nelerden bahsetmeliyim? aslında aklımda kesin bir konu yok, buraya gelmeden birazcık bile düşünmedim. sadece yazmak istiyorum, parmak uçlarım kaşınıyor, kalemim titriyor. lakin aklımda hiçbir şey yok. o yüzden biraz boş konuşup gitmeye karar verdim.
geçtiğimiz iki hafta benim için epey zordu. İstemediğim şeyler yaptım, istemediğim şeyler oldu, istediğim şeyler de oldu ama yine istemediklerime odaklanıp istediklerimi unuttum. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda insanın elinde olmadan hayatının bir anda hızlıca boka sarabileceğini gördüm. Bunu kesinlikle elimizde olmayan büyük şeyler için kullanmıyorum; hastalıklar, felaketler, başka insanların yaptığı şeyler... Bunların zaten elimizde olmadan geliştiğini bilecek kadar büyüdüm. Lakin kendi hayatımda kendi seçimlerimle iyi olması için uğraştığım şeyleri kendi ellerimle boka sardırabileceğim ve her şey olup biterken aynı yolda yürümeye devam edeceğim zamanları göreceğim aklıma gelmezdi. Yani istemeden bir şeyler yapmak zor değil tabii ki ama istemeden yaptığımız bu şeyleri, bu hataları fark eder etmez düzeltebileceğimizi sanardım. Yapamadığımız da oluyormuş.
Anlamsız değil mi? Biliyorum. Geçtiğimiz iki haftada çok yoruldum. Neden bilmiyorum, neler oldu hala anlamıyorum ama bir düğmeye basıp ışıkları kapatmak istedim. Kapıları kilitleyip anahtarları yutmak istedim. Hayatım bu kadar ucundan tutamadığım, kontrolden çıkmış bir hale gelmeyeli yıllar olmuştu. En son ilk okulda hiç istemediğim halde arkadaşımı öğretmene ispiyonlayıp günlerce pişman olduktan sonra kendime geldiğimi sanıyordum. O zamandan beri her şeyi kontrol ediyordum ve hiçbir şeyden pişman olmamaya özen gösteriyordum.
Geçtiğimiz iki hafta öyle değildi.
ne çok geçtiğimiz iki hafta dedim.
Her neyse, bu hafta sonu Ravi'nin konseri var. Orada olacağım. Düne kadar aslında bu gerçeğin farkında değildim ama dün gece rüyamda konserle ilgili bir şeyler görünce anladım, ben bu olayı canlı canlı yaşayacağım ve o heyecanın içinde olacağım.
Aslında hala Ravi'yi görüp onu canlı dinleyeceğime pek inanamıyorum. Arkadaşlarımın hepsiyle aynı anda görüşecek olmak çok daha heyecan ve mutluluk verici bir şey benim için.
sadece hayatımda yıllar sonra hatırladığımda içimi yakacak şeyler olmaması için uğraşıyorum. biliyor musunuz eskiden onlardan çok vardı bende? o kadar çok ki hiçbir şey beni üzmüyorsa o an, birdenbire aklıma geliverirlerdi sırayla. midemden bıçaklanmışım gibi bir his, ağzıma kan dolardı sanki. ve ben tüm o anları, tüm o pişmanlıkları güzelce saklamıştım insanlardan. küçük bir çocukken canımı bu kadar aıctan şeyleri saklamayı öğrenmiş olmak iğrenç bir şey. ama öğrenmiştim ve yapıyordum da. ustalıkla. yıllarca. sakladım.
sonra bir gün tesadüfen anlattım içlerinden birini. kime anlattım onu da bilmiyorum ama eminim bana aynı derecede can yakıcı bir anısını anlatan bir kimseye anlatmışımdır. inanılmaz bir şekilde, bir daha asla o anı bana o kadar acı vermedi ve bir süre sonra yok oldu. sonra bir başkasını anlattım ve o da gitti.
sanki bu anılar beynime batmış dikenlerdi de ben onları anlatmak için bir bir yerlerinden çıkarıyordum onları. sonra tabii ki yerlerine koymuyordum, aptal değildim, atıyordum gitsin. böyle böyle tüm o acı verici anılardan kurtuldum.
hepsi geçti.
ama bazı boşluklar dolmak zorunda sanırım. yaralar iyileşse de izleri kalıyor ve o izleri bulmak zor değil, yeni anılar ve pişmanlıklar gelip onların yerlerine saplandılar. ve ben açıkçası yıllarca bu dikenler kurusun da ben insanlara anlatıp çıkarayım kafamdan diye beklemek istemiyorum.
öyle yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum, ama istemiyorum. yine de elimden bir şey gelmiyor. o an benimle bu acılara şahit olan insanlar hariç kimse benim içim soğumadan bu dikenleri göremeyecek ve ben yıllarda mideme bıçak saplanmış, ağzıma kan dolmuş gibi hissedeceğim.
olsun.
en azından bir süre sonra bu acıların geçeceğini biliyorum.
önemli değil.
ama siz yapabiliyorsanız, o dikenler kafanıza batar batmaz temizleyin onları. en güzeli.
hem biliyor musunuz, ben artık ölmek istemiyorum. Özlem'e şöyle söyledim: "Üzülünce artık çok sıkılıyorum, hiç ölmek istemiyorum."
Kendi ağzımdan çıkıp beni en çok mutlu eden sözlerden biriydi.
Daha yapılacak çok iş var. Evet, dikenlerimiz zaman zaman artıyor olabilir ve dikenleri batıran anılardaki insanlar da hala çevremizde bize acı çektiriyor, bizi varlıklarıyla rahatsız ediyor ve yeni bir diken gelecek mi acaba diye bizi tedirgin ediyor olabilirler; ama yaşamak istiyorum. O yüzden sayıları fazla olsa da kendileri minnacık olan o dikenlere göğüs germek işten bile değil benim için.
İyi olacağım. Çünkü yaşamaya devam edeceğim.
Yaşamaya devam etmek istiyorsam iyi olmak için çabalamam gerek ve çabalarsam yapabileceğimi biliyorum. Kendimde de çok gördüm çabalarsam yapabileceğimi.
Ama biliyor musunuz Ravi'nin SOLO Avrupa turuna çıkıyor olması son zamanlarda beni çok cesaretlendiren bir şey çünkü daha çıkış yapmadan önce insanlardan duyduğu şeyleri biliyorum. Çıkış yapamayacağını düşündüğü günleri biliyorum. Çıkış yaptıktan sonra yaşadıklarını ve insanların ona batırdığı dikenleri de biliyorum ve eminim daha benim görmediğim bir sürü dikeni vardır. İşte o çocuk, o dikenli, sulu gözlü, hustler çocuk birkaç gün içinde tırnaklarıyla kazıyarak geldiği sahnelerde; canını dişine takıp çalışarak yazdığı şarkılarıyla ve kazandığı özgüveniyle kendi başına Avrupa turuna çıkacak. Sizi bilmem ama ben zor yollardan gittiğini bildiğim insanları seviyorum. Çünkü hiçbirimizin yolu kolay değil ve biz de gidebiliriz.
Gidebildiğimizi görmeliyiz.
Ben gidiyorum.
Kendinize iyi bakın. Mavi kalın hayatlerim.
Bazılarınızla bu hafta sonu görüşürüz. Olmadı bir sonraki yazıda artık.
Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.
Gongju Hanım dış kapının
yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir
kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel
yetiştirmişti.
Merdivenin ilk
basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü.
Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme
vardı.
Hiçbir şey söylemeden,
gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz
arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri
daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı
şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki
son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir
izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz
ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan
kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar
sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp
gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev
ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı
bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu
cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan
söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir
hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir
nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim
Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit
hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin
boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu.
Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için
kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu.
Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa
bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç
tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık
hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu,
lakin ne önemi vardı?
Taekwoon saraya
düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak
için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız,
gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra
karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek
her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış
kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını
fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in
odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce
biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek
ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek
istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin
canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak
seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri
girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar
her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı
çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini
karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık
dinleneyim.”
O an ülkenin
gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son
nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana
gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok
çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et
parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar
koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve
elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken
onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey
hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi
elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya
çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi
kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk
zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini
saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele
etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u
çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca
ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı
yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın
ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda
doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun
ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye
sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp
atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının
yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.”
Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi
karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan
delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye
başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek
verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız,
boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari?
Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim.
Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi
mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak
bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında
bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri
miydi?”
“Evet Majesteleri.
Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı
o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına
izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı
söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı
acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu
yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde
duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan
delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru
atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen
kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!”
Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da
Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda
değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri
önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha
Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu
dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi
titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla
kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya
bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens,
delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı
onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden
gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens
donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını
onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna
isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı
için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona
geldi.
Tek yapması gereken
karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin
yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı
da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında
götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne
düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee…
Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini
fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere
düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını
olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi
güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi
abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu
yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hava aydınlıktı.
Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası
yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece
hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen
delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu
doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta
dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden,
bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu.
Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi
emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda
olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi
olurdu.
Artık kendisine ait
değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe
sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla
beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini
kapattı.
Ne kadar boştu şimdi.
Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile
bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya
vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in
uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu
sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki
onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma
isteğiyle.
“Nasılsınız
Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere
oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine
herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa
gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle,
doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin,
aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca
Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini
öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı
ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde
fark etti.
Genel bir durum
kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik
abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi.
“Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle
onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…”
Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son
darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse
kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları…
Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde
ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne,
Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin
elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti
bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son
sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana
Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben…
Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve
yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin
önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle
hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin
yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de…
Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral
olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek?
Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana
doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten
yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip
tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre
bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri…
Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen
yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin
bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle
gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından
yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens
elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini
çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Üç gün sonra yaralı
çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir
hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle
görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin
namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu
galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın
âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu
kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat
eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk
oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar
topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun
ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza
kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu
kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve
kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan,
yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla
karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik
çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o
“Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte
duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın
örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı
Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti
gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri
hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından
sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile
insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi
için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların
gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim
Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça
çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee
Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor
diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe,
saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları
hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde
bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual
yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i
katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu
biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark
etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin
yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini
saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında
genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki
bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin
siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz
Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini
soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi
birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri!
Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman
gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip
dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini
tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime
Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”
SON
mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.
Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Akşamüstü alacakaranlık
başladığında Taekwoon artık ayrılma vaktinin geldiğini anladı. Sonsuza kadar
böyle, hiç ayrılmayacakmış gibi sarmaş dolaş olamazlardı.
Yine de olabildiğince
ağırdan alıyordu. Evet, Doyeon’u bırakmak istemiyordu. Lakin sürekli annelerine
ve birbirlerine yaslanıp biraz da olsa teselli bulmaya, peşlerindeki korkuyu
unutmaya çalışan bu çocukları bırakmak da hiç içinden gelmiyordu. Tek başına
hepsini koruyamayacağını biliyordu. Hatta orada bulunarak onları daha da
tehlikeli bir duruma sokuyor bile olabilirdi.
Sonuçta onlar Gongju
Hanım’ın öz çocukları değillerdi. Köle olmalarına gerek kalmayabilirdi. Lakin
hanımefendinin onları hala yanında tuttuğuna bakılırsa kaçsalar peşlerinden
gidenler olma ihtimali vardı. Sonra aklına bu çocukların kimselerinin olmadığı
ve çocuk oldukları geldi. Peşlerinden giden olmasa bile hayata tutunmaları
mümkün müydü ki?
Kendini tutamadı.
“Hanımım… Sabileri… Ne yapacaksınız?”
Sözlerinin ne korkunç
bir mana taşıdığının farkında olan büyük çocuklar dönüp annelerine baktılar.
Kadın gülümsedi. “Bizim de bir planımız var elbet.”
“Ben… Size yardım…”
Doyeon elini
Taekwoon’un elinin üstüne koydu. “Beyim gidecek teyze,” dedi onun lafını
bölerek. “Lakin yüreği benden evvel senin sabilerin için yanar. Benden bile
vazgeçerek yapmak istediği şeyden onlar için caysam mı diye düşünüyor. Lütfen
ona senin hiçbir zaman evini ya da çocuklarını koruyacak bir erkeğe ihtiyaç
duymadığını söyle.”
Bu defa kıkırdadı
Gongju Hanım. “Bu devirde tek başına evinden taşacak kadar çok çocuk yetiştiren
bir hanımefendinin yediği ilk darbe bu zannediyorsan yanılıyorsun oğlum.
Onlardan korkum da birine ihtiyacım da yoktur.”
“Bağışlayın hanımım.
Öyle demek istemedim.”
“Biliyorum. İyi niyetin
için sağ ol çocuğum. Bizi merak etme.”
İki âşık birbirlerine
baktılar. Artık onları tutacak hiçbir şey kalmamıştı. Bu onların son vedasıydı,
elleri son kez ayrılacak ve bir daha asla birleşmeyecekti.
Gözlerini onun esmer
yanaklarından ayırmadan “Ben artık müsaade isteyeyim,” dedi Taekwoon evin
hanımına.
Delikanlı çocukların
bir bir ayağa dikilip karşısında düzenli bir kalabalık halini almaya
başladıklarını fark edince kalktı. Çocuklar aynı anda eğilip selamladılar onu.
“Güle güle gidiniz Muhafız Bey.”
Taekwoon bu düzenli
veda karşısında kendini tutamayıp hayranlıkla güldü. “Sağ olun çocuklar,” dedi
o da eğilip selam verirken. “Kendinize iyi bakın.”
Gongju Hanım’ı da
selamladıktan sonra avluyu geçip dış kapıya gelmişlerdi işte.
Genç kız sevgilisinin
elini sıkıca tutuyordu. Biraz daha, biraz daha bakmak istiyordu. Son anlarında
onun yüzü gözünün önüne gelsin istiyordu.
“Nereye gideceğimi…
Biliyorsun değil mi Doyeon?”
“Evet, beyim. O yüzden
sizi ölümünüze gururla gönderiyorum ya işte.”
“Ben de seninle gurur
duyuyorum. Annen, ablan, baban da…Aynı
hayale inanan herkes seninle gurur duyuyordu Doyeon. Bunu hiç unutmamanı
isterim.”
“Unutmayacağım.”
“Teşekkür ederim. Beni
sevdiğin için… Yanında olmama izin verdiğin için…”
“Neyin teşekkürü bu?
Yalnızca acı verdim size.”
“Yanında acı çekmiş
olmaktan gurur duyuyorum.”
“Birlikte acı çektiğim
kişi siz olduğunuz için mutluydum beyim.” Doyeon bir an gözlerini kapattı.
Biriken yaşlar gözpınarlarından kurtulup yanaklarında süzüldüler. “Lakin…
Yüzsüzlük edip bir şey daha isteyeceğim sizden.”
“Söyle hadi.”
“Gittiğiniz yere
iletmenizi istediğim bir çift söz var.” Çocuklar duymasın diye parmaklarının
ucuna yükselip delikanlının kulağına fısıldadı. Geri dönerken yanağına bir
öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
Sımsıkı sarıldılar.
Taekwoon ardına dönüp kapının kilidini açmak için uzanırken genç kızın
hıçkırıkları ilişti kulağına. Bir daha döndü. Nefes nefeseydi, kalp çok hızlı
çarpıyordu. “Söylemeyi unuttuğum bir şey var,” dedi aceleci bir tavırla. Kız
sarsılan omuzlarının arasına gömdüğü başını kaldırıp merakla baktı. “Şimdiye
kadar hiç söyleyememiş olmak bana acı veriyor. Seni seviyorum Doyeon. Seni her
şeyimle seviyorum.”
İki beden yine yaslandı
birbirine. Dudakları da kenetlenmişti bu defa.
Bir dakika sonra kılıcı
elinde olduğu halde kendisini inanılmaz derecede savunmasız hissederek sokağa
çıkmış bulunuyordu. O çıkar çıkmaz kilitlenen kapının ardında genç kızın
hıçkırık seslerine sabilerin hıçkırıkları da karışmıştı.
***
Efendi Lee, Âlim Kim ve
Jaehwan Hanyang’ın biraz dışına küçük bir derenin kenarına kadar yürümüşler ve
en sonunda mola verip su içmeye ihtiyaçları olduğuna karar vermişlerdi. Jaehwan
yıkanacağını söyleyip iki dostu bir ağacın altında biraz yalnız bırakmak
istemişti.
Wonsik’in ateşi vardı.
Dudakları kurumuş, gözkapaklarının ağırlığı her geçen saniye artmıştı. Dizleri
titriyordu. Hongbin yakmayacaklarını üçünün de bildiği bir ateş için çalı çırpı
toplama bahanesiyle, bir gözü arkadaşının üstünde, etrafa bakınıyordu. Bir
kaçış hali içerisindeydi. Genç âlimin bakışlarından kaçması gerektiğini
sezmişti.
“Hongbinciğim.” Artık
nasıl kaçacaktı?
“He?” dedi ona hiç
bakmadan.
“Gel hele otur bir.”
“Ne oldu?”
“Gel gel.”
Küçük bir çocuk gibi
somurtarak elindeki yığını ağacın önüne getirip bıraktı. Sonra oturdu.
