Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

4 Ekim 2018 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #27

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Âlim Kim, kendisini epeyce yoran o akşam yemeğinden yalpalayarak eve döndüğünde vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Sokaktan geçerken arka bahçede soluk bir ışık gördü ve kız kardeşinin derin, manasız mırıldanmalarını işitti.
Onu bu vakte kadar ayakta tutan kedere sebep olmanın verdiği acıyla ön kapıyı açıp bahçeye girerken kız kardeşi de odasına artık üstündeki önlüğü çıkarmaya girmişti. 
Talihsiz bir zamanlamaydı. Kafası bardak bardak içmek zorunda bırakıldığı içkinin etkisiyle bulanmışken, aniden kıpkırmızı boyaya bulanmış önlüğüyle telaş içinde odasından dışarı fırlayan kız kardeşini görünce kan revan içinde olduğunu sandı. Ağır bedenini zorlayarak hızlandı. Gözyaşları içindeki kardeşini kucakladı.
“Jiwon… İyi misin? Jiwon? Bir şey söyle. Bana bak.”
Genç kız nefes nefeseydi. Kendisini sarsan abisinin kan çanağı gözlerine baktı. “Abi…” dedi güçlükle. “Odam… Odama biri girmiş. Ben bütün gün…”
Genç âlim onun lafını bitirmesini beklemeden içeri koştu. Bir genç kızın odasından çok savaş alanını andıran dağınıklığa baktı. Açılmamış çekmece, çevrilmemiş sayfa, yıkılmadık yüklük bırakmamışlardı. Çaresizce, ortalığa saçtıkları dikiş takımının geniş tahta kutusunu yerden kaldırdı. İşte tam da bunun içine saklamıştı, kimsenin bulmaması gereken o şeyi. 
Küçük Hanım ardında dikilmiş sayıklıyordu. “Buradaydım. Bütün gün şurada…” Lafının ortasında açık duran arka bahçenin kapısını işaret ediyordu. “Şuracıkta oturdum ben. Nasıl duymadım, nasıl? Bütün gün buradaydım ben. İşte şurada. Te şurada oturuyordum. Nasıl yaptılar? Burada oturuyordum…”
İdrak etmesi güçtü. Kız kardeşinin titreyen elini sıkıca tutup onu yere, karışıklığın ortasına çekip oturttu.
“Jiwoncuğum,” dedi sakince. “Artık gitmeniz lazım.” Genç kızın güzel gözleri kocaman açıldı.
“Abi,” diye inledi. “Abi…”
“Ben evden çıkar çıkmaz, annemle babamı uyandır. Yanınıza hiçbir şey almadan Hanyang’dan gidin.” Yeninden bir süredir biriktirdiği altınların olduğu keseyi çıkarıp kızın kucağına bıraktı. “Bunu biriktirmiştim… Bizim… Hayır, sizin için…”
“Gitmeyeceğim. Sen de gel abi. Ne olur, sen de gel…”
“Ben yalnızca yarımım Jiwon. Diğer yarımı bırakıp gidemem. Lakin içim rahattır. Benim akıllı kardeşim, validemle babamı koruyacaktır.”
“Öyle şeyler söyleme.” Artık iniltileri bir çocuğun ağlamasına dönüşmüştü. “Abim olmadan nasıl…”
“Babama özür dilediğimi söyle. Binbir zorlukla girdiği o saraydan onu çıkarttığım için… Lakin o da bilir ki, benim tek yaptığım güvenilir bir dost olmaktı.”
“Yapma…”
“Anacığıma da söyle ki… Benim kadar, diğer yarım da onun yemeklerini çok özleyecek. Özür dilerim Jiwon. Sana layık bir abi olamadım. Sense benim hak ettiğimden çok daha iyi bir kardeşsin.”
Onu gitmeden vazgeçirmek umuduyla sımsıkı sarıldı abisine genç kız. “Birlikte gidelim,” dedi son bir kez. “Ne olur…”
“Gelemem. Lakin…”
“O zaman hayatta kalıp bizi bulacağına söz ver.”
“Kim Jiwon…”
“Söz ver ne olur…”
Kız kardeşinin alnına minik bir öpücük kondurup kendi söylediğini kendisi duymak istemiyormuş gibi alçak sesle, “Söz,” dedi.
Öyle zordu ki, ah ayrılmak öyle zor… Sanki bedenleri yapışmıştı birbirine. Bırakabildiğindeyse adımları hızlıydı. Tuttuğu hıçkırıklarını Jiwon duymasın diye koşarak uzaklaştı evden.
