Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Nisan 2017 Pazar

Sakar

Kısa siyah saçlı genç kız, ağır ağır yürüyordu. Elleri kahverengi kabanının ceplerindeydi, sağ cebi diğerine göre daha kabarıktı. Fıstık yeşili tişörtünde lekeler, iri gözlerinin altında koyu renk halkalar, omuzlarına çökmüş bir yorgunluk vardı. Ayağı takılıp düşse, düştüğü yerde uyuyup kalacakmış gibi bakıyordu.
Yanından geçen insanlar onu fark etmediler. Çatlamış dudaklarını, alnındaki yara izini, sol ayak bileğindeki sargı bezini ya da hafifçe aksadığını görmediler. Genç kız da hiçbir şey görmüyor gibiydi. Sonu öyle ya da böyle bir yere varacak olan bu yolu yürümek yeterince meşgul ediyordu zihnini.
Aradan binalar çekilince yüzüne vuran güneş burnundan sızmaya başlayan kanı aydınlatırken "Şimdi ölsem ne olur?" diye düşündü. Yakınlarda bir karga ötüyordu.
Daha önce pek çok kez geçmişti bu fikir aklından. Genelde cevap aramak için sormazdı, kalbini yoklamak için yapardı. Zaten ardından başka başka şeyler üşüşürdü kafasına. Ölme fikri köşeye sıkışır, küçüle küçüle duyulmaz olurdu.
Şimdi öyle olmuyordu.
İçine çektiği derin nefes kan kokusunu getirdi. "Kim üzülür arkamdan?" Annesinin yüzü gözlerinin önünde belirince, adımlarının düzeni bir anlığına bozuldu. Hayır, o kendisi için üzülmezdi. Genç kız onun için üzülüyordu aslında. Kendisi tüm bunları yaşarken dönüp bakmayan bir anneye üzülmekten başka ne yapılırdı? Yazık...
Babasını hatırladı sonra. Belki o üzülürdü, hatta ağlayabilirdi. Çünkü her burnu kanadığında peçeteyi o yetiştirir, her yarasına sargı bezini o bağlardı. İçini rahatlatmak için yapıyordu muhtemelen. Gözyaşları dinince unutuverirdi hemen.
Başka kimse de yoktu. Çok zor olmazdı.
Genç kız etrafını hiç görmüyordu, ama az ilerde küçük bir çocuk kendini yere atıp bağıra çağıra ağlamaya başlayınca onu fark etti. Göğsünde bir yer sızladı. 
"Ölsem ne olur?"
Hayatı boyunca ölmeye en çok yaklaştığı anları hatırladı. Çizgiyi geçmeden yaşamın kıyısında dolaşmayı çok iyi becerirdi. Çizgiyi geçmeyi becerebilecek miydi, bilmiyordu.
Karganın sesini belli belirsiz duydu.
"Şimdi ölsem..."
Etraf kırmızıya boyandı.
***
Ağlayan kadınla kocası kendilerine ne sorulacağını bilmiyorlarmış gibi bekleşiyorlardı. Adamın kafası dimdik omuzlarının arasına düşmüş, elleri dizlerinin üstünde kalmıştı.
"Kızınızın vücudunda darp izleri var," dedi karşılarında oturan genç adam. "Kollarında çizikler ve morluklar, saçlarının arasında yaralar bulundu. Ayak bileği sıkıntılı gözüküyor, bir de alnındaki yara..."
Kadının kocası yorgun bir sesle araya girdi: "Darp izi değil onlar."
"Anlamadım?"
"Darp izi değil. Kendi yaptı onları." Kadın duyduklarına inanamıyormuş gibi başını kaldırdı ve bakışlarıyla susturdu yanındakini.
"Sakardır biraz," dedi sonra. "O alnındaki yara küçükken kafasını duvara vurunca oldu, o gün bugündür hep burnu kanar."
Genç adam çiftin karşısında huzursuzca kıpırdandı. "Her şeyi sakarlıkla açıklamak biraz..."
"Ayak bileğini de hep aynı yere vurur, o yüzden hiç iyileşmedi. Kollarını çarpar oraya buraya." Kocası sessizce sabır çekti ama ona engel olmadı.
