Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

25 Ekim 2018 Perşembe

mavi diken

selam dostlar.
nelerden bahsetmeliyim? aslında aklımda kesin bir konu yok, buraya gelmeden birazcık bile düşünmedim. sadece yazmak istiyorum, parmak uçlarım kaşınıyor, kalemim titriyor. lakin aklımda hiçbir şey yok. o yüzden biraz boş konuşup gitmeye karar verdim.
geçtiğimiz iki hafta benim için epey zordu. İstemediğim şeyler yaptım, istemediğim şeyler oldu, istediğim şeyler de oldu ama yine istemediklerime odaklanıp istediklerimi unuttum. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda insanın elinde olmadan hayatının bir anda hızlıca boka sarabileceğini gördüm. Bunu kesinlikle elimizde olmayan büyük şeyler için kullanmıyorum; hastalıklar, felaketler, başka insanların yaptığı şeyler... Bunların zaten elimizde olmadan geliştiğini bilecek kadar büyüdüm. Lakin kendi hayatımda kendi seçimlerimle iyi olması için uğraştığım şeyleri kendi ellerimle boka sardırabileceğim ve her şey olup biterken aynı yolda yürümeye devam edeceğim zamanları göreceğim aklıma gelmezdi. Yani istemeden bir şeyler yapmak zor değil tabii ki ama istemeden yaptığımız bu şeyleri, bu hataları fark eder etmez düzeltebileceğimizi sanardım. Yapamadığımız da oluyormuş.
Anlamsız değil mi? Biliyorum. Geçtiğimiz iki haftada çok yoruldum. Neden bilmiyorum, neler oldu hala anlamıyorum ama bir düğmeye basıp ışıkları kapatmak istedim. Kapıları kilitleyip anahtarları yutmak istedim. Hayatım bu kadar ucundan tutamadığım, kontrolden çıkmış bir hale gelmeyeli yıllar olmuştu. En son ilk okulda hiç istemediğim halde arkadaşımı öğretmene ispiyonlayıp günlerce pişman olduktan sonra kendime geldiğimi sanıyordum. O zamandan beri her şeyi kontrol ediyordum ve hiçbir şeyden pişman olmamaya özen gösteriyordum.
Geçtiğimiz iki hafta öyle değildi.
ne çok geçtiğimiz iki hafta dedim.
Her neyse, bu hafta sonu Ravi'nin konseri var. Orada olacağım. Düne kadar aslında bu gerçeğin farkında değildim ama dün gece rüyamda konserle ilgili bir şeyler görünce anladım, ben bu olayı canlı canlı yaşayacağım ve o heyecanın içinde olacağım. 
Aslında hala Ravi'yi görüp onu canlı dinleyeceğime pek inanamıyorum. Arkadaşlarımın hepsiyle aynı anda görüşecek olmak çok daha heyecan ve mutluluk verici bir şey benim için. 
sadece hayatımda yıllar sonra hatırladığımda içimi yakacak şeyler olmaması için uğraşıyorum. biliyor musunuz eskiden onlardan çok vardı bende? o kadar çok ki hiçbir şey beni üzmüyorsa o an, birdenbire aklıma geliverirlerdi sırayla. midemden bıçaklanmışım gibi bir his, ağzıma kan dolardı sanki. ve ben tüm o anları, tüm o pişmanlıkları güzelce saklamıştım insanlardan. küçük bir çocukken canımı bu kadar aıctan şeyleri saklamayı öğrenmiş olmak iğrenç bir şey. ama öğrenmiştim ve yapıyordum da. ustalıkla. yıllarca. sakladım.
sonra bir gün tesadüfen anlattım içlerinden birini. kime anlattım onu da bilmiyorum ama eminim bana aynı derecede can yakıcı bir anısını anlatan bir kimseye anlatmışımdır. inanılmaz bir şekilde, bir daha asla o anı bana o kadar acı vermedi ve bir süre sonra yok oldu. sonra bir başkasını anlattım ve o da gitti.
sanki bu anılar beynime batmış dikenlerdi de ben onları anlatmak için bir bir yerlerinden çıkarıyordum onları. sonra tabii ki yerlerine koymuyordum, aptal değildim, atıyordum gitsin. böyle böyle tüm o acı verici anılardan kurtuldum.
hepsi geçti. 
ama bazı boşluklar dolmak zorunda sanırım. yaralar iyileşse de izleri kalıyor ve o izleri bulmak zor değil, yeni anılar ve pişmanlıklar gelip onların yerlerine saplandılar. ve ben açıkçası yıllarca bu dikenler kurusun da ben insanlara anlatıp çıkarayım kafamdan diye beklemek istemiyorum.
öyle yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum, ama istemiyorum. yine de elimden bir şey gelmiyor. o an benimle bu acılara şahit olan insanlar hariç kimse benim içim soğumadan bu dikenleri göremeyecek ve ben yıllarda mideme bıçak saplanmış, ağzıma kan dolmuş gibi hissedeceğim.
olsun.
en azından bir süre sonra bu acıların geçeceğini biliyorum.
önemli değil.
ama siz yapabiliyorsanız, o dikenler kafanıza batar batmaz temizleyin onları. en güzeli.
hem biliyor musunuz, ben artık ölmek istemiyorum. Özlem'e şöyle söyledim: "Üzülünce artık çok sıkılıyorum, hiç ölmek istemiyorum."
Kendi ağzımdan çıkıp beni en çok mutlu eden sözlerden biriydi.
Daha yapılacak çok iş var. Evet, dikenlerimiz zaman zaman artıyor olabilir ve dikenleri batıran anılardaki insanlar da hala çevremizde bize acı çektiriyor, bizi varlıklarıyla rahatsız ediyor ve yeni bir diken gelecek mi acaba diye bizi tedirgin ediyor olabilirler; ama yaşamak istiyorum. O yüzden sayıları fazla olsa da kendileri minnacık olan o dikenlere göğüs germek işten bile değil benim için.
İyi olacağım. Çünkü yaşamaya devam edeceğim.
Yaşamaya devam etmek istiyorsam iyi olmak için çabalamam gerek ve çabalarsam yapabileceğimi biliyorum. Kendimde de çok gördüm çabalarsam yapabileceğimi.
Ama biliyor musunuz Ravi'nin SOLO Avrupa turuna çıkıyor olması son zamanlarda beni çok cesaretlendiren bir şey çünkü daha çıkış yapmadan önce insanlardan duyduğu şeyleri biliyorum. Çıkış yapamayacağını düşündüğü günleri biliyorum. Çıkış yaptıktan sonra yaşadıklarını ve insanların ona batırdığı dikenleri de biliyorum ve eminim daha benim görmediğim bir sürü dikeni vardır. İşte o çocuk, o dikenli, sulu gözlü, hustler çocuk birkaç gün içinde tırnaklarıyla kazıyarak geldiği sahnelerde; canını dişine takıp çalışarak yazdığı şarkılarıyla ve kazandığı özgüveniyle kendi başına Avrupa turuna çıkacak. Sizi bilmem ama ben zor yollardan gittiğini bildiğim insanları seviyorum. Çünkü hiçbirimizin yolu kolay değil ve biz de gidebiliriz.
Gidebildiğimizi görmeliyiz. 
Ben gidiyorum.
Kendinize iyi bakın. Mavi kalın hayatlerim.
Bazılarınızla bu hafta sonu görüşürüz. Olmadı bir sonraki yazıda artık.
sizi seviyorum.
küçük ya da büyük harfle, fark etmez.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #30 - SON

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.

Gongju Hanım dış kapının yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel yetiştirmişti.
Merdivenin ilk basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü. Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme vardı.
“Teşekkür ederiz anne,” dedi sessizce. “Unutmayacağım…”
Hiçbir şey söylemeden, gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu. Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu. Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu, lakin ne önemi vardı?
“Kırmızı… Ka-Kamelya…” dedi ağzından kanlar boşanırken. “Ço-ok… Yaşa…”
***
Taekwoon saraya düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız, gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık dinleneyim.”
O an ülkenin gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.” Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız, boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari? Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim. Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri miydi?”
“Evet Majesteleri. Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!” Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens, delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona geldi.
Tek yapması gereken karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee… Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hongbin’in koşup Prens’i kollarına aldığını göremeden devrildi öne doğru. Başı hasmının kucağına değiyordu. “Kır… m… ızı… Ka… m… el… ya… Çok… Yaş… şa.”
***
Hava aydınlıktı. Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden, bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu. Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi olurdu.
