri olduğum için proje konusunda yaptığım seçimler de stresimden bir şey azaltmadı tabii ki.
bu yine omzumdaki yüklerden dert yanıyormuşum gibi oldu. aslında gerçekten onu yapmıyordum, sadece neden kendimi avutmaya çalıştığımı ama avutamadığımı sizlere gösterebilmek ve ben yokken neler olduğunun kısa bir özetini yapmak için yazdım bu yazıyı.
ben iyiyim. omuzumdaki yüklerden de mutluyum, yük olmadan yürümez çünkü yük arabası. en fazla yük almaya giderken boştur. en azından yürüyorum!
çok dikkatim dağıldı ve şu an bu güncelde ne yazdığımı bile bilmeden yayınlıyorum. son cümleme bakarsam sizi iyi olduğuma ikna etmeye çalışırken yarım bırakmışım. ikna olunuz, gerçekten iyiyim ehehe.
ama yine kendimi biraz avutmak istiyorum. bu sene geçen iki seneye göre biraz daha ağırlık versem ne güzel olur değil mi? vallahi çok özlüyorum kelimelerimi ve sizi.
gerçi hiç yazmıyor da değilim, kamera arkasında bol bol henüz günışığı görmemiş hikayelerim var.
İki günüm düşünmekle
geçti. Mutfakta onu yemek yapması için bırakırken; onun görmediği, benim de
bakmadığım halde açık olan televizyonun karşısında konuşmadan otururken;
tuvalette; mutfak alışverişine çıkıp onu evde bıraktığımda; Göksel iyi olup
olmadığımı ve onun gidip gitmediğini kontrol etmek için aradığında hep
düşünüyordum.
Düşünmeye devam
ediyorum. Cevabın gözümün önünde olduğunu bile bile görmekten kaçıyorum. Her
şeyin bittiğini söylediğimdeki şaşkınlığını unutamıyorum. Kendi aptallığıma
katlanamıyorum.
“Biliyormuşsun ya!”
Sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Ölüme giden ailemi düşünürken bu ayrıntıyı
unutmuşum.
Biliyorum tabii. Beni
elektrik direğiyle sevişmişim gibi çarpabilecek yalnızca bir gerçek var ve o
gerçek ne yazık ki anne babamın ölümü bile değil.
Onunla daha fazla
konuşmayacağım. Birdenbire çekip gitmesinden korkuyorum. Bir plan yapmalı ve bu
kehaneti yanlış çıkarmalıyım.
Yanına oturuyorum. İlk
kez yapıyorum, ama şaşırmıyor. Şaşırsa da belli etmiyor. Omzuna yatmak için
izin istiyorum. Kolunu açıyor, başımı göğsüne yaslıyorum. Eliyle omzumu
sıkıyor.
Kalbi sakin, vücudu
sıcacık. En son kimin göğsünde yattım böyle? Hatırlamak istemiyorum.
“Adın ne?” diye
soruyorum. Bunca zaman sormamak hataydı.
“Mahmut.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz üç.”
“Ben yirmi üç.”
“Senin de mi kaderinde
yazılı?” Aniden kalp atışlarının hızlanmasını umursamıyorum. Burada tesadüfen
bulunuyor olamaz.
“Benim kaderimde
şahitlik yazıyor olmalı.”
Öyle olmasını umuyorum.
Aslında daha fazlasından da umudum var. Ama devamını beklemeyeceğim. Onu daha
fazla yanımda tutamam.
Banyoya girdiğimde
dinlediğimi bildiğim için suyu açıyorum önce. Lavabonun kenarına hapları tek
tek çıkarıyorum. Hepsini aynı anda içmek zor, ikişer ikişer yutuyorum. Sonra
küvete oturuyorum.
Yirmi dakika sonra suyu
kapatıp içeri sesleniyorum. Güçlü kulakları olan bir arkadaşım olduğu için
mutluyum. Hemen geliyor. Kapıyı çalıyor yalnızca.
“Kapı açık. Lütfen
gel.”
Ağladığımın farkına o
zaman varıyorum. En büyük korkumun, ömrümün lanetli kehanetinin bu kadar
yaklaştığını düşünmek korkutuyor beni. Ama rahatım da… Zira gerçek olmasına
izin vermeyeceğim. Yalnız ölmeyeceğim.
Başım dönüyor artık,
açılan kapının sesi çok uzaklardan geliyor. Banyonun ortasında öylece dikilen
Mahmut’a sanki görebilecekmiş gibi ellerimi uzatıyorum.
“Küvetteyim.” O da öne
doğru uzanınca ellerimiz birbirine değiyor. “Yanıma uzanır mısın?”
“İyi misin?”
“Birazdan öleceğim.”
Hiçbir şey sormadan
güçlükle geliyor yanıma. Beni kucaklıyor. Kafamı göğsüne koyup gözlerimi
kapatıyorum. Vücudum sallanıyormuş gibi hissediyorum, midem ağzıma geliyor.
“Aptal kız,” diyor
sessizce.
“Üstüne kusacağım.”
“Ne yaptın sen?”
“Yalnız ölmek
istemedim. En azından biri yanımdayken… Yaslanınca doğal karşılayan biri
varken… Birinin kollarındayken öleyim istedim.” Yeniden ağzıma dolan yakıcı
sıvı bastırmaya çalıştıkça dudaklarımın kenarlarından sızıyor.
“Ben şahidin değilim
Lilya.” Sanki kalabalık bir yerdeymişiz de bana bir sır vermeye çalışıyormuş
gibi kulağıma fısıldıyordu. “Sen ölmeyeceksin.”
“Ölüyorum ki…” Ağzımı
açar açmaz içindeki her şey babamın gömleğine dökülüyor. En sevmediğim gömleği
vermekle iyi yapmışım. Gözlerimi açmaya çalışınca görüşümün karardığını fark
ediyorum.