İşte genç kıza olanlar onlar için bu kadar basitti. O gün sadece burun kanamasını durduramadıkları için gitmişlerdi hastaneye. Konuşulanları dinlemek zor olmamıştı. Duyduklarından hiç kurtulamayacağını anlamıştı.
Sadece sakar olduğu için yıllarca bileğinde bir sargı beziyle topalladığına inanıyordu annesi, başkalarını da buna inandırıyordu. Alnında böyle çirkin ve kalıcı bir yara bırakana kadar kafasını kaç kere duvara vurduğunu düşünmüyordu. Tırnakların koluna takılıp böyle çiziyorsa neden hep uzatıyorsun evladım, demiyordu. Görebildiklerine hep bir bahanesi vardı, göremedikleri zaten yoktu onun için.
Siyah saçlı kızın umutları o gün bitmişti işte. O gün sormuştu ilk kez kendine, ben ölsem ne olur diye. Aynı soru aradan birkaç yıl geçmesine rağmen hep ara ara yankılanmıştı. Ama çok etkileyici değildi. Ölmemek için uzun uzun duvara vurduğu için kanayan ellerini annesine gösterip "Kapıya sıkıştırdım," derdi. Kapıya sıkışmadığı açıkça belli olan ellere bakan annesi de "Ah şu sakarlığın..." diye geçiştirir, babası eline pansuman yapıp sarardı. 
O gün de öyle olacak sanmıştı. Büyük bir bıçakla elini yarıp annesine koşmuş, düştüğü yerde cam parçaları olduğuyla ilgili uzun bir yalan fırlatmıştı. Annesinin gözleri öfkeyle dolup taşmıştı. Çok acıyan elini bir kenara ittirip "Yeter artık! Hastasın sen!" diye bağırmıştı.
Genç kız elini temizlemek isteyen babasına fırsat vermeden beceriksizce bir bez bağlamış, evden fırlamadan önce hızlıca bir odasına girmişti.
Kafasında hep o soru yankılanıyordu.
Bunca zaman yaptıklarını hatırlıyordu. Bileğine demir çubukla toplam 3,056 kere vurmuştu, her gün en az bir kere kollarını çizerdi, uyumadan önce saçlarını çekiştirip kafa derisini tırnaklamalıydı. Ruh haline göre kolunu kapı arasına yaslayıp kapıyı üstüne kapattığı olurdu. Bilerek taşlara takılırdı, kapanmak üzere olan ağır kapılara parmaklarını uzatırdı, dilini ısırıp kanatırdı, ayaklarının altına iğneler batırırdı.
Annesi şu alnındaki yara peyda olurken onu izliyordu, diğer pek çok şey olurken de sesini duymuş ya da izlerini bulmuştu. Yine de genç kızın bunları sakar olduğu için yaptığına inanıyordu.
Hasta olan kimdi?
Olup bitsin de bari yarasını sarayım diye bekleyen ama gıkını bile çıkarmayan babası mı? Kendisine yardım edebilecek insanlara annesi yalanlar anlatırken dili tutulan babası mı?
Aslında bir gün burun kanamasından ölürüm diye çok umut etmişti genç kız. Ama onu bekleyecek vakti yoktu artık.
Karganın sesini belli belirsiz duydu.
Adımlarını hiç bozmadan yürümeye devam etti ve sağ cebindeki elini ağır ağır çıkardı.
"Şimdi ölsem," diye düşündü. "Hiçbir şey olmaz."
Bıçağı şah damarına yaslayıp hiç tereddüt etmeden kaydırdı.

9 Nisan 2017 Pazar

44. sayfa

Kitap okumayı sevdiğimi tahmin etmek herhalde zor değildir. Okuduklarım konusunda da fazla seçici değilim, elime aldığım hemen her kitabı okumaya başlayabilirim yani. Fakat her kitabı bitirmek benim için pek de kolay değil.
Kafamın içinde sürekli zamanımı boşa harcadığımı haykıran bir ses var. O yüzden kitap okumak gibi zaman alan işleri olabildiğince çabuk halletmek istiyorum. Böylece hemen elimdeki romanı bitirip öykü kitabına başlayabilir, onu bitirince finallerime çalışabilir sonra tekrar bir romana başlayabilirim ve tüm bunları yaparken de boş boş oturabileceğim bir zaman da bırakabilirim kendime. Aslında kendimi o yuvarlak şeyin içinde dönen bir hamster gibi hissediyorum çoğu zaman. Tek farkımız hamsterın muhtemelen bir yere gitmediğini bilmiyor oluşu, bense her şeyin farkındayım ve anlamsız bir acele içinde olduğumu biliyorum.