Artık kendisine ait değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini kapattı.
Ne kadar boştu şimdi. Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma isteğiyle.
“Nasılsınız Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle, doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin, aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde fark etti.
Genel bir durum kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi. “Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…” Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları… Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne, Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben… Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de… Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek? Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri… Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Konutun bahçesinden geçerken hüngür hüngür ağlıyordu.
Üç gün sonra yaralı çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan, yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o “Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe, saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri! Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”

SON

mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.

9 Ekim 2018 Salı

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #29

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Akşamüstü alacakaranlık başladığında Taekwoon artık ayrılma vaktinin geldiğini anladı. Sonsuza kadar böyle, hiç ayrılmayacakmış gibi sarmaş dolaş olamazlardı.
Yine de olabildiğince ağırdan alıyordu. Evet, Doyeon’u bırakmak istemiyordu. Lakin sürekli annelerine ve birbirlerine yaslanıp biraz da olsa teselli bulmaya, peşlerindeki korkuyu unutmaya çalışan bu çocukları bırakmak da hiç içinden gelmiyordu. Tek başına hepsini koruyamayacağını biliyordu. Hatta orada bulunarak onları daha da tehlikeli bir duruma sokuyor bile olabilirdi.
Sonuçta onlar Gongju Hanım’ın öz çocukları değillerdi. Köle olmalarına gerek kalmayabilirdi. Lakin hanımefendinin onları hala yanında tuttuğuna bakılırsa kaçsalar peşlerinden gidenler olma ihtimali vardı. Sonra aklına bu çocukların kimselerinin olmadığı ve çocuk oldukları geldi. Peşlerinden giden olmasa bile hayata tutunmaları mümkün müydü ki?
Kendini tutamadı. “Hanımım… Sabileri… Ne yapacaksınız?”
Sözlerinin ne korkunç bir mana taşıdığının farkında olan büyük çocuklar dönüp annelerine baktılar. Kadın gülümsedi. “Bizim de bir planımız var elbet.”
“Ben… Size yardım…”
Doyeon elini Taekwoon’un elinin üstüne koydu. “Beyim gidecek teyze,” dedi onun lafını bölerek. “Lakin yüreği benden evvel senin sabilerin için yanar. Benden bile vazgeçerek yapmak istediği şeyden onlar için caysam mı diye düşünüyor. Lütfen ona senin hiçbir zaman evini ya da çocuklarını koruyacak bir erkeğe ihtiyaç duymadığını söyle.”
Bu defa kıkırdadı Gongju Hanım. “Bu devirde tek başına evinden taşacak kadar çok çocuk yetiştiren bir hanımefendinin yediği ilk darbe bu zannediyorsan yanılıyorsun oğlum. Onlardan korkum da birine ihtiyacım da yoktur.”
“Bağışlayın hanımım. Öyle demek istemedim.”
“Biliyorum. İyi niyetin için sağ ol çocuğum. Bizi merak etme.”
İki âşık birbirlerine baktılar. Artık onları tutacak hiçbir şey kalmamıştı. Bu onların son vedasıydı, elleri son kez ayrılacak ve bir daha asla birleşmeyecekti.
Gözlerini onun esmer yanaklarından ayırmadan “Ben artık müsaade isteyeyim,” dedi Taekwoon evin hanımına.
“Nasıl istersen evladım. Çocuklar, Muhafız abinizle vedalaşın bakalım.”
Delikanlı çocukların bir bir ayağa dikilip karşısında düzenli bir kalabalık halini almaya başladıklarını fark edince kalktı. Çocuklar aynı anda eğilip selamladılar onu. “Güle güle gidiniz Muhafız Bey.”
Taekwoon bu düzenli veda karşısında kendini tutamayıp hayranlıkla güldü. “Sağ olun çocuklar,” dedi o da eğilip selam verirken. “Kendinize iyi bakın.”
Gongju Hanım’ı da selamladıktan sonra avluyu geçip dış kapıya gelmişlerdi işte.
Genç kız sevgilisinin elini sıkıca tutuyordu. Biraz daha, biraz daha bakmak istiyordu. Son anlarında onun yüzü gözünün önüne gelsin istiyordu.
“Nereye gideceğimi… Biliyorsun değil mi Doyeon?”
“Evet, beyim. O yüzden sizi ölümünüze gururla gönderiyorum ya işte.”
“Ben de seninle gurur duyuyorum. Annen, ablan, baban da…  Aynı hayale inanan herkes seninle gurur duyuyordu Doyeon. Bunu hiç unutmamanı isterim.”
“Unutmayacağım.”
“Teşekkür ederim. Beni sevdiğin için… Yanında olmama izin verdiğin için…”
“Neyin teşekkürü bu? Yalnızca acı verdim size.”
“Yanında acı çekmiş olmaktan gurur duyuyorum.”
“Birlikte acı çektiğim kişi siz olduğunuz için mutluydum beyim.” Doyeon bir an gözlerini kapattı. Biriken yaşlar gözpınarlarından kurtulup yanaklarında süzüldüler. “Lakin… Yüzsüzlük edip bir şey daha isteyeceğim sizden.”
“Söyle hadi.”
“Gittiğiniz yere iletmenizi istediğim bir çift söz var.” Çocuklar duymasın diye parmaklarının ucuna yükselip delikanlının kulağına fısıldadı. Geri dönerken yanağına bir öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
Sımsıkı sarıldılar. Taekwoon ardına dönüp kapının kilidini açmak için uzanırken genç kızın hıçkırıkları ilişti kulağına. Bir daha döndü. Nefes nefeseydi, kalp çok hızlı çarpıyordu. “Söylemeyi unuttuğum bir şey var,” dedi aceleci bir tavırla. Kız sarsılan omuzlarının arasına gömdüğü başını kaldırıp merakla baktı. “Şimdiye kadar hiç söyleyememiş olmak bana acı veriyor. Seni seviyorum Doyeon. Seni her şeyimle seviyorum.”
İki beden yine yaslandı birbirine. Dudakları da kenetlenmişti bu defa.
Bir dakika sonra kılıcı elinde olduğu halde kendisini inanılmaz derecede savunmasız hissederek sokağa çıkmış bulunuyordu. O çıkar çıkmaz kilitlenen kapının ardında genç kızın hıçkırık seslerine sabilerin hıçkırıkları da karışmıştı.
***
Efendi Lee, Âlim Kim ve Jaehwan Hanyang’ın biraz dışına küçük bir derenin kenarına kadar yürümüşler ve en sonunda mola verip su içmeye ihtiyaçları olduğuna karar vermişlerdi. Jaehwan yıkanacağını söyleyip iki dostu bir ağacın altında biraz yalnız bırakmak istemişti.
Wonsik’in ateşi vardı. Dudakları kurumuş, gözkapaklarının ağırlığı her geçen saniye artmıştı. Dizleri titriyordu. Hongbin yakmayacaklarını üçünün de bildiği bir ateş için çalı çırpı toplama bahanesiyle, bir gözü arkadaşının üstünde, etrafa bakınıyordu. Bir kaçış hali içerisindeydi. Genç âlimin bakışlarından kaçması gerektiğini sezmişti.
“Hongbinciğim.” Artık nasıl kaçacaktı?
“He?” dedi ona hiç bakmadan.
“Gel hele otur bir.”
“Ne oldu?”
“Gel gel.”
Küçük bir çocuk gibi somurtarak elindeki yığını ağacın önüne getirip bıraktı. Sonra oturdu. Wonsik’ten tarafa bakamıyordu. Kafasını Jaehwan’ın çıkardığı şapır şupur seslere vermeye çalıştı.
“Neden kaçırıyorsun gözlerini?”
“Saçmalama ne kaçıracakmışım.”
“Lee Hongbin. Aptal değilim ben.”
“Aptal mı dedik, sanki adama bak.”
“O mühür benim için değildi. Biliyorum.”
“Yalan mı söyleyeceğiz ulan?!”
Âlim Kim derin bir nefes aldı. “İkimiz de Sanghyuk’u tanıyoruz. Beni kurtarmaya niyeti olsa isim listesinden adımı silmek işten bile olmazdı onun için.” Efendi Lee cevap vermek yerine başlığını çözüp yere koydu. “Söyle hadi. Nereden buldun o mührü? Çaldın mı yoksa?”
Genç efendi kaşlarını çattı. “Hırsız muamelesi de görüyoruz anasını satayım.”
“Çalmadıysan… Ne için verdi sana o mührü?”