“Pek anlayamadığın için
sana göstermek istememiştim, ama başka çarem kalmadı.” Eli sırtımı sıvazlayıp
yüzüme doğru hareket ediyor. Parmaklarını gözkapaklarımın üstünde gezdiriyor.
Evimin içinde ayak
sesleri duyarken kucağımda bir bebek görüyorum. Hangisinin gerçek olduğunu,
hangisinin gerçek olacağını anlayamıyorum.
“Ben olmayacak şeyler
görmem.”
Gülüyorum, biraz daha
kusarken. O zaten görmüyor ki. İyiden iyiye bilincim kapanırken birinin hışımla
beni onun kollarından aldığını hissediyorum.
***
Boğazımı alev alev
yakan bir kurulukla öksürmeye çalışarak uyanıyorum. Bedenimdeki tüm sıvılar
dışarı çekilmiş gibi, derim gergin, dudaklarım kuru, göz yuvarlarımı hareket
ettirmek bile zor.
Bana ait olduğunu
anlamak için bir süre beklemem gereken elimde başka bir el hissediyorum. Bakışlarımı
çevirmek külfetli geliyor, tüm bedenimle dönmeye çalışırken kolumdaki serumu
fark ederek inliyorum.
“İyiymişsin. Uyanınca
gidebileceğini söylediler. Acil müdahale hayat kurtarır.” Bu sefer kendini
tutamıyor, dudaklarından neşeli bir kahkaha süzülüyor.
“Ölmediğime sevinen
birinin olması güzel…”
Gözlerini deviriyor. “Boşuna
mı bekledim günlerce başında?”
Dilimin ucuna gelen
soruyu sormakta tereddüt ediyorum. Belki de daha fazla karışmamalıyım. Eli
gevşiyor, parmaklarını avucumda gezdiriyor usul usul. “Biliyor muydun, başından
beri?”
Kafasını iki yana
sallıyor. “O gün göğsüme yaslanınca söylediler.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden kurtardılar ki
beni?”
Kocaman gülümsüyor. “Benden
daha güçlü olabilirler, ama değişmemesi gereken şeyleri değiştiremezler. Seni
onlar kurtarmadı, senin çizgin burada bitmiyormuş demek ki. Onlar sadece olması
gereken olsun diye haber verdiler. Ben de şahitlik etmem gerekeni izledim, müdahale
etmem gerekene de karıştım.”
“Peki… Bundan sonra ne
olacak?”
“Gidip hemşireyi
çağıracağım.” Elimi son bir kez çıkıp odadan çıkıyor.
***
Kafeye girer girmez
olduğum yere doğru koşan ayak sesleri duyuyorum. Ona seslenmeme bile gerek
kalmadı, günlerdir beni bekliyor olmalı.
Kollarımı kaldırıyorum,
ellerim onu sarmayı bekler gibi kıvrılmış. Gövdesi gövdeme çarpınca
rahatlıyorum. Çok zordu son iki hafta, ikimiz için de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
Bir yandan da kızıyor bana. “Bir daha seni tutmayan kör olsun,” diyor.
Gülüyorum. Bu kafeye bir kör yeter, ikimiz de biliyoruz.
Lilya’yı ziyarete
gitmeyi çok istiyor. “Şimdi olmaz,” diyorum.
“Kafanda bir tarih
belirlediğine göre bekliyordun bunu söyleyeceğimi. O zaman nişandan önce
olmasını isteyeceğimi de biliyorsundur.”
Ziyaret günü çok
heyecanlı gözüküyor. Bir de hediye hazırlamış, küçük bir pelüş oyuncak.
Nişanımıza davet ederken vereceğini söyledi, şaşırtmak istiyormuş onu.
Ev sahibi şaşıracak gibi
değil. Sanki en başından beri bekliyor bunu. Çaylarımızı içip yaptığı
kurabiyeleri yerken lafı açmaya çalışıyor Feride. Önce hediyesini vermeye karar
veriyor. Lilya sakince dinliyor onu, hediyeye fazlasıyla sevinmiş gibi geliyor
sesi teşekkür ederken.
Davetiye de hemen
arkasından gidiyor oyuncağın. Üzerindeki tarihleri okurken yüz ifadesinden, yine
gördüklerini yanlış anladığını fark ediyorum.
Artık düzeltmeyeceğim.
Geleceğini, hatta
gelirken annesinin elbiselerinden birini giyeceğini söylüyor sevinçle. Tam o
sırada çalıyor kapı, elimdeki çay bardağını bırakmak zorunda kalıyorum.
Kimin geleceğini
herkesten önce bilmenin rahatlığı ve bu sahneyi uzun süredir beklemiş olmanın
heyecanıyla arkama yaslanıyorum.
Kapıyı açan Lilya’dan
hiç ses çıkmıyor, gelen kişi de konuşmuyor. Feride kontrol etmek için ayağa
kalkmak isteyince elini tutuyorum.
“Uzaklaşmış olsam da
kopmadım.” Bir bebeğin ağlamadan evvel çıkardığı sesler geliyor bu defa
kulağıma. “İçeri girebilir miyiz?”
Giriş koridorunda ayak
sesleri… Feride gelenleri selamlamak için ayağa kalkarken beni de çekiyor.
Göremesem de biliyorum, kadın kucağındaki bebeği hiç düşünmeden onun kucağına
verecek. Sonra sımsıkı… İşte şimdi sımsıkı sarılıyor Lilya’ya.
Ağlıyorlar beraber.
Yüzümdeki gülümsemeye
engel olamıyorum herhalde, Feride yakalıyor beni. “Ne oluyor?”
“Senin bebeğin mi?”
diye soruyor Lilya hıçkırıklarının arasından.
“İsmi Zambak,” diyor
kadın. Sonra bize dönüyor. “Ben Menekşe.”
