Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Doyeon ağrıların
getirdiği yorgunlukla odasında birkaç saat uyuklamıştı. Hiç ağlamamıştı, hiç
bağırmamıştı. Bağırmamak için sıktığı dişleri de kanayan bacakları kadar
ağrıyordu. İçliğinde kırmızı lekeler vardı.
Daha önce çok dayak
yemişti, lakin hiçbiri kanını akıtacak kadar sert olmamıştı. Kendini
rahatlatmak için artık işkenceye bile dayanabileceğini düşündü. Sonra aklına,
işkence çekmeye çok yakın olduğu geldi. Uyurken rüyasında bacaklarını kızgın
demirle dağladıklarını gördü.
Annesi gelmişti.
Uyandırmadan bacaklarına pansuman yapmaya çalışıyordu. Doyeon zorla araladığı
gözkapaklarının arasından, kadının gözlerinde birikmiş yaşları gördü.
Yüzündeyse ağlayan birinin ifadesi yoktu, daha çok öfkeli gibiydi.
Genç kız durumun
farkına varır varmaz, üzerindeki yorgunluğu atıp ayağa kalkmaya çalıştı. Annesi
kolunu yakalayıp onu tekrar yatırmak istedi.
“Bırak beni,” dedi
Doyeon güçsüz bir sesle.
“Kımıldama.”
Bir an olduğu gibi
bırakmak istedi. Sadece birkaç dakikalığına şu gergin siyah çarşafın ortasına
beyaz bir nokta kondurmuş gibi, bir noktacık da olsa rahatlamak istedi.
Yapamazdı.
Son gücüyle doğruldu ve
annesinin kucağındaki küçük çanağa vurup savurdu. Çanağın parçaları ve içindeki
otlar etrafa saçıldı.
“Cha Doyeon!”
“Artık Cha ailesinin
kızı olmadığımı kesin bir şekilde ifade etmiştim, Hyeyeong Hanım.”
“Ağzından çıkanı
kulağın duyuyor mu senin!” Kadın dehşete düşmüş gibi bakıyordu. “Neyin öfkesi
bu! Biz senin aileniz!”
“Beni büyüten aile
böyle bir aile değildi. Sizin aile anlayışınız bambaşka görüyorum ki.”
“Doyeon’um. Annen sana
demedi mi istemiyorsan karşı çıkacağım diye? Evlenmek istemiyorsan baştan
söyleseydin ya yavrum, neden şimdi böyle yapıyorsun?”
Genç kız kendisiyle
dalga geçildiği düşüncesine daha fazla dayanamayıp ayağa kalkmaya çalıştı. Yine
kaçmaya gücü yoktu, ama en azından annesinin gelemeyeceği bir yere gitmek
istiyordu.
“Tamam, özür dilerim.
Mesele buysa özür dilerim Doyeon. Ama çocuk gibi davranma artık lütfen.”
Hyeyong Hanım kızına sarılmak için kollarını uzattı.
“Asıl sen bana çocuk
gibi davranma. Hiçbir şeyden haberim yok sanıyorsun. Her şeyi öğrendim. Benden
uzak durun artık!”
“Ne diyorsun? Neyi
öğrendim diyorsun, hiçbir şey anlamıyorum.”
İkisinin de aklını
başına toplamaya çalıştı birkaç saniyelik sessizlikte evin büyük kızının ayak
sesleri duyuldu, kapının önünden geçiyordu. Doyeon zamanlamanın mükemmel
olduğunu düşündü, bir taşla iki kuş vuracaktı.
“Senin kocan olacak o
adam… Ortadan kaldırmak için yola çıktığı düşmanlarıyla birlik olmuşken; beni
kralın, kraliçelerin, prenslerin, prenseslerin, vekillerin, herkesin önünde
rezil ettikleri o gün bile ellerinden tutmuşken nasıl olur da ona baba
diyebilirim? Bu mu aile dediğiniz! İnsan öz kızına yapar mı bunu!”