Eline aldığı bir dal parçasını kırıverdi. “Doyeon’u alıp ona getireyim diye verdi. Oldu mu? Memnun oldun mu duyduğuna?” Bu haber karşısında alt çenesi hafifçe aşağı kaydı dostunun. “Artık önemi yok. Ben almaya gitmediğime göre kimse onu alamamıştır. Biz de o mühür sayesinde kurtulduk. Bitti her şey.”
“Han Sanghyuk bu kadar acımasız biri miydi gerçekten?” Sesi o kadar alçak ve derindendi ki Hongbin’in tüyleri ürperdi.
“Artık düşünme. Bitti,” diyebildi yalnızca.
Wonsik dereye doğru baktı. Jaehwan’ın alacakaranlığın soğuğunda buz gibi suda bu kadar uzun süre kalmasına şaşırmadan edemedi. Yine de işine geliyordu. Şu anki konuşmayı duymamalıydı.
“Hayır, bitmedi.”
“Bitti işte! Gidiyoruz buralardan.”
“Lee Hongbin. Sana aptal değilim dedim!”
Sessizleştiler. Serin bir rüzgârın ardından konuştu Efendi Lee. “Hayır… Aptalsın. Aptalın tekisin sen. Geri zekâlı. Sakın konuşmaya devam etme.”
Ayağa kalkıp yeniden ondan uzaklaşmaya hazırlandı.
“Öldür beni.”
“Kim Wonsik!”
“Başka yolu yok. Senin de aptal olmadığını biliyorum.”
“Kes sesini! Kolunu kırıp seni sonsuza kadar sakat bırakmadan önce kapat çeneni!”
“Anlıyorsun ne demek istediğimi. Yüreğin mani oluyor sana yalnızca.”
“Anlamıyorum! Sus dedim!”
“Babasını öldürdüğü çocukluk arkadaşını saray cariyesi yapmak isteyen bir adam seni yakalarsa sana neler yapmaz ki…”
“YETER!”
“Ben öleceğim zaten. Sen öldürsen de öldürmesen de… Lakin sen…”
“Ne önemi var! En azından seni korumuş olmanın onuru ile veririm canımı!”
“Düşünsene. Sanghyuk şimdi… Ne denli yalnızdır.”
“Umurumda değil o velet!”
“Bir arkadaşının ihanetiyle uğraşırken diğerinin de onunla birlikte gitmesi ne kadar yakmıştır canını.”
“Sen ona ihanet etmedin! Hain falan değilsin sen! Seni buna iten oydu! Onun suçu! Sen yapmadın! YAPMADIN DİYORUM SANA!”
Genç adam dizlerinin üstüne çöküverdi. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre hüngür hüngür ağladı. Wonsik ise sakince ağlıyordu, onu izliyordu.
“Hiçbirimizin suçu değil,” dedi en sonunda. “Suçluyu aramaya ömrüm yetmez artık.”
“Konuşma böyle. Ne olur… Sus artık.”
İki arkadaş çoktan sudan çıkıp gelmiş kılıç ustasının az ötede dikilip konuşmalarını dinlediğini bilmiyordu.
“Öldür beni Hongbinciğim. Birimiz onun yanında kalmalıyız. Biliyorsun. İçimizde en yalnız olan oydu her zaman.”
“Yapamam. İsteme benden. Yapamam.”
“Askerlerin elinde can vermektense senin kılıcının ucunda ölmeyi tercih ederim dostum.”
“Olmaz… Hayı-…”
“Olur beyim.” Jaehwan artık sessizliğini bozmanın zamanı olduğunu düşünmüştü. Islak kıyafetleriyle gidip Âlim Kim’in yanına oturdu. İki yarı bir aradaydı, yine bir bütün olmuşlardı. “Kaybedecek neyimiz kaldı ki? Nüfus kaydım olmadığı için memlekettekileri bulamazlar. Yani ben yanlarına gitmediğim sürece… Oraya gitmeyeceksem de saklanacak yerim yok demektir. Sizleri götürecek yerim de… Hem ben de… Artık savaşmaktan çok yoruldum. O günahsız oğlanlarla çarpışıp ölmektense samimiyetine inandığım ve korumak istediğim birinin kılıcının ucunda, yine korumak istediğim birinin yanında, kolumu bile kıpırdatmadan ölmeyi tercih ederim.”
“Bak işte… İkimizin de son dileği bu. Hainlerin bile son dileği gerçekleştirilmez mi?”
“HAİN DEĞİLSİN SEN!!” Genç efendi hışımla ayağa kalktı yeniden. Dizilmiş, kuzu gibi ölümlerini bekleyen iki adama arkasını döndü.
Ayak bileğinde dostunun elini hissettiğinde içindeki son direnişin de yok olduğunu hissetti. “Lütfen Hongbin,” diyordu ayaklarına kapanan.
Onlara bakmadan kılıcını yerden alıp kınından çıkardı.
“Seviyorum seni Kim Wonsik!” diye bağırdı gırtlağını patlatırcasına. “Dostumu yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim Jaehwan.”
Sanki ölüme gitmiyormuş gibi huzurla gülümseyen iki yüze baktı sonra. “Özür dilerim. Sizi koruyamadım.”
“Sağ ol Lee Hongbin.”
Tek bir kılıç darbesi ikisinin boğazından aynı anda geçip birbirine sımsıkı kenetlenmiş ellerini kan içinde bırakmadan önce söylediği son sözdü bu Âlim Kim Wonsik’in.
***
“Beyim gittiğine göre bana söyle teyze. Ne yapacaksınız?”
Geçen geldiklerinde Taekwoon’un dizinde uyuyan küçük kız bu defa Doyeon’a sımsıkı yapışmış, onu sakinleştirmek istercesine parmaklarını kolunda gezdiriyordu. “Saklanacağız,” dedi usulca. Bir elini yere koyup bastırdı. “Bunun altına.” Adının Hanhwa olduğunu söylemişti.
Genç kız biraz etrafına bakınca bunun hiç de akıllıca bir plan olmadığını anladı. “Lakin orada…”
Gongju Hanım elini kaldırıp onu susturdu. Ne söyleyeceğini biliyor gibiydi. Konuyu değiştirdi. “Sen neden bizimle birlikte hareket etmeyecekmiş gibi kendini ayrı tutuyorsun ki?”
Öyle yapıyordu. Neden yaptığını bilemiyordu. Sadece… Onlardan ayrılacağını hissediyordu. Yine de çocukların aklını karıştırmak istemedi. “Ah doğru… Peki neden… Hala kapınızı çalan olmadı?”
“Benim siyasi bir rolüm yok kızım. Yalnızca çocukları doyurup birliğe maddi destek sağlıyordum. Daha çok çocuk doysun diye…”
“Sizi tehlikeli görmüyorlar demek.”
“Bana sorarsan Kral Hazretleri çocukları saklamam için bana vakit bile tanıyor olabilir.”
Doyeon kaşlarını çattı. “Neden öyle bir şey yapsın ki?”
“Ben bu kadar sabiyi kendi başıma mı topladım sanıyorsun?” Kadının gülümseyen yüzünden, sessizce annelerini izleyen ifadesiz yüzlere kaydı bakışları. Demek Kral buluyordu onları. Sıcak bir yuva, yumuşak kucaklı bir anne veriyordu.
“Anne,” dedi genç kız gözleri dolarak. “Seni iyi ki tanımışım.”
Hyeyeong Hanım’ın çoktan bu hayattan göçmüş olduğunu tahmin ediyordu Gongju Hanım. “Annen sana hamileyken ablanı da alır gelirdi evimize. O zaman beyim sağ idi. Beni de hep kucağımda, karnımda çocukla görmek isterdi bilirdim. Lakin hiçbir şey söylemedi, yüreğimi acıtacak tek bir laf çıkmadı ağzından. Vefatına yakın bir kız çocuğu getirmiştim bu eve. Senin doğumundan birkaç hafta sonraydı. O da yeni doğmuş bir bebekti. Öleceğini anlamıştım da yalnız kalmaktan mı korkmuştum, bilmiyorum. Belki de göçüp gitmeden kucağımda güzel bir yavrucak görsün istedim. Adını sizinkilere benzesin diye Dohee koymuştum. O büyüyene kadar bir sürü çocuk geldi evime beyim gittikten sonra. Birkaç sene evvel sevdiği bir oğlanla evlenip gitti. Ne zaman seni görsem o gelir aklıma. İlk çocuğum… Senin gibiydi…”
Genç kızın kolunu okşayan küçük güler gibi bir ses çıkardı. “Özledim,” dedi. “Dohee ablamı…”
“Ben de özledim yavrum. O yüzden bu işler biter bitmez, gidip onu bulacaksınız dedim ya. Eminim o da sizi çok özlemiştir.”