“Bak, Mahmut.” Feride
kendini tutamayıp kahkaha atıyor dostumuzun bu lafına, yine bakamadığım unutulmuş
anlaşılan. “Sana dönüp dönmeyeceğini sormaya geldiğim kadın… Döndü işte.”
Gülümsüyorum. Elimi
önümdeki karanlık boşluğa uzatıyorum. “Memnun oldum, ben de sevgilinizi
ölmekten kurtaran adam.”
Bizim tanışma
faslımızla ilgilenmiyor o. Bebeği kucağına alıyor çabucak. Öpücüklere boğuyor. “Sen
getirdin anneni bana,” diyor. En başta Menekşe’yi götürenin de o olduğunu
bilmeden…
Fazla kalmıyoruz orada.
Nişanımıza üç kişi geleceklerini bilmenin huzuruyla dönüyoruz eve.
“Ne oldu şimdi?” diyor
Feride otobüste. “Hiçbir şey anlamadım.”
Saçlarını okşamak istiyorum
aniden. Daracık oturakta, yüzüne yanlışlıkla elim çarpmasın diye parmaklarımın
ucuyla yoklayarak omzunu buluyorum önce. Boynuna dokunuyorum. Acele ettirmemek
için kımıldamadan durduğunu hissedince yüreğim ısınıveriyor. Birden kırmızı
kabanını görüyorum. Bakışlarım aşağıya inince dizlerinin üstünde sıktığı
ellerini, yukarı çıkınca yaşlarla dolmuş gözlerini, biraz daha yukarıda kâküllerini
yakalıyor gözlerim.
“Ne oldu şimdi?”
diyorum şaşkınlıkla. Kulağımda hiç ses yok, kimse bana cevap vermiyor.
Evine fazla gelen giden
olmadı. Cenazeden iki gün önce köpeği için bir cenaze töreni düzenlemiş olan Göksel
Hanım ilgilendi her şeyle. Her şey sessizce olup bitti. Bana kimse bir şey
sormadı, hala kimse sormuyor.
Soru sormadan
hazırlanan ve hazırlandığından beri yerinde duran koltuktaki yatağımda
uyanıyorum. Buraya geldiğimden beri uyuyabiliyorum. Üstümde, ilk gece hiçbir
şey söylemeden sehpanın üzerine bıraktığı, babasının pijamaları var. Dört
gündür buradayım.
O gün de onun
uyandığını duymadan yerimden kalkmıyorum. Hızla mutfağa girdiğini ve aynı hızla
çıktığını duyuyorum. Onu kendi odasına girerken yakalıyorum. “Yemek yok,” deyip
rüzgârını üstümde bırakarak geçiyor. Günlerdir ilk kez benimle konuşuyor.
Ben mutfağa girerken
onun da banyoya girdiğini, kapıyı kilitlediğini duyuyorum. Gözlerim ağır ağır
canlanırken o da suyu açıyor. Günlerdir ilk kez banyo yapıyor.
Önce buzdolabına
bakıyorum, kahvaltılık bir şeyler hazırlayacak malzeme var en azından. Dört
gündür baş sağlığına gelenlerin getirdiği yemekleri yemekten ikimiz de bıktık.
Kendimi kaptırmışım
herhalde. Ömrünün sonuna gelmiş birkaç domatesi doğrarken içeri girip
hazırladıklarıma baktığını görmüyorum, duymuyorum da. Yanıma dikiliyor.
Başımı çevirince beline
varan uzun, koyu kahverengi, ıslak, yeni taranmış saçlarını görüyorum önce.
Siyah gözleri gözlerimle buluşuyor. Kafasının ne denli karışık olduğu yüzünde
yazıyor. İrkiliyorum. Elimdeki bıçağın kaydığını hissederken gözlerimin ağır
ağır kapandığını fark ediyorum. Son bir hamleyle parmaklarımdan kurtulan bıçağı
yakalıyorum, ama keskin yerinden.
***
Elini sararken sessizce
bekliyor. Oturduğumuzdan beri birkaç kez kulağını ovuşturmak dışında bir şey
yapmadı. Fazla sakin, yüz ifademi göremediğinden olsa gerek. Gerçi ben de nasıl
göründüğümü bilmiyorum. Öfkeli miyim, şaşkın mıyım anlamıyorum. Merak
ettiklerim var mı yoksa sadece merak etmem gerektiği için mi sormak istiyorum,
bilmiyorum.
Çaputun iki ucunu tutup
bağlarken hafifçe inliyor, fazla sıktım sanırım. Gevşetiyorum.
“Neden gitmedin?”
Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkıyor. Bakışlarım biraz daha aşağı kayınca şeffaf
göz bebekleriyle karşılaşıyorum. Beni göremediğine eminim.
Sormam gereken sorunun
bu olmadığını bilse de cevap veriyor. “Git demedin.”
“Bir sebebi yok mu
yani? Hastanede de rastgele karşılaşmış olamayız. Gelip beni buldun.”
“Orası öyle.”
“Başka bir şeyler daha
mı görmem gerekiyor?”
“Bir şey gördün mü sen?”
İç çektim. Oturduğum
yerde bağdaş kurup yüzünü incelerken yanıtladım. “Hayır, aslında yalnızca bir
histi. Bir anda her şeyi anlamışım gibi, uğursuz bir his.”
Gülüyor. Gülünce
yanaklarının ve gözlerinin kenarlarında kırışıklar beliriyor, benden büyük
olmalı. “Uğursuz doğru kelime.”
“Sorularıma cevap
vermiyorsun.”
“Başka bir şeyler
görmene gerek yok.”
“Mutfakta ne oldu?”
Soruyu nasıl soracağımı bilemediğimden bodoslama soruveriyorum. “Beni gördün.”
“Bakışlarımdan belli
oluyor muydu?” Bu adamın, az önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiç
görmediğini fark ediyorum. Gözlerinin hep az önceki gibi siyah renginde
olduğunu sanıyor olmalı.