Wonsik’ten tarafa bakamıyordu. Kafasını Jaehwan’ın çıkardığı şapır şupur
seslere vermeye çalıştı.
“Neden kaçırıyorsun
gözlerini?”
“Saçmalama ne
kaçıracakmışım.”
“Lee Hongbin. Aptal
değilim ben.”
“Aptal mı dedik, sanki
adama bak.”
“O mühür benim için
değildi. Biliyorum.”
“Yalan mı söyleyeceğiz
ulan?!”
Âlim Kim derin bir
nefes aldı. “İkimiz de Sanghyuk’u tanıyoruz. Beni kurtarmaya niyeti olsa isim
listesinden adımı silmek işten bile olmazdı onun için.” Efendi Lee cevap vermek
yerine başlığını çözüp yere koydu. “Söyle hadi. Nereden buldun o mührü? Çaldın
mı yoksa?”
Genç efendi kaşlarını
çattı. “Hırsız muamelesi de görüyoruz anasını satayım.”
“Çalmadıysan… Ne için
verdi sana o mührü?”
Eline aldığı bir dal
parçasını kırıverdi. “Doyeon’u alıp ona getireyim diye verdi. Oldu mu? Memnun
oldun mu duyduğuna?” Bu haber karşısında alt çenesi hafifçe aşağı kaydı
dostunun. “Artık önemi yok. Ben almaya gitmediğime göre kimse onu alamamıştır.
Biz de o mühür sayesinde kurtulduk. Bitti her şey.”
“Han Sanghyuk bu kadar
acımasız biri miydi gerçekten?” Sesi o kadar alçak ve derindendi ki Hongbin’in
tüyleri ürperdi.
“Artık düşünme. Bitti,”
diyebildi yalnızca.
Wonsik dereye doğru
baktı. Jaehwan’ın alacakaranlığın soğuğunda buz gibi suda bu kadar uzun süre
kalmasına şaşırmadan edemedi. Yine de işine geliyordu. Şu anki konuşmayı
duymamalıydı.
“Hayır, bitmedi.”
“Bitti işte! Gidiyoruz
buralardan.”
“Lee Hongbin. Sana
aptal değilim dedim!”
Sessizleştiler. Serin
bir rüzgârın ardından konuştu Efendi Lee. “Hayır… Aptalsın. Aptalın tekisin
sen. Geri zekâlı. Sakın konuşmaya devam etme.”
Ayağa kalkıp yeniden
ondan uzaklaşmaya hazırlandı.
“Öldür beni.”
“Kim Wonsik!”
“Başka yolu yok. Senin
de aptal olmadığını biliyorum.”
“Kes sesini! Kolunu
kırıp seni sonsuza kadar sakat bırakmadan önce kapat çeneni!”
“Anlıyorsun ne demek
istediğimi. Yüreğin mani oluyor sana yalnızca.”
“Anlamıyorum! Sus
dedim!”
“Babasını öldürdüğü
çocukluk arkadaşını saray cariyesi yapmak isteyen bir adam seni yakalarsa sana
neler yapmaz ki…”
“YETER!”
“Ben öleceğim zaten.
Sen öldürsen de öldürmesen de… Lakin sen…”
“Ne önemi var! En
azından seni korumuş olmanın onuru ile veririm canımı!”
“Düşünsene. Sanghyuk
şimdi… Ne denli yalnızdır.”
“Umurumda değil o
velet!”
“Bir arkadaşının
ihanetiyle uğraşırken diğerinin de onunla birlikte gitmesi ne kadar yakmıştır
canını.”
“Sen ona ihanet
etmedin! Hain falan değilsin sen! Seni buna iten oydu! Onun suçu! Sen yapmadın!
YAPMADIN DİYORUM SANA!”
Genç adam dizlerinin
üstüne çöküverdi. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre hüngür hüngür ağladı. Wonsik
ise sakince ağlıyordu, onu izliyordu.
İki arkadaş çoktan
sudan çıkıp gelmiş kılıç ustasının az ötede dikilip konuşmalarını dinlediğini bilmiyordu.
“Öldür beni
Hongbinciğim. Birimiz onun yanında kalmalıyız. Biliyorsun. İçimizde en yalnız
olan oydu her zaman.”
“Yapamam. İsteme
benden. Yapamam.”
“Askerlerin elinde can
vermektense senin kılıcının ucunda ölmeyi tercih ederim dostum.”
“Olmaz… Hayı-…”
“Olur beyim.” Jaehwan
artık sessizliğini bozmanın zamanı olduğunu düşünmüştü. Islak kıyafetleriyle
gidip Âlim Kim’in yanına oturdu. İki yarı bir aradaydı, yine bir bütün
olmuşlardı. “Kaybedecek neyimiz kaldı ki? Nüfus kaydım olmadığı için
memlekettekileri bulamazlar. Yani ben yanlarına gitmediğim sürece… Oraya
gitmeyeceksem de saklanacak yerim yok demektir. Sizleri götürecek yerim de… Hem
ben de… Artık savaşmaktan çok yoruldum. O günahsız oğlanlarla çarpışıp
ölmektense samimiyetine inandığım ve korumak istediğim birinin kılıcının
ucunda, yine korumak istediğim birinin yanında, kolumu bile kıpırdatmadan
ölmeyi tercih ederim.”
“Bak işte… İkimizin de
son dileği bu. Hainlerin bile son dileği gerçekleştirilmez mi?”
“HAİN DEĞİLSİN SEN!!”
Genç efendi hışımla ayağa kalktı yeniden. Dizilmiş, kuzu gibi ölümlerini
bekleyen iki adama arkasını döndü.
Ayak bileğinde dostunun
elini hissettiğinde içindeki son direnişin de yok olduğunu hissetti. “Lütfen
Hongbin,” diyordu ayaklarına kapanan.
Onlara bakmadan
kılıcını yerden alıp kınından çıkardı.
“Seviyorum seni Kim
Wonsik!” diye bağırdı gırtlağını patlatırcasına. “Dostumu yalnız bırakmadığın
için teşekkür ederim Jaehwan.”
Sanki ölüme gitmiyormuş
gibi huzurla gülümseyen iki yüze baktı sonra. “Özür dilerim. Sizi koruyamadım.”
“Sağ ol Lee Hongbin.”
Tek bir kılıç darbesi
ikisinin boğazından aynı anda geçip birbirine sımsıkı kenetlenmiş ellerini kan
içinde bırakmadan önce söylediği son sözdü bu Âlim Kim Wonsik’in.
***
“Beyim gittiğine göre
bana söyle teyze. Ne yapacaksınız?”
Geçen geldiklerinde
Taekwoon’un dizinde uyuyan küçük kız bu defa Doyeon’a sımsıkı yapışmış, onu
sakinleştirmek istercesine parmaklarını kolunda gezdiriyordu. “Saklanacağız,”
dedi usulca. Bir elini yere koyup bastırdı. “Bunun altına.” Adının Hanhwa
olduğunu söylemişti.
Genç kız biraz etrafına
bakınca bunun hiç de akıllıca bir plan olmadığını anladı. “Lakin orada…”
Gongju Hanım elini
kaldırıp onu susturdu. Ne söyleyeceğini biliyor gibiydi. Konuyu değiştirdi.
“Sen neden bizimle birlikte hareket etmeyecekmiş gibi kendini ayrı tutuyorsun
ki?”
Öyle yapıyordu. Neden
yaptığını bilemiyordu. Sadece… Onlardan ayrılacağını hissediyordu. Yine de
çocukların aklını karıştırmak istemedi. “Ah doğru… Peki neden… Hala kapınızı
çalan olmadı?”
“Benim siyasi bir rolüm
yok kızım. Yalnızca çocukları doyurup birliğe maddi destek sağlıyordum. Daha
çok çocuk doysun diye…”
“Sizi tehlikeli
görmüyorlar demek.”
“Bana sorarsan Kral
Hazretleri çocukları saklamam için bana vakit bile tanıyor olabilir.”
Doyeon kaşlarını çattı.
“Neden öyle bir şey yapsın ki?”
“Ben bu kadar sabiyi
kendi başıma mı topladım sanıyorsun?” Kadının gülümseyen yüzünden, sessizce
annelerini izleyen ifadesiz yüzlere kaydı bakışları. Demek Kral buluyordu
onları. Sıcak bir yuva, yumuşak kucaklı bir anne veriyordu.
“Anne,” dedi genç kız
gözleri dolarak. “Seni iyi ki tanımışım.”