“HAN GONGJU’NUN EVİNE! MARŞ MARŞ!”
Sokağın ucundan kalabalık ayak sesleri duyuldu.
***
Veliaht Prens, akşam yemeğinden sonra, validesi Kraliçe Hazretleri’nin konutuna bir bardak çay içmek için uğramıştı. Yüzü solgun, bakışları boş, elleri soğuktu. Bu sıkıntılı halinin bir süredir farkında olup çatılmaya bile mecali kalmamış kaşlarından durumun iyice vahimleştiğini anladı Kraliçe.
Oğlu rahat rahat konuşsun diye hizmetkârlarını gönderdi önce. Lakin onların dışarı çıktığını bile fark etmemişti genç Prens. Annesinin kitaplığına bakıyordu görmeden.
“Veliaht Prens,” diye seslendi. Sonra hemen vazgeçti bu hitaptan. “Neyin var oğlum?”
Kendisine unvanlar olmaksızın seslenilmesini özleyen Sanghyuk uyanır gibi baktı. Gülümsemeye çalıştı. “Mühim değil anne. Yalnız… Zaman zaman hataya mı düştüm diye düşünmeden edemiyorum.”
Kadın oğluna sıkıntı veren şeyi doğru tahmin etmiş, lakin bu kadar açıkça dile getirmesine şaşırmıştı. “Niçin? Niçin böyle düşünüyorsun?”
Elindeki fincanı bırakırken omuzlarını da düşürdü. “Biliyorsunuz ya…” Dilinin ucundaydı. Biri dahi olsa gerçek hislerini bilsin, güçsüzlüğünü duysun istiyordu. Fakat dinleyen başka insanlar olması ihtimali korkutucuydu. Sesi titredi yeniden söze girince. “Arkadaşlarının ölüm emrini veren, evleneceği kadını saray cariyesi yapmaya çalışan… Güvenecek tek insanımı da öldürmeye çalıştığım arkadaşıma kaptıran… Yapayalnız bir adam oldum çıktım.”
“Oğlum…”
Araya girmesine müsaade etmeden devam etti. “Halkın güvenini kazanıp onlar için iyi işler yapmak isterken dostlarımı kullandığım gerçeği kalbimi parçalıyor anne. Üstelik elim bomboş; halkın gözündeki en iyi adamı, halkın hayallerini gerçekleştirmek istediğini söyleyen tek adamı gözümü kırpmadan öldürdüm. Belki de bir daha asla muvaffak olamayacağım güven kazanmaya. Etrafımda ise bunun benim suçum olmadığını… Ölmeyi hak ettiklerini, onlar ölmezse benim öleceğimi, en kötüsüyse dostlarımı ben kullanmamışım gibi onların bana ihanet ettiğini durup dinlenmeden tekrar eden insanlar… Bazen inanıyorum bile onlara. Hâlbuki ben de… Suçlu-…”
“Veliaht Prens!”
Artık anne ve oğul değillerdi, kraliçe ve prens oluvermişlerdi. Yüzüne ağır bir kapının kapandığını hissetti. Boğazı düğümlendi. Fincanını eline yeniden aldı.
“Öylesine anlatıyorum işte Kraliçem.”
“Siz ki bu ülkenin gelecekteki kralısınız, yaptığınız işleri kimsenin sorgulamaya hakkı yoktur. Kudretinizden, muhakeme kabiliyetinizden sual olunmaz. Dağdaki tilkinin, yerdeki karıncanın bile soramayacağı soruları kendinize sorup aklınızı bulandırmamanız hayrınıza olur. Zira bulanan yalnızca sizin aklınız olmaz.”
Annesinin, gözünün ucuyla gördüğü parlak kumaştan yapılma eteğini dahi görmek istemediğini fark ederek başını kapıya çevirdi. Terlediğini hissediyordu. “Haklısınız Kraliçe Hazretleri. Aklımda bulunduracağım.”
“Öyle yapın.”
“Müsaadenizi isteyeyim.”
Peşinde hizmetkârlarıyla konutuna yürürken yüreğinde bazı yerlerin boşaldığını hissediyordu. Lakin bu onu rahatlatan bir his değildi. Aksine azalır gibiydi.
Konutunun bahçesine girmeden dönüp ardındakilere baktı kısık gözlerle. “Bugün bu bahçeden içeri girmeyeceksiniz.”
“Lakin Majesteleri…”
“Emrimi ikiletmeyin. Bugün kimsenin yüzünü görmek istemiyorum.” Tam gidiyordu ki aklına geldi. “Gelen asker olursa gönderin yalnız.”
“Emriniz başımız üstüne Veliaht Prens Hazretleri!”
Belki de biraz uyumalıydı.
***
Gereksiz derecede kalabalık olan asker grubu akşamın karanlığını azaltmak için yaktıkları meşalelerini evin az gerisinde önlerine çıkan, yas esvabı giyinmiş hanımefendinin yüzünü görebilecekleri şekilde eğmişlerdi. Bağırışları kesmişler, gerçek anlamda şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
“DURUN!” diye haykırmıştı onlara doğru koşarken. Esmer yüzü kızarmış, saçları dağılmıştı. Gözlerinden hiç durmayacak gibi akıyordu yaşlar ve tırnaklarını kanatmak istercesine avuçlarına bastırıyordu.
Karşı karşıya dikildikten sonra konuşmamış, askerleri bir bekleyiş içinde bırakmıştı. Zaman kazanmaya çalışıyordu.
Başlarındaki sordu birden: “Kimsiniz Küçük Hanım?”
“Nereye gidiyorsunuz böyle?”
“Çekilin!”
Yürümeye hazırlanan kabalığın karşısında kollarını iki yana açtı. Parmaklarını dahi açarak engeli genişletmek istedi, yaraladığı avuçları meydana çıktı.
“Çekilmeyeceğim!”
Askerlerden biri diğerine fısıldadı: “Bu Veliaht Prens’in nişanlısı Doyeon Hanım değil mi?” Herkes önce birbirine, sonra genç kıza baktı.
“Cha Hakyeon’un kızı mı yani?”
“O zaman onun da…”
“Kesin! Hanımefendi, adınızı söyleyin.”
“Cha… Doyeon…” Sesinin bu kadar özgüvensiz çıkması kendisini öfkelendirdi. Ne zamandır ismini söylemeye utanıyordu? O böyle biri değildi.
Kalabalık yine birbiriyle bakıştı bir süre. “Doyeon Hanım, Veliaht Prens’in emriyle size saraya kadar eşlik edeceğiz.”
“Gitmiyorum hiçbir yere.”
“Bütün şehirde sizi arıyorlar.”
“Umurumda mı sence?”
“Burada Han Gongju Hanım’ın yanında mı saklanıyordunuz?”
“Hayır!” Korkusunu bastırmaya çalıştı. “Onun yanında değil, onun evinde saklanıyorum. Evde kimse yoktu geldiğimde.”
Yalan söylediğini anladıklarını biliyordu. Söyledikleri doğru olsa bile bu adamların o eve girmesini engelleyemeyecekti.
Başlarındaki, iki askere başıyla genç kızı işaret etti. “Götürün.”
Doyeon, onlar kendisine dokunma mesafesine gelene kadar sabretti. Sonra indirdi kollarını. Sanki biri kolunu kopartıyormuş gibi çığlık atıp geriledi. “DOKUNMAYIN BANA!”
“Bedenine zarar vermeyin. Veliaht Prens’in cariyesi olacak.”
Bir anda gözlerinin önünden çocukluğu geçti. Babasının kucağında okumayı öğrendiği zamanlar… Sanghyuk’la, Wonsik’le, Hongbin’le oynadığı zamanlar… Ablasıyla kavga ettiği zamanlar… Annesinin kendisine dünyadaki en değerli varlıkmış gibi muamele ettiği zamanlar… Birlikteki teyzeleriyle, amcalarıyla oynadığı zamanlar… Birliğin faaliyet gösterdiği vilayetleri ziyarete gittiğinde prenses gibi karşılandığı zamanlar… Adını mutluluk ve soyadını gurur içinde söylediği zamanlar…
O zamanlar neredeydi? Ne demişti sevdiği adam? Herkes onunla gurur duymuştu, yalnızca kendisi değil. O da… Babasıyla gurur duymuştu. Karnını doyurduğu insanlar ayaklarına kapanıp minnetlerini dile getirmek istediklerinde onlarla birlikte yere kapaklanırdı. Kimsesiz çocukları, Gongju Teyze’nin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadan severdi. Saraya girdiğinde uçan kuş bile selam dururdu.