Saatlerdir onu bekleyen diğer yarısına gitti.
***
Kısa sürmüştü. Usulca başını göstermeye hazırlanan güneşin götürmek üzere olduğu serinlikte, kırağı düşmüş çimenlerin üzerinden düşer gibi yürüyen genç âlimin elinde belgeleri göremeyince bunca zamandır neden beklemek zorunda kaldığını anladı. Bundan sonra olacakları, yüz kere kendine işlerin kötü gidebileceğini tekrar etse de aslında buna hiç inanmak istemediğini, Wonsik’in de hiç istemediği o şeyi yapıp ailesine biriktirdiği altınları verdiğini; Âlim Kim tam önüne gelip titreyen dizlerine yenik düştüğünde fark etti.
Artık bitmişti.
Karşı koymaya bile fırsatları olmadan, plan yapmayı bile düşünemeden bitivermişti.
Sabahın alacakaranlığında acele etmeden vardılar mektebe. Olan olmuştu, mektep talan ediliyordu bile. Avluda dikilmiş etrafında dolaşan, öğrencileri ortalık yerde sorguya çeken, çatık kaşlı saray muhafızlarını izliyordu Âlim Jang. Alnında biriken terleri titreyen elindeki kırmızı mendile siliyordu.
Kendilerini göstermeden, sanki oraya gelmeyi hiç düşünmemiş iki yabancı gibi geçip gittiler. 
Bahçesi kamelyalı evin halkı, her şeyden habersiz güneşin doğuşunu izleyerek bir şeyler yemeye çalışıyordu.
Kilitli dış kapıyı açan Taekwoon, karşısındakilerin yüz ifadesini görünce sanki birisi ensesine yapışmış da onu çekiyormuş gibi gerileyiverdi. Ne duyacağını bilmiyordu; lakin duyabileceği herhangi bir habere, iyi ya da kötü, dayanacak gücü kalmamıştı artık.
Ardını dönüp sundurmada yemek yiyen hanımlara doğru yürümeye başladı.
“Kim geldi?” diye sordu Hyeyeong Hanım hala tertemiz duran çubuklarını elinden bırakırken. Genç adam soruya cevap vermeden ayakkabılarını çıkartıp sundurmaya çıktı ve Doyeon’un kolunu yakaladı.
“Ne oldu beyim?”
“Sen içeri geç.”
Herkes telaş içinde birbirine ve artık iyiden iyiye onlara yaklaşan iki gence bakıyordu.
“Hayırdır Jaehwan?” Bu defa Dohwa konuşmuştu. O ana kadar onun da ayakta olduğunu kimse fark etmemişti.
“Hanımım…”
Bu sırada Taekwoon hala Doyeon’u içeri almaya çalışıyordu. Hyeyeong Hanım elini kaldırdı.
“Bırakın beni,” diyordu genç kız tam o an. “Artık iyiyim ben. Siz benim kim olduğumu unutmaya başladınız.” Sesi hissizdi. Az sonra duyacaklarına hazır olduğunu sanıyordu.
“Âlim Kim, siz de gelmişsiniz.” Genç âlim başını eğerek sofradakilere selam verdi. “Hadi anlatın artık.”
“Biz… Taekwoon’u götürmeye geldik, hanımım,” diye açıkladı abisi kısaca. “Artık sizinle kalamaz.”
Doyeon tam o anda kolunu bırakmak üzere olan eli sıkıca tutup destek alarak ayağa kalktı. “Ne demek götüreceksiniz? Beyimi hiçbir yere götüremezsiniz!”
Wonsik, aralarındaki tuhaf ilişkiye ilk defa şahit olmanın getirdiği şaşkınlıkla gözlerini hiç ayırmadan elleri kenetli duran iki gence bakıyordu.
“Götürmek zorundayız. Bu direnmeye ve tartışmaya kapalı bir konudur.” Genç kız sevdiğinin önüne geçmek için sağa doğru bir adım attı. 
Bu hamleden gözlerini kaçıran annesi bahçeye doğru çevirdi bakışlarını. “Gidecek diyorlarsa gidecektir.”
“Lakin hanımım…” diye lafa girmek istedi Taekwoon. “Ben… Ben… Gidemem. Abi ben gelemem.”
