Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Aynı yeşil esvabıyla,
aynı sessiz misafir, yine aynı şekilde Veliaht Prens’in konutuna kabul
edildiğinde; bu defa Efendi Lee dostunun odasında, onun yanındaydı.
Aradan geçen birkaç
günde diğer dostunu hiç görmemiş, yalnızca bir gece yarı sarhoş halde
yalpalayarak evinin önünden geçtiğini duymuştu hizmetkârlarından.
Bu ondan aldığı son
haber mi olacaktı? Belki bir daha hiç görmeyecekti dostunu. Her seferinde böyle
düşünüyordu. Onu eli kalem tutan, dimdik bir delikanlı olarak hatırlamak
istiyordu; iki büklüm olmuş, gözlükleri gevşemiş, telaşla terleyen bir
“hizmetkâr” olarak değil. Kederli ve hasret içindeydi.
Lakin elden ne gelirdi,
o an öfkeli ve acımasız olmak zorundaydı.
“Evet, ne getirdin
bize?” Veliaht Prens’in sesi bir fısıltı halinde çıkmasına rağmen
karşısındakini titretecek kadar güçlüydü.
Misafir usulca yenine
davrandığında Efendi Lee kılıcını daha da sıkı tuttu. Ancak genç adam yalnızca
uzun bir kâğıt rulosu çıkarıyordu, parmaklarını gevşetti.
“Buyurunuz, Prens
Hazretleri. Kulunuz size layık olduğunu umar.” Ruloyu iki eliyle yukarı
kaldırırken başını olabildiğince aşağı indirmişti.
Genç Prens kendisine
uzatılan bu kâğıda dokunmaktan korkarmışçasına önce önündekine, sonra yanındaki
arkadaşına baktı. Güçlükle yutkunurken ruloyu yavaşça kavradı.
Dizleri titriyordu,
başlığının altında kafatasının terlediğini hissetti.
Usulca kâğıdı açtı. Bu
sırada başını biraz da olsa kaldırmış olan misafir, getirdiği hediyenin
değerini birkaç sözcükle açıklamış ve istediği etkiyi yaratmıştı. Gururla
gülümsedi, gözlerinin içi parlıyordu. Lee Hongbin, bu adamın avuç içlerinin
kaşındığından da neredeyse emindi.
“Demek öyle,” dedi sesi
öfkeye bulanan Prens Sanghyuk. Parmaklarıyla buruşturmamaya büyük bir çaba
harcayarak kâğıdı eski haline getirdi ve Efendi Lee’ye uzattı. “Ha Sungwoo,
teşekkür ederim.”
Genç adam heyecanla
yerinde sıçrayarak yeniden eğildi, artık ödülünü alacaktı. “Kulunuz size hizmet
etmekten onur duydu Majesteleri.”
“Biliyorum, biliyorum.
Lakin biraz rahatsız ediyorsun beni.”
“E-efendim?” Başı eğik
olduğu için Veliaht Prens’in arkadaşından kılıcı aldığını görememişti. Şaşırdığı
için kılıcı kınından çıkardığını da fark edemedi.
“Ne o? Unuttun mu
yoksa? Benim abimi… O boktan birliğe sen almamış mıydın?”
“Ma-Ma-Majesteleri…”
“Madem ihanet
edecektin, ne diye erkenden gelmedin? Senin yüzünden kimi kaybettim ben,
biliyor musun?”
Genç âlim; Prens’in
saray içerisinde küfretmesine mi daha çok şaşırmıştı, yoksa yüreğine saplanan
kılıca mı, donakalan yüz ifadesinden anlaşılmıyordu. O yere devrilirken, Prens
Sanghyuk kılıcı çekip az önce birini öldürdüğünü unutmak için ardını döndü.
“Senin yüzünden,” diye
mırıldanıyordu ucundan kan damlayan keskin demirden gözünü alamadan. “Senin
yüzünden benim abim de ölecek.”
***
Kral istemeye istemeye
Veliaht Prens’e bu konuda istediğini yapma yetkisi verdiğinde vakit öğleden
sonraydı. Âlim Efendi’nin büyük kızı Dohwa mektebe yemek götürdüğü için
oradaydı, babasını sanki üst düzey bir saray çalışanı ya da kendisine emir
veren insanların yüce gördüğü bir öğretmen değilmiş gibi yaka paça, utandırarak
iç odadan çıkarıp götürüşlerine şahit olmuştu.
