Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

27 Ekim 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #4

17 Şubat 2013
"Anne? Babam ölmeden önce hangi sabunu kullanıyorduk biz?" 
Annem yaptığı tığ işinden başını kaldırmadan cevap verdi: "Sabun yapan bir komşumuz vardı, ondan alıyorduk."
"Ne oldu o komşunuza?" Tarih kitabından not çıkarıyor gibi gözüksem de ben bile bunu yaptığımı unutmuş halde annemin cevabına konsantre olmuştum.
"Tası tarağı toplayıp memlekete döndü."
"Adı neydi peki?" diye devam ettim sormaya. Umudumda en ufak bir azalma yoktu.
"Nereden hatırlayayım yavrum. Yıllar oldu görmeyeli. Allah bilir ölmüştür bile."
Derin bir iç çektim. "Yani bulamaz mıyız o sabunlardan bir daha?"
"Bulamayız canım. Gül kokulu sabunlarımızla idare edivereceksin."
Çılgınca 'idare edemem anne!' diye bağırmak istiyordum. Yine de bu arzuyu bastırıp Tarih kitabımın hiç de tozlu olmayan sayfalarına geri döndüm.
Okula başlayalı bir hafta olmuştu. Beni takip eden adamları atlatmaktan vazgeçtiğim için rahatça okula gidip gelebilmiştim. Sınıfta hala Demir'in yanında oturuyordum. Onunla ilgilenen fingirdek kızlar dışında sınıf bizden elini çekmiş, bizi kendi halimize bırakmıştı. Yine de aralarına karışmakta bir zorluk çekmiyorduk, en azından bizi dışlamıyorlardı.
Demir, genellikle iyi bir arkadaştı. Aramızdaki mesafeli ilişkiyi gözü gibi koruyor, buna rağmen yalnız hissetmeme engel oluyordu. Ayrıca dediği gibi, bir haftadır beni izlemekten ders dinlemiyordu. Bana söylediği şeyi kanıtlamak ister gibiydi. Üstüme diktiği bakışlarından en ufak bir anlam çıkmıyordu. Ölü bir balığa benziyordu, iz sürücü ölü bir balık.
Öğle yemeklerini o sınıfta oturup diğer kızları da kesmek istemediğinde birlikte yiyorduk. O olmadığı zamanlardaysa ben Ufuk'la ya da Zeynep'le takılıyordum. Bazense hep birlikte sohbet ediyorduk. Zeynep ve ben Demir'in alıcı gözlerle bakmadığı tek kızlardık, yani onun yanında rahat davranabiliyorduk. Arada bir Demir'in, Zeynep'in sınıfın en güzel kızlarıyla arkadaş olmasını kullanmak için fırsat kolladığını düşünmüyor değildim. Gerçek bir hovardaydı, bu yüzden ona karşı tutumlu olmalıydım.
Ama yapamıyordum.
Demir o kadar sempatikti ki sadece üç dakika konuşsa bile onunla arkadaş olmak isterdiniz, emin olun.
Kulağına kulaklıklarını takıp kafasını sıraya yaslaması, genç bayan öğretmenlerle bile flört eder gibi konuşması ve... O limon kokusu.
Koca hafta boyunca aklımı kaplayan limon kokusu hiç geçmemişti. Burun alışınca kokuları alamaz olur diyenlerin duyguları hiç hesaba katmadığını öğrenmiştim. Babamın özlemini bastırdığım duyguların arasından çekip çıkarıvermişti işte. Uçup gitseydi nasıl yapabilirdi bunu?
Kalemim hırsla kağıtların üstünde kayarken kapı çaldı usul usul. Annem kılıcını bırakan bir şövalye edasıyla tığını bırakarak ayaklandı. Gelen yan evde oturan yaşlı kadındı. Misafirimizi güle oynaya karşılayıp içeri buyur eden anneme ters bir bakış attım. Ona hayatımızı çıkmaz sokağa sürükleyen olaydan sonra çevreden arkadaş edinmemesini tembihlemiştim hep. Ama o yalnızlığını bahane etmişti.
"Yarın pazartesi diye İpek erken yatar dedimdi ama hala çalışıyor maşallah," diyerek yarı övgü, yarı yergi dolu bakışlarla baktı yüzüme, dedikodu yapmak için ağzını açmaktan dudaklarının kenarları gevşemiş komşumuz. Yapmacık bir gülümseme gönderdim ona. Saat daha dokuz buçuktu, erken yatmak için bile çok erkendi.
Gözümde gittikçe önemsizleşen Tarih notlarıma kendimi bırakarak, onların orta yaşlı sohbetlerinden uzak kalmaya çalıştım.
Uzunca bir zaman sonra, annemle komşunun sohbetlerinin en civcivli yerinde zil yeniden çaldı. Üçümüz de yaptığımız işlere o kadar odaklanmıştık ki yerimizde sıçradık. Annemle göz göze geldik. Saat on bire yaklaşıyordu, bu saatte çalan zil hayra alamet olamazdı.
O, hızla kalkıp kapıyı açmaya gidince ben komşu anlamasın diye yarım ağız gülümseyip normal bir surat ifadesiyle, şu an gerçekten dünyanın en önemli işi buymuş ve kapıda kimin durduğu umurumda değilmişçesine, bir ders kitabında bulunabilecek en gereksiz cümlelerden birini tekrar tekrar okumaya başladım. Kulaklarım bir köpeğinki gibi dikilmişti.
Annemin rahatlamış sesinin arkasından kalın bir erkek sesi duydum. Yan gözle komşuya baktığımda benim rahatlamış olduğum kadar onun gerildiğini fark ettim. Ona göre gecenin bu vakti -biri dul olmak üzere- iki dişinin yaşadığı bir eve erkek sinek girmesi bile yanlıştı. Şimdi gidip bunu herkese anlatmalı, bizi rezil etmeliydi. Galiba unutuyordu, dedikodu da en az bizim yaptığımızı zannettiği şey kadar yanlıştı.
"İpek, bir dakika gelir misin?" diye seslendi annem. Komşudan iğrenmiş bakışlarımı gizleyerek kapıya gittim. Annem neredeyse kapalı olan kapıyı işaret ederek "Sizi yalnız bırakayım," diye mırıldandı. Dedikoduya malzeme arayan komşuya doğru gitti.
Kimi görmeyi bekliyordum bilmiyorum, ama onu görünce çok şaşırmıştım. Kahramanım gelmişti. Ve ben karşısında uzun geldiği için paçalarını kıvırdığım parlak sarı bir eşofman, çamaşır suyu damladığı için yer yer beyaz lekelerle süslenmiş bordo bir tişörtle duruyordum. Saçlarımsa zıvanadan çıkmıştı.
Hangisini saklayacağımı bilemeden "Hoş geldiniz!" dedim. Ağzım kulaklarıma varmıştı. "Sizi içeri davet etmek isterdim, ama..."
"Hoş buldum İpek Hanım. Hayır, teşekkürler. İyiyim böyle."
"Lütfen bana İpek Hanım demeyin, anlaştık sanıyordum."
"Bütün gün senden o şekilde bahsedince biraz kafam karışıyor," diye güldü.
"Kendinizi özletiyorsunuz. Sizi uzun zamandır göremiyorum."
"Fırsat olmuyor. Seni kolay kolay emanet etmiyorlar herkese."
"Peki, gecenin bu vakti neden geldiniz buralara?" Sokak lambasının altında parıldayan dazlak kafasına bakmak için kafamı iyice kaldırdım. Saçsız bir başın kıvrımları ancak bu kadar yakışabilirdi bir surata.
"Yarın sabah nöbet bende," dedi uzun parmakları olan koca eliyle kıravatını düzelterek. "Eğer izin verirsen metro yerine benim arabamla gidelim diyecektim. Sohbet de ederiz."
"Tabii!" dedim sevinçle. "Memnun olurum." Birden duraksadı. Sağa dönüp birkaç adım yürüdü, sonra eğildi. Zaten patlayacakmış gibi duran siyah ceketinin dikiş yerleri zorlandı. Bu kadar iri olmak başa bela olmalıydı. Tekrar önüme geldiğinde elinde poşetler vardı.
"Sizin için alışveriş yaptım biraz."
"Ne gerek vardı..."
"Çok bir şey yok. Sevdiğin tatlıdan altım." Birkaç adım geri çekilince poşetleri eşiğin bu tarafına bıraktı.
"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Aklımdan sevdiğim tatlıyı Atıf Beyin bilip bilmediği sorusu geçti. Bu sırada o, parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. Dilinin ucunda bir şey var gibiydi.
"Şey... İpek," dedi birden. "Bir şey sormam lazım." Kafamı kaldırıp sesindeki bu endişenin lacivert gözlerine yansıyıp yansımadığına baktım. Oradaydı. Ben de endişlenedim birden. Cevap vermeye cesaret edemeyip onun devam etmesini bekledim.
O sırada içerden sesler geldi. Komşumuz, davetsiz -ve erkek- misafirimizi görmek telaşesiyle ayaklanmıştı. Kahramanıma doğru bir adım attım, sanırım ona siper olmayı amaçlamıştım. Ama o beni kolumdan yakalayıp bahçeye doğru çekti. Birkaç saniye sonra bir ağacın arkasında kapıdaki poşetleri, ha bir de benim nerede olduğumu soran komşuyu izliyorduk. Poşetleri daha çok merak ettiğine bahse girebilirdim.
Bir an elimin, kahramanımın kıravatının ucunu kavradığını fark ettim. Aynı anda kıravata, sonra da birbirimize baktık. Gülüştük. Hatırlamıştık.