Hyeyeong Hanım’ın
çoktan bu hayattan göçmüş olduğunu tahmin ediyordu Gongju Hanım. “Annen sana
hamileyken ablanı da alır gelirdi evimize. O zaman beyim sağ idi. Beni de hep
kucağımda, karnımda çocukla görmek isterdi bilirdim. Lakin hiçbir şey
söylemedi, yüreğimi acıtacak tek bir laf çıkmadı ağzından. Vefatına yakın bir
kız çocuğu getirmiştim bu eve. Senin doğumundan birkaç hafta sonraydı. O da
yeni doğmuş bir bebekti. Öleceğini anlamıştım da yalnız kalmaktan mı
korkmuştum, bilmiyorum. Belki de göçüp gitmeden kucağımda güzel bir yavrucak
görsün istedim. Adını sizinkilere benzesin diye Dohee koymuştum. O büyüyene
kadar bir sürü çocuk geldi evime beyim gittikten sonra. Birkaç sene evvel
sevdiği bir oğlanla evlenip gitti. Ne zaman seni görsem o gelir aklıma. İlk
çocuğum… Senin gibiydi…”
Genç kızın kolunu
okşayan küçük güler gibi bir ses çıkardı. “Özledim,” dedi. “Dohee ablamı…”
“Ben de özledim yavrum.
O yüzden bu işler biter bitmez, gidip onu bulacaksınız dedim ya. Eminim o da
sizi çok özlemiştir.”
“HAN GONGJU’NUN EVİNE!
MARŞ MARŞ!”
Sokağın ucundan
kalabalık ayak sesleri duyuldu.
***
Veliaht Prens, akşam
yemeğinden sonra, validesi Kraliçe Hazretleri’nin konutuna bir bardak çay içmek
için uğramıştı. Yüzü solgun, bakışları boş, elleri soğuktu. Bu sıkıntılı
halinin bir süredir farkında olup çatılmaya bile mecali kalmamış kaşlarından
durumun iyice vahimleştiğini anladı Kraliçe.
Oğlu rahat rahat
konuşsun diye hizmetkârlarını gönderdi önce. Lakin onların dışarı çıktığını
bile fark etmemişti genç Prens. Annesinin kitaplığına bakıyordu görmeden.
“Veliaht Prens,” diye
seslendi. Sonra hemen vazgeçti bu hitaptan. “Neyin var oğlum?”
Kendisine unvanlar
olmaksızın seslenilmesini özleyen Sanghyuk uyanır gibi baktı. Gülümsemeye
çalıştı. “Mühim değil anne. Yalnız… Zaman zaman hataya mı düştüm diye
düşünmeden edemiyorum.”
Kadın oğluna sıkıntı
veren şeyi doğru tahmin etmiş, lakin bu kadar açıkça dile getirmesine
şaşırmıştı. “Niçin? Niçin böyle düşünüyorsun?”
Elindeki fincanı
bırakırken omuzlarını da düşürdü. “Biliyorsunuz ya…” Dilinin ucundaydı. Biri
dahi olsa gerçek hislerini bilsin, güçsüzlüğünü duysun istiyordu. Fakat
dinleyen başka insanlar olması ihtimali korkutucuydu. Sesi titredi yeniden söze
girince. “Arkadaşlarının ölüm emrini veren, evleneceği kadını saray cariyesi
yapmaya çalışan… Güvenecek tek insanımı da öldürmeye çalıştığım arkadaşıma
kaptıran… Yapayalnız bir adam oldum çıktım.”
“Oğlum…”
Araya girmesine müsaade
etmeden devam etti. “Halkın güvenini kazanıp onlar için iyi işler yapmak
isterken dostlarımı kullandığım gerçeği kalbimi parçalıyor anne. Üstelik elim
bomboş; halkın gözündeki en iyi adamı, halkın hayallerini gerçekleştirmek
istediğini söyleyen tek adamı gözümü kırpmadan öldürdüm. Belki de bir daha asla
muvaffak olamayacağım güven kazanmaya. Etrafımda ise bunun benim suçum
olmadığını… Ölmeyi hak ettiklerini, onlar ölmezse benim öleceğimi, en kötüsüyse
dostlarımı ben kullanmamışım gibi onların bana ihanet ettiğini durup
dinlenmeden tekrar eden insanlar… Bazen inanıyorum bile onlara. Hâlbuki ben de…
Suçlu-…”
“Veliaht Prens!”
Artık anne ve oğul
değillerdi, kraliçe ve prens oluvermişlerdi. Yüzüne ağır bir kapının
kapandığını hissetti. Boğazı düğümlendi. Fincanını eline yeniden aldı.
“Öylesine anlatıyorum
işte Kraliçem.”
“Siz ki bu ülkenin
gelecekteki kralısınız, yaptığınız işleri kimsenin sorgulamaya hakkı yoktur.
Kudretinizden, muhakeme kabiliyetinizden sual olunmaz. Dağdaki tilkinin,
yerdeki karıncanın bile soramayacağı soruları kendinize sorup aklınızı
bulandırmamanız hayrınıza olur. Zira bulanan yalnızca sizin aklınız olmaz.”
Annesinin, gözünün
ucuyla gördüğü parlak kumaştan yapılma eteğini dahi görmek istemediğini fark
ederek başını kapıya çevirdi. Terlediğini hissediyordu. “Haklısınız Kraliçe
Hazretleri. Aklımda bulunduracağım.”
“Öyle yapın.”
“Müsaadenizi
isteyeyim.”
Peşinde
hizmetkârlarıyla konutuna yürürken yüreğinde bazı yerlerin boşaldığını
hissediyordu. Lakin bu onu rahatlatan bir his değildi. Aksine azalır gibiydi.
“Emrimi ikiletmeyin.
Bugün kimsenin yüzünü görmek istemiyorum.” Tam gidiyordu ki aklına geldi.
“Gelen asker olursa gönderin yalnız.”
“Emriniz başımız üstüne
Veliaht Prens Hazretleri!”
Belki de biraz
uyumalıydı.
***
Gereksiz derecede
kalabalık olan asker grubu akşamın karanlığını azaltmak için yaktıkları
meşalelerini evin az gerisinde önlerine çıkan, yas esvabı giyinmiş
hanımefendinin yüzünü görebilecekleri şekilde eğmişlerdi. Bağırışları
kesmişler, gerçek anlamda şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
“DURUN!” diye
haykırmıştı onlara doğru koşarken. Esmer yüzü kızarmış, saçları dağılmıştı.
Gözlerinden hiç durmayacak gibi akıyordu yaşlar ve tırnaklarını kanatmak
istercesine avuçlarına bastırıyordu.
Karşı karşıya
dikildikten sonra konuşmamış, askerleri bir bekleyiş içinde bırakmıştı. Zaman
kazanmaya çalışıyordu.
Başlarındaki sordu
birden: “Kimsiniz Küçük Hanım?”
“Nereye gidiyorsunuz
böyle?”
“Çekilin!”
Yürümeye hazırlanan
kabalığın karşısında kollarını iki yana açtı. Parmaklarını dahi açarak engeli
genişletmek istedi, yaraladığı avuçları meydana çıktı.
“Çekilmeyeceğim!”
Askerlerden biri
diğerine fısıldadı: “Bu Veliaht Prens’in nişanlısı Doyeon Hanım değil mi?”
Herkes önce birbirine, sonra genç kıza baktı.
“Cha Hakyeon’un kızı mı
yani?”
“O zaman onun da…”
“Kesin! Hanımefendi,
adınızı söyleyin.”
“Cha… Doyeon…” Sesinin
bu kadar özgüvensiz çıkması kendisini öfkelendirdi. Ne zamandır ismini söylemeye
utanıyordu? O böyle biri değildi.
Kalabalık yine
birbiriyle bakıştı bir süre. “Doyeon Hanım, Veliaht Prens’in emriyle size
saraya kadar eşlik edeceğiz.”
“Gitmiyorum hiçbir
yere.”
“Bütün şehirde sizi
arıyorlar.”
“Umurumda mı sence?”
“Burada Han Gongju Hanım’ın
yanında mı saklanıyordunuz?”
“Hayır!” Korkusunu
bastırmaya çalıştı. “Onun yanında değil, onun evinde saklanıyorum. Evde kimse
yoktu geldiğimde.”
Yalan söylediğini
anladıklarını biliyordu. Söyledikleri doğru olsa bile bu adamların o eve
girmesini engelleyemeyecekti.
Başlarındaki, iki
askere başıyla genç kızı işaret etti. “Götürün.”
Doyeon, onlar kendisine
dokunma mesafesine gelene kadar sabretti. Sonra indirdi kollarını. Sanki biri
kolunu kopartıyormuş gibi çığlık atıp geriledi. “DOKUNMAYIN BANA!”
“Bedenine zarar
vermeyin. Veliaht Prens’in cariyesi olacak.”