“Az önce gözlerin
siyahtı.”
“Normalde… Normalde
nasıl ki?”
“Şeffaf. Kör
insanlarınki gibi…” Başını önüne eğiyor. “Sen de kör müsün?” Sorum onu yine
güldürüyor.
“Evet, ama her zaman
değil.”
“O ne demek öyle?”
Önce anlatmak ister
gibi düşünüyor, başını sağa yatırıyor. Sonra yeniden kulaklarını ovuşturuyor.
“Uzun hikâye.”
“Artık konuşacak pek
insan yok etrafımda. Anlat lütfen.” Bu defa kulaklarını ovuşturmak yerine
bastırıyor. Dişlerini de sıktığını görünce pes ediyorum. Başka şekilde
soracağım. “Anlatmanı istemiyorlar mı?”
Yine gülüyor. “Gerçekten
zeki birisin.”
“Gözlerin de… Onlar
yüzünden mi böyle?” Başını sallayarak onaylıyor. “Neden peki?”
“Onlardan bir şey
istedim, karşılığında bir şey vermeliydim.”
“Nasıl? Gözlerini… Kör
mü ettiler seni? Ne istedin ki? Gözlerini mi aldılar?” Korkmam gerekirken
heyecanlandığım için kendimi kötü hissediyorum, üstelik o karşımda bana bir
şeyler anlattığı için acı çekerken… “Özür dilerim. Çok soru soruyorum.”
“Kedim,” diyor. “Kedime
araba çarptı. Çocuktum daha. Canını kurtarın dedim, ne isterseniz vereceğim.”
Sanki bir film izliyorum, filmin içine girdiğimi fark etmeden sessizce
kabulleniyorum hikâyesini. “Biraz derine girmem lazım.” Son cümleyi bana
söylemediğini fark edince biraz daha anlıyorum nasıl birini dinlediğimi.
Omuzları titriyor, onay almış olmalı “Kedimi görmeme izin verdiler. Bir de
yetim büyüdüm, yemek yapan olmaz diye mutfakta açılır gözlerim.”
“Çok saçma.”
“Biliyorum. Aslında
asıl saçma olan beni yıllarca kendilerine inandırmış olmaları.” Sessizce devam
etmesini bekliyorum. Büyük dedemden kalma duvar saatinin tik takları perde
aralığından içeri girip tozları ışıldatan günışığına karışıyor. “Kedim o gün
öldü, ama beni yıllarca onun yaşadığına inandırdılar. Yıllarca ölü bir kedinin
hayatta olduğuna inandım. Sonra bir gün… Yirmi yaşında falandı o zaman, yani
ölmeseydi o zaman o yaşta olurdu. Tüylerinin hiç beyazlamadığını, hala genç
kediler gibi atlayıp zıpladığını, aslında hiç yaşlanmadığını fark ettim ve o an
görebildiğim tek canlıya da kör oldu gözlerim.”
Yutkunuyorum. Anlattığı
şeyin gerçek olduğunu kabul edebildiğimden hala emin değilim. Ama ses tonu
içimi acıtıyor. “O zaman az önce beni görmemeliydin,” diyorum kedi konusunu
kapatmak için.
“Görmemem gerekiyordu
zaten. Çok sessiz geldin. Biraz öfkeliler, seni nasıl kaçırdılar anlamıyorum.”
“Özür dilerim.”
“Artık özür dileme.
Asıl öfkeli olması gereken benim.”
“Kahvaltı edelim,”
diyorum daha fazla soru sormadan. “O kadar hazırladın, yemeden olmaz.”
Masaya yerleşiyoruz.
Tabağına her şeyden biraz koyuyorum. Yardıma ihtiyaç duymadan yiyişini
izliyorum. Ben de az önce doğrayamadığı domateslerden birini ısırıyorum.
“Ama sahiden, neden
hala buradasın? Her şey bitti sonuçta.”
Olmuyor işte. Kendime,
her ne kadar tüm olanların aklımın bir oyunu olduğunu söylesem de gördüm. Nasıl
titrediğini, ağladığını ve kan çanağı gözlerini gördüm. Elimi acı içinde
sıkışını hissettim. Normal değildi.
Köpeği aniden felç
geçiren Göksel’e bu konuyu anlatamıyorum. Annemle babam falcıya gittiğimi bile
bilmiyorlar, kendimle bir başımayım. İçim içimi yiyor.
Üç gün dayanabiliyorum
yalnızca. Beni çıkardıktan sonra kapısını kilitlediği o odaya girmek için
gerekirse farklı bir isim kullanacağımı söylüyorum kendime ve çantama uzun
zamandır taşımadığım biber gazını koyup çıkıyorum evden.
Belki de düşündüğüm
kadar büyük bir şey olmayacak. Öylesi düşünüp durmaktan daha iyidir.
Sahiplerinin ilginç
gözüksün diye birkaç temayı birleştirmeye çalışıp tasarımını ürkütücü bir hale
getirdiği küçük kafeye girdiğimde dizlerim titriyor. Çaprazlama omzuma astığım
çantamın sapını sıkıca tutuyorum. Kasada bekleyen kısa boylu kadına yürürken
neler söyleyeceğimi kurmaya çalışıyorum kafamda, buraya kadar hiçbir şey
düşünmeden gelmişim.
Ellerini önündeki
tezgâhta sımsıkı birleştiriyor. Beni tanıdığı gözlerinden belli. Bir şey
söylememe müsaade etmiyor. “Bekle burada.”
İlk geldiğimde falıma
baksın diye girdiğim, loş odadan çıkıyor o çocuk. Üzerinde gri bir kapüşonlu
var, kirli gözüküyor.
“Geldin.”
“O gün ne gördün?”
Kulağı ağrıyormuş gibi
başını sağ tarafa yatırıp kaşlarını çatıyor. Yanımdan geçip tezgâhın arkasına
giriyor. “Söyledim ya, hiçbir şey.”