2011 - Yaz
İnsanların beni takip etmelerine henüz alışmaya başlamıştım. Hala her gece ağlıyordum. O zaman Balıkesir'deydik. İlk dönem bitince ilk kez kaçma girişiminde bulunmuştuk. Sonuç işe yaramaz olunca bir kez daha denemeye karar vermiştik. Yeniden taşınmaya hazırlandığımız günlerdi. Annemle evdeki bütün soğuk içecekleri tüketmiş, yenilerine ihtiyaç duymuştuk. Annem elime biraz para tutuşturup markete gönderdi beni. Ne bulursam almamı söyledi.
Kahramanımı ilk kez o gün gördüm. Evden çıkar çıkmaz gözüme çarptı. Emin olun siz de o sıcakta gömleğinin düğmelerini gırtlağına kadar iliklemiş, siyah takım elbiseli, çok uzun boylu, dazlak bir adam görseniz dikkatinizi çeker. Üstelik bir de gözlerini dikmiş size bakıyorsa...
Bu sefer soğukkanlı olmaya karar vermiştim, onu umursamayacaktım. İşimi halledip eve gidecek, annemle aylaklık edecektim.
İlk beş dakika iyi idare ettim aslında. Ta ki koca bir sokağı dolduran eli bıçaklı, silahlı, kürekli, sopalı insanlar görene kadar. Niye oradalardı, niye kavga ediyorlardı bilmiyorum ama sanki bir adım daha atarsam bana saldıracaklarmış gibi hissettim. Donakaldım. Korkudan bacaklarım titredi. Geriye doğru bir hamle yapmak istedim ve bu düşünce aklımdan geçer geçmez birisi havaya ateş etti. Yerimde sıçradığımı hissettim, gerçi gökyüzüne doğru fırlamış da olabilirim.
İşte o an kahramanım beni kolumdan yakalayıp sokaktan çıkardı. Alçak bir duvarın arkasına saklanıp olup bitenleri izlemeye başladık.
Elim kıravatının ucunu yakalamıştı, buruşturuyordu. Yaptığım şeyi fark edince elimi hemen çektim, ancak o gülümsemekle yetindi.
Başımı okşadı, kolunu omzuma attı. "Sen güçlü bir kızsın," dedi. "Kimse sana bir şey yapamaz. Korkma."
Kimsenin, hatta Atıf Bey'in bile bana bir şey yapamayacağını söyleyen, beni güçlü olduğuma inandıran, korkularımdan kurtaran adam, kahramanım. Onun adı Süleyman'dı, tıpkı babamınki gibi. Uzunca bir süre güvendiğim tek erkekti. Nefret dolu kelimeler dışında kendisine bir şeyler söyleyebildiğim tek adamıydı Atıf Bey'in. 
Aslında onun da kötü bir adam olması gerekiyordu.
Ama kötü adamlar kıravatlarıyla oynamanıza asla izin vermezlerdi.

20 Ekim 2013 Pazar

Q10 - Mavi Robotlar Ağlar

Son 24 saat içindeki üçüncü yazım olacak evet. Ama beynim aşırı yüklemeden çökmeden önce bunları birisine söylemeliyim.
Ben Q10'i izledim.
Kaku Kento oynuyor diye, insanlar çok beğenmiş diye izledim hem de. Dizi bittiğinde ise onu bu kadar küçümseyebildiğim için pişman olmuştum.
Hayatınızın monotonlaştığını iliklerinize kadar hissettiğiniz dönemde insan şeklinde bir robot bulsanız ne yapardınız?
Fukai Heita tam da öyle bir dönemde buldu Q10'i. Onu yanlışlıkla çalıştırdı ve onun sahibi oldu. Adına da Kyuuto dedi.
Çılgınca ama Kyuuto ağlayabilen, utanabilen bir robottu. Fazlasıyla insan gibiydi yani. Aşırı sevimli, saf, kalbi olmamasına rağmen kalbi olanlardan daha iyiydi. Fukai'nin zayıf ama temiz kalbi ona çabucak alıştı, benimsedi.
Üzgünüm, ama bu bir aşk dizisi değil.
Evet, aşk var. Ne zaman olmadı ki zaten? Ama aşktan çok daha büyük, çok daha değerli bir şeylerin dizisi bu.

Parmaklarım bu yazıyı yazmamak için direniyorlar. Çünkü gerçekten güzel şeyler bulduğumda insanlardan kıskanırım. Bu diziyi kimse izlememeli, ona hak ettiği değeri veremeyecekler. Kimse benim hissettiklerimi hissedemeyecek. Yalnızca bir diziymiş gibi davranacaklar ona. Ama Q10 yalnızca bir dizi değil. Tıpkı Kyuuto'nun yalnızca bir robot olmadığı gibi.
Her bölümünde bambaşka şeyler öğrendiğim bir ders kitabıydı. Size yemin ederim bu dizinin öğrettiklerini okulda öğrenemezsiniz.
Muhtemelen yaşayarak da öğrenemezsiniz, çünkü insan her gün bir robot bulamıyor sonuçta değil mi? O halde, bu diziyi izlemeye ne dersiniz?

Ne öğrendim de böyle konuşuyorum diye merak mı ediyorsunuz?
Dizideki en güzel replik benim için söylesin size: "Şimdi bile göremediğim şeylere inanıyorum. Bir gün kendi gözlerinle göreceksin, inandığın şey mutlaka gerçek olacak."
Biz göremediğimiz şeylere inanırız. İnanın. İnandığınız şeyleri görebileceğinize...

Yine fazla bir şey söyleyemedim bu diziyi izlemeniz için. Dediğim gibi izlemenizi istemeyecek kadar sevdim ve kıskanıyorum. Yine de umarım kararınız bu diziyi izlemek olur. Dizinin muhteşem müziği inandıklarımıza gelsin. Mavi kalın.

GLEE - Artık Mavi Değil

Biliyor olmalısınız, Cory Monteith öldü.
Glee'yi Glee yapan karakteri canlandıran adam yani. Finn işte. Öldü.
Beşinci sezon için umudum vardı o ölmeden önce. Mike olmayacaktı bu sefer, ama Finn hep ordaydı. Ona tutundum. Glee'nin en iyi yanıydı.
Ama öldü ya. Azrail'in insanların programlarına göre çalışmadığını biliyoruz sonuçta.
Dizinin devamına karar verildi sonra. Sanki Finn olmadan Glee varmış gibi.

Eskiden Glee benim için eğlenceliydi. Umut vericiydi. Sıcacıktı Glee.
Ama artık Finn yok. Bu yüzden beşinci sezonu izlememe kararı aldım. Aslında, izleyecek gibiydim. Bir anda vazgeçemezdim tabii. Ben izleyene kadar çoktan Cory'nin anma bölümü yayınlandı. Her şeyi bir kenara bırakıp anma bölümünü izledim.
Glee'nin ışığı söndü. Apaçık ortada bu.
Artık Glee yok millet.
Bu benim izlediğim son Glee bölümüydü. Bundan sonra izlemeyi de uzaktan takip etmeyi de düşünmüyorum.
Çünkü Glee, Finn demek.
Tek bir karakterin bütün diziyi yerle bir edebilmesi bu kadar kolay işte.
Koskoca dört yıl böyle bir bölümle, böyle bir sonla çöpe atılabiliyor.
Gecenin birinde acımı kusmaya geldim buralara kadar.
Hala ağlıyorum.
İzlediğim en iyi Glee bölümüydü. Ama en kötüsü de buydu.
Glee'yi böyle hatırlamak istiyorum.
Bu yüzden son veriyorum.

Cory'e üzülemedim aslında. Ölümü öylesine birininmiş gibi geldi. Yine de Finn başkaydı. Çünkü Finn yalnızca McKinley Lisesi'nin değil, ya da sadece Lima'nın değil; hepimizin koca abisiydi. 
Ve gitti.