Bas bas bağırmaya
nefesi yetmemiş olsa da dışarıdan gelen silik çığlık sesi, amacına ulaştığını
göstermişti. Hissettiği tatmin yüzüne yansımasın diye savaşırken annesine
döndü. Başına bir şey düşmüş gibiydi kadın, biri dokunsa ölecekmiş gibi
gözüküyordu.
Gözünde bekleyen yaşlar
nihayet süzüldüler. Doyeon annesinin bir süredir nefes alamadığını fark
ettiğinde içinde bir şeylerin yandığını hissetti. Bacaklarının acısına rağmen
dizlerinin üstüne oturdu. Ellerini annesinin yüzünün iki yanına koydu.
“Anne,” dedi panikle.
Sesi titriyordu. “Özür dilerim. Bilmediğini bilmiyordum anne. Özür dilerim.
Lütfen nefes al. Bana bak anne.”
Kapı açıldı. Yüzü
bembeyazdı, lakin dili çalışıyordu. “Anne,” dedi o da. “Kendine gel.”
Hyeyeong Hanım’ın
yüzünün rengi de gitmeye başlıyordu ki derin bir nefes aldı. Kendini kontrol
altına alamadan hıçkırmaya başladı. Kızlarına kollarını dolarken Âlim
Efendi’nin o anda evde olmayışına şükrediyordu.
***
Jaehwan, Wonsik’in
peşinden çıkıp hana gitmek istemişti. Jiwon izin vermedi. İzleyen biri varsa
dikkat çekeceğini söyledi. Birlikte resim yapmayı teklif etti.
Bütün sabah ellerinde
fırçalarla oturup durdular. Tek bir çizik bile atamadıkları gibi, iki çift laf
etmek de kolay olmadı. Aslında söylenenler arasında hiç akıldan çıkmayan tek
bir şey vardı: “Lütfen abimi koruyun, Muhafız Abi.”
Jiwon hiç ağlamamıştı
bunu söylerken. Lakin sesi ağlar gibi çıkmıştı. Ağlamak yerine elindeki fırçayı
yeşil boyaya batırıp ufak noktalar kondurmuştu kâğıdın üstüne. Jaehwan bir süre
onun sakince hareket eden elini izlemiş, ardından cevap vermek yerine kendi
fırçasını kırmızı boyaya batırıp kendi kâğıdına boylu boyunca bir çizgi çekmişti.
Bu, tamam demekti.
Kafalarını kaldırıp
birbirilerine gülümsedikleri anda kapı açılmıştı. Yüzünde koyu bir gölge,
omuzlarında neredeyse görünür yüklerle eve yürürken kardeşiyle Jaehwan
dayanamayıp kalkmışlardı. Kendisini böyle heyecanla karşılamalarından etkilenmemiş
gibiydi.
“Hala gitmedin mi?”
diye sordu. Abisi Jiwon’a ‘o bırakmadı’ dercesine baktı.
“Neden çağırmışlar
seni?” Wonsik yüzünde bambaşka yönlere çekilebilecek bir gülümsemeyle önce
kardeşine, ardından Jaehwan’a baktı.
“Abi sen artık git.”
Aniden üçünün arasında buz gibi bir rüzgar esti sanki. Genç hanım abisinin
kolunu bırakıp muhafız abiye yaklaştı.
O sırada muhafız abi,
yüz ifadesini sabit tutmaya çalışıyordu. Bozulmamış gibi yapmaya çalışıyordu,
hatta bozulmadığını göstermek istiyordu. Onun istediği de buydu zaten, güvende
olacaklarsa birbirlerinden uzak durabilirlerdi. Bozulmamalıydı.
“Tamam. Şey… Kılıcımı…
İçerden…” Olmamıştı işte. Sesi titremişti, hücuma kalkan gözyaşları gözlerini
ağırlaştırdığı için bakışlarını çevirememişti bile.
“Ben getiririm.” Genç
kız içeri koşarken Jaehwan istemsizce birkaç adım geri gitti. İkisi baş
başayken birbirlerine bu kadar yakın olmamaları gerekiyormuş gibi hissetmişti.
Wonsik hep yere
bakıyordu artık. “İyisiniz, değil mi beyim?” sorusunu başını kaldırmadan eliyle
cevap vermişti.