Yine de engel olamıyorum buna, tuhaf. Gizli bir hastalık gibi, durmadan bir şeyleri hesaplıyorum. Otobüse vaktinde yetişsem, 70 sayfa okusam, üç bölüm izlesem, bir saat dinlensem... 
İşte bu sebepten dünyanın en keyif verici aktivitelerinden olan kitap okumayı bazen çabucak "yapmam gereken" bir iş olarak görüyorum ve kendime sürekli hızlı olmayı telkin ediyorum. Böyle olunca da çok da sürükleyici olmayan, ama okumayı çok istediğim kitapların çoğunu daha boş bir zamanım için yarım bırakmak zorunda kalıyorum. Ve o "daha boş bir zaman" ne zaman gelecek, hiç bilmiyorum.
Eğer bir kitaba başladığımda 44. sayfaya kadar zevk alarak okumadıysam, 44. sayfayı zor gördüysem ya da başladıktan sonra uzun bir süre içinde hiç bile göremediysem bırakıyorum o kitabı. 44. sayfa benim için bir nevi baraj görevi görüyor. Neden 44 bilmiyorum. Kendimi bildim bileli bir kitabın 44. sayfasını okurken müthiş bir zevk ve neşe içinde oluyorum. Sanki kurgu asıl orada başlıyormuş gibi hissediyorum. 
Bugün hayatımın bir kitap gibi olmadığını anladım bu yüzden.
20 yaş, hayatımın 44. sayfası sanırım. Ama bir kitabı okurken olduğu zevk almıyor, neşeyle dolmuyorum. Sanki bu kitabın başı daha güzeldi. Başı bitmesin diye okumak istemedim, ağır ağır okudum. Bu noktaya gelmeden bırakabileceğimi düşündüm belki de. Ama okumadan anlayamadım 44. sayfa hangisiydi. Şimdi bırakamam da... Girişteki o betimlemelerle dolu, okuyucuyu sıcacık karşılayan ve kapağı açılmadan önce olup bitenleri özetleyen bölümler bitti. Artık okumasını sevdiğim, ama yaşamasını sevmeyeceğimi bildiğim o hüzünleri, mecburiyetleri, düş kırıklıklarını ve kim bilir daha neleri yaşayacağım. Genelde kitaplarda böyle şeyler yazılır çünkü, mutluluk yazılmaz. Mutluluk sadece, çorbanın üstüne süs olsun diye konulan maydanoz gibi, kurgunun sonunu güzelleştirsin diye kullanılır.
Ben maydanozu da hiç sevmem ya, neyse.
Yani demem o ki, 44. sayfayı okuduğum için artık hayatımın civcivli kurgusuna kapılmış bulunmaktayım ve bırakayım diye çırpınmanın bir alemi olmadığını fark ettim. Ama bir yandan da nelerin beni beklediği konusunda fazlasıyla korkuyorum. Sanırım tek yapmam gereken hayatımın bir kitap olmadığına kendimi ikna etmek, böylece bu korku da uçup gitmiş olur. Fakat ikna edersem, o zaman bu 44 sayfa teorim de çöpe gider ve hayatımı gayette bir kenara atabilirim.
İşte böyle. Drama kraliçesi Mavi, yine kafanızı ütüledi.
Ne yaparsınız, sonu olmayan yollarda koşturmanın çok korkunç olduğunu düşünürken aniden daireler çizdiğimi fark edip hayal kırıklığına uğramayı pek seviyorum.
Bu yazıyı yazmak planlarımda yoktu. Planlarımda ders çalışmak vardı. Ders çalışmak, en kolay feda edebildiğim planım olduğu için sıkıntı yok. Vicdanım falan da hiç sızlamıyor.
Birazdan bir şeyler yiyeceğim, hayır bu saatte yemek yediğim için de vicdanım sızlamıyor kesinlikle. Ama midem ağrıyacak orası kesin.
Bu yazıyla çok alakasız bir şarkı vereceğim şimdi, ama çok seviyorum. İyi dinleyin olur mu?