Işıklar kapansın.
Glee de gidiyor.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #3

11 Şubat 2013
Koşa koşa sınıfımın bulunduğu kata çıktığımda çoktan on dakika geç kalmıştım. Nefes nefese koridorda ilerledim. Gözlerim üstünde 10/E yazan tabelayı arıyordu. Ama... Onu buldu. Duvara yaslanmış, kollarını göğsünde çaprazlamış, kafasını önüne eğmişti. Saçları simsiyah, dalgalıydı. Yumuşacık gözüküyorlardı.
Ayak seslerimi duyunca kafasını kaldırıp bana baktı. Kahverengiydi gözleri. Beni gördüklerine sevinmiş gibi bakıyorlardı.
Uzun parmağını uzatıp karşısındaki kapıyı işaret etti, şöyle söyledi: "Sen de mi geç kaldın?"
Sesini duymak adeta dizlerimin bağını çözdü. Çok... Tanıdıktı ve bu beni heyecanlandırmıştı. Ama o an nefesimin kesilmiş olmasını çok koşmama bağlamıştım. 
İşaret ettiği kapının üstündeki 10/E yazısına baktım. Onaylamak için başımı sallar sallamaz bana doğru geldi.
"Güzel, hadi gidelim o zaman."
Ben ne olduğunu anlamadan elimi tutup beni sınıfa sürükledi. Eli sıcacıktı, ama oldukça sertti. Üşüyen elimi ısıtmasına konsantre olmuştum bir anda, bu yüzden içeride defterlerine bir şeyler karalayan sessiz kalabalığın bize dikilen bakışlarından rahatsız olamadım. Sonra birden beni görür görmez elimi tutan ilk kişinin Atıf Kılıçağ olduğunu hatırladım. Ama onun elleri soğuktu, üstelik pürüzsüzlerdi. Kaçıp gitme isteği doğuruyordu insanın içinde. Bu çocuğun ellerinin tam aksi.
Öğretmen kenetlenmiş ellerimize bakarak "Siz yeni öğrenciler misiniz?" diye sordu. Sınıftakilerin bakışlarındaki dikkat arttı. Ben de ilgisizliğimi -ya da hissizliğimi- göstermek istercesine tahtadan defterlerine geçirdikleri bilmece şekline baktım. Çok kolaydı.
Sıcak elli çocuk soruyu duyar duymaz irkildi. Ben onun yeni öğrenci olduğunu anlamıştım, ama o henüz fark ediyor gibiydi. Usulca elini elimden çekti. Yüzüne yerleşen ufak şaşkınlık gülümsememe sebep oldu.
"Evet," diye cevap verdim öğretmene bakarak.
Çocuk da tekrar etti: "Evet."
"Peki tanışıyor musunuz?" İkinci soru bir adım yana kayıp benden uzaklaşmasına sebep oldu.
"Hayır," dedim.
"Hayır," dedi.
"Geç kaldınız."
"Evet."
"Evet."
"Geçip oturun. Bir daha olmasın."
Sınıfa bir göz attım. Tek boş sıra vardı. Şimdi de sıra arkadaşı olmuştuk!
Onun olayı kavramasını bekleyemeden yürüdüm. Duvar kenarını onun için boş bırakıp diğer tarafa oturdum. O da hızla beni takip etti. Hala dikkati dağılmayan birkaç bakış arasında en arka sırada birbirimizden olabildiğince uzak oturmaya çalışıyorduk.
Öğretmen kendimizi tanıtmamızı istedi. Göz ucuyla birbirimize baktık. Sonra o kalktı, elleri ceplerindeydi.
"İsmim Demir," dedi kısaca.
Öğretmen bıkkınlıkla içini çekti. "Soyadın?"
Demir bir an durup nefes aldı. Vereceği cevaptan emin değil gibiydi. "Listede yazmıyor mu?"
Ön sırada oturan gözlüklü bir kız sincap gibi kafasını kaldırıp "Listeler daha gönderilmedi," diye atladı.
"Yoksa soyadını mı unuttun?" Öğretmen kollarını göğsünde çaprazladı.
Demir bir elini çıkarıp ensesini sıvazladı. "Pazı."
Sınıfta bir saniyelik sessizlikten sonra kahkahalar koptu. Bazı kızlar dönüp Demir'in kollarına baktılar. Öğretmen rahatsız olmuş bir sesle "Espri yapmıyorsundur umarım," diye homurdandı.
"Hayır," diye kafasını iki yana salladı Demir. "Ciddiyim."
Pazıları kontrol eden kızlar gülüştü. Demir'in dudaklarından çapkın bir tebessüm gelip geçti.
"Nereden geldin?"
"İstanbul."
"Neden?"
"Şey... Ailevi sebepler diyebiliriz."
Öğretmen bir saniye duraksayıp bana dönünce Demir yerine oturdu. "Peki sen?"
Ayağa kalkıp hızlıca kendimi tanıttım: "İsmim İpek Arıkan. Eskişehir'den geldim."
"Sen şu sürekli nakil aldıran kız mısın?"
Güldüm. "Evet, hocam."
"Namın aldı yürüdü İpek. Daha gelmeden öğretmenler merak ettiler seni." Öğrencilere baktı. "Arkadaşınız ilk yılında tam dört kez nakil yaptırdı," diye açıkladı.
"Neden o kadar çok?" diye şaşkınlıkla sordu hafif tombul, sırıtkan suratlı bir çocuk.
Artık kendi durumumu normal karşılamaya alışmıştım. Hatta bununla ilgili espriler bile yapabiliyordum. Şakacı bir yüz ifadesi takınmaya ve durumun trajik tarafını unutmaya çalışarak "Bir yerde üç aydan fazla kalınca sıkılıyoruz," dedim.
"Peki neden Ankara?" diye sordu öğretmen. "Ya da neden başka bir yer?"
Gülümsemem ufaldı. Çünkü üstesinden gelemeyeceğim bir hatıra güve gibi kemiriyordu onu.

Ocak 2013
Atıf Kılıçağ'ı en son görüşümde ikimiz de perişan haldeydik. Duvarlarında, zemininde, tavanında, her yerinde benim fotoğraflarım olan bir odadaydık. O ayakta duruyordu, bense dizlerimin üstündeydim. Daha doğrusu ayaklarına kapanmış vaziyetteydim. İkimizde ağlıyorduk.
"İpek," dedi sesinin titreyişine engel olamadan. "İpek kalk ayağa."
"Lütfen..." diye bağırdım söylediklerini duymazdan gelerek. "Ne olur rahat bırak bizi. Yalvarırım bırak. Benim annemin, dedemin, arkadaşlarımın ne günahı var? Bırak onları yalvarırım."
Atıf Bey sessizleşti. Saçlarımı hızlı hızlı okşayan elleri durdu. Bir şeylerin yeni farkına varıyor gibiydi.
"Ne istersen yaparım ama onlara bir şey yapma. O insanların bir günahı yok."
Dizleri titredi ve o da benim gibi dizlerinin üstüne çöktü. Aniden, sert bir hareketle kollarını omuzlarıma doladı. Özür dilemeye başladı. Bunca zaman boyunca dudaklarının arasından en çok çıkan sözcükler bunlardı: "Özür dilerim."
Ama hiçbir zaman doğru şey için özür dilemezdi. Hep gereksiz, saçma sapan şeyler söylerdi, beni hiç anlamazdı. O gün ilk kez anahtar kelimelerini doğru seçti: "Canını yaktığım için özür dilerim."
Şaşkınlıkla bin türlü özrünü dinledim. "Senin için ne yapabilirim? Söyle bana. Ne yapabilirim. Söyle."
"Rahat bırak beni," dedim gözlerimi silmeye çalışarak. "Lütfen."
Dışardan gören biri beni babasının kucağında ağlayan küçük bir kız sanabilirdi. Ne rezillik.
Bana daha sıkı sarılıp yanağıma sesli bir öpücük kondurdu.
"Evinde, okulunda dokunmayacağım sana. Ama hepten bırakamam. Bırakamam İpek. Olmaz."
Hıçkırıklarım yükseldi. Tek yapabildiğim kafa sallamak oldu. Kollarından kurtulmak için mücadele edecek gücüm bile yoktu. Yorgun başım omzuna düştü. Kendimi toplayana kadar ağladım. Birlikte ağladık.
Hayatımın en korkunç gecesiydi bu. Yaklaşık bir ay önce yaşanmıştı. Hiç yaşanmamış gibiydi.
Yarıyıl tatilinde Atıf Bey tarafından Ankara'da gözünün önünde olabileceğim bir okula yerleştirildim uslu duracağım sözünü vererek. O da okula adamlarını sokmayacağına, evime hiçbirinin adım bile atmayacağına yemin etti ve peşimden Ankara'daki evine geldi.