Aşağıdaki raflarda el
yordamıyla bir havlu bulup zaten tertemiz olan tezgâhı silmeye girişiyor. Ben
onu sessizce izlerken yanında duran kadın tezgâhtaki nesneleri o devirmeden
kaldırmaya çabalıyor.
Bekliyorum. Ne
diyeceğimi bilemiyorum, onun da ne yaptığını bilmediği apaçık ortada. Belki
şimdi gitmeliyim, bana verilmiş son şans olabilir. Şimdi çekip gitsem bu
vazgeçişime kaç kişinin şahit olacağını görmek için etrafıma bakınıyorum, neyse
ki bizden başka kimse yok.
Yeniden ona baktığımda
elindeki bezi yere düşürdüğünü ve donup kaldığını görüyorum. Hiçbir ifade
yazılı olmayan yüzünde, gözlerinden kurtulan yaşlar süzülüyor.
Tezgâhın arkasından
çıkmaya çalışıyor, çarpıyor. Geri çekiliyor, bir daha çarpıyor. Sanki biri
yanağına dokunuyormuş da o kişinin eline vurmak istiyormuş gibi elini savuruyor
yüzünün yanında.
Kısa boylu kadın onu
sıkıca tutup tezgâhı kapısını açıyor. Genç adam yalpalayarak çıkıyor. Kendime
hâkim olamıyorum, artık bu oyun sıkmaya başladı.
Kolunu yakalıyorum.
Korkuyla yerinde sıçrayıp beni ittiriyor. “Git buradan.”
“Hiçbir yere
gitmiyorum. Karşında ben dururken böyle olman tesadüf olamaz değil mi? Benimle
ilgili, biliyorum.”
“Lütfen git,” diyor
kadın da çaresizce.
“Hayır, ne olduğunu
duymadan-”
“Biliyormuşsun ya!”
diye bağırıyor adam, pes etmiş gibi omuzlarını düşürerek. Tükürüyor konuşurken.
“Biliyormuşsun sen de! Neyi sorup duruyorsun!”
Kalp atışlarımı ağzımda
hissediyorum. Az önce gitmeliydim.
“Bir şey bilmiyorum
ben.”
Ellerini kulaklarına
kapatıp dişlerini sıkıyor, gözyaşları hızlanıyor. Kesik kesik inliyor.
Ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum.
Aniden elini uzatıyor,
zangır zangır titriyor.
“Ne-ne-ne ist-”
“Elini ver çabuk.
Lütfen elini var. Canım yanıyor. Çok acıyor, kurtar beni.”
Soğuk soğuk terlemiş
parmaklarına, parmaklarım değdiği an anlıyorum her şeyi. Daha fazlasına
ihtiyacım yok. Yine de sımsıkı kavrıyor bileğime kadar. Bekliyor bir süre.
Sanki birbirimize temas eder etmez sarsılacağımı, hatta düşeceğimi biliyor.
Titreyen dizlerime rağmen ayakta tutmaya çabalıyor beni.
Bir yandan özür
diliyor. Hiç durmadan özür diliyor. Kendisi de düşmek üzere sanki ama artık acı
çekmediği belli.
Kısa boylu kadın olup
bitenleri bilmiyor bence, yine de anlar gibi bir hali var. Bana bir bardak su
veriyor. Bir yandan da onun sırtını sıvazlıyor.
Ağlayamıyorum bile. Su
bardağına, elimi sımsıkı tutan terli ele bakarken bedenimden çıkıp duvarda
asılı güvenlik kamerasından görüyorum her şeyi. Bu tablo, içinde olmayan
insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor olmalı.
Usulca elimi çekip
birkaç saniye ayakta kalabileceğimden emin olmak için bekliyorum. Sonra
gidiyorum. Bir daha asla gelmeyeceğim bu yerden, bir daha asla aynı
göremeyeceğim hayatıma yürüyorum.
***
Feride günlerdir beni
teselli etmeye çalışıyor. Bütün hayatım boyunca beni teselli etmeye çalışan tek
insan olduğu için ona birkaç kez gülümsüyorum, ama hepsi o kadar. Elimden
gelmiyor.
O kız tekrar
geldiğinden beri kimseye fal bakmıyorum, randevuların hepsini iptal ettik.
Sürekli müşteriler beni sormaya geldiğinde tuvalete saklanıyorum. Evime
gittiğimde de mutfakta, gözlerimin gördüğü tek yerde… Bir damla uyku
uyuyamıyorum ya, olur da içim geçerse yüzümde gezindiğini hissettiğim patilerle
miyavlamalara uyanıyorum. Zor.
Olduğum yerde durmak
zor artık. “O kız randevuyla mı gelmişti?” diye soruyorum bulaşık yıkayan
Feride’ye ilk gelişlerinden tam bir hafta sonra. Elindeki şeyi bıraktığını
duyuyorum, ama suyu kapatmıyor. Cevap vermek istemediği açık, ama her zamanki
gibi uzatmadan istediğimi yapmama izin veriyor.
Kolayca bulduğumuz
telefon numarasını ararken yanımda oturmuş, eli omzumu sıkıyor. Telefonu
ağlamaklı bir ses açınca yüreğim sıkışıyor.
“Göksel Hanım’la mı
görüşüyorum?”
“Kimsiniz?”
“Ben geçen hafta fal
baktırdığınız yerden arıyorum. Sizinle birlikte gelen arkadaşın-”
“Köpeğim öldü.”
“E-Efendim?”
“Köpeğim öldü.”
“Başınız sağ olsun.”
“Bana söylediğinizi
hatırlamıyor musunuz?”
“Hatırlıyorum tabii.”
Derin bir nefes alıyor,
telefonu uzaklaştırıp öksürdüğünü duyuyorum. “Ne istiyorsunuz?”