Arkasından saraya kadar
gitmek istediyse de “Eve git yavrum,” isteğine kulak vermeyi tercih etmişti.
Onu elleri bağlı, ite kaka şehrin ortasından geçirmelerini izlemek istemiyordu.
Mektepteki odasını didik didik aramalarını da görmek istemiyordu. Tüm gücüyle koşarak
kamelyalı eve kötü haberi yetiştirdi.
O sırada Jaehwan, Âlim
Kim’le bir süredir herkesten gizli görüşmek için seçtikleri yerden dönüyordu.
Yolun ortasında bir hizmetkâr “Usta!” diye yakaladı ellerinden. “Koşun! Âlim
Efendi’yi götürüyorlar. Efendimizi götürüyorlar usta.” Adamın gözlerinden akan
yaşlar, götürülen efendiden daha çok telaşlandırdı kılıç ustasını. Doyeon’u
düşündü önce, sonra Taekwoon’u.
Mektebe koştu. Taekwoon
kendisinden önce gelmişti. Bütün vücudu gerilmiş bir halde Cha Hakyeon’un
odasını, hatta neredeyse bütün mektebi darmadağın ettikten sonra yalnızca
kütüphanedeki kitapları incelemek için götürebilecek kadar eli boş çıkan
askerleri izliyordu.
Abisinin geldiğini
görünce “Doyeon bayıldı,” dedi. “Hanımım beni gönderdi. Görecek bir şey kalmamış.”
“Hyeyeong Hanım saraya
gidip eşini görmek isteyecektir.”
“Muhtemelen…”
“Hanımefendiyle
konuşmam gerek. Kendisine ben refakat ederim.”
“Bence de en uygunu bu
olur. Ne sebeple götürdüklerini öğrenmek lazım, tek başına gitmemeli.”
“Sen küçük hanımları
kolla.”
“Baş üstüne abi.”
Sanki hep bunu
bekliyormuş gibiydiler, komutanın Jaehwan’a geçişi ve savaşın ortasında sakince
bir sonraki adımı planlamaları olabildiğince çabuktu.
“Sen önden git. Ben
Âlim Jang’la konuşacağım. Talebelerin toplanması lazım… Biri geçici baş âlim
olmalı, bu durumda başıboş kalmak fazla tehlikeli.”
“Peki. Lakin abi… O
beyefendi… Âlim Kim Wonsik… O iyi olacak mı?”
Kılıç ustası dişlerini
sıktı; öfkeli değildi, yalnızca dayanma gücüne ihtiyacı vardı. “Yanında ben
oldukça…”
***
Saray haykırmakla
fısıldamak arasındaki ince çizgide yürüyor, zaman zaman yalpalıyordu. Aceleyle
toplanan meclise babası yerine Veliaht Prens liderlik ediyordu ve bu bile başlı
başına bir kafa karışıklığı yaratıyordu. Bu kadar büyük bir mesele varken neden
Yüce Kral Hazretleri konutunda kalmayı tercih ediyordu? Gerçi mesele o kadar
büyük müydü? Geleceğini herkes görmemiş miydi? Lakin kimse ne geldiğini
bilmiyordu ki, bunun olacağını herkes bir yerden sonra anlamış hangi sebeple
olacağını ise kimse tahmin edememişti ve Prens Sanghyuk’un elinde tuttuğu rulo
haricinde en ufak bir ipucu yoktu.
Beyefendileri yeterince
heyecanlandırdığını anlayan Veliaht Prens bir el hareketiyle herkesi susturdu.
Bu haliyle tam anlamıyla babasına benziyordu. Kırmızı işaretli haritayı açarken
yüzünde beliren muzaffer ifade de Majesteleri’nin bir kopyasıydı adeta.
***
Hanımefendi arkasında
kalmak için büyük çaba gösteren genç kılıç ustasının kolundan inatla
çekiştiriyordu. “Çekilin diyorum size! Birlikte gireceğiz!”
“Aile üyeleri haricinde
ziyaret yasak, hanımım.”
Jaehwan, Hyeyeong
Hanım’ı durdurmak için bir şey yapmıyordu. Efendisini görmeliydi, neler olup
bittiğini öğrenmeliydi ve bu çaresiz kadını yalnız bırakmamalıydı. Yine de
utanan, saygı ve sevgiyle neredeyse ablası olarak tanıdığı bu zarif kadın
olmasın diye kolundan çekişlerine karşılık bedenini geride tutmaya çalışıyordu.