Bundan önce nereye gidersem onun gelme ihtimalinin az olduğu yerleri seçmeye çalışmıştım. Ama ya bacakları çok uzundu, ya da o ne zaman biteceği belli olmayan servetiyle bir ışınlanma makinesi yaptırmıştı. Ankara tüm umutlarımın tükendiğinin resmiydi. Atıf Bey'den kaçış yoktu.

11 Şubat 2013
"Haritayı duvara asıp dart atıyoruz," dedim düşüncelerimin içinden çıkmaya çalışarak. Sınıf kahkahalarıyla bana yardım etti.
"Ya? Demek öyle. Peki ders çalışmak zor oluyor mu? Derslerin nasıl?"
Derin bir nefes alıp yüzüme bilmiş bir ifade yerleştirdim. "Pek arkadaş edinemiyorum. Haliyle derslerimle meşgul olmak kolay oluyor. Geçen yıl her gittiğim yerde sınıf birincisiydim."
"Arkadaşın olmayınca ders çalışmak kolaylaşıyor mu? Ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum." Demir'in elleri hala ceplerindeydi, kafasını kaldırmış bana bakıyordu. Kayıtsız bir sesle konuşmuştu. Bütün dikkatler onun üstündeydi.
"Neden?" diye sordum şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak.
"Benim de arkadaşım yok, ama ben çalışamıyorum."
"Arkadaşın olsa çalışır mıydın?"
"Benim arkadaşım olur muydun?" Sınıftakilerin nefeslerinin duyulduğu derin bir sessizlik oldu. Bunu öyle davetkar bir sesle söylemişti ki cümle kendi anlam çizgisinden kaymıştı.
"Tabii," dedim normal karşılamaya çalışarak. Soğukkanlı olmazsam bu benim aleyhime olurdu.
"O zaman çalışmazdım." Öğretmen de dahil olmak üzere herkesten şaşkınlık dolu tıslamalar yükseldi.
"Nedenmiş o?"
"Seni izlemekten dikkatimi veremezdim ki." Bu sefer herkes aptala bağlamıştı. Böyle bir durumda verilebilecek utandırma amaçlı tepkilerden bile eser yoktu.
"Niye beni izleyecekmişsin?!" diye sesimi yükselttim. Tehditkar bir şekilde, hafifçe ona doğru eğilmiştim.
Boynunu biraz daha uzatıp yaklaştı, gözlerini gözlerime dikti. "Çünkü her an kaçacak gibi duruyorsun," dedi. "Koşmaya başladığın anı kaçırmak istemezdim."
Korkutucuydu. Demir daha ilk tanıştığımız günden bastırdığım tüm duyguları görmüştü. Elimi tuttuğu için olmalıydı değil mi? Elimi tutmuştu ve bir sihir yapmıştı. Aklımdakileri tek tek öğrenmişti.
İşin tuhaf yanı içimi görebilen birine ihtiyacım olduğunu fark etmemi sağlamış, beni rahatlatmıştı. Beni anlayabilen biri vardı, iyi ya da kötü olması önemli değildi! Bu yüzden onu yargılamadan kabul ettim.

Demir Pazı'nın sert elleri; çok ama çok tanıdık gelen bir sesi; siyah, dalgalı saçları vardı ve o an ona doğru eğilmiş beni anlayan biri gönderildiği için şükrederken, kokusunu alabiliyordum. Sararmış fotoğraflardan, tedavülden kalkmış eski paralardan, daha bebek doğmadan dizilen ve yıllar sonra evlenirken açılan çeyizlerden, mezarlıklardan... Ölmüş birinden gelen bir kokuya benziyordu. Limon kokusuydu bu. Çok tanıdık bir limon kokusu...


13 Ekim 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #2

11 Şubat 2013
Beni yakalayan adam tarafından gösterişsiz, sıradan bir arabaya bindirildim. Okula doğru gidiyorduk. Şans denen şey öyle değişkendi ki on beş dakika önceki hislerim bana şaka gibi geliyordu. Yakalanmayı bile geçmiştim artık, trafik vardı ve böyle giderse ilk günden geç kalacaktım.
Annemi arayıp kısa, basit cümlelerle beni merak etmemesini söyledim. Ses tonumdan beni yakaladıklarını anladı. Ama sesi endişeli gelmiyordu. Garip bir şekilde bu adamların beni rahatsız etmesi dışında koruduğunu düşünüyor gibiydi.
Tam ders saatinde okula çıkan bir sokağın başında adama durmasını söyledim. "Beni burada bırak. Daha ilk günden özel şoförü olan kız olmak istemiyorum." Araba durur durmaz çantamı yüklenip atlamak üzere kapıyı açtım.
"İpek Hanım," dedi dikkatimi çekmek için. Ona birkaç iğneleyici söz söylemeye can attığım için döndüm. Elinde pembe bir kurdeleyle bağlanmış bir mücevher kutusu tutuyordu. "Atıf Bey okulunuzun ilk günü için size bu hediyeyi gönderdi."
"Okula bir milyonuncu kez yeniden başlamak zorunda bırakıldığım için üzgün olduğumu ve kabul edemediğimi söyleyiver," dedim zehir gibi bir sesle.
Arabadan inip hızlı adımlarla okula yürümeye başladım. Aklım mücevher kutusunun üstündeki pembe kurdeledeydi. Atıf Kılıçağ'ın imzası...