Ha bir de bir şey soracağım. Sizin de 44. sayfanız var mı?

1 Nisan 2017 Cumartesi

İki - Sonra

(ilk parçayı okumak için tıklayın > İki - Önce)
(ikinci parçayı okumak için tıklayın > İki - Ne Önce Ne Sonra)

"Hazır mısın?" Yeşil gözlerine bakıp gülümsedim. Montumun fermuarını çekmeme yardımcı olurken duvarda asılı duran takvimdeki "Temmuz" yazısına takıldı bakışlarım. Dışarıda yağan karın uğultusu kulaklarımı dolduruyordu. Doğrulup tutmam için elini uzattı.
Tereddüt ettim, birkaç saniye boyunca elini tutarsam ne kadar hızlı kusarım diye düşündüm. Tam fark etmiş geri çekiliyordu ki yakalayıverdim parmaklarından. En fazla ne kadar kusabilirdim? İçimdeki her şey çıkıp da çıkacak bir şey kalmayana kadar tutardım elini, olur biterdi.
Dışarıya adım attığımızda şapkamı örtmek için elimi bırakınca başladı öğürmelerim. O gün, sanki elimi tutması değil de bırakması tuhaftı.
Durağa yürüdük. Karlar ılık gibiydi ama yine de bacağının ağrımasına sebep olacağını biliyordum. İstediği zaman bana yaslanabileceği kadar yakınında durmaya özen gösterdim.
Otobüs hareket ederken göğsümün tam ortasında, soluk borumda bir baloncuğun takılıp kaldığını hissettim. İçgüdüsel olarak hafifçe göğüs kafesime vurdum birkaç kez. Barış'ın bunu fark edeceğini düşünmüştüm ama o kırmızı ışıkta durduğumuz gördüğü bir köpeğe bakıyordu. Biraz bana doğru eğilip kimsenin duymasını istemiyormuş gibi fısıldayarak "Çok şeker," dedi.
Güldüm. "Köpek mi alsak Barış?"
"Alalım mı sahiden?"
"Alalım."
"Hem yürüyüşe çıkarsınız onunla, bütün gün evde yatmazsın." Kulağımın içine doğru bir rüzgar estiğini hissettim. Evde olmam onu rahatsız mı ediyordu? Cevap vermedim, yüz ifademi korumaya ve midemi bastırmaya çalıştım.
Kalan yol boyunca benimle konuşmadı, aramızda gereksiz bir gerginliğin alevlendiğini fark ediyordum. Bedenim buna yapabileceği en iyi şekilde karşılık veriyordu, elimdeki peçeteyle öğürmelerimin sesini azaltmaya çalışıyordum.
İnerken kendisine yardım etmemi istemedi. Göğsümün ortasındaki baloncuğun biraz yukarı kaydığını hissettim. Geldiğime pişman olmuştum. Evde kalıp onu biraz daha rahatsız etmeliydim işte. Hem bütün bu asidi içimde tutmama gerek kalmazdı.
Yan yana, birbirimize bakmamak için sarf ettiğimiz o müthiş çabanın verdiği yorgunlukla yürüdük sessizce. Sonra aniden elimi tuttu, sinek yakalamaya çalışıyormuş gibi sertti. Göğsüm daraldı ve baloncuğum gırtlağıma kadar çıktı.
Yine de ona karşı koymadım. Korkuyordum. Neden evden çıktığımızı bile hatırlamıyordum.
Birkaç dakika sonra kulağıma esen rüzgarın sesi daha da şiddetlendi. Ondan başka bir şey duyamaz oldum, omuzlarım titredi. 
Boğazımdaki baloncuk gırtlağımdan da kurtuldu, dilime doğru kaydı ve hıçkırık olarak çıktı ağzımdan. Tam o anda Barış tuttuğu elimi çekiştiriyordu. "Nilşah!" diye bağırdı. Bakmak istemiyordum. Elimi kurtarmaya çalıştım, inatla kafamı çevirmedim. "Nilşah! Bana bak! Beni görüyor musun? Duyuyor musun? Nilşah diyorum!"
