Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

1 Nisan 2017 Cumartesi

İki - Sonra

(ilk parçayı okumak için tıklayın > İki - Önce)
(ikinci parçayı okumak için tıklayın > İki - Ne Önce Ne Sonra)

"Hazır mısın?" Yeşil gözlerine bakıp gülümsedim. Montumun fermuarını çekmeme yardımcı olurken duvarda asılı duran takvimdeki "Temmuz" yazısına takıldı bakışlarım. Dışarıda yağan karın uğultusu kulaklarımı dolduruyordu. Doğrulup tutmam için elini uzattı.
Tereddüt ettim, birkaç saniye boyunca elini tutarsam ne kadar hızlı kusarım diye düşündüm. Tam fark etmiş geri çekiliyordu ki yakalayıverdim parmaklarından. En fazla ne kadar kusabilirdim? İçimdeki her şey çıkıp da çıkacak bir şey kalmayana kadar tutardım elini, olur biterdi.
Dışarıya adım attığımızda şapkamı örtmek için elimi bırakınca başladı öğürmelerim. O gün, sanki elimi tutması değil de bırakması tuhaftı.
Durağa yürüdük. Karlar ılık gibiydi ama yine de bacağının ağrımasına sebep olacağını biliyordum. İstediği zaman bana yaslanabileceği kadar yakınında durmaya özen gösterdim.
Otobüs hareket ederken göğsümün tam ortasında, soluk borumda bir baloncuğun takılıp kaldığını hissettim. İçgüdüsel olarak hafifçe göğüs kafesime vurdum birkaç kez. Barış'ın bunu fark edeceğini düşünmüştüm ama o kırmızı ışıkta durduğumuz gördüğü bir köpeğe bakıyordu. Biraz bana doğru eğilip kimsenin duymasını istemiyormuş gibi fısıldayarak "Çok şeker," dedi.
Güldüm. "Köpek mi alsak Barış?"
"Alalım mı sahiden?"
"Alalım."
"Hem yürüyüşe çıkarsınız onunla, bütün gün evde yatmazsın." Kulağımın içine doğru bir rüzgar estiğini hissettim. Evde olmam onu rahatsız mı ediyordu? Cevap vermedim, yüz ifademi korumaya ve midemi bastırmaya çalıştım.
Kalan yol boyunca benimle konuşmadı, aramızda gereksiz bir gerginliğin alevlendiğini fark ediyordum. Bedenim buna yapabileceği en iyi şekilde karşılık veriyordu, elimdeki peçeteyle öğürmelerimin sesini azaltmaya çalışıyordum.
İnerken kendisine yardım etmemi istemedi. Göğsümün ortasındaki baloncuğun biraz yukarı kaydığını hissettim. Geldiğime pişman olmuştum. Evde kalıp onu biraz daha rahatsız etmeliydim işte. Hem bütün bu asidi içimde tutmama gerek kalmazdı.
Yan yana, birbirimize bakmamak için sarf ettiğimiz o müthiş çabanın verdiği yorgunlukla yürüdük sessizce. Sonra aniden elimi tuttu, sinek yakalamaya çalışıyormuş gibi sertti. Göğsüm daraldı ve baloncuğum gırtlağıma kadar çıktı.
Yine de ona karşı koymadım. Korkuyordum. Neden evden çıktığımızı bile hatırlamıyordum.
Birkaç dakika sonra kulağıma esen rüzgarın sesi daha da şiddetlendi. Ondan başka bir şey duyamaz oldum, omuzlarım titredi. 
Boğazımdaki baloncuk gırtlağımdan da kurtuldu, dilime doğru kaydı ve hıçkırık olarak çıktı ağzımdan. Tam o anda Barış tuttuğu elimi çekiştiriyordu. "Nilşah!" diye bağırdı. Bakmak istemiyordum. Elimi kurtarmaya çalıştım, inatla kafamı çevirmedim. "Nilşah! Bana bak! Beni görüyor musun? Duyuyor musun? Nilşah diyorum!"
Onun durduğu taraftan bir sıcaklık vurdu yüzüme. Parmak uçlarımdan başlayan bir kaşıntı hissettim. Rüzgar sesi bir an için sustu. Yalnızca kendi hıçkırıklarımı duyuyordum. "Nilşah!"
Kafamı ağır ağır çevirdim. Gözlerinden sadece birini gördüm. Diğeri yüzünün sağ tarafıyla birlikte eriyordu, saçları ve elbiseleri alev almıştı. Dizlerim titremeye başladı, yanık ve kan kokusu çarptı burnuma.
