Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

6 Şubat 2018 Salı

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #24

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Doyeon ağrıların getirdiği yorgunlukla odasında birkaç saat uyuklamıştı. Hiç ağlamamıştı, hiç bağırmamıştı. Bağırmamak için sıktığı dişleri de kanayan bacakları kadar ağrıyordu. İçliğinde kırmızı lekeler vardı.
Daha önce çok dayak yemişti, lakin hiçbiri kanını akıtacak kadar sert olmamıştı. Kendini rahatlatmak için artık işkenceye bile dayanabileceğini düşündü. Sonra aklına, işkence çekmeye çok yakın olduğu geldi. Uyurken rüyasında bacaklarını kızgın demirle dağladıklarını gördü.
Annesi gelmişti. Uyandırmadan bacaklarına pansuman yapmaya çalışıyordu. Doyeon zorla araladığı gözkapaklarının arasından, kadının gözlerinde birikmiş yaşları gördü. Yüzündeyse ağlayan birinin ifadesi yoktu, daha çok öfkeli gibiydi.
Genç kız durumun farkına varır varmaz, üzerindeki yorgunluğu atıp ayağa kalkmaya çalıştı. Annesi kolunu yakalayıp onu tekrar yatırmak istedi.
“Bırak beni,” dedi Doyeon güçsüz bir sesle.
“Kımıldama.”
Bir an olduğu gibi bırakmak istedi. Sadece birkaç dakikalığına şu gergin siyah çarşafın ortasına beyaz bir nokta kondurmuş gibi, bir noktacık da olsa rahatlamak istedi. Yapamazdı.
Son gücüyle doğruldu ve annesinin kucağındaki küçük çanağa vurup savurdu. Çanağın parçaları ve içindeki otlar etrafa saçıldı.
“Cha Doyeon!”
“Artık Cha ailesinin kızı olmadığımı kesin bir şekilde ifade etmiştim, Hyeyeong Hanım.”
“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin!” Kadın dehşete düşmüş gibi bakıyordu. “Neyin öfkesi bu! Biz senin aileniz!”
“Beni büyüten aile böyle bir aile değildi. Sizin aile anlayışınız bambaşka görüyorum ki.”
“Doyeon’um. Annen sana demedi mi istemiyorsan karşı çıkacağım diye? Evlenmek istemiyorsan baştan söyleseydin ya yavrum, neden şimdi böyle yapıyorsun?”
Genç kız kendisiyle dalga geçildiği düşüncesine daha fazla dayanamayıp ayağa kalkmaya çalıştı. Yine kaçmaya gücü yoktu, ama en azından annesinin gelemeyeceği bir yere gitmek istiyordu.
“Tamam, özür dilerim. Mesele buysa özür dilerim Doyeon. Ama çocuk gibi davranma artık lütfen.” Hyeyong Hanım kızına sarılmak için kollarını uzattı.
“Asıl sen bana çocuk gibi davranma. Hiçbir şeyden haberim yok sanıyorsun. Her şeyi öğrendim. Benden uzak durun artık!”
“Ne diyorsun? Neyi öğrendim diyorsun, hiçbir şey anlamıyorum.”
İkisinin de aklını başına toplamaya çalıştı birkaç saniyelik sessizlikte evin büyük kızının ayak sesleri duyuldu, kapının önünden geçiyordu. Doyeon zamanlamanın mükemmel olduğunu düşündü, bir taşla iki kuş vuracaktı.
“Senin kocan olacak o adam… Ortadan kaldırmak için yola çıktığı düşmanlarıyla birlik olmuşken; beni kralın, kraliçelerin, prenslerin, prenseslerin, vekillerin, herkesin önünde rezil ettikleri o gün bile ellerinden tutmuşken nasıl olur da ona baba diyebilirim? Bu mu aile dediğiniz! İnsan öz kızına yapar mı bunu!”
Bas bas bağırmaya nefesi yetmemiş olsa da dışarıdan gelen silik çığlık sesi, amacına ulaştığını göstermişti. Hissettiği tatmin yüzüne yansımasın diye savaşırken annesine döndü. Başına bir şey düşmüş gibiydi kadın, biri dokunsa ölecekmiş gibi gözüküyordu.