“Yürüyemiyorum diyorum!
Tek başıma içeri giremem, bacağım sakat.” Yalandı, herkes biliyordu. Lakin kim
bir hanımefendiye yalan söylediği için kızabilirdi, hele onun gibi birine.
“Ben size eşlik
edebilirim.”
“Çek ellerini
üzerimden! Sen kimsin de bana dokunmaya kalkıyorsun!” Jaehwan kamelyalı evde
bırakmak zorunda olduğu kılıcının yanında olması için neler vermezdi. Hanımına
el uzatan muhafızın karşısına dikiliverdi, kafa atmasına çok az kalmıştı.
“O zaman geri dönün,”
dedi adam. Bu durumdan zevk alır gibi bir hali vardı. “Aileden olmayanı içeri
alamam.”
“Bırakın girsinler.”
Tüm başlar sese doğru
döndü. Kılıç ustası bu delikanlıyı tanıyordu. Birliktendi, birlikten orduya
yerleştirilebilmiş yegâne muhafız. Birliğin kılıç ustalarının biricik
gururuydu. Sesi duru ve güçlü çıkıyordu.
“Teşekkürler beyim,”
dedi sanki onu tanımıyormuş gibi. Hanımının koluna girip güçlü adımlarla zemini
saman kaplı koridoru, etrafını saran boş hücrelere bakarak geçti.
Âlim Efendi’yi en
içteki hücreye koymuşlardı. Tıpkı mektepteki iç odada yaptığı gibi bağdaş
kurmuş, ellerini sakince birleştirmişti. Uyur gibiydi, lakin ayak seslerini
duyar duymaz gözlerini açtı.
“Hyeyeong,” diye
fısıldadı usulca, kurumuş dudaklarıyla. Dizlerinin üstünde tahta parmaklıklara
yaklaştı. Elini karısına doğru uzattı. “Gelmişsin.”
“Niye böyle yaptın be
adam?”
Kadın da diz çökünce
Jaehwan arkasını dönüp onlara birkaç dakika verdi. Hıçkırıklarını,
birbirlerinin ellerine kondurdukları öpücüklerin seslerini duyuyor ve sakin
kalmaya çalışıyordu. Bu son olabilirdi. Son kez birbirlerine sevgilerini ifade
ediyor olabilirlerdi.
Hanımı onun
eteklerinden tutup kalkmasına yardım etmesini istediğinde ne kadar zaman
geçtiğinin farkında değildi. Kadını kaldırdıktan sonra kendisi diz çöktü
efendisinin önüne, hanımı elini onun omzuna koymuş dikkatle dinliyordu.
“Mektepten eli boş
çıkmışlar diye duydum. Sen mi hallettin?”
Genç adam utanmış gibi
başını önüne eğdi. “Sözlerim için bağışlayın beyim, lakin geleceği şüphesiz
olanı göremeyecek kadar kafanız meşgul görünüyordu. Size sezdirmeden bir
temizlik yapmam gerektiğini düşündüm.”
“İyi yapmışsın evladım.
Minnettarım.”
“Hiçbir şey
bırakmamıştım. Sizi ne sebeple buraya getirdiler aklım almıyor.”
“Haritayı buldular.”
“İmkansız. Harita
bende.”
“Çizen bir kopyasını
daha çıkarmış olmalı.” Dün mektebin avlusunu telaşla arşınlayan Ha Sungwoo
geldi gözlerinin önüne. Onları satmış mıydı gerçekten? “Sungwoo bu işi yalnız
başına mı yaptı dersin?”
“Efendim?”
“Bilmiyormuş gibi
yapma. Birliğe Kim Wonsik’i getiren oydu, yakın olduklarını da biliyorsun. Bu
işin altından başka iş çıkmasın.”
“Beyim…” Kılıç ustası
öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Tıpkı kendisi gibi, o genç efendinin de
kimseyi ateşe atmamak için canını tehlikeye attığını kimse bilmiyordu.
Bilmemeliydi. Bu ihtiyarı şüphesini olabilecek en sakin şekilde geçiştirmeye
çalıştı. “Ben öyle düşünmüyorum.”