2011 - Sonbahar
O adamın bana aşık olması komikti aslında. Yani gerçekten komikti çünkü ilk başta bunu şaka sanmıştım. Ofisine ilk gittiğimde renk vermişti gerçi, ama sonra çok güzel kıvırmıştı. Güzelce beni dinlemiş, geri vermek istediğim parayı almış, hatta bana ödediği burslar boşa gitmesin diye çok çalışmamı söyleyip ofisin kapısını kapatmadan önce bana el sallamıştı. Kibar bir adam olduğunu düşünmüştüm. O zamanlar düşüncelerime güvenirdim, ne safmışım.
Birkaç gün sonra okul sıramda oturan inanılmaz derecede büyük bir oyuncak ayı bulmuştum. Boynunda pembe bir kurdele vardı ve tek işaret de buydu. Ondan olduğu aklımın ucundan bile geçmedi. Sadece birinin beni mutlu etmek istediğini düşünüp eve kadar onu taşıdım.
Bir sonraki hediye bir hafta sonra geldi. Benzer bir şeydi, benim yaşımda kızların tav olacağı bir şey. Yine pembe kurdelesi vardı. Oyuncak ayıyı çok incelemiş ve gizli hayranım hakkında çok hayal kurmuş olarak bu işareti anında çakmıştım. İkinci hediyeyi kendi kendime kabul edişim çok coşkuluydu. Ondan sonra hediyeler belirsiz zaman aralıklarında gelmeye devam etti.
Sınıftaki, hatta okuldaki kızlar beni çok kıskanıyorlardı. Gizli hayranıma "pembe kurdele" adını takmışlardı ve o kişinin kim olabileceği üzerine derin araştırmalar yapıyorlardı. Delinin biri internet ortamında gizli aşığım için bir fan sayfası bile açmıştı.
Açıkçası ilgiden, kıskanç gözlerden memnundum. Hangi aptal memnun olmaz ki?
Bir süre sonra beni takip eden adamları fark etmeye başladım. Nereye gitsem gelen, değişik tiplerde, güvenilmez görünen insanlar. Otobüste boş yer olduğu halde oturmayan, okulun bahçesinde sigara içen, sabah apartmanın az aşağısındaki bir bankta uyuklayan bir sürü adam gördüm. Onlardan kaçmaya cesaret edemiyordum. Kaçarsam yakalayacak ve sonsuza kadar bırakmayacak gibilerdi. Bu yüzden ne zaman harekete geçeceklerini merak ederek her şeyi olduğu gibi bıraktım.
O sıralar hediyeler çapta küçülemeye, pahada büyümeye başlamıştı. Bu kez yanlarında ufak ufak notlar da beliriyordu.
Sebepsiz bir şekilde gizli aşığımdan usanmaya başladım. Şımarıkça değildi bu, yalnızca başta yapmam gereken şeyi yapıyordum: Tehlikeli olabileceğini kabul ediyordum.
Hediyeleri sınıfımdaki kızlar arasında bölüştürmeye başladım. Her gün başka birine atıyordum. Tek sakladığım notlardı, üstünde oturduğum dikenin sivri kalması için.
Bardağın taştığı gün Kasım ayının sonlarında bir gündü. Bu defaki hediye kafam kadar taşı olan bir yüzüktü. Yanındaki notsa o kadar utandırıcı ve edepsizdi ki kendimi çıldırıyormuş gibi hissettim. Kızların hiddetimden korkmuş bakışları arasında yüzüğü kaptığım gibi camdan attım. Not kağıdını da parçalayıp arkasından. Kendimi Tülin'in ihanetine uğramış Caner gibi hissediyordum. Her an çığlık çığlığa kafamda bir bardak parçalayabilirdim.
Sakinleşmek için çantamı okulda bırakıp kaçtım.
Gizli aşığımın kim olduğunu düşünmek istemiştim. Gerçeği keşfedemesem de kendime bir kurban seçip ona beddualar ederek rahatlamalıydım. Beni herkesin önünde rezil etmişti. Yeniden o aptal ve sessiz hayatıma dönmekten korkuyordum.
Evet, dediğim gibi o zamanlar saftım. İnsanlar hakkında hiçbir şey bilmezdim, bir şey hariç. Eğer kötü bir şey oluyorsa ve dışarıdan bakanlar yalnızca sizi tanıyorlarsa, kurbansanız bile suçlu olursunuz.
Kaçıp gittiğimde, neresi olduğunu bilmediğim sokaklarda yürürken bile duyabiliyordum arkamdan neler dediklerini. Kıskanılan kızdan, fahişeye ışık hızında geçiş yapmış olmalıydım.
O an ağlamak çok kolay geldi. Bir duvarın dibine çöküp höyküre höyküre ağladım. Bilirsiniz, ağlamak alkolle meslektaştır. Bir süre sonra ikisi de sizi sarhoş eder. Ben de sarhoş olmuştum. Ayağa kalksam yürüyemez, konuşmaya çalışsam dilimi döndüremezdim. Ya uyuyacaktım, ya da ayılmayı bekleyecektim. Bir polisin beni bulması için dua ederken gözlerim kapanıyordu, çenem köprücük kemiklerimin arasına değiyordu.
Güçlü bir el beni kollarımdan kavradı. Bir sonraki an sigara kokan birinin kucağındaydım. Çığlık atmak istedim, korkmuştum. Gözümün önüne bahçede sigara içen iki adam geliyordu. Beni kaçırıyor olmalıydılar, değil mi?!
Ağzımı açtım ama dudaklarımın arasından gelen ses şöyle dedi: "Sen kimsin?"
Sigara kokan adam bıkkın bir sesle "Korumanız," diye cevap verdi.
"Bırak beni."
"Eve gitmeniz daha iyi olur."
"Yalan söylüyorsun," diye güldüm alay edercesine.
"Ne?"
"Neden beni evime götürecekmişsin? Çocuk mu kandırıyorsun? Bırak beni!"
"Hayır," dedi net bir sesle.
"Bırak dedim!" Sarhoşluğu çok ağlamaktan ayıran ufak bir fark vardır. Çok ağlayan insanlar uzuvlarını hareket ettirmek istemezler, yani tembelleşirler. Ama sarhoşlar uzuvlarını düzgün hareket ettiremezler. O an bu ayrımı bir avantaja dönüştürdüm. Tamam, belki kafamı adamın omzundan kaldıramadım ve gözlerimi açamadım, ama elim tam olarak yanağına çarptı. Attığım tokat onu sersemletti, kolları çözülür gibi oldu.
Boğazımı patlatırcasına çığlık atarak sersemliğinden faydalandım. Kurtulmak üzere gibiydim. Yine de unuttuğum bir şey vardı, bahçede sigara içen "iki" adam vardı.
Diğer adamın bir parmağı vücudumda dolaştı. Sadece tek parmağı. Nereme dokundu bilmiyorum, ama bir saniye sonra bayılmıştım.
O günü ne zaman hatırlasam bayılmak yerine ölmem gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten ölmem gerekirdi. Gözlerimi hiç açmamalıydım. Hiç.
Ne yazık ki bayılan insanlar eninde sonunda gözlerini açıyorlar. Kimisinin iyi şeyler gördüğüne eminim. Ama ben... Atıf Kılıçağ'ı gördüm. Başım dizlerinin üstündeydi ve o yüzümü ezberlemek istermiş gibi bana bakıyordu.
İlk başta beni kurtardığını falan düşündüm. Birkaç saniye sonra anlayabildim, malesef. Ondan kaçmaya çalıştım. Aklımda o edepsiz not yanıp sönüyordu. Çıldırmış gibi ağlayıp dövünürken o benden not için özür diledi. Yanlış yapıyordu, hayatımı mahvettiği için özür dilemeliydi.
Beni bırakması için yalvardım. Beni öldüreceğini ya da ırzıma geçeceğini sanmıştım. O bana sapına pembe kurdele bağlanmış kırmızı bir gül uzattı. Suyuna gitmezsem kötü olacağından endişe ederek titreyen parmaklarımla gülü tuttum. O anki halim görülmeye değerdi, çok komiktim.
Kapıyı açıp gidebileceğimi söylediğinde tökezleyerek yürümeye başladım. Bana gülümseyerek bakıyordu. Çıldıran bendim, o ise çoktan çıldırmış olduğu için bana bakıp eğleniyordu.
Eve geldiğimde pembe kurdeleli kırmızı gül hala elimdeydi. Parmaklarım onu sıkıca kavramıştı. Dikenler avcumu kanatıyordu.
Kapıyı açıp beni o halde gören annem korkudan ölecek gibiydi. Ona söylemek istedim. O gün olan bitenleri değil ama. Gelecekte olacakları. Hazırlıklı olmasını söylemek istedim. Ama yapamadım. Bunun yerine gidip gülü sakladım, elimi bir daha sürmeyeceğimi bilmeme rağmen.
Dikenleri kanla kaplı o gül hala bende.
Elimdeki yaralarsa çoktan iyileşti, ruhumda daha büyüklerini açarak.

11 Şubat 2013
Koşa koşa sınıfımın bulunduğu kata çıktığımda çoktan on dakika geç kalmıştım. Nefes nefese koridorda ilerledim. Gözlerim üstünde 10/E yazan tabelayı arıyordu. Ama... Onu buldu. Duvara yaslanmış, kollarını göğsünde çaprazlamış, kafasını önüne eğmişti. Saçları simsiyah, dalgalıydı. Yumuşacık gözüküyorlardı.
Ayak seslerimi duyunca kafasını kaldırıp bana baktı. Kahverengiydi gözleri. Beni gördüklerine sevinmiş gibi bakıyorlardı.
Uzun parmağını uzatıp karşısındaki kapıyı işaret etti ve şöyle söyledi: "Sen de mi geç kaldın?" 



Mavinot: Mükemmel olmadığını biliyorum, ama kimse bir şey söylemezse mükemmelleşmesi imkansızlaşır, haksız mıyım?
Mavinot2: Mavi bayramlar hepinizee!! ^^

12 Ekim 2013 Cumartesi

Asuko March - Mavi İş Üniformalarıyla "Endüstri" Çocukları!