"Barış?"
Elimi sıktı, derimin cayır cayır yandığını hissettim. Bağıramadım, dudağımın kenarından midemde ne varsa akıyordu. Bakışlarımı kaçırmaya çalıştım. Ama içimden bir ses gözümün önünde eriyen bu suratın görebileceğim en basit şey olduğunu söylüyordu. Vazgeçtim.
O surat bana kaşlarını, yani yanmayan tek kaşını çattı. Gözünün rengi saçlarından çıkan dumanla birlikte uçuyordu. Bir göz bebeğinden başka bir şey kalmayana kadar öylece baktı bana.
Ağlayamıyordum bile. Sadece şu an, ölmek istiyordum.
Elimi tuttuğu kadar ani bir şekilde bıraktı; yanık izleriyle, kanla kaplı elleriyle omuzlarımı ittirdi. Yere düştüm. "Çok acıyor Nilşah," dedi. Benim içim daha çok acıdı.
***
Nasıl uyandığımı anlamadım. Koridordaki aynada koşuşumu görebildim yalnızca, birkaç saniye sonra banyoda çökmüş klozete kusuyordum.
Barış'ın ayak seslerini duydum, ağzımdan hala bir şeylerin çıkıyor olmasını önemsemeden uzanıp kapıyı kapattım. Şimdi yerleri de silmem gerekecekti, alışıktım gerçi.
"Kabus mu gördün?" Sesi yerimde sıçramama sebep olmuştu.
"Evet." İki kez daha çıkarmama yetecek kadar bir sessizlik oldu. Gerçekten kötü bir gündü.
"Ne gördün peki?" Sifonu çekip yerleri yalandan sildim. Ağzımı yıkarken banyo aynasında yüzüme bakmamaya çalıştım.
Barış kapı pervazına yaslanmıştı, kapıyı açtığımda aramızda iki parmak mesafe olacak şekilde karşılaşmamıza sebep oldu bu. Yumruklarımı sıkarken yeni bir öğürme dalgasına karşı koymaya çalıştım ve iki adım geri çekildim, o da aynı anda geri çekiliyordu.
"Kavga ediyorduk," diye salladım. "Kolumu acıttın. Sonra da beni yere ittin."
Gözleri fal taşı gibi açıldı. "Asla böyle bir şey yapmam, biliyorsun." Açtığı yoldan geçerken kafamı salladım.
Salondaki koltuğa gömülüp battaniyemi üstüme çektim. Biraz dinlenmem gerekiyordu. Barış da ayakucuma oturdu, parmaklarım topal bacağına değiyordu. İşte bu mesafe iyiydi.
15 dakika kadar saatin tik taklarını dinleyerek oturduk. "Bugün Cumartesi mi?" diye sordum.
"Evet," dedi. "Birlikte alışveriş yapalım demiştik."
Midemdeki asit yükselişe geçince doğrulmak zorunda kaldım. İlk baktığım yer duvardaki takvim oldu. Nisan ayındaydık, dışarıda kuşlar ötüyordu. 
Sözlerine cevap vermeden mutfağa gittim. Tüm vücudum uyuşmuş gibiydi. O an hiçbir şey bilmiyordum. Her şeyi unutmuştum, anlamıyordum, hissetmiyordum. Bomboştum. O anda kalmak istedim ve ileriye gidememek. Oracıkta yok olmak istedim.
"Nilşah?"
Yanıma geldiğini duymamıştım bile. Yoktum sanki. Algım tekrar açılmaya başladığında sallanıyordum. Barış koluma uzandı, düşmemem için beni tutmak istedi. Bense bir adım geri atarak mutfak tezgahına tutundum.
"Efendim?"
"İyi misin?"
"Evet... Aslında hayır." Sandalyelerden birini çekti, bir eli ben otururken hala koluma yakın duruyordu. Sanki aradaki o boşluğu zihninde kapatıyor, yapamasa da bana dokunduğunu hissediyordu.
"Hastaneye gitmek ister misin?"
"Hayır, o kadar kötü değilim," dedim hemen. "Nefes alamıyorum sadece biraz." Başka bir sandalye çekip biraz uzağıma ama biraz da yakınıma oturdu.
"Alışverişe gidemeyeceğiz sanır-" Sandalyemi düşürecek kadar hızlı kalkıp mutfak lavabosuna eğildim. Havada asılı kalan cümlesini midemden çıkan asitle erittim. Oturduğu yerden beni izledi. Göz göze gelmeyelim diye ters taraftan döndüm ve mutfağın içinde tuhaf bir daire çizip salona doğru ilerledim.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Yapabileceğim bir şey var mıydı, onu da bilmiyordum.