Bir anda gözlerinin
önünden çocukluğu geçti. Babasının kucağında okumayı öğrendiği zamanlar…
Sanghyuk’la, Wonsik’le, Hongbin’le oynadığı zamanlar… Ablasıyla kavga ettiği
zamanlar… Annesinin kendisine dünyadaki en değerli varlıkmış gibi muamele
ettiği zamanlar… Birlikteki teyzeleriyle, amcalarıyla oynadığı zamanlar…
Birliğin faaliyet gösterdiği vilayetleri ziyarete gittiğinde prenses gibi
karşılandığı zamanlar… Adını mutluluk ve soyadını gurur içinde söylediği
zamanlar…
O zamanlar neredeydi?
Ne demişti sevdiği adam? Herkes onunla gurur duymuştu, yalnızca kendisi değil.
O da… Babasıyla gurur duymuştu. Karnını doyurduğu insanlar ayaklarına kapanıp
minnetlerini dile getirmek istediklerinde onlarla birlikte yere kapaklanırdı.
Kimsesiz çocukları, Gongju Teyze’nin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadan
severdi. Saraya girdiğinde uçan kuş bile selam dururdu.
O öyle bir babanın
kızıydı.
Şimdi ne olmuştu?
Babasını asan adamın cariyesi mi olacaktı yani? Hem de sırf o adam yüzünden
kendi adını söylemeye çekindiği bir zamanda?
Aniden güldü.
Topuklarının yere daha sağlam bastığını hissetti. Omuzları dikleşti. Elini
yakasından soktuğunda karşısında onu hayret içerisinde izleyen askerler
irkildiler. Gözlerini çevirmek istediler.
Az evvel bodruma
gizlenmelerine yardım ettiği çocukları düşünüyordu. Gitmesin diye yalvaran
teyzesini ve gitmezse onunla birlikte ölecek o çocukları… Onu
vazgeçiremeyeceğini anlayınca yüzünü öpücüklere boğup Muhafız Abi’nin ricasını
yerine getirdiğini söyleyen Hanhwa’yı…
Ne iyi yapmıştı… Bir
suçlu gibi taşımaktan başka çaresi olmadığı bir dönemde, ne iyi yapmıştı da
boynuna takmıştı norigesini. Usulca çıkarıp iki eliyle tuttu ki hepsi
görebilsin.
“Biliyorum, siz
yalnızca gördünüz bu simgeyi,” dedi annesinden aldığı o vakur sesiyle. “Ne
demek olduğunu bilmezsiniz ve benim… Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeden
zor durumda bırakılan, habersizce canları yanan insanlar için yüreğimde hep bir
sızı vardır. O yüzden söyleyeceğim size. İşte bu güzelim kamelya çiçeği sadakat
demektir. Lakin onun sadakati sizin sadakatinize benzemez. Halka ve halkı hor
görmeyenlere sadıktır o. Halktan kopup gelmiştir, dolayısıyla sadakati
kendisinedir aynı zamanda. Benim babam… Sizleri vicdan azabından kıvrandıracak
kadar sadık kalmıştır halka. Kendisi bilmiştir halkı ve halk da onu kendisi
saymıştır. O yüzden benim babam son nefesini verirken bile başını dik tutmuştur
ki onu kendisi bilen halkın başı, o yokken bile eğilmesin.”
Sol yanında duran asker
bu konuşmayı dinlemenin bir faydası olmayacağını hissederek ona doğru bir hamle
yaptıysa da Doyeon kılını bile kıpırdatmadı. “Dinle bak,” dedi yalnızca. “Gidip
o Veliaht Prens’ine anlat diye söylüyorum. Eksik anlatırsan yakar canını. İşte
benim o başı dik babam, başı dik annemle beraber başı dik iki kız çocuğu
yetiştirmekle kalmamış; koca bir ülkeye başını dik tutmayı öğretmiştir. Ben ki
dik bir baş kadar onurlu o babanın, Âlim Cha Hakyeon’un kızı Cha Doyeon’um.
Başı dik halkın umuduyum. Dik başları kesen sizin o Veliaht Prens’inizin
cariyesi olur muyum sanıyorsunuz?”
Norigesinin bir
tarafından tırnağını bastırınca küçük, yuvarlak bir çakı parladı meşalelerin
aleviyle. Sakin bir tavırla çakının ucunu kaldırdı gırtlağına doğru. Gülümsedi.
“Unutmayın. Biz olmasak
da çok yaşayacak Kırmızı Kamelya.”
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!! Bir sonraki bölüm final yapıyoruz ^^
Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Doyeon, Veliaht Prens’in
huzuruna gitmedi. Gidip gitmeyeceği sorgulanmadı bile. Lakin “yarın son gün” ne
demekmiş, öğrenmek için eski günlerde yaptığı gibi erkek kılığına girip
herhangi bir açıklama olup olmadığına bakmaya gitmeyi teklif etti.
Sarayın önüne altı
erkek olarak vardıklarında, olağandışı bir kalabalıkla karşılaştılar. Herkes
kulaktan kulağa biraz sonra gerçekleşecek idamdan ve okunacak fermandan
bahsediyordu.
***
Zor değildi. Elinden
gelen bir şey yoktu, her şey o kadar hızlı olmuştu ki biraz sonra kellesinin
gideceği gerçeği onu pek etkilemiyordu. “En azından…” diye düşünüyordu içinden.
“Nesillerce hanedana babalık eden, ülkenin en iyi ve yararlı evlatlarını
yetiştiren, tek istediği halkın refahı olan Âlim Efendi’nin ölümünü yazacak
tarih. Onu öldürenin aciz, öfkeli bir çocuk olduğunu da…”
Ölmeden önce veda
etmesi gereken insanlar olduğunun farkındaydı. Lakin mühim değildi. Birkaç güç
içinde bütün birlik peşinden gelecekti nasılsa. Kaderde varsa bir sonraki
hayatlarında da birbirlerine tutunabilen, vicdanlı insanlar olurlardı.
Yüzünde ince bir
tebessümle; sorgulardan kalma kanlar beyaz elbiselerini kirletmemiş, saçları
mahvolmamış, ayakları çıplak değilmiş gibi emin adımlarla çıktı meydana.
Ardından yine kendisi gibi emin adımlarla gelen talebeleri olduğunu bilerek…
Gerçekten zor değildi.
Dizlerinin üstüne, sofraya oturur gibi çökmüştü. Okunan fermanı şiir dinler
gibi… Veliaht Prens’in girişi ilan edildiğinde bile titrememişti yüreği.
İbret mi olacaktı
insanlara, yoksa gözlerini mi açacaktı ölümü; bilmiyordu. Lakin kalabalığın
içinde kendisi için ağlayan insanları seçebilmek ölümünün bile ne faydalı
olduğunu gösteriyordu. Dudaklarındaki tebessüm gözlerine yayıldı. Gurur
duyuyordu kendisiyle, talebeleriyle ve birliğiyle. Kendileri ölse de bu devran
dönmeyecek miydi? Elbet bir gün, isimleri hatırlanırdı. İzlerinden gelirdi
kendileri gibi insanlar.
İşte orada, ağlayan
yaşlı bir adamın yanında esmer tenli bir delikanlı vardı. Birine çok
benziyordu. Yanındakiler de… Yanındakiler de hiç yabancı değillerdi.
Kimdi bunlar? “Doyeon,” diye geçirdi aklından. “Dohwa. Hyeyeong.”
Aniden kısıldı yüreği.
Zordu artık. Şimdi zordu. “Jaehwan da
burada. Oğlum… Taekwoon da gelmiş.” Talebelerinden Wonsik’i seçmek de zor
olmadı. Ağzı hafifçe aralandı. Bir şey söylemek istedi. Sanki kalabalığın
gürültüsü susmuştu da kızlarının hıçkırıklarından, karısının usulca
mırıldandığı duasından başka bir şey duymuyordu. Onlara seslenmek geldi
içinden. “Affedin,” demek istedi.
Sonra kulaklarında
uğuldayan hıçkırıkların arasından duydu verilen vurun emrini. Ardında yükselen
keskin kılıcın gölgesini gördü yerde. Açtı ağzını. Karısıyla gözleri
kilitlenmişti o son anda. “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
Talebeleri hep bir
ağızdan tekrarladı: “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
***
Hiçbiri, hiçbiri
gözlerini kaçırmadı yumuşak yanaklı başı yere düşerken Âlim Efendi’nin. Hepsi
kocaman açılmış gözlerle izledi.
İşleri bittiğinde
Taekwoon kalabalığa şöyle bir baktı. Kendisi için kurulmuş tahtında dimdik
oturan Veliaht Prens’i gördü. Onun da gözlerini ayırmadan baktığı biri vardı:
Doyeon.
“Hemen gitmeliyiz,
hanımım,” dedi sessizce, yanındakilere dönmeden. “Burada olduğumuzu fark eden
birisi var.”
Dohwa başını eğdi. “Ben
de gördüm.”