Onun durduğu taraftan bir sıcaklık vurdu yüzüme. Parmak uçlarımdan başlayan bir kaşıntı hissettim. Rüzgar sesi bir an için sustu. Yalnızca kendi hıçkırıklarımı duyuyordum. "Nilşah!"
Kafamı ağır ağır çevirdim. Gözlerinden sadece birini gördüm. Diğeri yüzünün sağ tarafıyla birlikte eriyordu, saçları ve elbiseleri alev almıştı. Dizlerim titremeye başladı, yanık ve kan kokusu çarptı burnuma.
"Barış?"
Elimi sıktı, derimin cayır cayır yandığını hissettim. Bağıramadım, dudağımın kenarından midemde ne varsa akıyordu. Bakışlarımı kaçırmaya çalıştım. Ama içimden bir ses gözümün önünde eriyen bu suratın görebileceğim en basit şey olduğunu söylüyordu. Vazgeçtim.
O surat bana kaşlarını, yani yanmayan tek kaşını çattı. Gözünün rengi saçlarından çıkan dumanla birlikte uçuyordu. Bir göz bebeğinden başka bir şey kalmayana kadar öylece baktı bana.
Ağlayamıyordum bile. Sadece şu an, ölmek istiyordum.
Elimi tuttuğu kadar ani bir şekilde bıraktı; yanık izleriyle, kanla kaplı elleriyle omuzlarımı ittirdi. Yere düştüm. "Çok acıyor Nilşah," dedi. Benim içim daha çok acıdı.
***
Nasıl uyandığımı anlamadım. Koridordaki aynada koşuşumu görebildim yalnızca, birkaç saniye sonra banyoda çökmüş klozete kusuyordum.
Barış'ın ayak seslerini duydum, ağzımdan hala bir şeylerin çıkıyor olmasını önemsemeden uzanıp kapıyı kapattım. Şimdi yerleri de silmem gerekecekti, alışıktım gerçi.
"Kabus mu gördün?" Sesi yerimde sıçramama sebep olmuştu.
"Evet." İki kez daha çıkarmama yetecek kadar bir sessizlik oldu. Gerçekten kötü bir gündü.
"Ne gördün peki?" Sifonu çekip yerleri yalandan sildim. Ağzımı yıkarken banyo aynasında yüzüme bakmamaya çalıştım.
Barış kapı pervazına yaslanmıştı, kapıyı açtığımda aramızda iki parmak mesafe olacak şekilde karşılaşmamıza sebep oldu bu. Yumruklarımı sıkarken yeni bir öğürme dalgasına karşı koymaya çalıştım ve iki adım geri çekildim, o da aynı anda geri çekiliyordu.
"Kavga ediyorduk," diye salladım. "Kolumu acıttın. Sonra da beni yere ittin."
Gözleri fal taşı gibi açıldı. "Asla böyle bir şey yapmam, biliyorsun." Açtığı yoldan geçerken kafamı salladım.
Salondaki koltuğa gömülüp battaniyemi üstüme çektim. Biraz dinlenmem gerekiyordu. Barış da ayakucuma oturdu, parmaklarım topal bacağına değiyordu. İşte bu mesafe iyiydi.
15 dakika kadar saatin tik taklarını dinleyerek oturduk. "Bugün Cumartesi mi?" diye sordum.
"Evet," dedi. "Birlikte alışveriş yapalım demiştik."
Midemdeki asit yükselişe geçince doğrulmak zorunda kaldım. İlk baktığım yer duvardaki takvim oldu. Nisan ayındaydık, dışarıda kuşlar ötüyordu. 
Sözlerine cevap vermeden mutfağa gittim. Tüm vücudum uyuşmuş gibiydi. O an hiçbir şey bilmiyordum. Her şeyi unutmuştum, anlamıyordum, hissetmiyordum. Bomboştum. O anda kalmak istedim ve ileriye gidememek. Oracıkta yok olmak istedim.
"Nilşah?"
Yanıma geldiğini duymamıştım bile. Yoktum sanki. Algım tekrar açılmaya başladığında sallanıyordum. Barış koluma uzandı, düşmemem için beni tutmak istedi. Bense bir adım geri atarak mutfak tezgahına tutundum.
"Efendim?"
"İyi misin?"
"Evet... Aslında hayır." Sandalyelerden birini çekti, bir eli ben otururken hala koluma yakın duruyordu. Sanki aradaki o boşluğu zihninde kapatıyor, yapamasa da bana dokunduğunu hissediyordu.