O öyle bir babanın kızıydı.
Şimdi ne olmuştu? Babasını asan adamın cariyesi mi olacaktı yani? Hem de sırf o adam yüzünden kendi adını söylemeye çekindiği bir zamanda?
Aniden güldü. Topuklarının yere daha sağlam bastığını hissetti. Omuzları dikleşti. Elini yakasından soktuğunda karşısında onu hayret içerisinde izleyen askerler irkildiler. Gözlerini çevirmek istediler.
Az evvel bodruma gizlenmelerine yardım ettiği çocukları düşünüyordu. Gitmesin diye yalvaran teyzesini ve gitmezse onunla birlikte ölecek o çocukları… Onu vazgeçiremeyeceğini anlayınca yüzünü öpücüklere boğup Muhafız Abi’nin ricasını yerine getirdiğini söyleyen Hanhwa’yı…
Ne iyi yapmıştı… Bir suçlu gibi taşımaktan başka çaresi olmadığı bir dönemde, ne iyi yapmıştı da boynuna takmıştı norigesini. Usulca çıkarıp iki eliyle tuttu ki hepsi görebilsin.
“Biliyorum, siz yalnızca gördünüz bu simgeyi,” dedi annesinden aldığı o vakur sesiyle. “Ne demek olduğunu bilmezsiniz ve benim… Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeden zor durumda bırakılan, habersizce canları yanan insanlar için yüreğimde hep bir sızı vardır. O yüzden söyleyeceğim size. İşte bu güzelim kamelya çiçeği sadakat demektir. Lakin onun sadakati sizin sadakatinize benzemez. Halka ve halkı hor görmeyenlere sadıktır o. Halktan kopup gelmiştir, dolayısıyla sadakati kendisinedir aynı zamanda. Benim babam… Sizleri vicdan azabından kıvrandıracak kadar sadık kalmıştır halka. Kendisi bilmiştir halkı ve halk da onu kendisi saymıştır. O yüzden benim babam son nefesini verirken bile başını dik tutmuştur ki onu kendisi bilen halkın başı, o yokken bile eğilmesin.”
Sol yanında duran asker bu konuşmayı dinlemenin bir faydası olmayacağını hissederek ona doğru bir hamle yaptıysa da Doyeon kılını bile kıpırdatmadı. “Dinle bak,” dedi yalnızca. “Gidip o Veliaht Prens’ine anlat diye söylüyorum. Eksik anlatırsan yakar canını. İşte benim o başı dik babam, başı dik annemle beraber başı dik iki kız çocuğu yetiştirmekle kalmamış; koca bir ülkeye başını dik tutmayı öğretmiştir. Ben ki dik bir baş kadar onurlu o babanın, Âlim Cha Hakyeon’un kızı Cha Doyeon’um. Başı dik halkın umuduyum. Dik başları kesen sizin o Veliaht Prens’inizin cariyesi olur muyum sanıyorsunuz?”
Norigesinin bir tarafından tırnağını bastırınca küçük, yuvarlak bir çakı parladı meşalelerin aleviyle. Sakin bir tavırla çakının ucunu kaldırdı gırtlağına doğru. Gülümsedi.
“Unutmayın. Biz olmasak da çok yaşayacak Kırmızı Kamelya.”

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!! Bir sonraki bölüm final yapıyoruz ^^

7 Ekim 2018 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #28

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Doyeon, Veliaht Prens’in huzuruna gitmedi. Gidip gitmeyeceği sorgulanmadı bile. Lakin “yarın son gün” ne demekmiş, öğrenmek için eski günlerde yaptığı gibi erkek kılığına girip herhangi bir açıklama olup olmadığına bakmaya gitmeyi teklif etti.
Sarayın önüne altı erkek olarak vardıklarında, olağandışı bir kalabalıkla karşılaştılar. Herkes kulaktan kulağa biraz sonra gerçekleşecek idamdan ve okunacak fermandan bahsediyordu.
***
Zor değildi. Elinden gelen bir şey yoktu, her şey o kadar hızlı olmuştu ki biraz sonra kellesinin gideceği gerçeği onu pek etkilemiyordu. “En azından…” diye düşünüyordu içinden. “Nesillerce hanedana babalık eden, ülkenin en iyi ve yararlı evlatlarını yetiştiren, tek istediği halkın refahı olan Âlim Efendi’nin ölümünü yazacak tarih. Onu öldürenin aciz, öfkeli bir çocuk olduğunu da…”
Ölmeden önce veda etmesi gereken insanlar olduğunun farkındaydı. Lakin mühim değildi. Birkaç güç içinde bütün birlik peşinden gelecekti nasılsa. Kaderde varsa bir sonraki hayatlarında da birbirlerine tutunabilen, vicdanlı insanlar olurlardı.
Yüzünde ince bir tebessümle; sorgulardan kalma kanlar beyaz elbiselerini kirletmemiş, saçları mahvolmamış, ayakları çıplak değilmiş gibi emin adımlarla çıktı meydana. Ardından yine kendisi gibi emin adımlarla gelen talebeleri olduğunu bilerek…
Gerçekten zor değildi. Dizlerinin üstüne, sofraya oturur gibi çökmüştü. Okunan fermanı şiir dinler gibi… Veliaht Prens’in girişi ilan edildiğinde bile titrememişti yüreği.
İbret mi olacaktı insanlara, yoksa gözlerini mi açacaktı ölümü; bilmiyordu. Lakin kalabalığın içinde kendisi için ağlayan insanları seçebilmek ölümünün bile ne faydalı olduğunu gösteriyordu. Dudaklarındaki tebessüm gözlerine yayıldı. Gurur duyuyordu kendisiyle, talebeleriyle ve birliğiyle. Kendileri ölse de bu devran dönmeyecek miydi? Elbet bir gün, isimleri hatırlanırdı. İzlerinden gelirdi kendileri gibi insanlar.
İşte orada, ağlayan yaşlı bir adamın yanında esmer tenli bir delikanlı vardı. Birine çok benziyordu. Yanındakiler de… Yanındakiler de hiç yabancı değillerdi.
Kimdi bunlar? “Doyeon,” diye geçirdi aklından. “Dohwa. Hyeyeong.”
Aniden kısıldı yüreği. Zordu artık. Şimdi zordu. “Jaehwan da burada. Oğlum… Taekwoon da gelmiş.” Talebelerinden Wonsik’i seçmek de zor olmadı. Ağzı hafifçe aralandı. Bir şey söylemek istedi. Sanki kalabalığın gürültüsü susmuştu da kızlarının hıçkırıklarından, karısının usulca mırıldandığı duasından başka bir şey duymuyordu. Onlara seslenmek geldi içinden. “Affedin,” demek istedi.
Sonra kulaklarında uğuldayan hıçkırıkların arasından duydu verilen vurun emrini. Ardında yükselen keskin kılıcın gölgesini gördü yerde. Açtı ağzını. Karısıyla gözleri kilitlenmişti o son anda. “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
Talebeleri hep bir ağızdan tekrarladı: “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
***
Hiçbiri, hiçbiri gözlerini kaçırmadı yumuşak yanaklı başı yere düşerken Âlim Efendi’nin. Hepsi kocaman açılmış gözlerle izledi.
İşleri bittiğinde Taekwoon kalabalığa şöyle bir baktı. Kendisi için kurulmuş tahtında dimdik oturan Veliaht Prens’i gördü. Onun da gözlerini ayırmadan baktığı biri vardı: Doyeon.
“Hemen gitmeliyiz, hanımım,” dedi sessizce, yanındakilere dönmeden. “Burada olduğumuzu fark eden birisi var.”
Dohwa başını eğdi. “Ben de gördüm.”
Hep beraber dönüp kalabalığın arasında ilerlemeye başladılar. Her an peşlerinden birinin gelebileceğini unutup ağır ağır gittiler eve.
Hyeyeong Hanım kızlarını alıp odaya girdi. Çıktıklarında üçüne de hiç yakışmayan yas esvaplarını giymişlerdi. Dohwa ve Doyeon geldiklerinden beri hiç durmadan sessiz bir gözyaşı dökme merasimi içerisindeydiler.