Gözünde bekleyen yaşlar nihayet süzüldüler. Doyeon annesinin bir süredir nefes alamadığını fark ettiğinde içinde bir şeylerin yandığını hissetti. Bacaklarının acısına rağmen dizlerinin üstüne oturdu. Ellerini annesinin yüzünün iki yanına koydu.
“Anne,” dedi panikle. Sesi titriyordu. “Özür dilerim. Bilmediğini bilmiyordum anne. Özür dilerim. Lütfen nefes al. Bana bak anne.”
Kapı açıldı. Yüzü bembeyazdı, lakin dili çalışıyordu. “Anne,” dedi o da. “Kendine gel.”
Hyeyeong Hanım’ın yüzünün rengi de gitmeye başlıyordu ki derin bir nefes aldı. Kendini kontrol altına alamadan hıçkırmaya başladı. Kızlarına kollarını dolarken Âlim Efendi’nin o anda evde olmayışına şükrediyordu.
***
Jaehwan, Wonsik’in peşinden çıkıp hana gitmek istemişti. Jiwon izin vermedi. İzleyen biri varsa dikkat çekeceğini söyledi. Birlikte resim yapmayı teklif etti.
Bütün sabah ellerinde fırçalarla oturup durdular. Tek bir çizik bile atamadıkları gibi, iki çift laf etmek de kolay olmadı. Aslında söylenenler arasında hiç akıldan çıkmayan tek bir şey vardı: “Lütfen abimi koruyun, Muhafız Abi.”
Jiwon hiç ağlamamıştı bunu söylerken. Lakin sesi ağlar gibi çıkmıştı. Ağlamak yerine elindeki fırçayı yeşil boyaya batırıp ufak noktalar kondurmuştu kâğıdın üstüne. Jaehwan bir süre onun sakince hareket eden elini izlemiş, ardından cevap vermek yerine kendi fırçasını kırmızı boyaya batırıp kendi kâğıdına boylu boyunca bir çizgi çekmişti. Bu, tamam demekti.
Kafalarını kaldırıp birbirilerine gülümsedikleri anda kapı açılmıştı. Yüzünde koyu bir gölge, omuzlarında neredeyse görünür yüklerle eve yürürken kardeşiyle Jaehwan dayanamayıp kalkmışlardı. Kendisini böyle heyecanla karşılamalarından etkilenmemiş gibiydi.
“Hala gitmedin mi?” diye sordu. Abisi Jiwon’a ‘o bırakmadı’ dercesine baktı.
“Neden çağırmışlar seni?” Wonsik yüzünde bambaşka yönlere çekilebilecek bir gülümsemeyle önce kardeşine, ardından Jaehwan’a baktı.
“Abi sen artık git.” Aniden üçünün arasında buz gibi bir rüzgar esti sanki. Genç hanım abisinin kolunu bırakıp muhafız abiye yaklaştı.
O sırada muhafız abi, yüz ifadesini sabit tutmaya çalışıyordu. Bozulmamış gibi yapmaya çalışıyordu, hatta bozulmadığını göstermek istiyordu. Onun istediği de buydu zaten, güvende olacaklarsa birbirlerinden uzak durabilirlerdi. Bozulmamalıydı.
“Tamam. Şey… Kılıcımı… İçerden…” Olmamıştı işte. Sesi titremişti, hücuma kalkan gözyaşları gözlerini ağırlaştırdığı için bakışlarını çevirememişti bile.
“Ben getiririm.” Genç kız içeri koşarken Jaehwan istemsizce birkaç adım geri gitti. İkisi baş başayken birbirlerine bu kadar yakın olmamaları gerekiyormuş gibi hissetmişti.
Wonsik hep yere bakıyordu artık. “İyisiniz, değil mi beyim?” sorusunu başını kaldırmadan eliyle cevap vermişti.
Jaehwan bilmiyordu, lakin başını kaldırırsa ağlamaya başlamaktan korkuyordu genç âlim. Abisi kapıdan çıkarken ona dönüp bakmadığı için de yüreği sıkışıyordu.