Hep beraber dönüp
kalabalığın arasında ilerlemeye başladılar. Her an peşlerinden birinin
gelebileceğini unutup ağır ağır gittiler eve.
Hyeyeong Hanım
kızlarını alıp odaya girdi. Çıktıklarında üçüne de hiç yakışmayan yas esvaplarını
giymişlerdi. Dohwa ve Doyeon geldiklerinden beri hiç durmadan sessiz bir
gözyaşı dökme merasimi içerisindeydiler.
Evin hanımı tedirgin
bir edayla evin bahçesinde volta atan Âlim Kim’i işaret ederek “Bu çocuğu da
alıp git Jaehwan,” dedi. “Kaçabilirseniz kaçın, saklanabilirseniz saklanın. Bir
başkasının daha bizim yüzümüzden kurban oluşunu göremem.”
“Hanımım…”
“Taekwoon, evladım. Sen
de onlarla gitmek ister misin?”
“Nezaketiniz ve iyi
yüreğiniz yüzünden bu soruyu sorduğunuzu varsayıp cevap bile vermeyeceğim
hanımım.”
“Ben de öyle
düşünmüştüm.” Birbirlerine gülümsediler. “Hadi siz de gidin artık. En azından
vedalaşıp ayrılmış olalım.”
“Hanımım…” Jaehwan’ın
sözleri boğazına düğümlendi. Daha fazla konuşamayacağını fark ederek genç âlimi
yanına çağırmaya gitti. Ona gitmelerini gerektiğini diğerlerinden uzakta
söyledi.
Wonsik sundurmaya çıkıp
diğerleriyle vedalaşmak istediğinde Jaehwan hanımının önünde durup ona
çocukların anne babalarına yaptığı gibi selam verdi. “Anne,” dedi tüm
cesaretini toplayıp. “Bunca zaman beni evlatlarınızdan ayırmayıp karnımı
doyurduğunuz, giydirdiğiniz, ev verdiğiniz, umut verdiğiniz ve… En çok da
sevdiğiniz için teşekkür ederim. Unutmayacağım. Anne…”
Bunca zaman önlerinde
tek bir gözyaşı dökmeyen hanımefendinin gözleri doluverdi. Oturduğu yerden
uzanıp evladının yere eğilmiş başını okşadı. “Ben de teşekkür ederim oğlum.
Beni annen olarak gördüğün ve oğlum olduğun için…”
Genç âlim gözyaşlarına
hakim olmaya çalışarak Taekwoon’a döndü. Delikanlı eğilerek selamlamak
istediyse de Wonsik onun tutup kendine çekti. Sıkıca sarıldı. “Kendine iyi
bak.”
“Siz de… Siz de beyim.”
Sonra onu bırakıp
Dohwa’ya döndü. El sıkıştılar. Doyeon bir köşede onları izliyordu. Sanki
unutulmak istiyordu, vedalaşmak istemiyordu.
Jaehwan ona
döndüğündeyse kendini tutamadı, kollarına bırakıverdi. “Abi…” dedi
hıçkırıklarının arasından. “Abim…”
“Doyeoncuğum… Biricik
kız kardeşim. Özleyeceğim seni.”
“Özür dilerim. Hiçbir
şey yapamadım.”
“Öyle deme. Hiçbirimiz
bir şey yapamadık.”
Genç âlim Hyeyeong
Hanım’a selam veriyordu onlar konuşurken. “Sağ ol evladım. Sana karşı nasıl
mahcubum bir bilsen…”
“Olmayınız hanımım.”
Doyeon’u bırakıp
Dohwa’ya döndü Jaehwan. Genç kadının gözlerinden akan yaşlar kar taneleri kadar
sessizdi. “Sonumuz böyle mi olacaktı?”
“Böyle oldu.”
“Arkadaşım olduğun için
teşekkür ederim Jaehwan.”
“Pişmanlığım yok Dohwa.
Sonsuza kadar arkadaşım kalacaksın.” Küçük kardeşininkinden daha zarif ve sade
bir edayla sarıldı dostuna. Başını omzuna koyup bekledi bir süre. Daha önce hiç
sarılmamışlardı. Birbirlerine hiç arkadaş da dememişlerdi. Yürekte kalanları
dökmek için güzel bir andı.
Jaehwan’ın parmakları
usul usul omzunu okşuyordu genç kadının.
Diğerleri, orada
bulunan diğer iki arkadaş da birbirine dönmüştü şimdi. Sıkıca birbirlerinin
ellerini tuttular. Teşekkür edip özür dilediler birbirlerinden. O an, o günkü
bedenleriyle değil de çocukluklarındaki bedenleriyle oradaydılar sanki. Bir
yerlerden Sanghyuk onlara seslenecekmiş ya da Hongbin sinsi bir oyunla ikisini
de yere düşürecekmiş gibi hissettiler.
İkisi de olmadı.
Taekwoon abisinin yüzüne hiç bakmadan onları kapıya kadar geçirmeyi teklif edip
hızla sundurmadan indi. Bahçenin sonuna varana kadar hep başı eğikti.
Elini kapının iri
tokmağına koyup yere bakmaya devam ederek şöyle söyledi: “Ben artık öleceğim
abi.”
Abisi derin bir nefes
aldı. “Ben de… Ben de öleceğim aslanım.”
“Biz kılıç kardeşiyiz
ya hani. Unutmuşsundur diye. Birimiz ölürse… Diğerimiz sağ kalamayız diye.”
“Merak etme. Artık
yaşamaya niyetim kalmadı benim de.”
“Sağ ol abi. Şu can
alan kılıçta can bulmayı öğretip kılıç kardeşim olduğun için…”
“Benim minnettar
olduklarımdan çok… Özür dilemek istediklerim var sana karşı Taekwoon.”
“Olmaz. Teşekkür et
bana. Diğerini duymak istemiyorum.”
Gülümsedi delikanlı.
Bırakamayacağından korktuğu için kısaca sarıldı abisine. Kimselere görünmemek
için, arkalarından bile bakamadan hızla kapattı kapıyı.
***
Veliaht Prens idamın
ardından meclise çıkmış, ucu saraya dokunan köleleştirme emrine hararetle karşı
çıkan vekilleri dinler gibi yapmıştı. Birliğin hazinesinden ele geçirilen
toprakların özelleştirileceği sözünü vererek ağızlarına bir kaşık bal çalıp
konutuna döndü.
Efendi Lee sabah
çıkarken bıraktığı yerde, ayakta dikiliyordu. Yerine oturmak için önünden
geçerken elini omzuna koyup ona gülümsedi. Bir karşılık alamadı.
“Hanyang’da olup hala
tutuklanmamış üyeleri aramak ve idam edilenlerin ailelerini almak için
gönderdiği ekip çoktan yola çıktı.”
“Evet, Prens
Hazretleri…”
“Şehir dışında
bulunanlar içinse özel askerler görevlendirdim.”
“Evet efendim.”
“Yapmam gereken tek bir
şey kaldı öyleyse.”
“Nedir Prens
Hazretleri?” Gözleri umutla dolan genç adam günlerdir kaldırmadığı başını
kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Gidip eski dostunu kimselere fark ettirmeden
kurtarmasını ve kaçırmasını mı söyleyecekti? Belki… En azından bu kadarını
yapardı. Lakin duyduğu şey, umduğu şeye yaklaşmıyordu bile.
“Cha Hakyeon’un evine
sen gideceksin.”
“E… Efendim?”
“Oraya gidip ailesinin
tutuklanması işini sen halledeceksin. Sonra Doyeon’u… Buraya getireceksin.
Saray cariyesi olup bana hizmet edecek.”
“Majesteleri…”
“Derhal.”
Genç efendi kılıcının
kınını sıkacak kadar sıkı tutuyordu, dişlerini de kıracak kadar çok sıkıyordu.
Elbiseleri yüreğindeki öfkeyi hissetse paramparça olup bedeninden sıyrılırdı.
“Emredersiniz,” dedi güçlükle.
Kapıdan çıkarken
gideceği yere karar verdi.
***
Kamelyalı evin arka
kapısını kısa boylu bir hizmetkâr usulca çaldı. İçeriden Hyeyeong Hanım’ın
güçlü sesi duyuldu. Kapıyı açan delikanlının elinde bir kılıç vardı.
“Ne istersin?”
“Hanımımın emanetini
teslim etmeye geldim.”
“Çekil Taekwoon.”
Hanımefendi uzanıp kapının önünde duran güçlü atın iplerini tutuverdi. “Sağ
olasın. İyiliğini nasıl öderim?”
“Lafı olmaz, hanımım.
Babam, ben, çocuklarım sizin sayenizde tutunabildik. Siz ki torunlarıma bile
bir hayat verdiniz. Ben size bir at vermişim, çok mu?”
