Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

29 Eylül 2018 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #26


Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Aynı yeşil esvabıyla, aynı sessiz misafir, yine aynı şekilde Veliaht Prens’in konutuna kabul edildiğinde; bu defa Efendi Lee dostunun odasında, onun yanındaydı.
Aradan geçen birkaç günde diğer dostunu hiç görmemiş, yalnızca bir gece yarı sarhoş halde yalpalayarak evinin önünden geçtiğini duymuştu hizmetkârlarından.
Bu ondan aldığı son haber mi olacaktı? Belki bir daha hiç görmeyecekti dostunu. Her seferinde böyle düşünüyordu. Onu eli kalem tutan, dimdik bir delikanlı olarak hatırlamak istiyordu; iki büklüm olmuş, gözlükleri gevşemiş, telaşla terleyen bir “hizmetkâr” olarak değil. Kederli ve hasret içindeydi.
Lakin elden ne gelirdi, o an öfkeli ve acımasız olmak zorundaydı.
“Evet, ne getirdin bize?” Veliaht Prens’in sesi bir fısıltı halinde çıkmasına rağmen karşısındakini titretecek kadar güçlüydü.
Misafir usulca yenine davrandığında Efendi Lee kılıcını daha da sıkı tuttu. Ancak genç adam yalnızca uzun bir kâğıt rulosu çıkarıyordu, parmaklarını gevşetti.
“Buyurunuz, Prens Hazretleri. Kulunuz size layık olduğunu umar.” Ruloyu iki eliyle yukarı kaldırırken başını olabildiğince aşağı indirmişti.
Genç Prens kendisine uzatılan bu kâğıda dokunmaktan korkarmışçasına önce önündekine, sonra yanındaki arkadaşına baktı. Güçlükle yutkunurken ruloyu yavaşça kavradı.
Dizleri titriyordu, başlığının altında kafatasının terlediğini hissetti.
Usulca kâğıdı açtı. Bu sırada başını biraz da olsa kaldırmış olan misafir, getirdiği hediyenin değerini birkaç sözcükle açıklamış ve istediği etkiyi yaratmıştı. Gururla gülümsedi, gözlerinin içi parlıyordu. Lee Hongbin, bu adamın avuç içlerinin kaşındığından da neredeyse emindi.
“Demek öyle,” dedi sesi öfkeye bulanan Prens Sanghyuk. Parmaklarıyla buruşturmamaya büyük bir çaba harcayarak kâğıdı eski haline getirdi ve Efendi Lee’ye uzattı. “Ha Sungwoo, teşekkür ederim.”
Genç adam heyecanla yerinde sıçrayarak yeniden eğildi, artık ödülünü alacaktı. “Kulunuz size hizmet etmekten onur duydu Majesteleri.”
“Biliyorum, biliyorum. Lakin biraz rahatsız ediyorsun beni.”
“E-efendim?” Başı eğik olduğu için Veliaht Prens’in arkadaşından kılıcı aldığını görememişti. Şaşırdığı için kılıcı kınından çıkardığını da fark edemedi.
“Ne o? Unuttun mu yoksa? Benim abimi… O boktan birliğe sen almamış mıydın?”
“Ma-Ma-Majesteleri…”
“Madem ihanet edecektin, ne diye erkenden gelmedin? Senin yüzünden kimi kaybettim ben, biliyor musun?”
Genç âlim; Prens’in saray içerisinde küfretmesine mi daha çok şaşırmıştı, yoksa yüreğine saplanan kılıca mı, donakalan yüz ifadesinden anlaşılmıyordu. O yere devrilirken, Prens Sanghyuk kılıcı çekip az önce birini öldürdüğünü unutmak için ardını döndü.
“Senin yüzünden,” diye mırıldanıyordu ucundan kan damlayan keskin demirden gözünü alamadan. “Senin yüzünden benim abim de ölecek.”