Kısa bir sessizliğin sonunda araya girmesi gerektiğini hisseden Kim Wonsik, ardında durduğu Jaehwan’ın yanına geldi. “Burada kalman hanımefendilerin hayatını riske atabilir. Üstelik gidip toplamamız gereken bir birlik, yapmamız gereken bir plan var.”
Yalandı. Bundan sonraki eve gitmeden kalan herkesin toplanacağı açıktı. Lakin böyle konuşmazsa bu çocuğu ikna edemeyeceğini düşünüyordu. Ne olursa olsun ikna edemeyeceği gerçeğini görmezden gelmeye çalışıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu Dohwa. “Bizim de bilmemiz lazım gelir.”
Jaehwan ve Wonsik birbirlerine baktı. Söylemeleri gerekiyordu. Kılıç ustası aldı lafı, genç âlim vicdan azabından konuşamayacak gibiydi. “Başta üye listesi olmak üzere gizlemeye çalıştığımız… Bütün belgeler dün gece ellerine geçti.”
Doyeon, Taekwoon’un elini daha sıkı tutarken ablası arkasındaki kapıya yaslandı. Hyeyeong Hanım gözlerini kapatmıştı. “O halde artık umut edecek bir şeyimiz kalmamış demektir.”
Jaehwan dizlerinin üstüne çöktü. “Bağışlayın hanımım.”
“Benim de birliğin üyesi olduğumu bilmez misin Jaehwan? Bu çocuğu alıp götüreceksin de ne değişecek? Benim, bizim ellerimizle kurduğumuz birlikten kızlarımızı sorumlu tutmazlar mı sanıyorsun?”
“Hayır, hanımım. Beyim sizin kayıtlarınızı… Yakalı çok oluyor. Siz, Kırmızı Kamelya’nın bir üyesi değilsiniz. Aklınızdan çıkarmayınız.”
Hanımefendi zarif elini hızla sofraya vurunca Taekwoon yerinde sıçradı. Bu defa teselli edilen o, teselli eden Doyeon’du. “Bu ne saçmalık!” Haykırışı büyük kızının gözlerini doldurmaya yetmişti. “Bana sormadan nasıl… Nasıl yapabilir böyle bir şeyi?”
“Hanımım… Beyim yalnızca… Sizi korumaya çalışıyordu.” 
“Bizi korumaya çalışan adam mı kızını Veliaht Prens’e vermeye çalışıyordu! O halde neden kendi kayıtlarını da silmedi? Ölürken bile kahraman olmayı düşünüyor. Birliğinin başında kaldı, kurtulabilirdi ama yapmadı densin istiyor. Yazıklar olsun.”
“Anne…” Kızının sesi söylediklerini aslında ne kadar söylemek istemediğini, hisleriyle ne denli uyumsuz olduğunu hatırlattı ona. Çenesini kaldırdı.
“Taekwoon burada kalacak. İşinizi burada halledin.” Gözyaşlarını çocukların önünde göstermemek için kalkıp odasına girdi. Kapıyı kilitleyip bunca zaman içinde tuttuğu kırgınlıkları, kızgınlıkları, bitkinlikleri artık sesini duyuramayacağından emin olduğu kocasına anlatırcasına ağladı.
***
Kılıç ustaları, genç âlim ve evin kızları oturup son çaresiz tutunuşlarını planladılar. Henüz saraydan ne karar çıktığını dahi bilmiyorlardı. Neyle suçlandıklarını da… Lakin parçaları birleştirdiklerinde toprak hazinesini bahane edip birliği hanedana ihanetle suçlayabileceklerini tahmin ediyorlardı.
Wonsik saraya gidecekti. Jaehwan bu fikre çılgınlar gibi karşı çıkmıştı. Zaten tehlikedeydi, zaten arkadaşlarına ihanet ettiğini düşünerek içi içini yiyordu, zaten arkadaşlarına kırgındı, çoktan ailesine veda etmişti, bir de üstüne belgeleri kaybedenin kendisi olması onu mahvediyordu; nasıl elini kolunu sallaya sallaya saraya girebilirdi? Bunların hiçbirini söylemedi. Sadece kendisinin bunlardan haberdar olması bile kim bilir ne kadar utandırıyordu onu, kimseye söyleyemezdi. Yine de bağırıp çağırdı, hanımının içeride oturuyor olması umurunda bile değildi. Kim Wonsik, saraya gitmeyecekti.