Daha can yakıcı şeyler
söylemekten son anda vazgeçti Âlim Cha. “Artık dışarıdaki her şeyi sen halletmelisin.
Belgeleri yakmalısın Jaehwan. Ben de bir yolunu bulup buradan çıkacağım. Ailem…
Kızlarım sana emanet. Taekwoon’a da…”
“Emredersiniz beyim.”
“Hadi gidin artık.
Burada fazla görünmeyin. Bilmem gereken bir şey olduğunda kapıdaki delikanlıyla
haber gönderin. Kendinize iyi bakın.”
Hyeyeong Hanım’ın
gözyaşları çoktan kurumuştu. Her zamanki vakur edasıyla dışarı çıkıp sakin
adımlarla evine yürüdü, yanında güçlü durmakta epey zorlanan genç kılıç
ustasıyla.
***
“Onun gibi güçlü bir
kızın bu hale gelmesi beni mahvediyor.” Dohwa uzun parmaklarının ucundaki
tırnakları ısırarak, telaşla kamelyalara doğru bakıyordu. “Evimizde annemden
sonra en güçlü insan odur. Babamı bile korkuttuğu olur.”
Taekwoon kendisine
herhangi bir hanım arkadaşına olduğu gibi davranmaya alışmış bu küçük hanımı
acıyarak olduğu kadar hayranlıkla da izliyordu.
Yan yana oturup bağdaş
kurmuşlardı, ayakkabıları basamakta yan yana duruyordu. Delikanlının kılıcı
aralarında dikiliyordu. İkisinin de omuzları düşüktü.
“Annem… Sana bir şey
söylemedi mi?”
Kılıç ustası sesini
alçaltmasını işaret ederek Doyeon’un odasına doğru baktı. “Siz de mi
biliyorsunuz hanımım?”
“Yapacaksın değil mi?”
Delikanlı başını eğdi.
“Başka çarem yok.”
“Başkası olsa şimdiye
çekip gitmişti.”
“Doyeon’u nasıl
bırakırım?”
Genç kadın iç çekti.
“Sen de haklısın… Onun gibi birini… Kim nasıl bırakabilir ki?”
“Lakin hanımım…”
“Babam da bırakmazdı.
İki eli kanda olsa da kızını bırakmazdı. En çok Doyeon’u severdi, bir
prensesten farksızdı büyürken. Öyle değerli, öyle güzeldi.”
“Hanımım…”
“O bıraktı gerçi.
Hepimizi bıraktı, lakin Doyeon’u bırakacağını düşünmezdim. En çok onu alaşağı
edeceğini hayal bile etmezdim. Biricik değerli kızını…”
Taekwoon dayanamayıp
genç kadının artık kanamaya başlayan elini tutuverdi. “Ona söylemeyin. Lakin
ben sizin Doyeon’dan çok daha güçlü olduğunuzu biliyorum.”
“Ne saçmalıyorsun?”
Elini ondan kurtarıp tekrar eski yerine, ağzına götürdü.
“Aslına bakarsanız,
benden istediğiniz şeyi yaparken içim bir nebze de olsa rahat olacak. Zira
Valide Hanım’ın yanında sizin gibi cevval bir hanımefendinin olduğunu bilerek
gideceğim.”
“Cevvalmiş, aman.”
İnanamaz gibiydi ses tonu, lakin dudaklarına bir gülümseme konmuştu.
“Öyle değil mi ama?”
“Doğru… Üçümüz içinde
en iyi kılıç kullanan benim.”
“Vay hanımım! Kılıç
kullanmasını da mı bilirsiniz?”
“Jaehwan’dan
öğrenmiştim.”
“Abimden mi? Oha!”
“Bizim cidden çok
eğlendiğimiz zamanlar da vardı be Taekwoon. Sen o zaman neleredeydin?”
***
“Abi… Ne yapacağız?”
Âlim Kim ve genç kılıç
ustası, gözlerden çok çok uzak olmasına rağmen yine de her şeyin ortasındaymış
gibi hissettiren, yeni buluşma noktası olarak seçtikleri kuytu da karşılıklı
volta atıyorlardı.
“Artık senden bir şey
istemek bana ağır geliyor.”
Jaehwan gözlerini
devirdi. Bu lafı duymak, bir ricayı yerine getirmekten daha çok yoruyordu.
“Wonsikciğim,” dedi. “Sen beni hala kendinden ayrı mı görürsün?”