Jaehwan bilmiyordu,
lakin başını kaldırırsa ağlamaya başlamaktan korkuyordu genç âlim. Abisi
kapıdan çıkarken ona dönüp bakmadığı için de yüreği sıkışıyordu.
***
Hana geldiğinden beri
banyodaydı. İçinde oturduğu su ılınmaya başlamıştı, böyle giderse soğuyana
kadar içinde kalacaktı.
Bu olan biteni aklı
almıyordu artık. Başlarda düşündükleriyle, şimdi düşündükleri o kadar farklıydı
ki… Gerçi şimdi düşünmüyordu bile. Sadece anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu?
Babasının daha rahat
yaşayabileceği günlerin hayaliyle gitmemiş miydi Cha Hakyeon’un peşinden? Her
söylediklerine tamam dememiş miydi? Evet, beklentisi çok yüksek değildi belki.
Ama içten içe inanmıştı o da.
Sonra ne olmuştu? Tabii
ya. Âşık olmuştu. Türkülerde bile demezler miydi, âşık olanın yolu yol değildi.
Gözü görmezdi ki insanın. Hatalar yapmıştı. Düşünmeden yürümüştü. Korkmamıştı,
salak gibi. Tek başına yaşamamıştı aşkını, belki de bu yüzdendi cesareti. Buna
rağmen ortada bırakılmıştı. Kullanıp atılmıştı. Hala kullanılıyordu.
Hala dava için miydi bu
fedakârlıklar? Dava için mi bırakmıştı kendini düşünmeyi? Hayır, dava onun için
Doyeon’u kırmızılar içinde hanedana takdim ettikleri gün bitmişti. Aslında hiç
başlamadığını anlamıştı o gün. Bundan sonrası yalnızca Doyeon içindi. Doyeon
hala inandığı bu davada yalnız kalmasın diye… Onun için bu davanın kendisinden
daha önemli oluşu bile mühim değildi. Sadece yanında durmak istiyordu,
gerekirse arkasında.
Ama bugün… Bugün
Doyeon’un inandığı davadan bile söz edilemezdi. Dava kimse fark etmeden, davaya
inananlarla birlikte satılmıştı. Şimdi önemli olan neydi?
Ölmemek lazımdı artık,
kalanları korumak lazımdı. Elden başka bir şey gelir miydi?
İtiraf etmek
istemiyordu lakin elden gelen başka bir şey daha vardı. Lakin onu yapmayı
kendisine yedirebileceğini zannetmiyordu. Zamanını kaçırmıştı, şimdi olmazdı.
Hanın ötesinde oynayan çocukların seslerini duyunca yeğenini hatırladı.
Hatıraları bastırmak
kolay değildi. Çektiği hasret hiç yardımcı olmuyordu. Çabaladı. Gözlerini
yumdu. “Hayır,” dedi kendi kendine. “Hayır. Hayır. Hayır!”
Sesi gittikçe
yükselirken kapının açıldığını duymadı.
“N’oluyor lan?”
Taekwoon yerinde
sıçradı. Suyun soğuk olduğunu, abisinin buz gibi yüzüne bakınca anladı ilk kez.
“Sen mi geldin abi?”
“Nedir bu halin?”
Her zamanki şeyleri
bahane etmek kolay olurdu. Daha fazla soru gelmezdi, herkes aynı hal içinde
diye anlayış gösterirdi abisi. Yine de bahane üretmek istemiyordu. Şu an, hayatının
bu noktasında Jaehwan’dan başka kim vardı ki onun yanında? Öz kardeşten farkı
yoktu.
“Şimdi ne yapacağız?”
diyebildi sadece. Abisi çoktan biliyor olabilir miydi? Gözleri doldu.
“Neyi ne yapacağız
Taekwoon? Bir bok anlamıyorum.” Sinirlerinin tepesinde olduğu anlaşılan kıdemli
kılıç ustası üstündekileri hızla çıkardı. Saçındaki çaputu çözerken suya
girmeye hazırlanıyordu ki kardeşinin tepkisiyle duraksadı.