***
Kral istemeye istemeye Veliaht Prens’e bu konuda istediğini yapma yetkisi verdiğinde vakit öğleden sonraydı. Âlim Efendi’nin büyük kızı Dohwa mektebe yemek götürdüğü için oradaydı, babasını sanki üst düzey bir saray çalışanı ya da kendisine emir veren insanların yüce gördüğü bir öğretmen değilmiş gibi yaka paça, utandırarak iç odadan çıkarıp götürüşlerine şahit olmuştu.
Arkasından saraya kadar gitmek istediyse de “Eve git yavrum,” isteğine kulak vermeyi tercih etmişti. Onu elleri bağlı, ite kaka şehrin ortasından geçirmelerini izlemek istemiyordu. Mektepteki odasını didik didik aramalarını da görmek istemiyordu. Tüm gücüyle koşarak kamelyalı eve kötü haberi yetiştirdi.
O sırada Jaehwan, Âlim Kim’le bir süredir herkesten gizli görüşmek için seçtikleri yerden dönüyordu. Yolun ortasında bir hizmetkâr “Usta!” diye yakaladı ellerinden. “Koşun! Âlim Efendi’yi götürüyorlar. Efendimizi götürüyorlar usta.” Adamın gözlerinden akan yaşlar, götürülen efendiden daha çok telaşlandırdı kılıç ustasını. Doyeon’u düşündü önce, sonra Taekwoon’u.
Mektebe koştu. Taekwoon kendisinden önce gelmişti. Bütün vücudu gerilmiş bir halde Cha Hakyeon’un odasını, hatta neredeyse bütün mektebi darmadağın ettikten sonra yalnızca kütüphanedeki kitapları incelemek için götürebilecek kadar eli boş çıkan askerleri izliyordu.
Abisinin geldiğini görünce “Doyeon bayıldı,” dedi. “Hanımım beni gönderdi. Görecek bir şey kalmamış.”
“Hyeyeong Hanım saraya gidip eşini görmek isteyecektir.”
“Muhtemelen…”
“Hanımefendiyle konuşmam gerek. Kendisine ben refakat ederim.”
“Bence de en uygunu bu olur. Ne sebeple götürdüklerini öğrenmek lazım, tek başına gitmemeli.”
“Sen küçük hanımları kolla.”
“Baş üstüne abi.”
Sanki hep bunu bekliyormuş gibiydiler, komutanın Jaehwan’a geçişi ve savaşın ortasında sakince bir sonraki adımı planlamaları olabildiğince çabuktu.
“Sen önden git. Ben Âlim Jang’la konuşacağım. Talebelerin toplanması lazım… Biri geçici baş âlim olmalı, bu durumda başıboş kalmak fazla tehlikeli.”
“Peki. Lakin abi… O beyefendi… Âlim Kim Wonsik… O iyi olacak mı?”
Kılıç ustası dişlerini sıktı; öfkeli değildi, yalnızca dayanma gücüne ihtiyacı vardı. “Yanında ben oldukça…”
***
Saray haykırmakla fısıldamak arasındaki ince çizgide yürüyor, zaman zaman yalpalıyordu. Aceleyle toplanan meclise babası yerine Veliaht Prens liderlik ediyordu ve bu bile başlı başına bir kafa karışıklığı yaratıyordu. Bu kadar büyük bir mesele varken neden Yüce Kral Hazretleri konutunda kalmayı tercih ediyordu? Gerçi mesele o kadar büyük müydü? Geleceğini herkes görmemiş miydi? Lakin kimse ne geldiğini bilmiyordu ki, bunun olacağını herkes bir yerden sonra anlamış hangi sebeple olacağını ise kimse tahmin edememişti ve Prens Sanghyuk’un elinde tuttuğu rulo haricinde en ufak bir ipucu yoktu.
Beyefendileri yeterince heyecanlandırdığını anlayan Veliaht Prens bir el hareketiyle herkesi susturdu. Bu haliyle tam anlamıyla babasına benziyordu. Kırmızı işaretli haritayı açarken yüzünde beliren muzaffer ifade de Majesteleri’nin bir kopyasıydı adeta.