Peşimden geliyordu. Salonun ortasında aniden durup ona döndüm. Aramızdaki mesafenin çok az olması umurumda bile değildi, zaten kafamı kaldırmadığım sürece yüzünü de görüyor sayılmazdım.
"Sen git olmazsa," dedim. "Ben evden çıkabileceğimi sanmıyorum."
Sağ kulağımdan gürültülü bir uçak girip sol kulağıma doğru uçmaya başladı. Beynimin içinde korkunç bir uğultu ve beyaz bir çizgi bırakıyordu.
"Emin misin? Seninle kalabilirim." Artık biraz uzaklaşmam gerekiyordu. Biraz sola kaydım.
"Eminim." Düşmeden oturabilmek için önce koltuğun koluna tutunmam gerekti. "Belki yalnız kalırsam... Daha iyi gelir."
Yalancı. Yalancı. Yalancı.
Barış'la yaşamaya başladığımızdan beri yalnız kalmak da en az onunla yan yana olmak kadar yorucuydu benim için. Bana iyi gelen bir şey yoktu ki.
Ama o bunu "beni yalnız bırak" olarak aldı ve hemen hazırlanmak için içeri gitti. Dişlerimi sıktım. Yok olmak için dua ediyordum.
Salona tekrar geldiğinde cüzdanını beceriksizce cebine sokuşturuyordu. Oldukça telaşlı gözüküyordu. Ben de ondan farksız değildim eminim.
"Tekrar soruyorum, emin misin?" Kafamı salladım. Biraz hareketsizce bekledikten sonra dizlerinin üstüne çöktü, tam önüme. Böyle durmanın bacağını acıttığını bilmek sinirlerimi hepten tepeme çıkardı.
Göz göze geldik. Yemyeşildi, sadece gözleri değil içi de. Uzun uzun baktı bana. Sonra iznim olmadan asla yapmayacağı bir şeyi yaptı ve elini saçlarımın içinden geçirip başımın arkasına götürdü. Sanki biri çim biçme makinesiyle bütün uzuvlarımı kesiyormuş gibi hissettim. Kendine doğru çekip alnıma narin bir öpücük kondurdu.
Beni bu yaşıma kadar kimse öpmemişti.
Bir şey söylememe fırsat vermeden kalktı ve arkasına bakmadan gitti. Daha kapı kapanmadan banyoya doğru koşmaya başlamıştım bile.
Ne olacağını bilmiyordum.
O gördüklerim belli ki rüyadan ibaret değildi. Onunla gitmeyerek bir şeyi değiştirmiş miydim peki? Görmezsem olmazdı belki, değil mi? Ben görmezsem... Gerçekleşmezdi.
Kendime kahve yaptım ve bunun farkında bile değildim. Ben kahve sevmezdim, şaşıracaksınız belki ama midemi bulandırırdı. Fincanı doldurduğum gibi boşalttım. Kafamı başka yerlere çekmem gerekiyordu.
Salonda Barış'ın bilgisayarı vardı. Battaniyeme sarınıp onu da kucağıma aldım. İnternette ilgi çekici bir şeyler bulabileceğimi umuyordum. Gözüm masaüstünde duran bir klasöre takıldı. Birden üstüme tonlarca emir yağdı, hepsi de o klasöre tıklamamı söylüyordu.
Şaşırtıcı bir şey yoktu. Uzun süredir planladığımız tatilin ayrıntıları vardı. Fotoğraflar, fiyat listeleri, şehirler... Bunu hazırlayan tek kişi Barış da değildi, benim de eklediğim bazı şeyler vardı burada. Ama kollarımda derman kalmadığını hissettim.
Kimi kandırıyordum? O gün okuldan beş dakika geç ya da erken çıksaydım da Eflal ölecekti. Belki benim ayaklarıma değil de başkasının ayaklarına doğru yuvarlanacaktı, o kadar. 
Hem o köpeğin Barış'ı yere yatırdığını görmeseydim de Barış en iyi ihtimalle topal ve yalnız biri olacaktı. En kötü ihtimalle... Ölmüş olacaktı ve ölmeden önce son gördüğü şey kendisi gibi bir çocuğun gözleri değil de bir köpeğin dişleri olacaktı belki.