"Hastaneye gitmek ister misin?"
"Hayır, o kadar kötü değilim," dedim hemen. "Nefes alamıyorum sadece biraz." Başka bir sandalye çekip biraz uzağıma ama biraz da yakınıma oturdu.
"Alışverişe gidemeyeceğiz sanır-" Sandalyemi düşürecek kadar hızlı kalkıp mutfak lavabosuna eğildim. Havada asılı kalan cümlesini midemden çıkan asitle erittim. Oturduğu yerden beni izledi. Göz göze gelmeyelim diye ters taraftan döndüm ve mutfağın içinde tuhaf bir daire çizip salona doğru ilerledim.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Yapabileceğim bir şey var mıydı, onu da bilmiyordum.
Peşimden geliyordu. Salonun ortasında aniden durup ona döndüm. Aramızdaki mesafenin çok az olması umurumda bile değildi, zaten kafamı kaldırmadığım sürece yüzünü de görüyor sayılmazdım.
"Sen git olmazsa," dedim. "Ben evden çıkabileceğimi sanmıyorum."
Sağ kulağımdan gürültülü bir uçak girip sol kulağıma doğru uçmaya başladı. Beynimin içinde korkunç bir uğultu ve beyaz bir çizgi bırakıyordu.
"Emin misin? Seninle kalabilirim." Artık biraz uzaklaşmam gerekiyordu. Biraz sola kaydım.
"Eminim." Düşmeden oturabilmek için önce koltuğun koluna tutunmam gerekti. "Belki yalnız kalırsam... Daha iyi gelir."
Yalancı. Yalancı. Yalancı.
Barış'la yaşamaya başladığımızdan beri yalnız kalmak da en az onunla yan yana olmak kadar yorucuydu benim için. Bana iyi gelen bir şey yoktu ki.
Ama o bunu "beni yalnız bırak" olarak aldı ve hemen hazırlanmak için içeri gitti. Dişlerimi sıktım. Yok olmak için dua ediyordum.
Salona tekrar geldiğinde cüzdanını beceriksizce cebine sokuşturuyordu. Oldukça telaşlı gözüküyordu. Ben de ondan farksız değildim eminim.
"Tekrar soruyorum, emin misin?" Kafamı salladım. Biraz hareketsizce bekledikten sonra dizlerinin üstüne çöktü, tam önüme. Böyle durmanın bacağını acıttığını bilmek sinirlerimi hepten tepeme çıkardı.
Göz göze geldik. Yemyeşildi, sadece gözleri değil içi de. Uzun uzun baktı bana. Sonra iznim olmadan asla yapmayacağı bir şeyi yaptı ve elini saçlarımın içinden geçirip başımın arkasına götürdü. Sanki biri çim biçme makinesiyle bütün uzuvlarımı kesiyormuş gibi hissettim. Kendine doğru çekip alnıma narin bir öpücük kondurdu.
Beni bu yaşıma kadar kimse öpmemişti.
Bir şey söylememe fırsat vermeden kalktı ve arkasına bakmadan gitti. Daha kapı kapanmadan banyoya doğru koşmaya başlamıştım bile.
Ne olacağını bilmiyordum.
O gördüklerim belli ki rüyadan ibaret değildi. Onunla gitmeyerek bir şeyi değiştirmiş miydim peki? Görmezsem olmazdı belki, değil mi? Ben görmezsem... Gerçekleşmezdi.
Kendime kahve yaptım ve bunun farkında bile değildim. Ben kahve sevmezdim, şaşıracaksınız belki ama midemi bulandırırdı. Fincanı doldurduğum gibi boşalttım. Kafamı başka yerlere çekmem gerekiyordu.
Salonda Barış'ın bilgisayarı vardı. Battaniyeme sarınıp onu da kucağıma aldım. İnternette ilgi çekici bir şeyler bulabileceğimi umuyordum. Gözüm masaüstünde duran bir klasöre takıldı. Birden üstüme tonlarca emir yağdı, hepsi de o klasöre tıklamamı söylüyordu.