“Su soğuk.” Delikanlı
ellerini kaldırmıştı. Sanki onu engellemesi suyla alakalı değildi de, uzak
durmasını istemesindendi. “Doyeon bir şey buldu abi.”
“Neymiş?”
“Bir mektup. O mektubu
bulmak elimizdeki son umudu kaybettirdi bize.”
“Bilmece gibi
konuşmasana lan.”
“Cha Hakyeon’a
gelmişti. Kızcağız da ne olduğunu anlamadan okuyuvermiş işte ne yapsın…”
“Kısa kes be oğlum.”
“Vekil Efendi’denmiş…”
“Haa şu tehditlerle
dolu mektuplardan biri mi yine?” Güldü. “Ben de bir şey oldu sandım.”
“Hayır abi. O tehdit
mektupları tehdit mektubu değilmiş aslında. İşbirliğine dair mektuplarmış. O
ihtiyar… Bizi… Kızını satmış abi.”
Taekwoon bu kelimeleri
hayatı boyunca kolayca söyleyebileceğini düşünmemişti. Ama sanki kahvaltıda ne
yediğini anlatır gibi çıkıvermişlerdi ağzından işte. İnsan uyuşunca böyle
oluyordu herhalde. Yine de tamamen kayıtsız değildi, Jaehwan’ın yüz ifadesi
nefesini kesti bir an için.
“Bir daha söyle. Ne
yapmış dedin?”
“Veliaht Prens’i bile
kandırmış. Hayır, kandırdığını sanıyor.”
Prens’in adını duyunca
delikanlının hiç beklemediği bir tepki verdi, çenesine yapıştı. “Ne demek
kandırdığını sanıyor! Majesteleri bile duymuş mu! Bir tek biz mi bilmiyoruz!”
Dişlerinin abisinin
güçlü eliyle sıkılmasına aldırmadan “Evet,” dedi. “Joseon’un aptalları… Biz,
Alim Cha’nın yaverleri…”
“Taekwoon! Ağzından
çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Başımıza neler gelebileceğinin farkında mısın
sen!” Kardeşini bırakıp giyinmeye koyuldu.
“Ben de korkuyorum abi.
Ne yapacağımızı bilmiyorum. Aklım çalışmıyor artık. Aslında Doyeon’un okuduğu
mektupta beni-”
Lafını bitirmesine
müsaade etmeden, pantolonunu ayağına çektiği gibi dışarı fırladı. Taekwoon
birkaç saniye hafif aralık bıraktığı kapıya baktı.
“Beni istiyorlarmış,”
diye tamamladı lafını. İyiden iyiye soğuyan suya başını daldırdı.
***
Kim Wonsik mektebin
sundurmasında oturmuş, talebe sayısının epey azaldığını düşünüyordu. Düşünmesi
gereken diğer mühim meseleyi aklının bir başka tarafına koymuştu. İçinde, adeta
kusmuk gibi, yükselip gırtlağına kadar gelen haksızlığa uğramışlık duygusunu
bastırmaya çalışıyordu.
Âlim Cha orada değildi.
Genç adam bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar veremiyordu. Yüzünü görse bazı
şeyleri daha kolay sindirebilir miydi? Böyle bir şeyin mümkün olduğunu
sanmıyordu. Haksızlık hissiyle ihanetin yakıcı hissi onu paramparça ediyordu.
Yapayalnız kalmıştı, en nihayetinde.
Aslında neden hemen
mektebe geldiğini kendisi de bilmiyordu. Evdekilerden kaçmak istemişti belki
de, yalnız kalmak istemişti. Bir zamanlar ikinci evi bildiği bu mektepte yalnız
kalmak nasıl da kolaydı şimdi. Yalnız kendisi için mi böyle değişmişti her şey,
gerçekten merak ediyordu.
Gözlüklerini çıkardı,
burnunun kemerini ovuşturdu. Görmek de istemiyordu artık. Ömrünün yarısından
fazlasının geçtiği şu avlu yok olsun istiyordu. Bencilceydi belki ama her şey
durulana kadar bari şu oturduğu sundurmayı olsun yenine saklayıp korumak
istiyordu.