“Abi…”
“Biz artık bir olduk.
Sen benden bir şey istemiyorsun, biz birlikte gerekeni yapıyoruz. Birlikte
hayatta kalıyoruz.”
“Birlikte de ölecek
miyiz abi?”
“Asil yanağınıza bir
şaplak atmadan önce kesin sesinizi beyim.”
“Öylesine söylenmiş
sözler değil, bilirsin abi. Ben artık… Bir hainden başka bir şey değilim.”
“Daha az evvel benim
diğer yarım olduğunuzu söyledim size. Siz ihanet etmediniz, yarım kalmamak için
başka çareniz yoktu efendim.”
“Sungwoo bile tek
lafında koşa koşa ona en mühim belgeyi götürmüşken, benim böylesine başına
buyruk davranmamın onu ne kadar kırıp üzdüğünü tahayyül dahi edemiyorum.”
“Kim Wonsik…” Jaehwan
yine resmiyeti bırakmış, suya inen yelkenleriyle beraber omuzlarını da
bırakmıştı. “Biliyorum. Ne denli azap içinde olduğunu görüyorum. Lakin… Bunun
sırası değil artık. Sana yeniden üye listesinden adını silip Veliaht Prens’e
teslim etmeni teklif edecek gücüm kalmadı. Ne olur aklımda sana yeterince
yalvarıp yalvarmadığıma dair şüphe bırakma. Benim de yüreğim en az seninki
kadar ağrıyor.”
İki genç gözlerini
birbirlerinden uzaklara çevirip bir süre bekleştiler. Aralarındaki bu gergin ve
ister istemez dargın havayı doğal bir şekilde dağıtmayı beceremediler.
“Ben… Artık gitmeliyim
abi. Prens Sanghyuk beni yemeğe davet etti.”
“Pekâlâ. Bu gece kalan
belgeleri de alıp göle gideceğiz, unutma.”
“Tamam abi.”
Yumuşak bir edayla genç
âlimi kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldı. “Teşekkür ederim Âlim Kim.
Kendine dikkat et.”
***
Abisi Veliaht Prens’in
konutunda terler dökerken onu düşünmekten yerinde duramayan Jiwon Hanım; evde
bulabildiği en büyük tuvali çıkarmış, evdeki en büyük önlük olan babasının
önlüğüyle kaymaması için mecburen kendi kolluklarını takmış, en büyük fırçayı almış,
arka bahçede rastgele kırmızı darbelerle boyuyordu beyazı.
Abisi artık
evlenemezdi. Kendisi de evlenemezdi. Artık boya da alamazlardı. Babası işten
atılırdı, annesi hanımların arasından kovulurdu. Pazarda yürürlerken onlara laf
söylerlerse elindeki şu fırçayla vuracaktı suratlarına. Tabii artık bu şehrin
pazarında yürüyebilirlerse… Artık Hanyang’da da kalamazlardı. Belki gitmek daha
iyi olacaktı.
Titreyen ellerinin
çizgilerini de titrettiğini, gözlerinden aktığını fark etmediği gözyaşları
yüzünden görmemişti.
Lakin abisini
bırakırlar mıydı? Abisini son görüşü ne zaman olacaktı? Her gün şu evin
kapısından çıkarken son kez görüyormuş gibi bakıyordu yüzüne. Belki de
Hanyang’dan abisinin cesedini bile alamadan gitmek zorunda kalacaklardı. Belki
gidemeden hepsi bir ceset olup onun yanına yatacaktı.
Uğuldayan
kulaklarından, sıktığı dişlerinin gıcırtısından az ötede duvardan içeri atlayan
adamın sesini duymadı.
Ne zaman bitecekti bu?
Babasına önlüğünü nasıl mahvettiğini açıklaması gerektiğini düşünmeden henüz
boyası kurumamış tuvale sarıldı. Keşke bir resim olsaydı…
mavinot: Sona doğru adım adım... Yorumlarınızı eksik etmeyin!
Giderek sona yaklaştığımızı hissediyorum ...
YanıtlaSilÇok çok az kaldı :)
Siluzun uzun yazmanıza hayran oldum basarilar
YanıtlaSilTeşekkür ediyorum :')
SilSanghyuk madem farkındaydı neden tuğla diyordu Hakyeon'a ben ona takıldım. Yoksa her şey göstermelik mi birilerine?
YanıtlaSil