***
Hanımefendi arkasında kalmak için büyük çaba gösteren genç kılıç ustasının kolundan inatla çekiştiriyordu. “Çekilin diyorum size! Birlikte gireceğiz!”
“Aile üyeleri haricinde ziyaret yasak, hanımım.”
Jaehwan, Hyeyeong Hanım’ı durdurmak için bir şey yapmıyordu. Efendisini görmeliydi, neler olup bittiğini öğrenmeliydi ve bu çaresiz kadını yalnız bırakmamalıydı. Yine de utanan, saygı ve sevgiyle neredeyse ablası olarak tanıdığı bu zarif kadın olmasın diye kolundan çekişlerine karşılık bedenini geride tutmaya çalışıyordu.
“Yürüyemiyorum diyorum! Tek başıma içeri giremem, bacağım sakat.” Yalandı, herkes biliyordu. Lakin kim bir hanımefendiye yalan söylediği için kızabilirdi, hele onun gibi birine.
“Ben size eşlik edebilirim.”
“Çek ellerini üzerimden! Sen kimsin de bana dokunmaya kalkıyorsun!” Jaehwan kamelyalı evde bırakmak zorunda olduğu kılıcının yanında olması için neler vermezdi. Hanımına el uzatan muhafızın karşısına dikiliverdi, kafa atmasına çok az kalmıştı.
“O zaman geri dönün,” dedi adam. Bu durumdan zevk alır gibi bir hali vardı. “Aileden olmayanı içeri alamam.”
“Bırakın girsinler.”
Tüm başlar sese doğru döndü. Kılıç ustası bu delikanlıyı tanıyordu. Birliktendi, birlikten orduya yerleştirilebilmiş yegâne muhafız. Birliğin kılıç ustalarının biricik gururuydu. Sesi duru ve güçlü çıkıyordu.
“Teşekkürler beyim,” dedi sanki onu tanımıyormuş gibi. Hanımının koluna girip güçlü adımlarla zemini saman kaplı koridoru, etrafını saran boş hücrelere bakarak geçti.
Âlim Efendi’yi en içteki hücreye koymuşlardı. Tıpkı mektepteki iç odada yaptığı gibi bağdaş kurmuş, ellerini sakince birleştirmişti. Uyur gibiydi, lakin ayak seslerini duyar duymaz gözlerini açtı.
“Hyeyeong,” diye fısıldadı usulca, kurumuş dudaklarıyla. Dizlerinin üstünde tahta parmaklıklara yaklaştı. Elini karısına doğru uzattı. “Gelmişsin.”
“Niye böyle yaptın be adam?”
Kadın da diz çökünce Jaehwan arkasını dönüp onlara birkaç dakika verdi. Hıçkırıklarını, birbirlerinin ellerine kondurdukları öpücüklerin seslerini duyuyor ve sakin kalmaya çalışıyordu. Bu son olabilirdi. Son kez birbirlerine sevgilerini ifade ediyor olabilirlerdi.
Hanımı onun eteklerinden tutup kalkmasına yardım etmesini istediğinde ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Kadını kaldırdıktan sonra kendisi diz çöktü efendisinin önüne, hanımı elini onun omzuna koymuş dikkatle dinliyordu.
“Mektepten eli boş çıkmışlar diye duydum. Sen mi hallettin?”
Genç adam utanmış gibi başını önüne eğdi. “Sözlerim için bağışlayın beyim, lakin geleceği şüphesiz olanı göremeyecek kadar kafanız meşgul görünüyordu. Size sezdirmeden bir temizlik yapmam gerektiğini düşündüm.”
“İyi yapmışsın evladım. Minnettarım.”
“Hiçbir şey bırakmamıştım. Sizi ne sebeple buraya getirdiler aklım almıyor.”
“Haritayı buldular.”
“İmkansız. Harita bende.”
“Çizen bir kopyasını daha çıkarmış olmalı.” Dün mektebin avlusunu telaşla arşınlayan Ha Sungwoo geldi gözlerinin önüne. Onları satmış mıydı gerçekten? “Sungwoo bu işi yalnız başına mı yaptı dersin?”