Her şey durulabilecek
miydi sahiden? Her zaman içinde bir korku vardı bu ihtimale karşı, lakin
gerçekleşeceğine hiç inanmamıştı.
Hazırlanan gözyaşları
akmasın diye gözlerini kapattı. Başı dönüyordu, kalbi çarpıyordu, terliyordu.
Babasının izinden gideceğine belki asker olmalıydı. O zaman kılıcını savurup
hiç olmazsa ailesini koruyacak gücü olurdu.
Sahi babasına ne
diyecekti? Ona her zaman bu yoldan uzaklaşması gerektiğini hatırlatan adama,
sarayın merdivenlerini tırnaklarıyla kazıyarak çıkan adama ne diyecekti? Çoktan
duymuş bile olabilirdi gerçi. Hangisi daha iyiydi onu da bilmiyordu.
Göz kapaklarını
bastırmasına rağmen kurtuldu damlalar, yanaklarından süzüldüler. Ellerini
yüzüne kapattı. Biri görürse nasıl açıklardı?
Sakinleşmeye çalışırken
birliğe girdiğinden beri âlim kardeşlerinin ondan nasıl uzaklaştığının idrakına
vardı. Tıpkı öz kardeşi yerine koyduğu Prens Sanghyuk ve Hongbin’in ondan
uzaklaşması gibi… Çünkü artık o iki tarafa da ait değildi. Korunmaya ihtiyaç
duyulmayacak kadar uzak, lakin zarar görebilecek kadar yakındı herkese.
Ortadaydı. Yapayalnızdı.
Kinlenmek istemiyordu.
Kızmak istemiyordu. Haksızlığa, ihanete uğradığını düşünmek istemiyordu. Tüm
bunların olacağını hesap ederek başladığını söylemek istiyordu, güçlü durmak
istiyordu.
Nasıl yapacaktı ki? O
sabah Jaehwan’a gitmesini söylediğinde yüzünde oluşan ifade canlandı gözünün
önünde. Belki de tutunabileceği tek dalı da böylece kırıvermişti işte. Başka
seçeneği yoktu. Onu da yanına çekerse her şeyi iyice berbat edecekti.
Çekmese bile yeterince
zarar görecekti zaten. Sadece o değil, hepsi. Hem de kendisi yüzünden… Wonsik
taraf seçmek istemiyordu. Kendisinden beklenen bu soğukkanlılık onda yoktu. Bir
insandan fazlası değildi. Seven, güvenen ve üzülen bir insan… Emredileni yapması
gereken bir insan… Çok geç olmadan kaçması gereken bir insandı belki de. Lakin
artık çok geç olmuştu.
Gözyaşlarını koluna
silmeye çalışırken toprağa sürten ayak sesleri duydu. Artık kalkıp gitmeliydi.
Gözlüğünü takarken gökyüzünde beliren kara bulutları gördü. Bir an önce yağsa
diye düşündü.
Hızlı ayak seslerinin
sahibi onu omzundan yakalayıp çekmeye başladığında henüz kafasından
çıkamamıştı, korktu. Debelenip kurtulmaya çalıştı.
Başını kaldırdığındaysa
Jaehwan’ı gördü. Yüzünde öfkeli ve endişeli bir ifadeyle onu kuytu bir yere
götürmeye uğraşıyordu.
“Abi,” dedi sessizce. “Neden…”
Mektebin ambarına
girdiler. Genç adam dizlerinde derman kalmadığını fark edince iyice duvara
yaslandı, abisi kapıyı sertçe kapatınca yine korktu. Tekrar ona seslendi:
“Abi…”
Jaehwan ona
bakamıyordu. Arkasını dönmüş, derin nefesler alıyordu. Elinden her an bir kaza
çıkacakmış gibi gözüküyordu. Wonsik onu yumuşatmak için tekrar seslenmeyi
düşündü. Tam o anda kendisine bakınca vazgeçti.