“Ben… Şey… Arkadaşınız…
Hani o gün sizinle gelen… Onu bulmama yardımcı olur musunuz?”
“Onunla ilgili bir şey
mi gördünüz?”
“Evet.”
“Köpeğimin ölmesinden
daha mı kötü?”
“Üzülerek söylüyorum ki
öyle.”
“Peki, o halde.”
***
Taksiciye parayı uzatıp
inerken Feride’nin cebime para sıkıştırıp “Ateşle oynuyorsun,” deyişini düşünüyorum.
En son ateşle oynayışımda kaybettiklerim yüzünden, yüzündeki endişeyi hayal
etmekle kalıyorum.
Yoğun bakım ünitesini
elimle koymuş gibi buluyorum. Yine de adet yerini bulsun diye yanımdan hızla
geçen birine doğru yerde olup olmadığımı soruyorum. Bundan sonrasında
beklemekten başka bir şey yapamam. Karşılaşmazsak elim boş döneceğim.
Sırtımı duvara yaslayıp
kazağımın boğazını düzeltirken sol taraftan birinin bana baktığını
hissediyorum. “Lilya?” İsmini söyleme cesaretinde bulunduğum için bile kendimi
suçlu hissediyorum. Herhangi bir şey olmuyor, yalnızca zar zor nefes aldığını
duyuyorum.
Duvarı takip ederek
dümdüz olduğunu tahmin ettiğim noktaya yürüyorum. Artık bana bakmıyor,
vücudumda hissettiğim bakışları kayboldu. Ama bir yere gitmediğinden eminim,
ayak sesi yok hiç.
“Lilya burada mısın?”
Çıkardığı gıcırtılardan
ayağa kalktığını anlıyorum. Birden nefesi yüzüme çarpıyor. Perişan kokuyor.
Burnunu çekiyor. “Ne istiyorsun?”
Sesinden hem çok yanlış
hem de çok doğru bir zamanda geldiğimi anlıyorum. Anne babası çoktan vefat
etmiş olmalı.
“Neden tek başınasın?”
Güldüğünü duyuyorum.
“Çünkü ailemi öldürdün!” Sesi o kadar yüksek ki beni yerimde sıçratıyor.
“Ben sadece-”
“Sana sadece beni terk
edip gidenin geri dönüp dönmeyeceğini söylemen için gelmiştim! Ben zaten
yapayalnızdım! Her şeyin içine sıçtın!”
Bulunduğumuz koridorun
diğer başından duyulan acele ayak seslerinin bizi uyarmaya geldiğine eminim.
“Lütfen sakin ol,” diyebiliyorum. “Ben sadece… Aracıyım.”
“Başka bir diyeceğin
var da mı geldin o zaman! Başka öldürecek insan kalmadı hayatımda!”
İçindeki pis kanı
diliyle, başkasını suçlayarak akıttığının farkındayım. Cevap vermeyeceğim. Ayak
sesleri gittikçe yaklaşıyor. Aniden “Ben iyi değilim,” diyor.
“Ne?”
Parmaklarının kabanıma
asıldığını hissediyorum. Ellerim içgüdüsel olarak öne uzanıyor. Lilya kollarıma
yığılıyor.
İki nefes duyuyorum.
İkisi de hızlı… Lakin birisi az evvel hızlı hızlı konuştuğu için, diğeriyse
gerginlikten.
Geveze olanı içeri
davet ediyorum. Sevgilisiyle arası iyi, iş bulacak ve mutlu olacak gibi
gözüküyor. Aldığı haberlere sevinerek dışarı çıkmak istiyor, elini avucumun
içinden çekmek… Sıkıca asılıyorum. “Köpek,” diyorum.
“Ne?”
“Köpeğinize dikkat
edin.” Bileğine bastırdığım işaret parmağımdan nabzının birden hızlandığını
anlıyorum. Eli hemen soğuyuveriyor. Kalkıp gidiyor, teşekkür etmiyor.
Gergin olan, içeri
girerken ilk geldiğinden daha gergin bir enerji yayıyor. Adımları tereddütlü,
nefesleri fazlaca yavaşlamış. Kapıya çarpıyor.
“Özür dilerim.”
Nazikçe gülümsüyorum.
Kapıyı kapatışını ve karşımdaki sandalyeye oturuşunu dinliyorum. Bekliyor.
“Etrafınızda yakında
çocuk sahibi olabilecek biri ya da küçük bir çocuk var mı?”
“Hayır.” Sıkıldığını
hissediyorum. Olmayan bir şeyi hissediyor olamam.
“Ailenizle aranız pek
iyi değil sanırım.”
“Her aile gibiyiz.”
Etrafına bakıyor, kafasını çevirince saçı ellerimizin üstüne düşüyor. İyiden
iyiye rahatlamış olmalı.
Aslında gerginliğini
bana aktardığını kasılan omuzlarımdan, titreyen gözkapaklarımdan anlıyorum.
Gözlerim doluyor. İyi değil, hiç iyi değil.
Şimdi yeniden bana
bakıyor, bu defa meraklı. Bana doğru eğildiğini hissediyorum. “Bir cevap
bulmaya mı geldiniz?”
Derin bir nefes alıyor.
“Herkesin duymaktan korktuğu şeyler vardır.” Yine sorumun etrafından dolaşıyor.
“Neyse ki pek bir şey söylemeyecek gibisiniz.”
Ben farkına varmadan
parmaklarım elini sıkıca kavrıyor. Başım önüme düşüyor, dolan gözlerimden birer
damla yaş süzülüyor. Gövdemden kısacık fakat güçlü bir titreme geçiyor.
Kulaklarımda cızırtılar başlıyor, birileri saçlarımı çekiştiriyor. Bu hengâmede
nefesinin yeniden hızlandığını duyabiliyorum.