Evin hanımı tedirgin bir edayla evin bahçesinde volta atan Âlim Kim’i işaret ederek “Bu çocuğu da alıp git Jaehwan,” dedi. “Kaçabilirseniz kaçın, saklanabilirseniz saklanın. Bir başkasının daha bizim yüzümüzden kurban oluşunu göremem.”
“Hanımım…”
“Taekwoon, evladım. Sen de onlarla gitmek ister misin?”
“Nezaketiniz ve iyi yüreğiniz yüzünden bu soruyu sorduğunuzu varsayıp cevap bile vermeyeceğim hanımım.”
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Birbirlerine gülümsediler. “Hadi siz de gidin artık. En azından vedalaşıp ayrılmış olalım.”
“Hanımım…” Jaehwan’ın sözleri boğazına düğümlendi. Daha fazla konuşamayacağını fark ederek genç âlimi yanına çağırmaya gitti. Ona gitmelerini gerektiğini diğerlerinden uzakta söyledi.
Wonsik sundurmaya çıkıp diğerleriyle vedalaşmak istediğinde Jaehwan hanımının önünde durup ona çocukların anne babalarına yaptığı gibi selam verdi. “Anne,” dedi tüm cesaretini toplayıp. “Bunca zaman beni evlatlarınızdan ayırmayıp karnımı doyurduğunuz, giydirdiğiniz, ev verdiğiniz, umut verdiğiniz ve… En çok da sevdiğiniz için teşekkür ederim. Unutmayacağım. Anne…”
Bunca zaman önlerinde tek bir gözyaşı dökmeyen hanımefendinin gözleri doluverdi. Oturduğu yerden uzanıp evladının yere eğilmiş başını okşadı. “Ben de teşekkür ederim oğlum. Beni annen olarak gördüğün ve oğlum olduğun için…”
Genç âlim gözyaşlarına hakim olmaya çalışarak Taekwoon’a döndü. Delikanlı eğilerek selamlamak istediyse de Wonsik onun tutup kendine çekti. Sıkıca sarıldı. “Kendine iyi bak.”
“Siz de… Siz de beyim.”
Sonra onu bırakıp Dohwa’ya döndü. El sıkıştılar. Doyeon bir köşede onları izliyordu. Sanki unutulmak istiyordu, vedalaşmak istemiyordu.
Jaehwan ona döndüğündeyse kendini tutamadı, kollarına bırakıverdi. “Abi…” dedi hıçkırıklarının arasından. “Abim…”
“Doyeoncuğum… Biricik kız kardeşim. Özleyeceğim seni.”
“Özür dilerim. Hiçbir şey yapamadım.”
“Öyle deme. Hiçbirimiz bir şey yapamadık.”
Genç âlim Hyeyeong Hanım’a selam veriyordu onlar konuşurken. “Sağ ol evladım. Sana karşı nasıl mahcubum bir bilsen…”
“Olmayınız hanımım.”
Doyeon’u bırakıp Dohwa’ya döndü Jaehwan. Genç kadının gözlerinden akan yaşlar kar taneleri kadar sessizdi. “Sonumuz böyle mi olacaktı?”
“Böyle oldu.”
“Arkadaşım olduğun için teşekkür ederim Jaehwan.”
“Pişmanlığım yok Dohwa. Sonsuza kadar arkadaşım kalacaksın.” Küçük kardeşininkinden daha zarif ve sade bir edayla sarıldı dostuna. Başını omzuna koyup bekledi bir süre. Daha önce hiç sarılmamışlardı. Birbirlerine hiç arkadaş da dememişlerdi. Yürekte kalanları dökmek için güzel bir andı.
Jaehwan’ın parmakları usul usul omzunu okşuyordu genç kadının.
Diğerleri, orada bulunan diğer iki arkadaş da birbirine dönmüştü şimdi. Sıkıca birbirlerinin ellerini tuttular. Teşekkür edip özür dilediler birbirlerinden. O an, o günkü bedenleriyle değil de çocukluklarındaki bedenleriyle oradaydılar sanki. Bir yerlerden Sanghyuk onlara seslenecekmiş ya da Hongbin sinsi bir oyunla ikisini de yere düşürecekmiş gibi hissettiler.
İkisi de olmadı. Taekwoon abisinin yüzüne hiç bakmadan onları kapıya kadar geçirmeyi teklif edip hızla sundurmadan indi. Bahçenin sonuna varana kadar hep başı eğikti.
Elini kapının iri tokmağına koyup yere bakmaya devam ederek şöyle söyledi: “Ben artık öleceğim abi.”
Abisi derin bir nefes aldı. “Ben de… Ben de öleceğim aslanım.”
“Biz kılıç kardeşiyiz ya hani. Unutmuşsundur diye. Birimiz ölürse… Diğerimiz sağ kalamayız diye.”
“Merak etme. Artık yaşamaya niyetim kalmadı benim de.”
“Sağ ol abi. Şu can alan kılıçta can bulmayı öğretip kılıç kardeşim olduğun için…”
“Benim minnettar olduklarımdan çok… Özür dilemek istediklerim var sana karşı Taekwoon.”
“Olmaz. Teşekkür et bana. Diğerini duymak istemiyorum.”
“Hana sarhoş geldiğim gecelerde, sundurmada uyurken üstümü örttüğün için teşekkür ederim.”
Gülümsedi delikanlı. Bırakamayacağından korktuğu için kısaca sarıldı abisine. Kimselere görünmemek için, arkalarından bile bakamadan hızla kapattı kapıyı.
***
Veliaht Prens idamın ardından meclise çıkmış, ucu saraya dokunan köleleştirme emrine hararetle karşı çıkan vekilleri dinler gibi yapmıştı. Birliğin hazinesinden ele geçirilen toprakların özelleştirileceği sözünü vererek ağızlarına bir kaşık bal çalıp konutuna döndü.
Efendi Lee sabah çıkarken bıraktığı yerde, ayakta dikiliyordu. Yerine oturmak için önünden geçerken elini omzuna koyup ona gülümsedi. Bir karşılık alamadı.
“Hanyang’da olup hala tutuklanmamış üyeleri aramak ve idam edilenlerin ailelerini almak için gönderdiği ekip çoktan yola çıktı.”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Şehir dışında bulunanlar içinse özel askerler görevlendirdim.”
“Evet efendim.”
“Yapmam gereken tek bir şey kaldı öyleyse.”
“Nedir Prens Hazretleri?” Gözleri umutla dolan genç adam günlerdir kaldırmadığı başını kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Gidip eski dostunu kimselere fark ettirmeden kurtarmasını ve kaçırmasını mı söyleyecekti? Belki… En azından bu kadarını yapardı. Lakin duyduğu şey, umduğu şeye yaklaşmıyordu bile.
“Cha Hakyeon’un evine sen gideceksin.”
“E… Efendim?”
“Oraya gidip ailesinin tutuklanması işini sen halledeceksin. Sonra Doyeon’u… Buraya getireceksin. Saray cariyesi olup bana hizmet edecek.”
“Majesteleri…”
“Derhal.”
Genç efendi kılıcının kınını sıkacak kadar sıkı tutuyordu, dişlerini de kıracak kadar çok sıkıyordu. Elbiseleri yüreğindeki öfkeyi hissetse paramparça olup bedeninden sıyrılırdı. “Emredersiniz,” dedi güçlükle.
Kapıdan çıkarken gideceği yere karar verdi.
***
Kamelyalı evin arka kapısını kısa boylu bir hizmetkâr usulca çaldı. İçeriden Hyeyeong Hanım’ın güçlü sesi duyuldu. Kapıyı açan delikanlının elinde bir kılıç vardı.
“Ne istersin?”
“Hanımımın emanetini teslim etmeye geldim.”
“Çekil Taekwoon.” Hanımefendi uzanıp kapının önünde duran güçlü atın iplerini tutuverdi. “Sağ olasın. İyiliğini nasıl öderim?”
“Lafı olmaz, hanımım. Babam, ben, çocuklarım sizin sayenizde tutunabildik. Siz ki torunlarıma bile bir hayat verdiniz. Ben size bir at vermişim, çok mu?”
At bahçeye girip çiçeklerin arasında ağır ağır yürümeye başladığında Dohwa gözlerini kaçırdı. Bu atın ne demek olduğunu bilmeyen tek kişiyse sundurmadan inip annesinin yanına koştu.
“Bu da nedir?”
“Kalanların garantisi, güzel kızım.”
“Ne garantisi?”
“Dohwa, yavrum. Hadi yemek yapalım da karnımızı doyuralım.”
***
“Nereye gitsek?”