***
Hana geldiğinden beri banyodaydı. İçinde oturduğu su ılınmaya başlamıştı, böyle giderse soğuyana kadar içinde kalacaktı.
Bu olan biteni aklı almıyordu artık. Başlarda düşündükleriyle, şimdi düşündükleri o kadar farklıydı ki… Gerçi şimdi düşünmüyordu bile. Sadece anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu?
Babasının daha rahat yaşayabileceği günlerin hayaliyle gitmemiş miydi Cha Hakyeon’un peşinden? Her söylediklerine tamam dememiş miydi? Evet, beklentisi çok yüksek değildi belki. Ama içten içe inanmıştı o da.
Sonra ne olmuştu? Tabii ya. Âşık olmuştu. Türkülerde bile demezler miydi, âşık olanın yolu yol değildi. Gözü görmezdi ki insanın. Hatalar yapmıştı. Düşünmeden yürümüştü. Korkmamıştı, salak gibi. Tek başına yaşamamıştı aşkını, belki de bu yüzdendi cesareti. Buna rağmen ortada bırakılmıştı. Kullanıp atılmıştı. Hala kullanılıyordu.
Hala dava için miydi bu fedakârlıklar? Dava için mi bırakmıştı kendini düşünmeyi? Hayır, dava onun için Doyeon’u kırmızılar içinde hanedana takdim ettikleri gün bitmişti. Aslında hiç başlamadığını anlamıştı o gün. Bundan sonrası yalnızca Doyeon içindi. Doyeon hala inandığı bu davada yalnız kalmasın diye… Onun için bu davanın kendisinden daha önemli oluşu bile mühim değildi. Sadece yanında durmak istiyordu, gerekirse arkasında.
Ama bugün… Bugün Doyeon’un inandığı davadan bile söz edilemezdi. Dava kimse fark etmeden, davaya inananlarla birlikte satılmıştı. Şimdi önemli olan neydi?
Ölmemek lazımdı artık, kalanları korumak lazımdı. Elden başka bir şey gelir miydi?
İtiraf etmek istemiyordu lakin elden gelen başka bir şey daha vardı. Lakin onu yapmayı kendisine yedirebileceğini zannetmiyordu. Zamanını kaçırmıştı, şimdi olmazdı. Hanın ötesinde oynayan çocukların seslerini duyunca yeğenini hatırladı.
Hatıraları bastırmak kolay değildi. Çektiği hasret hiç yardımcı olmuyordu. Çabaladı. Gözlerini yumdu. “Hayır,” dedi kendi kendine. “Hayır. Hayır. Hayır!”
Sesi gittikçe yükselirken kapının açıldığını duymadı.
“N’oluyor lan?”
Taekwoon yerinde sıçradı. Suyun soğuk olduğunu, abisinin buz gibi yüzüne bakınca anladı ilk kez.
“Sen mi geldin abi?”
“Nedir bu halin?”
Her zamanki şeyleri bahane etmek kolay olurdu. Daha fazla soru gelmezdi, herkes aynı hal içinde diye anlayış gösterirdi abisi. Yine de bahane üretmek istemiyordu. Şu an, hayatının bu noktasında Jaehwan’dan başka kim vardı ki onun yanında? Öz kardeşten farkı yoktu.
“Şimdi ne yapacağız?” diyebildi sadece. Abisi çoktan biliyor olabilir miydi? Gözleri doldu.
“Neyi ne yapacağız Taekwoon? Bir bok anlamıyorum.” Sinirlerinin tepesinde olduğu anlaşılan kıdemli kılıç ustası üstündekileri hızla çıkardı. Saçındaki çaputu çözerken suya girmeye hazırlanıyordu ki kardeşinin tepkisiyle duraksadı.
“Su soğuk.” Delikanlı ellerini kaldırmıştı. Sanki onu engellemesi suyla alakalı değildi de, uzak durmasını istemesindendi. “Doyeon bir şey buldu abi.”
“Neymiş?”
“Bir mektup. O mektubu bulmak elimizdeki son umudu kaybettirdi bize.”
“Bilmece gibi konuşmasana lan.”