Vicdan rahatlatmaya çalışmanın alemi yoktu. Barış'a tek başına gitmesini söylerken de biliyordum hiçbir şeyin değişmeyeceğini.
Tam olarak ne olacaktı bilmiyordum ama ben görmek istememiştim sadece. Yıllardır her günümü birlikte geçirdiğim adamın gözümün önünde cayır cayır yanmasını görmek istememiştim. Nasıl olsa ben yanında olsam da yanacaktı, olmasam da. Elimi tutsa da canı acıyacaktı. Tüm bunlara şahit olmamın bir anlamı yoktu.
Yanında olmak istemiyorum, diye düşünüyordum tam. Herhangi bir uyarı vermeden çıktı midemdekiler. Neyse ki bilgisayarı son anda önümden çekebilmiştim. Çekemesem de sorun değildi. Barış muhtemelen bir daha ona ihtiyaç duymayacaktı.
Kendimi yerde, kusmuğumun üstünde buldum. Başımı ritmik bir şekilde, sertçe zemine vuruyordum. Barış gelmeyecek. Barış gelmeyecek.
Barış gelmemek üzere çıktı bu kapıdan ve sen de ona arkasından kusarak veda ettin Nilşah.
Barış seni öptü ama sen kaçtın yine.
Barış anladı mı acaba?
"Anlamamıştır," diye mırıldandım sakince yere uzanırken. Kim bu kadar basit şeylerden öleceği sonucunu çıkarırdı ki? "Anlamamıştır. Kötüyüm sanmıştır sadece. Nasıl anlasın?"
Dalıp gittim. Gözümün önünden onunla geçirdiğimiz yıllar geçti dakikalarca. Bazen aptal aptal güldüm, ama çoğunlukla hıçkırıyordum.
Sonra sokaktan geçen bir köpek delice havlamaya başladı. Çok korktum. Camı açıp atlamayı isteyecek kadar korktum. Koşup mutfak dolabındaki tencereleri boşalttım, oraya saklandım. O zaman fark ettim kaşımdan kan aktığını. 
Sanırım kendimi öldürmek istiyordum.
Az önce yaptıklarımı unutup yatağımdan kalkıyormuş gibi çıktım dolaptan. Ağır ağır hareket ettim evin içinde. Kaşımı temizleyip bir bant yapıştırdım. Kusmuk olan kıyafetlerimi değiştirip üstüme güzel bir parfüm sıktım. Barış'ın geçen sene hediye ettiği turuncu ceketimi giyip en sevdiğim çiçekli ayakkabılarımı geçirdim ayağıma.
Sokaktan geçen ilk taksiyi çevirdim.
Ölmek istiyorsam Barış'la birlikte de ölebilirdim. Bunu neden düşünememiştim ki?
Onu bulmak biraz vaktimi aldı ama sanki beş saniye önce evden çıkmış gibi hissediyordum. Aramızdaki kocaman bir sokak ve bir sürü insan vardı.
Kolumu çılgınlar gibi sallayıp "Barış!" diye bağırdım. Sesimi hemen duydu. Göz göze geldiğimizde önce çok panik yaptı, sonra gülümsediğimi görünce çok mutlu oldu. Koşmaya başladı. Mesafemizin azalışını büyük bir zevkle izliyordum.
Aramızda otuz, bilemedin otuz beş adım kalmıştı ki hıçkırdım. Hıçkırığım normal dünya ve ebedi sessizlik arasına bir çizgi çekmiş gibi tüm sesler susuverdi. Gözlerimin önünde her şey ağır çekimde olup bitti.
Bir bomba patlamıştı. Sıcak, çok sıcaktı her şey. Barış düşüşünü tamamlamadan ben de yerde buldum kendimi. Koyu bir duman vardı gökyüzünde. Hiçbir şey duyulmuyordu. Boşuna parfüm sıkmıştım.
Böyle mi ölecektik? Başımda çatlaklar vardı sanki, içimdeki her şey başımdan boşalıyordu. Fiziksel duyularımdan hiçbiri çalışmıyordu, gözlerim de kararmıştı. Ama düşünebiliyordum.
Barış'ı özledim.
Gerçek olmasından korktuğum her rüyadan saklanırken yaptığım gibi sarılmak istedim. Topal bacağına ayak parmaklarımı değdirmek, uyurken saçına dokunmak istedim. Alnımdan öpsün istedim.
Aklımdan bunlar geçiyordu işte. Ölecektim galiba. Acaba o da ölecek miydi?
Etrafıma bakınmaya korkuyordum. Öyle rüyamda gördüğüm gibi görürsem, öleceğim yoksa da ölürdüm herhalde.