Şaşırtıcı bir şey yoktu. Uzun süredir planladığımız tatilin ayrıntıları vardı. Fotoğraflar, fiyat listeleri, şehirler... Bunu hazırlayan tek kişi Barış da değildi, benim de eklediğim bazı şeyler vardı burada. Ama kollarımda derman kalmadığını hissettim.
Kimi kandırıyordum? O gün okuldan beş dakika geç ya da erken çıksaydım da Eflal ölecekti. Belki benim ayaklarıma değil de başkasının ayaklarına doğru yuvarlanacaktı, o kadar. 
Hem o köpeğin Barış'ı yere yatırdığını görmeseydim de Barış en iyi ihtimalle topal ve yalnız biri olacaktı. En kötü ihtimalle... Ölmüş olacaktı ve ölmeden önce son gördüğü şey kendisi gibi bir çocuğun gözleri değil de bir köpeğin dişleri olacaktı belki.
Vicdan rahatlatmaya çalışmanın alemi yoktu. Barış'a tek başına gitmesini söylerken de biliyordum hiçbir şeyin değişmeyeceğini.
Tam olarak ne olacaktı bilmiyordum ama ben görmek istememiştim sadece. Yıllardır her günümü birlikte geçirdiğim adamın gözümün önünde cayır cayır yanmasını görmek istememiştim. Nasıl olsa ben yanında olsam da yanacaktı, olmasam da. Elimi tutsa da canı acıyacaktı. Tüm bunlara şahit olmamın bir anlamı yoktu.
Yanında olmak istemiyorum, diye düşünüyordum tam. Herhangi bir uyarı vermeden çıktı midemdekiler. Neyse ki bilgisayarı son anda önümden çekebilmiştim. Çekemesem de sorun değildi. Barış muhtemelen bir daha ona ihtiyaç duymayacaktı.
Kendimi yerde, kusmuğumun üstünde buldum. Başımı ritmik bir şekilde, sertçe zemine vuruyordum. Barış gelmeyecek. Barış gelmeyecek.
Barış gelmemek üzere çıktı bu kapıdan ve sen de ona arkasından kusarak veda ettin Nilşah.
Barış seni öptü ama sen kaçtın yine.
Barış anladı mı acaba?
"Anlamamıştır," diye mırıldandım sakince yere uzanırken. Kim bu kadar basit şeylerden öleceği sonucunu çıkarırdı ki? "Anlamamıştır. Kötüyüm sanmıştır sadece. Nasıl anlasın?"
Dalıp gittim. Gözümün önünden onunla geçirdiğimiz yıllar geçti dakikalarca. Bazen aptal aptal güldüm, ama çoğunlukla hıçkırıyordum.
Sonra sokaktan geçen bir köpek delice havlamaya başladı. Çok korktum. Camı açıp atlamayı isteyecek kadar korktum. Koşup mutfak dolabındaki tencereleri boşalttım, oraya saklandım. O zaman fark ettim kaşımdan kan aktığını. 
Sanırım kendimi öldürmek istiyordum.
Az önce yaptıklarımı unutup yatağımdan kalkıyormuş gibi çıktım dolaptan. Ağır ağır hareket ettim evin içinde. Kaşımı temizleyip bir bant yapıştırdım. Kusmuk olan kıyafetlerimi değiştirip üstüme güzel bir parfüm sıktım. Barış'ın geçen sene hediye ettiği turuncu ceketimi giyip en sevdiğim çiçekli ayakkabılarımı geçirdim ayağıma.
Sokaktan geçen ilk taksiyi çevirdim.
Ölmek istiyorsam Barış'la birlikte de ölebilirdim. Bunu neden düşünememiştim ki?
Onu bulmak biraz vaktimi aldı ama sanki beş saniye önce evden çıkmış gibi hissediyordum. Aramızdaki kocaman bir sokak ve bir sürü insan vardı.
Kolumu çılgınlar gibi sallayıp "Barış!" diye bağırdım. Sesimi hemen duydu. Göz göze geldiğimizde önce çok panik yaptı, sonra gülümsediğimi görünce çok mutlu oldu. Koşmaya başladı. Mesafemizin azalışını büyük bir zevkle izliyordum.
Aramızda otuz, bilemedin otuz beş adım kalmıştı ki hıçkırdım. Hıçkırığım normal dünya ve ebedi sessizlik arasına bir çizgi çekmiş gibi tüm sesler susuverdi. Gözlerimin önünde her şey ağır çekimde olup bitti.