Lakin gitmek zorundaydı. Onun dışında dikkat çekmeden içeri girebilecek kimse yoktu, dikkat çekse dahi Veliaht Prens onu yakalatmak istemedikçe başına hiçbir şey gelmeyecekti.
Jaehwan Hanyang’da iş birliği yapabilecek birlik üyelerinin evlerini ziyaret edecekti. Gidişata göre ne yapacaklarına herkesle ayrı ayrı karar verecekti. Şimdilik en iyi fikir gizlenmek, mümkünse kaçıp gitmekti. Taekwoon ise birliğe bağlı olmayan, lakin kuruluşundan beri ekmeğini yiyen ve ekmek veren nüfuzlu kimselerin ziyaretine gidip Âlim Efendi ve mektebin bir şekilde aklanması için bir yol arayacaktı.
Hyeyeong Hanım, delikanlının akşam çökmeden gelmesi koşuluyla gitmesine izin vermişti. Zaten işinin fazla uzun sürmeyeceğini, elleri boş döneceğini biliyordu.
***
Efendi Lee sarayda oradan oraya koşturan Veliaht Prens’in peşinden koşmak yerine, onun konutunun bahçesinde çimenlere oturmuş küçük göleti izliyordu.
Dün gece sırf evine casus rahat girebilsin diye Wonsik’i burada tuttuklarına inanamıyordu. Ellerine geçirdikleri listede Wonsik’in adını görünce kalbinin durduğunu sanmıştı. Onu asıl korkutan adının orada yazıyor olması değil, Prens Sanghyuk’un buna en ufak bir tepki vermemiş olmasıydı. Listedeki yüzlerce isimden biriymiş gibi dinlemişti.
Artık ne için bunu yaptıklarını, nereye gittiklerini, nasıl gittiklerini bir türlü hatırlayamıyordu Lee Hongbin. Yakın zamanda kutsal sayılan bu konuttan, Veliaht Prens’in kendi elleriyle öldürdüğü bir cesedi çıkarıp dağlarda yaktığı gerçeği ona ağır gelmeye başlamıştı.
Çok can almıştı bu zamana kadar. Lakin hiçbiri arkadaşının canını almalarına sebep olacağını düşünmek kadar ağır gelmemişti ona. Bazen kendisini, keşke o listede benim de adım olsaydı diye düşünürken yakalıyordu. En azından kaybeden tarafta olur, yaşayıp ömrünün sonuna kadar bunun acısını çekmezdi. Sonra kızıyordu kendisine, tek acı çeken kendisi değildi. En büyük acıyı çeken yine başka bir dostuydu, onu bırakıp gitmesi ne kadar iyi olurdu?
Sorgular yapılıyordu. Veliaht Prens uygun bir kılıf bulur bulmaz listedeki herkesin yakalanmasını emredecekti. Sonra da… Sonrası herkesin bildiği şeydi.
Her şey bittikten sonra ne yapacaktı? Dert ortağı olmaktan başka…
***
Akşam eve döndüklerinde gün içinde evde olup bitenlerden habersizdi genç adamlar. Hanımların birbirinden de gizli hançerlerini bileyip kıyafetlerine, saç tokalarına gizlediklerini bilmiyorlardı. Yine sofrada kalan bir öğle yemeğinden sonra oturup hep beraber evdeki kılıçları da bilediklerinin farkında değillerdi.
Onlar kenti ve sarayı karış karış dolaşırken, kadınların evde sessizce oturduklarını sanıyordu ikisi. Jaehwan ise öyle yapmayacaklarını biliyor, lakin ne yaptıklarını hayal dahi etmek istemiyordu.
Wonsik hariç hepsi eli boş dönmüştü. İçeri alınan insanların bir avucu geçmediğini öğrendi. Çoğunluk mektepten ve siyasettendi. Diğer kimselere el sürmemişlerdi. Âlim Jang’ı baygın halde sürüklediklerine şahit olmuştu. Duyduğuna göre devlet yalnızca basit bir sebep arıyordu, bütün birliği tek seferde idam ettirmeye yetecek bir kelime sadece. İşte o zaman başta Âlim Efendi olmak üzere tüm birlik üyelerinin hain ilan edileceği, ailelerinin önce sürülüp sonra köle olarak satılacağı konuşuluyordu sarayda.
Köle kelimesi zor çıkmıştı ağzından. Karşısında konuştuğu kadınların üçünün de köle olması an meselesiydi. 