“Efendim?”
“Bilmiyormuş gibi yapma. Birliğe Kim Wonsik’i getiren oydu, yakın olduklarını da biliyorsun. Bu işin altından başka iş çıkmasın.”
“Beyim…” Kılıç ustası öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Tıpkı kendisi gibi, o genç efendinin de kimseyi ateşe atmamak için canını tehlikeye attığını kimse bilmiyordu. Bilmemeliydi. Bu ihtiyarı şüphesini olabilecek en sakin şekilde geçiştirmeye çalıştı. “Ben öyle düşünmüyorum.”
Daha can yakıcı şeyler söylemekten son anda vazgeçti Âlim Cha. “Artık dışarıdaki her şeyi sen halletmelisin. Belgeleri yakmalısın Jaehwan. Ben de bir yolunu bulup buradan çıkacağım. Ailem… Kızlarım sana emanet. Taekwoon’a da…”
“Emredersiniz beyim.”
“Hadi gidin artık. Burada fazla görünmeyin. Bilmem gereken bir şey olduğunda kapıdaki delikanlıyla haber gönderin. Kendinize iyi bakın.”
Hyeyeong Hanım’ın gözyaşları çoktan kurumuştu. Her zamanki vakur edasıyla dışarı çıkıp sakin adımlarla evine yürüdü, yanında güçlü durmakta epey zorlanan genç kılıç ustasıyla.
***
“Onun gibi güçlü bir kızın bu hale gelmesi beni mahvediyor.” Dohwa uzun parmaklarının ucundaki tırnakları ısırarak, telaşla kamelyalara doğru bakıyordu. “Evimizde annemden sonra en güçlü insan odur. Babamı bile korkuttuğu olur.”
Taekwoon kendisine herhangi bir hanım arkadaşına olduğu gibi davranmaya alışmış bu küçük hanımı acıyarak olduğu kadar hayranlıkla da izliyordu.
Yan yana oturup bağdaş kurmuşlardı, ayakkabıları basamakta yan yana duruyordu. Delikanlının kılıcı aralarında dikiliyordu. İkisinin de omuzları düşüktü.
“Annem… Sana bir şey söylemedi mi?”
Kılıç ustası sesini alçaltmasını işaret ederek Doyeon’un odasına doğru baktı. “Siz de mi biliyorsunuz hanımım?”
“Yapacaksın değil mi?” Delikanlı başını eğdi.
“Başka çarem yok.”
“Başkası olsa şimdiye çekip gitmişti.”
“Doyeon’u nasıl bırakırım?”
Genç kadın iç çekti. “Sen de haklısın… Onun gibi birini… Kim nasıl bırakabilir ki?”
“Lakin hanımım…”
“Babam da bırakmazdı. İki eli kanda olsa da kızını bırakmazdı. En çok Doyeon’u severdi, bir prensesten farksızdı büyürken. Öyle değerli, öyle güzeldi.”
“Hanımım…”
“O bıraktı gerçi. Hepimizi bıraktı, lakin Doyeon’u bırakacağını düşünmezdim. En çok onu alaşağı edeceğini hayal bile etmezdim. Biricik değerli kızını…”
Taekwoon dayanamayıp genç kadının artık kanamaya başlayan elini tutuverdi. “Ona söylemeyin. Lakin ben sizin Doyeon’dan çok daha güçlü olduğunuzu biliyorum.”
“Ne saçmalıyorsun?” Elini ondan kurtarıp tekrar eski yerine, ağzına götürdü.
“Aslına bakarsanız, benden istediğiniz şeyi yaparken içim bir nebze de olsa rahat olacak. Zira Valide Hanım’ın yanında sizin gibi cevval bir hanımefendinin olduğunu bilerek gideceğim.”
“Cevvalmiş, aman.” İnanamaz gibiydi ses tonu, lakin dudaklarına bir gülümseme konmuştu.