Japon okul dizilerinin şanını herkes bilir. Genelde bir dişi karakter etrafında dönen, arkadaşlık ve başarı hikayelerinden beslenen dizilerdir. Çoğu mangalardan uyarlanmıştır. Kendinizi ergen gibi hissetmenize sebep olurlar. (Bizzat bende böyle etki yapıyor.)
Kendimi bu okul dizileri arasında seçim yapmaya çalışırken bulduğumda Asuko March'ta karar kıldım. Bu kararımdan dolayı kendimi kutluyorum.
Asuko March, liseye giriş sınavlarında yaptığı kaydırma yüzünden Asuka Teknik Meslek Lisesi'ne gitmek zorunda kalan bir kız öğrenciyi anlatıyor.
Peki neresi bu Asuka Teknik Meslek Lisesi? Tabiri caizse "Ikemen Meslek Lisesi" diyebiliriz. Ehehe. Şaka tabii ki.
Efendim bu lise yalnızca erkek öğrencilerin okuduğu, her yıl yalnızca üç beş kız öğrencinin kayıt olduğu ve çoğunun da sonradan cayıp başka okullara nakil gittikleri, "sert" bir okul.
Yoshino Nao isimli kızımızsa; kibar, zeki, şirin, narin bir kız. Bu okula geldiği için hayatından nefret ettiğini söyleyip duruyor.
Dizi şu cümleyle başlıyor: "Burası bir fabrika değil. Bir okul."
Anafikir bu ve nereye çekmek isterseniz oraya gidiyor.
Başta okulunun kızlara hiç uygun bir yer olmadığını düşünerek sürekli gitmenin yollarını arıyor Nao. Oradaki çocukların bir grup beyinsiz serseri olduğunu düşünüyor.
Çoğu konuda haklı. Sınıfta bir kız olduğunu unutup uygulamalı eğitim formalarını giymek için aniden soyunmaya başlayan 25 erkekle aynı sınıfta olmak kesinlikle kolay bir şey değil. Nao'ya başlarda hiç ama hiç iyi davranmıyorlar. Her hareketinin kendilerini aşağılamak için yapıldığını düşünüp ona cephe almış durumdalar.
Sayalım bu 25 erkekten en "ikemen" olanlarını hemen:
Kaku Kento - Tamaki Makoto (ya da Küçük Emrah mı demeliyiz?) rolünde. Kendisi bu dizideki en favori karakterimdi. Ellerimi saçlarının arasına sokmak istiyorum ya.
İlk zamanlarda kıza kötü davranmış ve onu kendilerini aşağılamakla suçlamıştı. Ama sonra tam tersi yöne döndü. Koruyucu, eğlenceli, anlayışlı, sevecen, şirin bir arkadaş haline geldi.
Matsuzaka Tori - Yokoyama Aruto (ya da yakışıklı prens mi demeliyiz?) rolünde. Böyle baygın baygın bakarak kızların kalbini kazanan türden biri. Omuzlarını sevdim, sevdim evet. ^^
Daha ilk dakikadan kızı öpmek istermiş gibi üzerine eğildi. Çok çapkın gözükse de melek gibi bir kalbi var. Hiçbir zaman kıza kötü davranmadı, hep anlayışlı ve yardımsever oldu. Sağ yanağındaki beniyle de mükemmel erkek oluverdi.
Ishida Takuya - Hirose Satomi (size abi diyebilir miyim?) rolünde. Kulağındaki küpesi, saçları, eğitim formasının altından belli olan kol kaslarıyla değil; şirin gülümsemesi, sert kabuğunun altındaki yumuşak insan, her yerde kendini belli eden koruyuculuğu ve ağırbaşlılığı ile beni kendisine bağladı. Dizideki ikinci favori karakterim oldu.
Her kavganın başında Hirose-kun'u görebilirsiniz. Kural koyucudur, serttir. Ama ne zaman duygusal bir konuşma yapılsa ağlar. Genelde Nao'nun tarafını tutuyordu, bu da kendisinde gördüğüm abi cevherini parlattı.
Nagayama Kento - Takeuchi Kazuya (buna bir şey bulamadım) rolünde. Gözlükleri, sürekli ders çalışması ve gömleğinin düğmelerini sonuna kadar iliklemesiyle tam bir inek öğrenci profili çizdi Takeuchi-kun. Tabii ki eline bir kalem ve çizim kağıdı verdiğinizde işler değişti.
Sadece Nao'ya değil, bütün sınıfa ters gidiyordu. Ama sonradan onun da "makinenin bir parçası" olduğu anlaşıldı.

Bilirsiniz, böyle mangadan uyarlama Japon dizilerinde her bölüm farklı bir olay olur. O yüzden anlatacak pek bir şey yok. Ama bu dizinin mükemmel oluşunu engellemiyor.
Sandalyemden kalkıp okula gitmek istedim, geleceğim için bir şeyler yapmak istedim bu diziyi izlerken. Ve bir de böyle arkadaşlar istedim.
Her ne kadar Kore dizileri aşkı özletiyorsa, Japon dizileri de dostluğu özletiyor. Her zaman yanınızda olan, yanınızdayken de mutlu eden arkadaşlarınız olsun istiyorsunuz. Bunu önermek ne kadar doğru bilmiyorum, ama eğer o tip arkadaşlardan 25 tane istiyorsanız bu diziyi izlemenizi öneriyorum size.
Çünkü dizinin öğretecekleri arkadaşlık ve gelecek değil. Dizi size herkesin hayallerinin olduğunu, herkesin gitmek istediği yolu seçtiğini ve diğerlerinin bu yolda ilerleyecekleri arabanın bir parçası olduğunu öğretiyor size.
Lise öğrencisiyseniz eğer okul zamanı için büyük motivasyon olacaktır.
Çünkü biliyorsunuz: "Asuko bir fabrika değil. Bir okul."

Mavileyin dostlarım, kocaman gülücükleri garanti ederim. ^^

6 Ekim 2013 Pazar

Music Bank İstanbul TRT Müzik'te yayınlandı - Mavi Kartozu ağlıyor T.T

Evet, muhtemelen hepiniz biliyordunuz Music Bank'in bugün 22.30 itibariyle yayınlandığını. Ben az önce kapattım televizyonu. Yani bir saatten biraz fazla olmuş.
Bütün olarak izlememiştim, ama sanki şarkıların birkaç tanesi eksikti. Kesilmiş bir şeyler var gibi geldi bana. Bir de KBS'nin yayınladığını izleyeceğim elbette.
Aslında kendi kendime dedim ki: Bak Mavi, yapma. Televizyon aileye açık bir şey. Karşısına geçip mala bağlamana gerek yok. Adam gibi otur internetten izle dedim.
Ben kendimi biliyorum a dostlar. Ne hala geleceğimi biliyorum.
Ama her şeyi riske atarak gittim televizyona el koydum.
TRT Müzik'i saklandığı köşeden çıkartıp başladım izlemeye.
Aaah, ah...
Bir of çektim ve karşıki Kore dağları yıkıldı. Gerçekten yıkıldılar. Hep birlikte yıkıldık.
Ya... Gerçekten ama gerçekten harikaydı! Muhteşemdi!
TRT'nin eşsiz(!) yayın yetenekleriyle bile kusursuzdu.
Kendimi tuttum. Gerçekten.
Lee Joon ceketini omuzlarından sıyırdığında çığlık atmamayı başardım.
Ekrana yapışıp sahneye gelen herkesi öpmemeyi başardım.
Hatta bir süre için, çok kısa bir süre için ağlamamayı da başardım.
Ama Ailee sahneye gelip Üsküdar'a Giderken'i söylerken görüntüye giren o ağlayan fanlar beni de ağlattı.
Tam gözyaşlarının doruğuna ulaşmışken FT Island'ın sahneye gelmesi nedir ya?!
Sesim titreye titreye "Naramyon çukkesssooo!!" diye bağırdım.
İşte ordan sonra bi' kopmalar oldu bende.
Yerimde hoplayıp zıplamalar. Ekrana çok yaklaşınca pikselleri görmek falan.
Sürekli ağlayan fanlar gözüme çarptı ve ben de onlarla birlikte çılgınca ağladım efendim.
BEAST'in performansını izlerken beynim zaten mala bağlamıştı. Dong Woon oppa şarkının ortasında "Seni seviyorum!" diye bağırdı. Elbette ona karşılık verdim: "Ben de seni seviyorum!!!"
Ah gözlerim hala ıslak.
Daha önce de toplu konserleri ve CNBLUE'nun solo konserlerini izlerken ağlamıştım. Ama hiçbiri bu kadar beter etmemişti.
Her şarkıyı adı gibi bilen hayranlar gördüm. Rap kısımlarını bile ezberlemişlerdi.
Onları kıskandım tabii ki. Ama fan olmanın hakkını verdiler bence. Koreografileri ezberleyip oldukları yerde topluca dans eden insanlar vardı! Daha ne olabilir!
Ve Super Junior! Aman Allah'ım!
Tamam, haklısınız. Oraya gelen gelmeyen her K-pop grubu oldukça yetenekli ve oldukça büyük hayran kitleleri var. SuJu hiçbirinden üstün değil. Ama yapmayın. Adil olalım şimdi. Onlar Super Junior lan. Fandomlarında olmadığım halde fandomda olacak kadar şarkılarını biliyorum. Onları bilmeyen Kore fanı mı var Allah aşkına! Onların Türkiye'ye gelmesi Türk hayranlar için büyük bir övünç kaynağı. Gelip burada gezdiler, Türk hayranlarla fotoğraf çektirdiler, dans ettiler önümüzde.
Bir ELF değilim belki ama en az bir ELF kadar sevindim, samimi söylüyorum.
Donghae hayranların kameralarını alıp üyeleri ve kendini fotoğraflamaya başlayınca "Ulan," dedim. "Ah be. Paşam sana kurban olsunlar."
Sonra Eunhyuk'un şirinlikleri. Kangin'in kendi askerlik fotoğrafını hayranın elinden alıp öpmesi ve geri vermesi. Donghae'nin Türk bayrağı açıp öpmesi. Türkçe pankart açmaları.
Bence Music Bank'in olayı Super Junior'dı. Zaten oradaki hayranların çoğu da ELF'ti. Gitmediğim halde eminim bundan.