Başımı kaldırdığımda
yerinde sıçrıyor. Nasıl göründüğümü bilmiyorum, ama görmekten de korktuğu
şeyler olduğunu o zaman fark ettiğini anlıyorum.
Ona anlatamam. Midem
bulanıyor.
Gereğinden fazla sıkıp
canını acıttığımı bildiğim elini mahcup bir edayla bırakıyorum. “Söyleyecek bir
şeyim yok gerçekten,” diye gülümsemeye çalışıyorum. Gözyaşlarım süzülmeye devam
ediyorlar. İçimde ne olup bittiyse çok çabuk olmuş olmalı.
“Pe-peki…” diyor.
Şimdi çıkmalı. Onunla
birlikte ben de kalkıp onu kapıya kadar geçiriyorum. Kasada beni izlediğini
bildiğim Feride’ye başımı sallıyorum. Ondan para almayacaklar.
“Güle güle.” Genç
kadının ardından kapıyı kapatıp kilitliyorum.
Ondan sakladığım şeylerin acısını çekmek için
gözlerimi kapatıp işkence dolu bir uykuya dalıyorum.
nelerden bahsetmeliyim? aslında aklımda kesin bir konu yok, buraya gelmeden birazcık bile düşünmedim. sadece yazmak istiyorum, parmak uçlarım kaşınıyor, kalemim titriyor. lakin aklımda hiçbir şey yok. o yüzden biraz boş konuşup gitmeye karar verdim.
geçtiğimiz iki hafta benim için epey zordu. İstemediğim şeyler yaptım, istemediğim şeyler oldu, istediğim şeyler de oldu ama yine istemediklerime odaklanıp istediklerimi unuttum. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda insanın elinde olmadan hayatının bir anda hızlıca boka sarabileceğini gördüm. Bunu kesinlikle elimizde olmayan büyük şeyler için kullanmıyorum; hastalıklar, felaketler, başka insanların yaptığı şeyler... Bunların zaten elimizde olmadan geliştiğini bilecek kadar büyüdüm. Lakin kendi hayatımda kendi seçimlerimle iyi olması için uğraştığım şeyleri kendi ellerimle boka sardırabileceğim ve her şey olup biterken aynı yolda yürümeye devam edeceğim zamanları göreceğim aklıma gelmezdi. Yani istemeden bir şeyler yapmak zor değil tabii ki ama istemeden yaptığımız bu şeyleri, bu hataları fark eder etmez düzeltebileceğimizi sanardım. Yapamadığımız da oluyormuş.
Anlamsız değil mi? Biliyorum. Geçtiğimiz iki haftada çok yoruldum. Neden bilmiyorum, neler oldu hala anlamıyorum ama bir düğmeye basıp ışıkları kapatmak istedim. Kapıları kilitleyip anahtarları yutmak istedim. Hayatım bu kadar ucundan tutamadığım, kontrolden çıkmış bir hale gelmeyeli yıllar olmuştu. En son ilk okulda hiç istemediğim halde arkadaşımı öğretmene ispiyonlayıp günlerce pişman olduktan sonra kendime geldiğimi sanıyordum. O zamandan beri her şeyi kontrol ediyordum ve hiçbir şeyden pişman olmamaya özen gösteriyordum.
Geçtiğimiz iki hafta öyle değildi.
ne çok geçtiğimiz iki hafta dedim.
Her neyse, bu hafta sonu Ravi'nin konseri var. Orada olacağım. Düne kadar aslında bu gerçeğin farkında değildim ama dün gece rüyamda konserle ilgili bir şeyler görünce anladım, ben bu olayı canlı canlı yaşayacağım ve o heyecanın içinde olacağım.
Aslında hala Ravi'yi görüp onu canlı dinleyeceğime pek inanamıyorum. Arkadaşlarımın hepsiyle aynı anda görüşecek olmak çok daha heyecan ve mutluluk verici bir şey benim için.
sadece hayatımda yıllar sonra hatırladığımda içimi yakacak şeyler olmaması için uğraşıyorum. biliyor musunuz eskiden onlardan çok vardı bende? o kadar çok ki hiçbir şey beni üzmüyorsa o an, birdenbire aklıma geliverirlerdi sırayla. midemden bıçaklanmışım gibi bir his, ağzıma kan dolardı sanki. ve ben tüm o anları, tüm o pişmanlıkları güzelce saklamıştım insanlardan. küçük bir çocukken canımı bu kadar aıctan şeyleri saklamayı öğrenmiş olmak iğrenç bir şey. ama öğrenmiştim ve yapıyordum da. ustalıkla. yıllarca. sakladım.
sonra bir gün tesadüfen anlattım içlerinden birini. kime anlattım onu da bilmiyorum ama eminim bana aynı derecede can yakıcı bir anısını anlatan bir kimseye anlatmışımdır. inanılmaz bir şekilde, bir daha asla o anı bana o kadar acı vermedi ve bir süre sonra yok oldu. sonra bir başkasını anlattım ve o da gitti.
sanki bu anılar beynime batmış dikenlerdi de ben onları anlatmak için bir bir yerlerinden çıkarıyordum onları. sonra tabii ki yerlerine koymuyordum, aptal değildim, atıyordum gitsin. böyle böyle tüm o acı verici anılardan kurtuldum.
hepsi geçti.
ama bazı boşluklar dolmak zorunda sanırım. yaralar iyileşse de izleri kalıyor ve o izleri bulmak zor değil, yeni anılar ve pişmanlıklar gelip onların yerlerine saplandılar. ve ben açıkçası yıllarca bu dikenler kurusun da ben insanlara anlatıp çıkarayım kafamdan diye beklemek istemiyorum.
öyle yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum, ama istemiyorum. yine de elimden bir şey gelmiyor. o an benimle bu acılara şahit olan insanlar hariç kimse benim içim soğumadan bu dikenleri göremeyecek ve ben yıllarda mideme bıçak saplanmış, ağzıma kan dolmuş gibi hissedeceğim.
olsun.
en azından bir süre sonra bu acıların geçeceğini biliyorum.