“Bilmiyorum abi…”
“Keşke sana da bir kılıç bulsaydık…”
“Evet… Hançerim var sadece.”
“Ee nereye gidiyoruz?”
“Bilmem.”
Jaehwan derin bir nefes alıp gözleri boşluğa bakan genç âlimin yönünü kesti. “Nereye? Gidiyoruz?” diye sordu tane tane.
“Aslında…” dedi uyanır gibi Kim Wonsik. “Bizim evdekiler… Gitmiş mi diye… Aklım takılmıyor değil.”
“Hiç söyleyemeyeceksin sandım! Hadi gidelim.”
***
Ön kapıya gürültüyle vurulduğunu duyunca Dohwa elinde tuttuğu tepsiyi düşürüyordu az daha.
“Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Taekwoon ve Hyeyeong Hanım göz göze geldi. Evin büyük kızı tepsiyi yavaşça aldığı yere bırakıp Doyeon’u çevik bir hareketle yakalayan ikiliye yaklaştı.
“Artık gidin.”
Kapıdaki gürültüler artarken evdekiler, Doyeon’un çırpınışlarına karşın çoktan arka bahçedeki atın yanına ulaşmışlardı. Genç kız bütün bedeniyle ellerinden kurtulmaya çabalıyor, yine de olabildiğince sessiz davranıyordu.
“Ne yapıyorsun anne?” diye fısıldıyordu sürekli, sesi çaresiz…
“Seni almalarına müsaade etmeyeceğim. Birimiz de olsa yaşayıp davamızı sürdürmeli Doyeon.”
“Niye ben? Neden ben sizin şu lanet davanızı üstlenmek zorundayım her defasında? Anacağımın yanında can vermeyi bile çok mu görüyorsunuz bana?”
“Seni koruyacak biri var ya Doyeon…” Ablasının gözleri atın eyerini ayarlayan delikanlıya döndü. “O yüzden… Yaşayabileceğine inanıyoruz ya…”
“Nasıl böyle konuşursun? Sizin yanınızda öleceğim diyorum.”
“KIRIN KAPIYI!”
“Hepimiz ölmeden önce gidin hadi.” Taekwoon ata atlayıp anne ve ablasının ittirdiği Doyeon’u da arkasına çekti. Dohwa koşup arka kapıyı açtı.
Hyeyeong Hanım kızının pamuk elini koklayıp öptü. “Yolun açık olsun Doyeon. Anneni affet.”
“Anne…”
“Hadi gidin artık!”
Taekwoon başıyla selam verip atı dehledi. Hızınıysa yavaş tuttu ki son bir kez elleri dokunabilsin kız kardeşlerin.”
“Abla…”
“Yaşamalısın Doyeon. Bir dahaki ömrümde yine senin ablan olacağım.”
Genç kadın elinin içinden kayıp giden kardeşinin elinin sıcaklığını hiç unutmamak için dua ederek kapattı kapıyı. Gidişlerini izlemeye bile vakit yoktu.
Hemen eve koşup kılıçlarını aldılar ve bahçeye paldır küldür giren iri yarı askerlerin karşısına dizildiler. Eli silahlı iki kadın görmeyi beklemeyen adamlar şaşırmışlardı. Yalnızca bir emir okuyup tutuklama işini hızla bitireceklerini sanıyorlardı.
Dohwa çok iyi başlamıştı. Bu adamların hepsini alt edebileceklerini düşündürecek kadar… Lakin annesinin gözyaşlarını yakaladığı bir an dikkati dağıldı ve kendisi de ağlamaya başladı. Az evvel kardeşinden sonsuza dek ayrıldığının ayırdına vardı ağır ağır. Görüşü bulanıklaştı. Annesini silahsız bırakıp diz çöktürdüklerini ve boynunun tam yanında bir kılıç olduğunu fark etmesi zaman aldı.
Az evvel yaraladığı askerlerin arasında duran annesinin yanına oturttular onu da.
“Evi arayın. Doyeon Hanım’a zarar vermeden dışarı çıkarın.”
Askerler birer birer odaları, mutfağı ve arka bahçeyi kontrol ettiler.
“Temiz.”
“Temiz.”
“Temiz.”
Sorumlu olduğu her halinden belli olan, Dohwa’nın boynuna kılıç dayayan adam kaşlarını çattı. “Doyeon Hanım nerede?” diye sordu kibarca. “Veliaht Prens Hazretleri onu huzuruna istedi. Sizlerse köle olarak satılacaksınız.”
“Doyeon mu?” dedi Hyeyeong Hanım kızına bakarak. “Nerede Doyeon?”
“Benim yenimde anneciğim.” Genç kadın göz göre göre elini yenine soktu.
“Öyle mi? Benim de saçıma takılmış işe bak.”
“Ne saçmalıyorsunuz?”
İki kadın da hançerlerini birer hediye bulmuş gibi çıkardılar. Keskin uçlarını boğazlarına dayayıp haykırdılar: “Doyeon için!”
Bedenleri birbirlerine doğru devrildi. Kalan son güçleriyle kucaklaşıp yıkıldılar yere. Son nefesleriyle gülümsediler birbirlerine. Onurlu bir ölümün güveni vardı, son nefeslerini verdikten sonra bile hançerleri sımsıkı tutan ellerinde.
***
Gözyaşları kısa bir yolculuğun ardından durulmuştu. Sırtına başını yasladığı beyinin yanağını okşadı henüz ıslak olan parmaklarıyla. Delikanlının ağladığını da o zaman fark etti.
“Durun beyim.” Ne bir cevap duydu ne de bir yavaşlama isteği sezdi. Omzuna bir öpücük kondurdu. “Durunuz beyim, rica ediyorum.”
“Olmaz.”
“Nereye gidiyoruz ki zaten? Durun da bir konuşalım.”
Durduklarında genç kız attan inmek istedi. İkisi birlikte ormanın ortasında bir ağacın altına oturdular.
“Doyeon…”
“Durun beyim. Önce benim konuşmama müsaade edin. Benim kaçmak ya da yaşamak gibi bir niyetim yok. Şu lanet olası davaya da en ufak bir gönül vermişliğim kalmadı, bilirsiniz. O yüzden beni…” Genç kadın annesi ve ablasının şu an muhtemelen hayatta olmadıkları gerçeğiyle aniden yüzleşti. Gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Beni de… Korkmadan ölebileceğim bir yere… Götürün.”
Delikanlı onun elini tuttu. “Teşekkür ederim Doyeon.”
“Efendim?”
“Benden seni… Ömrümün sonuna kadar korumamı istersin diye… Korktum. Zira benim de ömrüm bitmek üzere. Yaşayacak bir şeyim kalmadı.”
Genç kız başını delikanlının omzuna koydu. “O zaman beni götürün beyim. İkinci anneme…”
***
Âlim Kim titreyen ayaklarıyla hiçbir şey olmamış gibi sessiz ve derli toplu duran evin bahçesine girerken Jaehwan gözyaşlarını yutmaya çabalıyordu.
“Anne?” Ayakları gibi sesi de titriyordu. “Jiwon?” Bahçeyi geçip eve iyice yaklaştı. “Baba?”
Kılıç ustası onun içeri girmek istemediğini fark edip bu görevi üstlenmeye karar verdi. Her kapıyı “Müsaade buyurunuz,” diyerek açtı, sanki onu duyabilecek biri varmış gibi. Kümese kadar kontrol ettikten sonra sundurmanın merdivenlerine oturmuş, ellerini yüzüne kapatmış çocuğun yanına çöktü.
“Gitmişler.”
“Evet.”
“Böylesi daha iyi…” Gözlerinden yaşlar süzülürken gülümsemeye çalışıyordu. “Daha iyi oldu.”
“Tabii ki… En azından kendi ayaklarıyla çıkıp gittiler.”
“Evet.”
Arka bahçeden bir çıtırtı duyuldu. Jaehwan çevik bir hareketle kılıcını çekip gardını koruyarak o tarafa yöneldi. İki saksağanın ağacın gölgesinde oynaştıklarını görünce kolları gevşedi, adımları durdu. Derin bir nefes aldı. Buradan hemen çıkmalılardı. Şimdi…
Geri dönmeye kalmadan ayak sesleri duydu. “Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Kapıyı açık bırakmamalılardı. Sundurmanın altına saklanıp başını görünmeyecek şekilde uzattı. Yalnız dört asker göndermişlerdi. Veliaht Prens arkadaşının ve onun ailesinin zorluk çıkarmadan teslim olacağına inanmıştı anlaşılan.