Peki şuna ne demeli?
Hayatımda gördüğüm en yaratıcı pankartlardan biriydi bu. Karımız olamıyorsun, bari gelinimiz ol demişler kıza. Suzy fanlarına bayılıyorum ya. ^^
Suzy demişken sunucu kadın kıza "Suşi" dedi. Kızın o anki yüz ifadesini görmeliydiniz. Gülmekten yerlere yattım.
Bir de Hyunseung'un dansları beni öldürdü ya.
Ne oynak adam. Ehehe. ^^

Evet, şu an yeniden kendimi çok kötü hissediyorum. Ayağıma kadar geldiler. VE. BEN. GİDEMEDİM. Anlıyor musunuz? GİDEMEDİM.
Yazısını yazmayacaktım, lanet olsun. Şu an duygularımın kurbanıyım. Dürüst olacağım siz de üzüntünüzü benimle paylaşın istiyorum. Ciddi anlamda "fangirl"üm. Hayran değilim yalnızca. Kudurmak üzereyim. Sakin Mavi Kartozu'ndan eser yok şu an.
Hüngür hüngür ağlıyorum ve ağlamak beni geçmiş zamanda kalan bir konsere götürmüyor.

Neyse siz bırakın beni. Kaçırdıysanız işte BURAYA tıklayıp izleyebilir ya da indirebilirsiniz.
Music Bank İstanbul harikaydı, ama Mavi'si eksik kaldı.
İşte size Ailee'nin Instagram hesabından FT Island'lı bir Maraş Dondurması hatırası: http://instagram.com/p/eAXYLSu6sO/#

Ve işte o Donghae'nin kamerasını aldığı şanslı hayran:
"Donghae kameramla çekim yaptttııııııı!!!" - Ağlıyorum evet ama gülüyorum da. Hayranları hem kıskanıp hem sevmek garip geldi, bak şimdi.

Artık bir performans verip bu çalkantılı ve saçma yazıyı sonlandırmalıyım sanırım.
Mavi kalın efendim...
Mavinot: Yazıyı yazmak tam tamına altmış dakikamı almış. ^^

5 Ekim 2013 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #1

Dertler, hayat evinin pencelerine çekilen siyah perdeler gibidir. Benim evime yıllardır hiç güneş ışığı girmedi. Dert perdelerinin bir insanın tek başına yırtamayacağı kadar kalın olması ne kadar üzücüyse, kimseyi yormamak için karanlıkta yaşamayı seçmek de o kadar aptalca olsa gerek. Ben aptallığı seçtim. Başka bir aptal gelip beni o evden çıkarana kadar...

11 Şubat 2013
"Emin misin yavrum? Seninle gelmem daha iyi olmaz mı?"
Annem uykulu halimle cevaplarımdaki tutarlılığı koruyup koruyamayacağımı test etmek istercesine neredeyse bir milyonuncu kez aynı soruyu soruyordu. Ses tonu hala ilkindeki kadar endişeli ve şüpheliydi.
"Anne. Lütfen ama," diye homurdandım. "Bir şey olmayacağını sen de biliyorsun."
Biliyordu, elbette. Ama bildiği şey bir şey olma ihtimalinin çok yüksek olduğuydu. Yine de pes etti, bunu yapmaktan başka çaresi yoktu.
Yavrusunu ilk kez kendi başına uçmaya gönderen bir anne kuş ürkekliğiyle yanağıma bir öpücük kondurdu çıkarken. "Arayacaksın, değil mi?"
"Arayacağım."
"Aramayan?"
"Ölsün anne, oldu mu?"
"Ağzını hayra aç kızım! Deli etme insanı!"
Korkuyordu, biliyorum. Yıllardır hep korktuğu gibi... Belki de bu yüzden benim korkularımı yoksayıyordu. Farkında değildi, ama kapıdan çıkarken bacaklarım titriyordu. Bilmiyordu, ellerim hava yüzünden değil gerginlikten buz gibiydi. Yine de söyleyemiyordum işte. Çünkü öğrenseydi acısından kendini öldürürdü. Oysa benim onun yoksaymalarına ihtiyacım vardı, vızıltılarına da.

O gün okul yılının ikinci döneminin ilk günüydü ve ben yeni bir okula gidecektim. Hava dikkatimi dağıtacak kadar soğuktu, gökyüzünün yeni uyanan ışıklarının arasından usul usul kartozları süzülüyordu. Ellerimi kırmızı kabanımın ceplerine sokarak, gözlerimin bağımlılar gibi titreyişimi görmesine engel oldum.
Metro istasyonuna o sabah ilk kez geliyordum. Ama tek bir bakışta tüm kaçış yollarını görebilmiştim; bunu kontrol etmek bir buçuk yıllık yaşanmışlığın getirdiği ufak bir alışkanlıktı.
Tüm o kalabalığın içine hiç tereddüt etmeden karıştım. Özellikle grup halinde duran insanların arasından geçiyor, bir bukalemun gibi kamufle olmaya çalışıyordum. Duvarda asılı duran güzergah tabelasının önünde durdum. Parmaklarımın ucunda birkaç adım geri çekilerek incelemeye başladım. Öncelikle gideceğim yönün tam tersi istikamete hareket eden metroya binmeliydim. Sabit durmayan her şey ani kaçışlar için mükemmeldi ve evden dışarı adım attığımdan beri peşimde dolaşan adamı atlatmak adına tek şansım buydu.
Evet, biri beni takip ediyordu. Çirkin bir takım elbise giymişti, -bu bile ondan kurtulmak istememin başlıca sebebi olabilirdi- sarı saçları çenesine kadar geliyordu, kulağının arkasında yalnıza görsellik olsun diye bir sigara kıstırılmıştı. Sigara içmediğini biliyordum. Çünkü bir keresinde ben hüngür hüngür ağlarken sohbet etme gereği duymuş ve anlatmıştı; bunun kendisini daha kaba gösterdiğini söylemişti. Kaba olmaktan hoşlanan adamlar beni takip ediyordu.
Nereye gittiğinden emin olmadığım metroya binerken uzun saçlı adam hemen yandaki kapıdan girdi içeri. Benden başka kimse onun beni takip ettiğini fark edemezdi, bana bakmıyordu bile. Gerçi bir sonraki adımımı nereye atacağıma dair çok isabetli tahminleri olduğuna bahse girebilirdim.
Öğrencilerin yoğunlukta bulunduğu bir grup insanın arasına daldım. Üniformasının eteği benimkine benzeyen bir kızın yanına iliştim. Şans benden yana gibiydi, elbette aceleci karar verilmemeliydi.
Gözlerimi adamın üstüne diktim, kendimi Afrikalı çocuğun ölmesini bekleyen bir akbaba gibi hissediyordum. O da bakışlarımın farkındaydı, ama Afrikalı çocuk rolünü oynadığı için akbabayı yiyebileceğini belli etmemesi gerekiyordu. Bakışları benden başka her noktada gezindi.
Aklımdaki plana göre dikkatinin dağılmasını beklemeliydim. Sonra metro duracaktı ve ben de kapılar kapanmaya başlayana kadar bekleyecektim. Onu içerde bırakıp kaçabilirdim, bunu daha önce otobüste yapmıştım.
Uzun saçlı adamın görüş alanına birdenbire afet gibi bir kadın girdi. Eteği kalçalarının hemen altında bitiyordu ve göğüs dekoltesi de hatırı sayılır şekilde dikkat çekiciydi. Haliyle içerideki her adamın dikkati o kadındaydı. Bugün şansım gerçekten yaver gidiyordu anlaşılan.
Metro durduğunda inmek için kapıya ilerleyen bir genç, kadına bilerek çarptı. Göğüslerinin o anki sallanışını görmeliydiniz: Kumsala göğüs şekilli taşlar ve kocaman harflerle "yardım" yazılmış gibiydi. Artık yalnızca erkekler değil, uyuklamayan bütün kadınlar da ona bakıyordu.
Her şey tasarladığım senaryoya göre gidiyordu, sözlerim ana yazar tarafından duyuluyor olmalıydı. Kapılar tam kapanırken önce çantamı, sonra ince bedenimin bana kazandırdığı esneklikle kendimi dışarı attım. Dizlerimin üstüne çökerken metrodaki uzun saçlı adamla göz göze geldik. Bu onu 21. atlatışımdı, artık şaşırmıyordu bile.
Eteğimi silkip, çorabımın kaçıp kaçmadığını kontrol ettim. Sapasağlamdım ve... Kurtulmuştum. İçimden sessiz zafer naraları atarak ayaklandım. Şimdi okuluma gidebilirdim, hayatımın en güvenli parçalarından birine.
Güzergah tabelasına doğru yaklaşıp hangi yöne gideceğime baktım. Bir yandan da telefonda annemin numarasını tuşluyordum. Yüzümde engel olamadığım salakça bir gülümseme vardı.
Fakat biliyorsunuz, gülümsemeler kısa sürer. Genellikle çok, ama çok kısa.
Kuvvetli bir el kolumdan tutup beni sürüklemeye başladı, gülümsememe konan son fırça darbesi buydu. Sıradaki tuvalde endişe vardı. 
Debelenmemeye çalıştım. Hırçınlaşırsam ya da dikkat çekersem canımı yakmaya kalkarlardı.
"İpek Hanım, yolunuzu kaybettiniz sanırım. Yanlış istasyonda indiniz, büyük bir hata," diye mırıldandı beni çeken adam.
"Hata yaptım," diye fısıldadım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. "Yaşamayı seçmekle hata yaptım."