At bahçeye girip
çiçeklerin arasında ağır ağır yürümeye başladığında Dohwa gözlerini kaçırdı. Bu
atın ne demek olduğunu bilmeyen tek kişiyse sundurmadan inip annesinin yanına
koştu.
“Bu da nedir?”
“Kalanların garantisi,
güzel kızım.”
“Ne garantisi?”
“Dohwa, yavrum. Hadi
yemek yapalım da karnımızı doyuralım.”
***
“Nereye gitsek?”
“Bilmiyorum abi…”
“Keşke sana da bir
kılıç bulsaydık…”
“Evet… Hançerim var
sadece.”
“Ee nereye gidiyoruz?”
“Bilmem.”
Jaehwan derin bir nefes
alıp gözleri boşluğa bakan genç âlimin yönünü kesti. “Nereye? Gidiyoruz?” diye
sordu tane tane.
“Aslında…” dedi uyanır
gibi Kim Wonsik. “Bizim evdekiler… Gitmiş mi diye… Aklım takılmıyor değil.”
“Hiç söyleyemeyeceksin
sandım! Hadi gidelim.”
***
Ön kapıya gürültüyle
vurulduğunu duyunca Dohwa elinde tuttuğu tepsiyi düşürüyordu az daha.
“Majesteleri Yüce
Kral’ın emrini kabul edin!”
Taekwoon ve Hyeyeong
Hanım göz göze geldi. Evin büyük kızı tepsiyi yavaşça aldığı yere bırakıp
Doyeon’u çevik bir hareketle yakalayan ikiliye yaklaştı.
“Artık gidin.”
Kapıdaki gürültüler
artarken evdekiler, Doyeon’un çırpınışlarına karşın çoktan arka bahçedeki atın
yanına ulaşmışlardı. Genç kız bütün bedeniyle ellerinden kurtulmaya çabalıyor,
yine de olabildiğince sessiz davranıyordu.
“Ne yapıyorsun anne?”
diye fısıldıyordu sürekli, sesi çaresiz…
“Seni almalarına
müsaade etmeyeceğim. Birimiz de olsa yaşayıp davamızı sürdürmeli Doyeon.”
“Niye ben? Neden ben
sizin şu lanet davanızı üstlenmek zorundayım her defasında? Anacağımın yanında
can vermeyi bile çok mu görüyorsunuz bana?”
“Seni koruyacak biri
var ya Doyeon…” Ablasının gözleri atın eyerini ayarlayan delikanlıya döndü. “O
yüzden… Yaşayabileceğine inanıyoruz ya…”
“Nasıl böyle
konuşursun? Sizin yanınızda öleceğim diyorum.”
“KIRIN KAPIYI!”
“Hepimiz ölmeden önce
gidin hadi.” Taekwoon ata atlayıp anne ve ablasının ittirdiği Doyeon’u da
arkasına çekti. Dohwa koşup arka kapıyı açtı.
Hyeyeong Hanım kızının
pamuk elini koklayıp öptü. “Yolun açık olsun Doyeon. Anneni affet.”
“Anne…”
“Hadi gidin artık!”
Taekwoon başıyla selam
verip atı dehledi. Hızınıysa yavaş tuttu ki son bir kez elleri dokunabilsin kız
kardeşlerin.”
“Abla…”
“Yaşamalısın Doyeon.
Bir dahaki ömrümde yine senin ablan olacağım.”
Genç kadın elinin
içinden kayıp giden kardeşinin elinin sıcaklığını hiç unutmamak için dua ederek
kapattı kapıyı. Gidişlerini izlemeye bile vakit yoktu.
Hemen eve koşup
kılıçlarını aldılar ve bahçeye paldır küldür giren iri yarı askerlerin
karşısına dizildiler. Eli silahlı iki kadın görmeyi beklemeyen adamlar
şaşırmışlardı. Yalnızca bir emir okuyup tutuklama işini hızla bitireceklerini
sanıyorlardı.
Dohwa çok iyi
başlamıştı. Bu adamların hepsini alt edebileceklerini düşündürecek kadar… Lakin
annesinin gözyaşlarını yakaladığı bir an dikkati dağıldı ve kendisi de ağlamaya
başladı. Az evvel kardeşinden sonsuza dek ayrıldığının ayırdına vardı ağır
ağır. Görüşü bulanıklaştı. Annesini silahsız bırakıp diz çöktürdüklerini ve
boynunun tam yanında bir kılıç olduğunu fark etmesi zaman aldı.
Az evvel yaraladığı
askerlerin arasında duran annesinin yanına oturttular onu da.
“Evi arayın. Doyeon
Hanım’a zarar vermeden dışarı çıkarın.”
Askerler birer birer
odaları, mutfağı ve arka bahçeyi kontrol ettiler.
“Temiz.”
“Temiz.”
“Temiz.”
Sorumlu olduğu her
halinden belli olan, Dohwa’nın boynuna kılıç dayayan adam kaşlarını çattı.
“Doyeon Hanım nerede?” diye sordu kibarca. “Veliaht Prens Hazretleri onu
huzuruna istedi. Sizlerse köle olarak satılacaksınız.”
“Benim yenimde
anneciğim.” Genç kadın göz göre göre elini yenine soktu.
“Öyle mi? Benim de
saçıma takılmış işe bak.”
“Ne saçmalıyorsunuz?”
İki kadın da
hançerlerini birer hediye bulmuş gibi çıkardılar. Keskin uçlarını boğazlarına
dayayıp haykırdılar: “Doyeon için!”
Bedenleri birbirlerine
doğru devrildi. Kalan son güçleriyle kucaklaşıp yıkıldılar yere. Son nefesleriyle
gülümsediler birbirlerine. Onurlu bir ölümün güveni vardı, son nefeslerini
verdikten sonra bile hançerleri sımsıkı tutan ellerinde.
***
Gözyaşları kısa bir
yolculuğun ardından durulmuştu. Sırtına başını yasladığı beyinin yanağını
okşadı henüz ıslak olan parmaklarıyla. Delikanlının ağladığını da o zaman fark
etti.
“Durun beyim.” Ne bir
cevap duydu ne de bir yavaşlama isteği sezdi. Omzuna bir öpücük kondurdu.
“Durunuz beyim, rica ediyorum.”
“Olmaz.”
“Nereye gidiyoruz ki
zaten? Durun da bir konuşalım.”
Durduklarında genç kız
attan inmek istedi. İkisi birlikte ormanın ortasında bir ağacın altına
oturdular.
“Doyeon…”
“Durun beyim. Önce
benim konuşmama müsaade edin. Benim kaçmak ya da yaşamak gibi bir niyetim yok.
Şu lanet olası davaya da en ufak bir gönül vermişliğim kalmadı, bilirsiniz. O
yüzden beni…” Genç kadın annesi ve ablasının şu an muhtemelen hayatta
olmadıkları gerçeğiyle aniden yüzleşti. Gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Beni
de… Korkmadan ölebileceğim bir yere… Götürün.”
Delikanlı onun elini
tuttu. “Teşekkür ederim Doyeon.”
“Efendim?”
“Benden seni… Ömrümün
sonuna kadar korumamı istersin diye… Korktum. Zira benim de ömrüm bitmek üzere.
Yaşayacak bir şeyim kalmadı.”
Genç kız başını
delikanlının omzuna koydu. “O zaman beni götürün beyim. İkinci anneme…”
***
Âlim Kim titreyen
ayaklarıyla hiçbir şey olmamış gibi sessiz ve derli toplu duran evin bahçesine
girerken Jaehwan gözyaşlarını yutmaya çabalıyordu.
“Anne?” Ayakları gibi
sesi de titriyordu. “Jiwon?” Bahçeyi geçip eve iyice yaklaştı. “Baba?”
Kılıç ustası onun içeri
girmek istemediğini fark edip bu görevi üstlenmeye karar verdi. Her kapıyı
“Müsaade buyurunuz,” diyerek açtı, sanki onu duyabilecek biri varmış gibi.
Kümese kadar kontrol ettikten sonra sundurmanın merdivenlerine oturmuş,
ellerini yüzüne kapatmış çocuğun yanına çöktü.
“Gitmişler.”
“Evet.”
“Böylesi daha iyi…”
Gözlerinden yaşlar süzülürken gülümsemeye çalışıyordu. “Daha iyi oldu.”
“Tabii ki… En azından
kendi ayaklarıyla çıkıp gittiler.”
“Evet.”
Arka bahçeden bir
çıtırtı duyuldu. Jaehwan çevik bir hareketle kılıcını çekip gardını koruyarak o
tarafa yöneldi. İki saksağanın ağacın gölgesinde oynaştıklarını görünce kolları
gevşedi, adımları durdu. Derin bir nefes aldı. Buradan hemen çıkmalılardı.