Keşke yine uyandırsaydı beni. Kusarken bekleseydi başımda. Bu sefer onu da bırakmazdım, evde saklanırdık. Keşke rüya olsaydı bunlar...
Gözlerim açıldı sonra. Gırtlağımın kusmukla dolu olduğunu hissedince başımı çevirdim hemen, son anda kurtuldum boğulmaktan. 
Başımı çevirince onu gördüm. Yüz üstü düşmüştü, kafasını kaldırmış bakınıyordu. O da beni gördü. İki gözü de yerindeydi, hiçbir yeri yanmamıştı.
"Barış," dedim. Ama gerçekten diyebildim mi, bilmiyorum. Kendi sesimi duyamadım. Ağlamaya başladı. Kaşları çatıldı, kalkmak için ne kadar çaba sarf ettiği yüzünden okunuyordu.
Ben hala kımıldayamıyordum. Gelir diye bekledim, hep o gelirdi zaten. Zorla da olsa dizlerinin üstüne oturabildi. Emekleyerek yaklaşmaya çalıştı. Gözlerimin ucuyla ambulansların ışıklarını görüyordum. Koşuşturan insanlardan tamamen farklı bir dünyada gibiydik.
Gözleri bana kilitlenmişti, öyle ki yanından geçtiği kopuk uzuvları görmedi.
"Barış," dedim yine. Tek yapabildiğim ağzımı açıp kapatmaktı. Yanıma gelene kadar geçen zaman tüm ömrümden daha uzundu sanki. Ama sonunda yanımdaydı, yorgunlukla oturdu.
"Nilşah!" Kulaklarım onun sesiyle açılıverdi. Şimdi çığlıkları, ambulans seslerini duyuyordum. Bir de yanan şeylerin uğultusunu.
Ona sarılmak istedim. Vücudum bana itaat etmiyordu. Kollarımı kaldırıp yüzüne dokunmak istedim. Olmuyordu. O da bana dokunmuyordu hem. Öyle yanımda oturmuş zehirli bir kurbağa uzaktan bakar gibi bakıyordu.
Bağıra çağıra ağlamaya başladım. Anlamadı. İsmini söyledim, yine anlamadı. Tut beni, diyemedim. Haykırışlarım çığlıklara dönüşürken bir gayretle kaldırabildim kolumu. Tıpkı onun bana yaptığı gibi elimi başının arkasına götürdüm. Kendime çektim.
Bir dirençle karşılaşmayı beklemiyordum, ama o da bunu yapmamı beklemiyordu sanırım. Çok yorgunduk, fazla düşünmeden bıraktı kendini. Kollarını doladı bedenime. Sarmaş dolaş yattık insanlar bizi almaya gelene kadar.
Ölmedik biz. Yanmadık da.
Hani birbirimizi sevdik mi, bilmiyorum ama denedik demiştim ya. Başardık.
Sevdik birbirimizi. Kabuslardan uyanınca birbirimizin bedenini arayacak kadar sevdik.
Yine de bu bir mutlu son değildi.

mavinot: İki de burada biter. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin T_T Çok ihtiyacım var T_T

3 yorum:

  1. Şaşırdım mı demeliyim yoksa bekliyordum mu demeliyim bilmiyorum . Hazırlamıştım kendimi ağlayacaksın bak bu bölümün sonunda o çocuk giderken ağlayacaksın demiştim kendime ama sonu sadece yüzümde buruk bir gülümseme bıraktı bir de boğazımda bir hıçkırık takılı kaldı sanırım . Bir süre de orda kalır gibime geliyor .
    Beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim ama iki aklımda bir yer edindi resmen .
    Barış'ın çabalamalarını çok sevdim mesela ben ama birazcıkta üzüldüm onun için . O telaşla evden çıkmaları oturttu galiba o hıçkırığı boğazıma . Nilşahsa o hıçkırığı yukarı doğru taşıdı .

    Ne diyebilirim ki iki aklımda koca bir sayı artık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bütün bölümlere yorum yaptığını gördüm, öncelikle onun için teşekkür ederim. Etkileyebildiğim için ne mutlu bana. Aklında kalabilmek bir onur benim için :')

      Sil
    2. Böyle bir hikayeyi bizimle paylaştığın için ben teşekkür ederim asıl :)

      Sil