Bir bomba patlamıştı. Sıcak, çok sıcaktı her şey. Barış düşüşünü tamamlamadan ben de yerde buldum kendimi. Koyu bir duman vardı gökyüzünde. Hiçbir şey duyulmuyordu. Boşuna parfüm sıkmıştım.
Böyle mi ölecektik? Başımda çatlaklar vardı sanki, içimdeki her şey başımdan boşalıyordu. Fiziksel duyularımdan hiçbiri çalışmıyordu, gözlerim de kararmıştı. Ama düşünebiliyordum.
Barış'ı özledim.
Gerçek olmasından korktuğum her rüyadan saklanırken yaptığım gibi sarılmak istedim. Topal bacağına ayak parmaklarımı değdirmek, uyurken saçına dokunmak istedim. Alnımdan öpsün istedim.
Aklımdan bunlar geçiyordu işte. Ölecektim galiba. Acaba o da ölecek miydi?
Etrafıma bakınmaya korkuyordum. Öyle rüyamda gördüğüm gibi görürsem, öleceğim yoksa da ölürdüm herhalde.
Keşke yine uyandırsaydı beni. Kusarken bekleseydi başımda. Bu sefer onu da bırakmazdım, evde saklanırdık. Keşke rüya olsaydı bunlar...
Gözlerim açıldı sonra. Gırtlağımın kusmukla dolu olduğunu hissedince başımı çevirdim hemen, son anda kurtuldum boğulmaktan. 
Başımı çevirince onu gördüm. Yüz üstü düşmüştü, kafasını kaldırmış bakınıyordu. O da beni gördü. İki gözü de yerindeydi, hiçbir yeri yanmamıştı.
"Barış," dedim. Ama gerçekten diyebildim mi, bilmiyorum. Kendi sesimi duyamadım. Ağlamaya başladı. Kaşları çatıldı, kalkmak için ne kadar çaba sarf ettiği yüzünden okunuyordu.
Ben hala kımıldayamıyordum. Gelir diye bekledim, hep o gelirdi zaten. Zorla da olsa dizlerinin üstüne oturabildi. Emekleyerek yaklaşmaya çalıştı. Gözlerimin ucuyla ambulansların ışıklarını görüyordum. Koşuşturan insanlardan tamamen farklı bir dünyada gibiydik.
Gözleri bana kilitlenmişti, öyle ki yanından geçtiği kopuk uzuvları görmedi.
"Barış," dedim yine. Tek yapabildiğim ağzımı açıp kapatmaktı. Yanıma gelene kadar geçen zaman tüm ömrümden daha uzundu sanki. Ama sonunda yanımdaydı, yorgunlukla oturdu.
"Nilşah!" Kulaklarım onun sesiyle açılıverdi. Şimdi çığlıkları, ambulans seslerini duyuyordum. Bir de yanan şeylerin uğultusunu.
Ona sarılmak istedim. Vücudum bana itaat etmiyordu. Kollarımı kaldırıp yüzüne dokunmak istedim. Olmuyordu. O da bana dokunmuyordu hem. Öyle yanımda oturmuş zehirli bir kurbağa uzaktan bakar gibi bakıyordu.
Bağıra çağıra ağlamaya başladım. Anlamadı. İsmini söyledim, yine anlamadı. Tut beni, diyemedim. Haykırışlarım çığlıklara dönüşürken bir gayretle kaldırabildim kolumu. Tıpkı onun bana yaptığı gibi elimi başının arkasına götürdüm. Kendime çektim.
Bir dirençle karşılaşmayı beklemiyordum, ama o da bunu yapmamı beklemiyordu sanırım. Çok yorgunduk, fazla düşünmeden bıraktı kendini. Kollarını doladı bedenime. Sarmaş dolaş yattık insanlar bizi almaya gelene kadar.
Ölmedik biz. Yanmadık da.
Hani birbirimizi sevdik mi, bilmiyorum ama denedik demiştim ya. Başardık.
Sevdik birbirimizi. Kabuslardan uyanınca birbirimizin bedenini arayacak kadar sevdik.
Yine de bu bir mutlu son değildi.

mavinot: İki de burada biter. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin T_T Çok ihtiyacım var T_T