“Öyle değil mi ama?”
“Doğru… Üçümüz içinde en iyi kılıç kullanan benim.”
“Vay hanımım! Kılıç kullanmasını da mı bilirsiniz?”
“Jaehwan’dan öğrenmiştim.”
“Abimden mi? Oha!”
“Bizim cidden çok eğlendiğimiz zamanlar da vardı be Taekwoon. Sen o zaman neleredeydin?”
***
“Abi… Ne yapacağız?”
Âlim Kim ve genç kılıç ustası, gözlerden çok çok uzak olmasına rağmen yine de her şeyin ortasındaymış gibi hissettiren, yeni buluşma noktası olarak seçtikleri kuytu da karşılıklı volta atıyorlardı.
“Artık senden bir şey istemek bana ağır geliyor.”
Jaehwan gözlerini devirdi. Bu lafı duymak, bir ricayı yerine getirmekten daha çok yoruyordu. “Wonsikciğim,” dedi. “Sen beni hala kendinden ayrı mı görürsün?”
“Abi…”
“Biz artık bir olduk. Sen benden bir şey istemiyorsun, biz birlikte gerekeni yapıyoruz. Birlikte hayatta kalıyoruz.”
“Birlikte de ölecek miyiz abi?”
“Asil yanağınıza bir şaplak atmadan önce kesin sesinizi beyim.”
“Öylesine söylenmiş sözler değil, bilirsin abi. Ben artık… Bir hainden başka bir şey değilim.”
“Daha az evvel benim diğer yarım olduğunuzu söyledim size. Siz ihanet etmediniz, yarım kalmamak için başka çareniz yoktu efendim.”
“Sungwoo bile tek lafında koşa koşa ona en mühim belgeyi götürmüşken, benim böylesine başına buyruk davranmamın onu ne kadar kırıp üzdüğünü tahayyül dahi edemiyorum.”
“Kim Wonsik…” Jaehwan yine resmiyeti bırakmış, suya inen yelkenleriyle beraber omuzlarını da bırakmıştı. “Biliyorum. Ne denli azap içinde olduğunu görüyorum. Lakin… Bunun sırası değil artık. Sana yeniden üye listesinden adını silip Veliaht Prens’e teslim etmeni teklif edecek gücüm kalmadı. Ne olur aklımda sana yeterince yalvarıp yalvarmadığıma dair şüphe bırakma. Benim de yüreğim en az seninki kadar ağrıyor.”
İki genç gözlerini birbirlerinden uzaklara çevirip bir süre bekleştiler. Aralarındaki bu gergin ve ister istemez dargın havayı doğal bir şekilde dağıtmayı beceremediler.
“Ben… Artık gitmeliyim abi. Prens Sanghyuk beni yemeğe davet etti.”
“Pekâlâ. Bu gece kalan belgeleri de alıp göle gideceğiz, unutma.”
“Tamam abi.”
Yumuşak bir edayla genç âlimi kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldı. “Teşekkür ederim Âlim Kim. Kendine dikkat et.”
***
Abisi Veliaht Prens’in konutunda terler dökerken onu düşünmekten yerinde duramayan Jiwon Hanım; evde bulabildiği en büyük tuvali çıkarmış, evdeki en büyük önlük olan babasının önlüğüyle kaymaması için mecburen kendi kolluklarını takmış, en büyük fırçayı almış, arka bahçede rastgele kırmızı darbelerle boyuyordu beyazı.
Abisi artık evlenemezdi. Kendisi de evlenemezdi. Artık boya da alamazlardı. Babası işten atılırdı, annesi hanımların arasından kovulurdu. Pazarda yürürlerken onlara laf söylerlerse elindeki şu fırçayla vuracaktı suratlarına. Tabii artık bu şehrin pazarında yürüyebilirlerse… Artık Hanyang’da da kalamazlardı. Belki gitmek daha iyi olacaktı.
Titreyen ellerinin çizgilerini de titrettiğini, gözlerinden aktığını fark etmediği gözyaşları yüzünden görmemişti.