Şimdi…
Geri dönmeye kalmadan ayak
sesleri duydu. “Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Kapıyı açık
bırakmamalılardı. Sundurmanın altına saklanıp başını görünmeyecek şekilde
uzattı. Yalnız dört asker göndermişlerdi. Veliaht Prens arkadaşının ve onun
ailesinin zorluk çıkarmadan teslim olacağına inanmıştı anlaşılan.
Kafasında hızla bir
hesap yapmaya çalıştı. Dördünü birden haklamalıydı, dışarıda destek için
bekleyenler de olabilirdi. Kolay sayılırdı, içindeki bu öfke kılıcına yansıdı
mı önünde Kral bile duramazdı.
“Ev ahalisi!
Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmek için dışarı çıkın!”
Wonsik korkmuş
gözükmüyordu. Yalnızca yorgun, hatta umursamazdı. Az evvel çıkardığı gözlüğünü
takıp başını kaldırdı. “Yoklar,” dedi. “Hepsi öldü.”
“Öldü de ne demek?
Onların bedeni artık hanedana aittir.”
“Ben öldürdüm. Ben.”
Askerin öfkelendiği
yüzünden belli oluyordu. Dişlerini sıktı. “Âlim Kim Wonsik, Kırmızı Kamelya
adlı birliğe üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam cezasına
çarptırılmıştır. Öldürün.”
Öne çıkan adam kılıcını
kaldırdığında gözyaşları terine karışan genç âlim başını ve omuzlarını iyice
dikleştirdi. Jaehwan kendisine kaçmak için zaman kazandırmaya çalıştığını; bu
yüzden kendisinden tarafa hiç bakmadığını, hatta onu kurtarmaya dahi gelmesini
beklemediğini anladı. Yeniden gardını aldı ve saldıranın kılıcı havaya
kalktığında dışarı çıkmaya hazırlandı.
Tam o anda bahçenin öte
tarafından birinin atladığını gördü. Bu kişi öylesine hızlı davranıp Wonsik’e
yaklaşmıştı ki onu öldürmeye hazırlanan genç asker onu fark edememişti bile.
Kılıcıyla dostunu koruyup diğerleriyle arasına giren bu kişi Efendi Lee
Hongbin’den başkası değildi.
Bu defa tüm askerler
hazır duruma geldiler.
Başlarındaki onu
tanıyınca durmalarını emretti. “Beyim, Yüce Kral’ın emri…”
“Biliyorum. Lakin siz
de bilirsiniz ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in çok sevgili bir dostudur. Ben de
onun emriyle onu korumaya geldim.”
“Bize böyle bir şey
söylenmedi.”
Doyeon’un evine girip
onu Veliaht Prens’e canlı götürmesi için kendisine verilen kraliyet mührünü
kuşağından çıkarıp karşısındakilerin ayağının dibine attı.
“Buna da mı
inanmayacaksınız?” Hala tereddüttelerdi, bir yem daha atmak gerekiyordu.
“Yanlış giden bir şey olursa sorumluluğu ben alacağım. Veliaht Prens bu
iyiliğinizi unutmayacaktır.”
Askerler toparlanıp
kılıçlarını kınlarına soktular. “Efendi Lee’ye güveneceğim,” dedi başlarındaki.
“Ayrıca bu mührü sorumluluk alacağınıza dair bir söz olarak yanımda
götüreceğim.”
“Nasıl istersen.”
Onlar kapıdan çıkar
çıkmaz Jaehwan da saklandığı yerden çıktı. Gidip kapıyı kapatmaya karar verene
kadar üçü sessizce birbirine baktı.
Kapıyı kilitlerken
Efendi Lee’nin kılıcının yere düştüğünü duydu. O tarafa döndüğünde dizlerinin
üstüne çöktüğünü de gördü. Wonsik elini ona doğru uzatmıştı. “Hongbin…
Kardeşim…”
Genç efendi
hıçkırıklara boğuldu aniden. Başını dostunun dizlerine yaslayıp durmadan,
defalarca özür diledi. Âlim Kim’in az önce yaşadıkları yüzünden titreyen elleri
onun sırtını okşuyordu ağır ağır.
Kılıç ustası onlara
günler, aylar vermek istedi. Yıllarca ağlaşsalar da bitmeyecek bu acıyı rahatça
yaşasınlar istedi. Lakin elinden gelen yalnızca iki dakikaydı.
İstemeye istemeye
“Efendiler,” diye seslendi dikildiği yerden. “Şimdi gitmezsek bizi kurtaracak
ikinci bir mührümüz yok.”
“Çocuklar ben Doyeon
ablanız. Açın kapıyı. Yardımınıza ihtiyacım var.”
“Anne… Doyeon Abla
gelmiş.”
Hızlı ayak seslerinin
ardından kapı bir göz açıldı. Genç kız sevgilisinin tuttuğu elini heyecanla
sıkarak içeri bakmaya çalıştı. Bir an sonra içeri alınmış, sundurmaya
oturtulmuşlardı. Hiçbir soru sormadan yemek ikram ediyorlardı şimdi de. Belki
de Doyeon’un üstündeki yas esvabı pek çok şeyin cevabı olmuştu onlar için.
Vakit öğleden sonraydı.
Bahçesinde her zaman çocukların koşturduğu bu eve bile uğramıştı sabah atılan
“Kırmızı Kamelya çok yaşa!” naraları, sabilerin bile sesini kesivermişti.
Taekwoon bu defa
kılıcını saklamasını istemedi evin sahibinden. Zira evin sahibinin ve ergenliğe
yeni girmiş evlatlarının bile kılıçları bahçedeki masanın üstünde duruyordu.
Hazırlıklılardı.
“Neden geldiğimizi
sormayacak mısın teyze?”
“Neden geldiğin önemli
değil. Gitme yeter.”
“Teyze…”
Delikanlı başını eğdi.
Gözleri dolmuştu.
“Sen de benim bir
çocuğumsun. Taekwoon sen de öylesin. İkinizi de, aha şu çocukları nasıl
bırakmayacaksam öyle bırakmayacağım. Yemek yer misiniz?”
Tekrarlanan bu teklife
karşı koyamadı. Belki de beraber yedikleri, hatta ömürlerinde yedikleri en son
yemek olacaktı bu. “Evet hanımım. Lütfen Doyeon’la bana yemek koyun.”
Sofraya kurulduklarında
etraflarını çocuklar sardı. Sanki bu ikisinin yemek yemesi hayatlarında hiç
görmedikleri özel bir olaymış gibi izliyorlardı.
“Yosun çorbası,” dedi
Gongju Hanım. Evin en büyük çocuğunun kucağında duran bebeği alıp yanlarına
oturdu. “Bugün, Hakyeon’un ilk doğum günüydü. En küçüğümüz…”
O sabah idam edilişini
izlediği babasının adını duyunca ağzındaki bütün çorbayı püskürttü Doyeon. Bir
Hakyeon’un doğum günü, bir diğerinin ölüm günüydü demek.
Taekwoon’un da iştahı
kaçıvermişti. Lakin kendini zorladı. Güce ihtiyacı olacaktı. Çok fazla güce…
***
Veliaht Prens’in
konutuna aynı anda iki asker ulaşmış, iki farklı, iki can sıkıcı haber
getirmişti. Biri Doyeon Hanım’ın evde olmadığını, nereye gitmiş olabileceğiyle
ilgili herhangi bir bulamadıklarını iletiyordu. Diğeriyse Âlim Kim hakkında
verilen emri yerine getirdiklerini…
“Ne emri?” diye
sormuştu öfkeyle dikilerek. Sanki ilk haber onu yeterince sinirlendirmemiş
gibi… “Ben emir falan vermedim.”
Asker kızarıp
bozarmıştı. “İdam edilmek üzereyken… Efendi Lee gelip sizin… Şey…” Elinde
tuttuğu kraliyet mührünü Prens’e doğru uzattı. “Onu alıp götürdü, Majesteleri.
Sorumluluğu alacağını söyledi.”
“Gidip ikisini de bulup Kim Wonsik’i öldürün.
Yanlarında dolaşan Jaehwan denen kılıç ustasını da… İkisinin kellesiyle
Hongbin’i sağ getirmeden… Sakın… Gelmeyin…” Mührü parmaklarının arasında
parçalayacak kadar sıktı. “Ayrıca sen…” Şimdi diğer askere bakıyordu. “Gidip
Doyeon’u getir. Nerede bulacaksan bul. Kanlı canlı buraya gelmezse, bir daha
kanlı canlı bu saraydan çıkamazsın. Gerekirse bütün birliklere bu dördünü
aradığınızı haber verin.”
“Emredersiniz.”
Askerler odadan
çıktıktan sonra elinde parça parça olan mührü odanın karşısına fırlatıp var
gücüyle bağırdı.