“Cha Hakyeon’a gelmişti. Kızcağız da ne olduğunu anlamadan okuyuvermiş işte ne yapsın…”
“Kısa kes be oğlum.”
“Vekil Efendi’denmiş…”
“Haa şu tehditlerle dolu mektuplardan biri mi yine?” Güldü. “Ben de bir şey oldu sandım.”
“Hayır abi. O tehdit mektupları tehdit mektubu değilmiş aslında. İşbirliğine dair mektuplarmış. O ihtiyar… Bizi… Kızını satmış abi.”
Taekwoon bu kelimeleri hayatı boyunca kolayca söyleyebileceğini düşünmemişti. Ama sanki kahvaltıda ne yediğini anlatır gibi çıkıvermişlerdi ağzından işte. İnsan uyuşunca böyle oluyordu herhalde. Yine de tamamen kayıtsız değildi, Jaehwan’ın yüz ifadesi nefesini kesti bir an için.
“Bir daha söyle. Ne yapmış dedin?”
“Veliaht Prens’i bile kandırmış. Hayır, kandırdığını sanıyor.”
Prens’in adını duyunca delikanlının hiç beklemediği bir tepki verdi, çenesine yapıştı. “Ne demek kandırdığını sanıyor! Majesteleri bile duymuş mu! Bir tek biz mi bilmiyoruz!”
Dişlerinin abisinin güçlü eliyle sıkılmasına aldırmadan “Evet,” dedi. “Joseon’un aptalları… Biz, Alim Cha’nın yaverleri…”
“Taekwoon! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Başımıza neler gelebileceğinin farkında mısın sen!” Kardeşini bırakıp giyinmeye koyuldu.
“Ben de korkuyorum abi. Ne yapacağımızı bilmiyorum. Aklım çalışmıyor artık. Aslında Doyeon’un okuduğu mektupta beni-”
Lafını bitirmesine müsaade etmeden, pantolonunu ayağına çektiği gibi dışarı fırladı. Taekwoon birkaç saniye hafif aralık bıraktığı kapıya baktı.
“Beni istiyorlarmış,” diye tamamladı lafını. İyiden iyiye soğuyan suya başını daldırdı.
***
Kim Wonsik mektebin sundurmasında oturmuş, talebe sayısının epey azaldığını düşünüyordu. Düşünmesi gereken diğer mühim meseleyi aklının bir başka tarafına koymuştu. İçinde, adeta kusmuk gibi, yükselip gırtlağına kadar gelen haksızlığa uğramışlık duygusunu bastırmaya çalışıyordu.
Âlim Cha orada değildi. Genç adam bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar veremiyordu. Yüzünü görse bazı şeyleri daha kolay sindirebilir miydi? Böyle bir şeyin mümkün olduğunu sanmıyordu. Haksızlık hissiyle ihanetin yakıcı hissi onu paramparça ediyordu. Yapayalnız kalmıştı, en nihayetinde.
Aslında neden hemen mektebe geldiğini kendisi de bilmiyordu. Evdekilerden kaçmak istemişti belki de, yalnız kalmak istemişti. Bir zamanlar ikinci evi bildiği bu mektepte yalnız kalmak nasıl da kolaydı şimdi. Yalnız kendisi için mi böyle değişmişti her şey, gerçekten merak ediyordu.
Gözlüklerini çıkardı, burnunun kemerini ovuşturdu. Görmek de istemiyordu artık. Ömrünün yarısından fazlasının geçtiği şu avlu yok olsun istiyordu. Bencilceydi belki ama her şey durulana kadar bari şu oturduğu sundurmayı olsun yenine saklayıp korumak istiyordu.
Her şey durulabilecek miydi sahiden? Her zaman içinde bir korku vardı bu ihtimale karşı, lakin gerçekleşeceğine hiç inanmamıştı.
Hazırlanan gözyaşları akmasın diye gözlerini kapattı. Başı dönüyordu, kalbi çarpıyordu, terliyordu. Babasının izinden gideceğine belki asker olmalıydı. O zaman kılıcını savurup hiç olmazsa ailesini koruyacak gücü olurdu.