Lakin abisini bırakırlar mıydı? Abisini son görüşü ne zaman olacaktı? Her gün şu evin kapısından çıkarken son kez görüyormuş gibi bakıyordu yüzüne. Belki de Hanyang’dan abisinin cesedini bile alamadan gitmek zorunda kalacaklardı. Belki gidemeden hepsi bir ceset olup onun yanına yatacaktı.
Uğuldayan kulaklarından, sıktığı dişlerinin gıcırtısından az ötede duvardan içeri atlayan adamın sesini duymadı.
Ne zaman bitecekti bu? Babasına önlüğünü nasıl mahvettiğini açıklaması gerektiğini düşünmeden henüz boyası kurumamış tuvale sarıldı. Keşke bir resim olsaydı…


mavinot: Sona doğru adım adım... Yorumlarınızı eksik etmeyin!

11 Eylül 2018 Salı

31, 41, 51

selam dostlar.
uzun zaman oldu, değil mi? ömür geçti sanki. söylemek istediğim o kadar çok şey birikti ki yine birkaç cümle yazıp zırlayıp o birkaç cümleyle hepsini akıtmışım gibi hissedeceğim ve hiçbirini söylemeden gideceğim.
bloga uğramamamın tek bir sebebi var: kaçmak. ama sizden değil kesinlikle. yazması çok çok zor olan, tıkanma üstüne tıkanma yaşadığım ama bitirme işini inada bindirdiğim kırmızı kamelya'yı yazamadığım için kendimden ve bu gerçekten utanıp ertelediğim için sizlerden kaçıyordum. 
bugün kaçamıyorum artık. çünkü taşmam lazım.
bu sene en yakınlarımın ağzı da dahil olmak üzere herkesten en çok duyduğum ve en çok duyduğum için beni en çok yaralayan şey yalnızlığıma yapılan göndermelerdi hiç şüphesiz. bazen kendimi genç olduğuma inandırmam epey zaman alıyor bu lafları duyduktan sonra. hayatımı eksik yaşamadığımı, 31, 41, 51 yaşına gelsem de asla eksik olmayacağımı insanlara gösteremediğim kadar kendime de gösteremiyorum artık.
eskiden yalnızlığın en kötü tarafının insanların yalnızlığımı anlayamaması olduğunu zannederken şimdi herkesin bu durumun farkında olması ve mavi, çok yalnızsın biliyoruz, artık bir şeyler yap demesi cehennemden kalbime düşen bir kıvılcım gibi acıtıyor.
sanki ben bir şey yapabilirmişim gibi.
bu sene çok şeyi çözdüm ben içimde. içimi acıtan şeyleri insanlardan gizlememeyi, daha fazla içimi acıtmalarını engellemeyi öğrendim. bunu da yaşamak varmış, bunu yaşayınca böyle yapılırmış demeyi öğrendim. insanları uzaklaştırmadan üzerime zırh giymeyi öğrendim. öyle sanıyordum.
sanırım tam kalbimin olduğu yerde birkaç delik bırakmışım. insanlar da anca buradan dokunabiliriz bu kıza diye savurup duruyor kelimelerini. kötü niyetli değiller, ama zaten benim içimi ne zaman kötü niyetliler yakabildi ki?
iyiliğe boğmak isterken görmezden geldikleri için acıyor.
beni görmezden geldikleri için.
ama bir yolunu bulurum eninde sonunda. yolunu bulmadığım ne var ki bu hayatta? zırhımdaki o koca deliği de kendi ellerimle doldururum.
işte bu kadar.
mavi ağladı.
ağladı.
ve bitti.
bitmiş gibi yapacak güce sahip yeniden. üstelik içinde tuttuğu şeylerin sadece birini anlattı, o da daha demin olan bir şeyin tetiklemesi yüzünden.
açılışı yaptığıma göre, bloga daha sık yazabilirim. belki de yazmam. kırmızı kamelya ise bir gurur meselesi artık. selametle kalın.
mavi geceler.