Ekim 2011

Benim babam yok. Yani kanatlarım...
Hatıralarımı beynime kazımaya başlar başlamaz kaybetmişiz onu. Yani yüzü yok, olmayan babamın. Sadece elleri, saçları ve sesi var. Bir insanı zihninde oluşturabilmek için yeterli değil bu özellikler, olmayan biri için bile.
Dokunmayı çok sevdiğini biliyorum ama. Her fırsatta ellerimi tutar; yüzümü, saçlarımı, arada bir de uyumadan önce ayaklarımı okşardı. Sertti elleri. Demir gibi. Yine de hiç rahatsız etmezdi.
Birkaç kez saçlarını yıkamıştım onun. Dalgalı, simsiyah, gür saçları vardı. Limonlu ve vanilyalı bir kek gibi kokardı. Sabunlarımız limonluydu galiba o zamanlar. O saçlarını yıkarken kapıda durup izlememin sebebiydi bu koku. Beni izlerken yakalayıp yardım etmemi istemişti. Bu olaydan sonra ölene kadar ben yıkadım saçlarını, çok kısa bir süre için yani. Benim de ellerim limonlu-vanilyalı kek gibi kokar mıydı bilmiyorum, ama öyleyse bile kokular çok çabuk uçup gidiyor olmalıydı.
Hatırladığım diğer şey de saçlarını yıkarken şarkı söylediğiydi. Her seferinde aynı şarkıyı: Ele Güne Karşı. Kalın, yüksek sesinden asla beklenmeyecek kadar iyi gelirdi kulağa. Beni neşelendirmek için şirinlikler yapar, "Dünya bir yana, sen bir yana" derken bacaklarımı çimdiklerdi.
Babamı sevdiğimi hatırlıyorum.
Ama öldükten sonra, ondan nefret etmeye başladım. Çünkü artık ismim İpek değildi. "Rahmetli Süleyman'ın kızı" olmuştum. Her yerde sessiz, ezik, pasif olmak zorundaymışım gibi bakıyorlardı bana. Sesim azıcık yükselse, çocukluğun en doğal hakkı olan şımarıklığı birazcık kullanmaya kalksam; diğer çocuklardan daha çok ayıplanıyordum. Sonra annem suçlanıyordu, demediklerini bırakmıyorlardı. Annem sesini çıkarmayarak dulluk görevini yerine getirdiğini sanıyordu. Herkes bize diklenebiliyordu, ama biz onlara başımı kaldırıp bakamıyorduk bile.
Tüm bunların suçlusu babamdı.
Ölmekle kolaya kaçmıştı işte.
Kelimelerimi dikkatli seçmek, sessiz olmak zorundaydım ben. Onun yüzünden!
Kendime kendime hırçınlaştım. Derimin altında dışarı çıkacağı zamanı bekliyordu atılgan ruhum.
İşte o bereketli zaman, o yeni dünya, sil baştan fırsatı liseye başlarken elime geçti.
Mükemmel notlarla, çok seçkin bir okula girmeyi başarmıştım. Hatta zengin bir iş adamı burs verdiği öğrencilerin arasına beni de katmak için teklif bile göndermişti. Annemin ısrarları üzerine bu teklifi kabul etmek durumunda kaldım.
Lisenin ilk iki ayı tek kelimeyle kusursuzdu. Sınıf başkanı bile olmuştum. Hayatımın sessiz geçen on yılını bu değerli ünvanla kotarmış gibi hissediyordum. İdeal bir öğrenci, eşi bulunmaz bir arkadaştım. Popüler olmuştum. Başım uzun zamandan beri ilk kez dikti.
Her şey ikinci ay, bursumun normal miktarından iki kat fazla gelmesiyle alt üst oldu. Annemle üç gün düşündükten sonra parayı iade etmeye karar verdi. Başka bir öğrencinin harçlığının ben de olduğu düşüncesi beni gerçekten üzüyordu.
O gün Pazartesiydi. Ne kadar unutmak istesem de asla unutamıyorum.
Okuldan yarım günlüğüne izin almış; formam üzerimde, para çantamda bana burs veren adamın şirketine gitmiştim. Muhasebedeki çalışanlardan biriyle bir yanlışlık olup olmadığı konusunda uzun ve sıkıcı bir tartışma süreci yaşadık. Ben para zarfını önüne doğru ittirdikçe, o gerisingeri bana uzatıyordu. Olay zaman geçtikçe içinden çıkılamaz bir hal aldı. Muhasebe bölümünün en yetkili kişisine danışmak da bir çözüm getirmemişti. Sonunda dayanamayıp bana bu parayı veren insanla görüşmek istediğimi söyledim. O kadar bıkmışlardı ki tereddüt bile etmediler. Beni kocaman, siyah bir kapının önüne götürüp bıraktılar. Tabii, bunun için iki tane sekretere yalvarmam gerekmişti.
Nefesimi tutup içeri girdiğimde ilk dikkatimi çeken şey adamla aramızdaki boy farkının ancak bir sandalyeye çıkarsam kapanacağı oldu. İkinci olarak da odanın çok basık ve kasvetli olduğu düşüncesi içime bir sıkıntı dolmasına sebep oldu, yani o zaman sıkıntının sebebini o sanmıştım. Öyle olmadığını öğrenmek uzun zaman aldı.
Telefon görüşmesini bitirene kadar ayakta beklemek zorunda kaldım. Beni fark etmediğini düşünmüştüm ama telefonu kapatır kapatmaz bana döndü.
Bana maddi destek sağlayan bu adama gülümsemeye çalıştım. Yapamadım. Çünkü bakışlarımız birbirine değdiği anda hızlı adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı, bacakları o kadar uzundu ki bu çok kısa sürdü. Hemen dibimde durdu, ayakkabılarımız birbirine değiyordu.
Hiç çekinmeden sol elimi yakalayıp avuçlarının arasına aldı.
"Adın ne?" diye fısıldadı yüzüme doğru. Nefesi yüzümü yalayıp geçti.
Kaçmak istedim, yanlış bir şeyler olduğunu hissettim. Ama yapamadım. Çakılıp kalmıştım.
"İ- İpek... Adım İpek." Hiç çekinmeden yüzündeki çizgilere bakıyordum. Annemle aynı yaşlarda olmalıydı, hiç yaşlanmayan bir Kazanova gibi davransa da...
"Seni görmek ne güzel İpek. Benim adım da Atıf Kılıçağ."
"Sizi tanıyorum," diye mırıldandım bunu bilmemesine şaşırarak.
"Öyle mi? Nereden?"
"Bana... Bana burs veriyorsunuz."
Sanırım fark etmişti yaptığı şeyin ne kadar garip olduğunu. Elimi bırakıp bir adım geri gitti.
"Seni buraya hangi rüzgar attı İpek?" dedi bozuntuya vermeden. Odanın sol köşesinde duran masayı işaret etti.
Rahatsız olmuştum. Hiç gelmemiş olmayı diledim içimden.
Bursumun fazla geldiğini anlatırken, üzerini karalamaya çalıştığı yüz ifadesini hiç beğenmemiştim. İçimden bir ses "Buraya kadar," dedi. "Senin hakkın iki aydı. Bir yetim için fazla bile!"

Atıf Kılıçağ.
Hayatımın genetiğiyle oynayan adam.
Kimsenin düşmek istemeyeceği bir rezilliğe sürükleyivermişti beni.
İşe yaramayan taş kalbinin bana aşık olduğunu iddia ederek hayatımı zindana çevirmişti.
Kendi kendime çırpınmaktan başka seçenek bırakmamıştı bana. Onun kollarına koşmayı seçenek olarak görmüyordum bile.
Oysa... Ben yalnızca kimsenin hakkını yememek için, iyilik yapmak için gitmiştim oraya. Kaş yaparken göz çıkarmıştım.
Herkesin dikkatle kullanmam gerektiğini söylediği gençlik yıllarımı farkında olmadan en yanlış kişiye vermiştim.
Ancak, elbette kalbim hala bana aitti. Korktuğum şeyse bir gün onu da en yanlış kişiye vermekti.


Mavinot: "İnternet senin, atış serbest" sözleriyle cezbedilmiş olup bindim bir alamete efendim. Ne kadar eleştiri, o kadar mavilik diyorum ve mikrofonu sizlere bırakıyorum. :)