önemli değil.
ama siz yapabiliyorsanız, o dikenler kafanıza batar batmaz temizleyin onları. en güzeli.
hem biliyor musunuz, ben artık ölmek istemiyorum. Özlem'e şöyle söyledim: "Üzülünce artık çok sıkılıyorum, hiç ölmek istemiyorum."
Kendi ağzımdan çıkıp beni en çok mutlu eden sözlerden biriydi.
Daha yapılacak çok iş var. Evet, dikenlerimiz zaman zaman artıyor olabilir ve dikenleri batıran anılardaki insanlar da hala çevremizde bize acı çektiriyor, bizi varlıklarıyla rahatsız ediyor ve yeni bir diken gelecek mi acaba diye bizi tedirgin ediyor olabilirler; ama yaşamak istiyorum. O yüzden sayıları fazla olsa da kendileri minnacık olan o dikenlere göğüs germek işten bile değil benim için.
İyi olacağım. Çünkü yaşamaya devam edeceğim.
Yaşamaya devam etmek istiyorsam iyi olmak için çabalamam gerek ve çabalarsam yapabileceğimi biliyorum. Kendimde de çok gördüm çabalarsam yapabileceğimi.
Ama biliyor musunuz Ravi'nin SOLO Avrupa turuna çıkıyor olması son zamanlarda beni çok cesaretlendiren bir şey çünkü daha çıkış yapmadan önce insanlardan duyduğu şeyleri biliyorum. Çıkış yapamayacağını düşündüğü günleri biliyorum. Çıkış yaptıktan sonra yaşadıklarını ve insanların ona batırdığı dikenleri de biliyorum ve eminim daha benim görmediğim bir sürü dikeni vardır. İşte o çocuk, o dikenli, sulu gözlü, hustler çocuk birkaç gün içinde tırnaklarıyla kazıyarak geldiği sahnelerde; canını dişine takıp çalışarak yazdığı şarkılarıyla ve kazandığı özgüveniyle kendi başına Avrupa turuna çıkacak. Sizi bilmem ama ben zor yollardan gittiğini bildiğim insanları seviyorum. Çünkü hiçbirimizin yolu kolay değil ve biz de gidebiliriz.
Gidebildiğimizi görmeliyiz.
Ben gidiyorum.
Kendinize iyi bakın. Mavi kalın hayatlerim.
Bazılarınızla bu hafta sonu görüşürüz. Olmadı bir sonraki yazıda artık.
Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.
Gongju Hanım dış kapının
yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir
kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel
yetiştirmişti.
Merdivenin ilk
basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü.
Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme
vardı.
Hiçbir şey söylemeden,
gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz
arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri
daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı
şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki
son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir
izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz
ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan
kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar
sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp
gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev
ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı
bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu
cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan
söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir
hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir
nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim
Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit
hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin
boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu.
Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için
kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu.
Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa
bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç
tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık
hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu,
lakin ne önemi vardı?
Taekwoon saraya
düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak
için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız,
gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra
karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek
her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış
kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını
fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in
odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce
biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek
ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek
istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin
canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak
seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri
girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar
her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı
çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini
karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık
dinleneyim.”
O an ülkenin
gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son
nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana
gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok
çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et
parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar
koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve
elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken
onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey
hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi
elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya
çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi
kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk
zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini
saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele
etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u
çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca
ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı
yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın
ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda
doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun
ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye
sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp
atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının
yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.”
Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi
karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan
delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye
başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek
verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız,
boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari?
Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim.
Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi
mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak
bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında
bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri
miydi?”
“Evet Majesteleri.
Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı
o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına
izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı
söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı
acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu
yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde
duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan
delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru
atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen
kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!”
Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da
Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda
değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri
önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha
Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu
dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi
titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla
kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya
bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens,
delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı
onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden
gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens
donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını
onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna
isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı
için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona
geldi.
Tek yapması gereken
karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin
yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı
da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında
götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne
düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee…
Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini
fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere
düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını
olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi
güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi
abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu
yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hava aydınlıktı.
Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası
yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece
hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen
delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu
doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta
dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden,
bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu.
Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi
emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda
olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi
olurdu.
Artık kendisine ait
değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe
sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla
beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini
kapattı.
Ne kadar boştu şimdi.
Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile
bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya
vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in
uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu
sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki
onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma
isteğiyle.
“Nasılsınız
Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere
oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine
herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa
gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle,
doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin,
aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca
Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini
öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı
ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde
fark etti.
Genel bir durum
kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik
abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi.
“Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle
onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…”
Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son
darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse
kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları…
Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde
ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne,
Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin
elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti
bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son
sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana
Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben…
Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve
yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin
önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle
hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin
yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de…
Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral
olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek?
Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana
doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten
yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip
tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre
bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri…
Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen
yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin
bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle
gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından
yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens
elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini
çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Üç gün sonra yaralı
çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir
hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle
görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin
namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu
galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın
âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu
kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat
eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk
oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar
topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun
ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza
kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu
kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve
kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan,
yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla
karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik
çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o
“Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte
duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın
örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı
Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti
gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri
hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından
sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile
insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi
için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların
gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim
Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça
çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee
Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor
diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe,
saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları
hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde
bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual
yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i
katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu
biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark
etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin
yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini
saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında
genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki
bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin
siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz
Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini
soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi
birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri!
Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman
gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip
dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini
tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime
Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”
SON
mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.