Kafasında hızla bir hesap yapmaya çalıştı. Dördünü birden haklamalıydı, dışarıda destek için bekleyenler de olabilirdi. Kolay sayılırdı, içindeki bu öfke kılıcına yansıdı mı önünde Kral bile duramazdı.
“Ev ahalisi! Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmek için dışarı çıkın!”
Wonsik korkmuş gözükmüyordu. Yalnızca yorgun, hatta umursamazdı. Az evvel çıkardığı gözlüğünü takıp başını kaldırdı. “Yoklar,” dedi. “Hepsi öldü.”
“Öldü de ne demek? Onların bedeni artık hanedana aittir.”
“Ben öldürdüm. Ben.”
Askerin öfkelendiği yüzünden belli oluyordu. Dişlerini sıktı. “Âlim Kim Wonsik, Kırmızı Kamelya adlı birliğe üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam cezasına çarptırılmıştır. Öldürün.”
Öne çıkan adam kılıcını kaldırdığında gözyaşları terine karışan genç âlim başını ve omuzlarını iyice dikleştirdi. Jaehwan kendisine kaçmak için zaman kazandırmaya çalıştığını; bu yüzden kendisinden tarafa hiç bakmadığını, hatta onu kurtarmaya dahi gelmesini beklemediğini anladı. Yeniden gardını aldı ve saldıranın kılıcı havaya kalktığında dışarı çıkmaya hazırlandı.
Tam o anda bahçenin öte tarafından birinin atladığını gördü. Bu kişi öylesine hızlı davranıp Wonsik’e yaklaşmıştı ki onu öldürmeye hazırlanan genç asker onu fark edememişti bile. Kılıcıyla dostunu koruyup diğerleriyle arasına giren bu kişi Efendi Lee Hongbin’den başkası değildi.
Bu defa tüm askerler hazır duruma geldiler.
Başlarındaki onu tanıyınca durmalarını emretti. “Beyim, Yüce Kral’ın emri…”
“Biliyorum. Lakin siz de bilirsiniz ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in çok sevgili bir dostudur. Ben de onun emriyle onu korumaya geldim.”
“Bize böyle bir şey söylenmedi.”
Doyeon’un evine girip onu Veliaht Prens’e canlı götürmesi için kendisine verilen kraliyet mührünü kuşağından çıkarıp karşısındakilerin ayağının dibine attı.
“Buna da mı inanmayacaksınız?” Hala tereddüttelerdi, bir yem daha atmak gerekiyordu. “Yanlış giden bir şey olursa sorumluluğu ben alacağım. Veliaht Prens bu iyiliğinizi unutmayacaktır.”
Askerler toparlanıp kılıçlarını kınlarına soktular. “Efendi Lee’ye güveneceğim,” dedi başlarındaki. “Ayrıca bu mührü sorumluluk alacağınıza dair bir söz olarak yanımda götüreceğim.”
“Nasıl istersen.”
Onlar kapıdan çıkar çıkmaz Jaehwan da saklandığı yerden çıktı. Gidip kapıyı kapatmaya karar verene kadar üçü sessizce birbirine baktı.
Kapıyı kilitlerken Efendi Lee’nin kılıcının yere düştüğünü duydu. O tarafa döndüğünde dizlerinin üstüne çöktüğünü de gördü. Wonsik elini ona doğru uzatmıştı. “Hongbin… Kardeşim…”
Genç efendi hıçkırıklara boğuldu aniden. Başını dostunun dizlerine yaslayıp durmadan, defalarca özür diledi. Âlim Kim’in az önce yaşadıkları yüzünden titreyen elleri onun sırtını okşuyordu ağır ağır.
Kılıç ustası onlara günler, aylar vermek istedi. Yıllarca ağlaşsalar da bitmeyecek bu acıyı rahatça yaşasınlar istedi. Lakin elinden gelen yalnızca iki dakikaydı.
İstemeye istemeye “Efendiler,” diye seslendi dikildiği yerden. “Şimdi gitmezsek bizi kurtaracak ikinci bir mührümüz yok.”
***
“Teyze! Gongju Teyze, aç kapıyı.”
İçeriden tıkırtılar geliyor, küçüklerin engelleyemediği telaşlı fısıltıları duyuluyordu. Kapıyı açmamaları emredilmiş olmalıydı.
“Çocuklar ben Doyeon ablanız. Açın kapıyı. Yardımınıza ihtiyacım var.”
“Anne… Doyeon Abla gelmiş.”
Hızlı ayak seslerinin ardından kapı bir göz açıldı. Genç kız sevgilisinin tuttuğu elini heyecanla sıkarak içeri bakmaya çalıştı. Bir an sonra içeri alınmış, sundurmaya oturtulmuşlardı. Hiçbir soru sormadan yemek ikram ediyorlardı şimdi de. Belki de Doyeon’un üstündeki yas esvabı pek çok şeyin cevabı olmuştu onlar için.
Vakit öğleden sonraydı. Bahçesinde her zaman çocukların koşturduğu bu eve bile uğramıştı sabah atılan “Kırmızı Kamelya çok yaşa!” naraları, sabilerin bile sesini kesivermişti.
Taekwoon bu defa kılıcını saklamasını istemedi evin sahibinden. Zira evin sahibinin ve ergenliğe yeni girmiş evlatlarının bile kılıçları bahçedeki masanın üstünde duruyordu. Hazırlıklılardı.
“Neden geldiğimizi sormayacak mısın teyze?”
“Neden geldiğin önemli değil. Gitme yeter.”
“Teyze…”
Delikanlı başını eğdi. Gözleri dolmuştu.
“Sen de benim bir çocuğumsun. Taekwoon sen de öylesin. İkinizi de, aha şu çocukları nasıl bırakmayacaksam öyle bırakmayacağım. Yemek yer misiniz?”
Tekrarlanan bu teklife karşı koyamadı. Belki de beraber yedikleri, hatta ömürlerinde yedikleri en son yemek olacaktı bu. “Evet hanımım. Lütfen Doyeon’la bana yemek koyun.”
Sofraya kurulduklarında etraflarını çocuklar sardı. Sanki bu ikisinin yemek yemesi hayatlarında hiç görmedikleri özel bir olaymış gibi izliyorlardı.
“Yosun çorbası,” dedi Gongju Hanım. Evin en büyük çocuğunun kucağında duran bebeği alıp yanlarına oturdu. “Bugün, Hakyeon’un ilk doğum günüydü. En küçüğümüz…”
O sabah idam edilişini izlediği babasının adını duyunca ağzındaki bütün çorbayı püskürttü Doyeon. Bir Hakyeon’un doğum günü, bir diğerinin ölüm günüydü demek.
Taekwoon’un da iştahı kaçıvermişti. Lakin kendini zorladı. Güce ihtiyacı olacaktı. Çok fazla güce…
***
Veliaht Prens’in konutuna aynı anda iki asker ulaşmış, iki farklı, iki can sıkıcı haber getirmişti. Biri Doyeon Hanım’ın evde olmadığını, nereye gitmiş olabileceğiyle ilgili herhangi bir bulamadıklarını iletiyordu. Diğeriyse Âlim Kim hakkında verilen emri yerine getirdiklerini…
“Ne emri?” diye sormuştu öfkeyle dikilerek. Sanki ilk haber onu yeterince sinirlendirmemiş gibi… “Ben emir falan vermedim.”
Asker kızarıp bozarmıştı. “İdam edilmek üzereyken… Efendi Lee gelip sizin… Şey…” Elinde tuttuğu kraliyet mührünü Prens’e doğru uzattı. “Onu alıp götürdü, Majesteleri. Sorumluluğu alacağını söyledi.”
 “Gidip ikisini de bulup Kim Wonsik’i öldürün. Yanlarında dolaşan Jaehwan denen kılıç ustasını da… İkisinin kellesiyle Hongbin’i sağ getirmeden… Sakın… Gelmeyin…” Mührü parmaklarının arasında parçalayacak kadar sıktı. “Ayrıca sen…” Şimdi diğer askere bakıyordu. “Gidip Doyeon’u getir. Nerede bulacaksan bul. Kanlı canlı buraya gelmezse, bir daha kanlı canlı bu saraydan çıkamazsın. Gerekirse bütün birliklere bu dördünü aradığınızı haber verin.”
“Emredersiniz.”
Askerler odadan çıktıktan sonra elinde parça parça olan mührü odanın karşısına fırlatıp var gücüyle bağırdı.
Birini daha kaybetmişti.