Kılıç ustasının iri
kemikli eli başının hemen yanından geçip duvara vurunca içi titredi. “NEDEN
BANA SÖYLEMEDİN! NEDEN!”
Sesi öyle yüksekti ki,
saklanmış olmalarının bir anlamı yoktu. Mektebin her yerinden, hatta saraydan
bile duyulmuş olabilirdi.
“Abi,” dedi yine. Sesi
de titriyordu. Jaehwan’ın kıyafetlerini rastgele giymiş olduğunu o an fark
etti.
“Biz dostuz diye sen
demedin mi! Zora sıkışınca ne diye ilk önce beni fırlatıp atıyorsun! Yalan
mıydı? Sadece ortak mıydık biz? Söyle hadi. Konuş Kim Wonsik! Böyle bir başına
ne yaptığını zannediyorsun!”
Genç adam ne diyeceğini
bilemiyordu. Korkusu yerini rahatlamaya, ardından pişmanlığa bırakmıştı.
Öfkeden deliye dönen abisine sıkıca sarılmakta buldu çareyi. “Jaehwan Abi,”
dedi hıçkırıklarının arasından. Başını omzuna gömdü. “Özür dilerim. Yardımını
isteyemediğim için özür dilerim.”
Kendine gelmesi biraz
zaman alan kılıç ustası, kendisine dolanan kollara aynı şekilde karşılık verdi.
“Ağlama artık.”
“Çok korkuyorum.
Yapamayacağım abi. Ölürüm daha iyi.”
Jaehwan genç âlimi
kendisinden uzaklaştırıp yüzüne baktı. Anlayamamıştı. “Neyi yapamayacaksın?”
***
Kaynatmak üzere ateşin
üstüne koyduğu bir kazan suyun başındaydı. Yorulmuştu, sabah bir süre nefessiz
kalan ciğerlerinin havaya ihtiyacı vardı. Lakin o duman solumayı tercih
etmişti. Bütün gün ağlayan kızlarının bütün itirazına rağmen, sırf ateş
kokusunu alabilmek için gelmişti işte.
Şimdi aklından
geçenleri kendisini tanıyanlara söylese, hiçbiri inanmazdı. Hatta ömrünü
adadığı kocası bile… O, hayatı boyunca zavallı ciğerlerine bir kez bile temiz
hava çekmemişti. Buna rağmen hiç ama hiç öksürmemişti.
Bundan sonrası için
öksürmemek imkânsız sayılırdı. O ateşin başında otururken tüm düşündüğü artık
öylesi bir hayata cesaret edip edemeyeceğiydi.
Şimdi şu ateşi de
bohçasına katıp kızlarını tuttuğu gibi çekip gitse artık duman solumak zorunda
kalmadan yaşayabileceğini çok iyi biliyordu. Aslına bakılırsa onun temiz havaya
çıkmak için çok şansı olmuştu, bu fırsatları elinin tersiyle itmek için bir
saniye bile düşünmemişti. Bu defa böylesine uzunca duraksamasının sebebi, birbirlerine
sımsıkı sarılıp ağlaya ağlaya uyuyakalan kızlarını zehirlemek üzere olduğunu
fark etmesiydi. Âşık olduğu dumandan ayrılmamak için bunu yapmayı göze alabilir
miydi?
Su kaynamıştı. Ne
yaptığını, neden yaptığını düşünmeden kalkıp kazanı ateşten almaya yeltendi.
Ellerinin yanmasını engelleyecek hiçbir şey yapmadan dokundu.
Kendi bağırışını
duymadan önce evden telaşla fırlayıp eteklerine takıldığı için sundurmadan
yuvarlanan büyük kızının sesini duydu. Ona doğru dönüyordu ki gözlerinden
süzüldüğünü fark etmediği gözyaşlarının arasından hemen arkasında duran uzun
boylu delikanlıyı gördü.
“Hoş geldin,” dedi gayriihtiyari, kendisini de şaşırtarak. “Ben de seni bulmayı düşünüyordum.”
“Hoş geldin,” dedi gayriihtiyari, kendisini de şaşırtarak. “Ben de seni bulmayı düşünüyordum.”