Tüm bu karmaşa içinde uzaktan Veliaht Prens Sanghyuk’u gördüğünü söyleyemedi. Yüzündeki kayıtsız ifadeyi kendisi sindirememişti çünkü henüz.
Yüreğindeki pişmanlık hissi usulca yerini öfkeye bırakır gibiydi.
***
Gece vakti kapı çalındığında, karanlığın soğuğuna aldırmadan herkes sundurmanın bir köşesinde uyuklar haldeydi. Doyeon ayaklarını ablasının kucağına, başını sevgilisinin kucağına koymuş bahçeyi izliyor; Âlim Kim gözlerini kapatmış düşünen Hyeyeong Hanım’ın yanı başında duruyor; Jaehwan ve Dohwa ise birbirlerine dönük oturmuş, bir sohbetin ortasında donakalmış gibi gözüküyorlardı.
Vuran kişi sanki sesini duyurmak istemiyor gibi sessiz davranmış olsa da o sessizlikte kolayca fark ettiler kapıda biri olduğunu. Oğlanlar kılıçlarına sarılırken evin hanımı sakince “Kim o gelen?” diye seslendi.
“Saraydan geliyorum,” dedi silik ses. “Kapıyı açınız.” Wonsik başının döndüğünü hissederek ayağa kalkan Jaehwan’ın elini tuttu.
Dohwa o sırada Taekwoon’u ensesinden yakalamış, Hyeyong Hanım’ın son zamanlarda hep yalnız uyumak zorunda kaldığı yatak odasına çekmeye çalışıyordu. 
Doyeon da peşlerinden gidecekti ki Hyeyeong Hanım sordu: “Gecenin bu vakti, ne oldu da kapımıza gelirsiniz? Evin beyinin olmadığını bilmez misiniz?”
“Kapıyı açınız hanımefendi. Müstakbel Veliaht Prenses Doyeon Hanım için Veliaht Prens Sanghyuk’un gönderdiği pusulayı getirdim. İçeri girmeyeceğim.”
Dohwa hızla kalan iki genci de yatak odasına sokup kapıyı dışarıdan kilitledi. Bu insanların sözlerine güven olmazdı. Sundurmada duran kendi kılıcını kapıp önden gitti. Bahçeyi emin adımlarla geçiyordu, duruşunda korku yoktu. Lakin yüreği titriyordu.
Silahını göstermeden kapıyı araladı. Doyeon ve annesi bir adım ardında, omzunun üstünden gelen çelimsiz ulağa bakıyordu. Adam hızlıca pusulayı uzattı.
“Hanımefendileri korkuttuysam kulunuzu bağışlayın. Prens Hazretleri korkmamanız için özellikle beni göndermişti, lakin muvaffak olamadım.”
“Kabahat sende değil,” dedi abla kapıyı kapatırken. “Sıkma canını.”
Onlar yeniden sundurmaya varmadan oğlanlar çoktan koşup bahçeye gelmişlerdi bile. Taekwoon sımsıkı kılıcını tutmuş, genç kızın elindeki kâğıda bakıyordu. Yine bütün bedeni sarsılıyordu Doyeon’un. Annesi onu tutmasa oracıkta çimlerin üstüne bırakırdı kendini.
Ölürcesine yorgun hissediyordu.
Sessizliğe dayanamayan delikanlı “Açsana hadi,” diye ısrar etti. “Ne yazmış sana?”
Hyeyeong Hanım onu duymazdan gelerek kızının eline dokundu. “Ben okuyayım mı yavrum?”
“Hayır, anne. Ben yaparım.”
İkiye katlanmış kâğıdı ağır ağır açıp sessizce okudu.
“Doyeon… Yalnız sana karşı mahcubum. Özür dilerim. Bu dünyadan affını alarak gidebilsem en ufak acı kalmazdı içimde. Lakin alamam, biliyorum. Yarın son gün. Yarın huzuruma gelirsen saray cariyesi olacaksın. Seni… Yalnız seni kurtarabilirim arkadaşım. Kendine iyi bak.”


3 yorum:

  1. Nefesimi tuttum okuyorum

    YanıtlaSil
  2. Bu kız saray cariyesi olmaktansa ölmeyi tercih eder Sanghyuk bilmiyor gibi saçmalama

    YanıtlaSil
  3. Sanghyuk ne bu şiddet? Nedir bu hırs? Oğlum nelere sebep oluyorsun resmen kanlı veliaht çıktın başımıza kral olmadan da kanlı ünvanı mı alınırmış

    YanıtlaSil