Sahi babasına ne diyecekti? Ona her zaman bu yoldan uzaklaşması gerektiğini hatırlatan adama, sarayın merdivenlerini tırnaklarıyla kazıyarak çıkan adama ne diyecekti? Çoktan duymuş bile olabilirdi gerçi. Hangisi daha iyiydi onu da bilmiyordu.
Göz kapaklarını bastırmasına rağmen kurtuldu damlalar, yanaklarından süzüldüler. Ellerini yüzüne kapattı. Biri görürse nasıl açıklardı?
Sakinleşmeye çalışırken birliğe girdiğinden beri âlim kardeşlerinin ondan nasıl uzaklaştığının idrakına vardı. Tıpkı öz kardeşi yerine koyduğu Prens Sanghyuk ve Hongbin’in ondan uzaklaşması gibi… Çünkü artık o iki tarafa da ait değildi. Korunmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar uzak, lakin zarar görebilecek kadar yakındı herkese. Ortadaydı. Yapayalnızdı.
Kinlenmek istemiyordu. Kızmak istemiyordu. Haksızlığa, ihanete uğradığını düşünmek istemiyordu. Tüm bunların olacağını hesap ederek başladığını söylemek istiyordu, güçlü durmak istiyordu.
Nasıl yapacaktı ki? O sabah Jaehwan’a gitmesini söylediğinde yüzünde oluşan ifade canlandı gözünün önünde. Belki de tutunabileceği tek dalı da böylece kırıvermişti işte. Başka seçeneği yoktu. Onu da yanına çekerse her şeyi iyice berbat edecekti.
Çekmese bile yeterince zarar görecekti zaten. Sadece o değil, hepsi. Hem de kendisi yüzünden… Wonsik taraf seçmek istemiyordu. Kendisinden beklenen bu soğukkanlılık onda yoktu. Bir insandan fazlası değildi. Seven, güvenen ve üzülen bir insan… Emredileni yapması gereken bir insan… Çok geç olmadan kaçması gereken bir insandı belki de. Lakin artık çok geç olmuştu.
Gözyaşlarını koluna silmeye çalışırken toprağa sürten ayak sesleri duydu. Artık kalkıp gitmeliydi. Gözlüğünü takarken gökyüzünde beliren kara bulutları gördü. Bir an önce yağsa diye düşündü.
Hızlı ayak seslerinin sahibi onu omzundan yakalayıp çekmeye başladığında henüz kafasından çıkamamıştı, korktu. Debelenip kurtulmaya çalıştı.
Başını kaldırdığındaysa Jaehwan’ı gördü. Yüzünde öfkeli ve endişeli bir ifadeyle onu kuytu bir yere götürmeye uğraşıyordu.
“Abi,” dedi sessizce. “Neden…”
Mektebin ambarına girdiler. Genç adam dizlerinde derman kalmadığını fark edince iyice duvara yaslandı, abisi kapıyı sertçe kapatınca yine korktu. Tekrar ona seslendi: “Abi…”
Jaehwan ona bakamıyordu. Arkasını dönmüş, derin nefesler alıyordu. Elinden her an bir kaza çıkacakmış gibi gözüküyordu. Wonsik onu yumuşatmak için tekrar seslenmeyi düşündü. Tam o anda kendisine bakınca vazgeçti.
Kılıç ustasının iri kemikli eli başının hemen yanından geçip duvara vurunca içi titredi. “NEDEN BANA SÖYLEMEDİN! NEDEN!”
Sesi öyle yüksekti ki, saklanmış olmalarının bir anlamı yoktu. Mektebin her yerinden, hatta saraydan bile duyulmuş olabilirdi.
“Abi,” dedi yine. Sesi de titriyordu. Jaehwan’ın kıyafetlerini rastgele giymiş olduğunu o an fark etti.
“Biz dostuz diye sen demedin mi! Zora sıkışınca ne diye ilk önce beni fırlatıp atıyorsun! Yalan mıydı? Sadece ortak mıydık biz? Söyle hadi. Konuş Kim Wonsik! Böyle bir başına ne yaptığını zannediyorsun!”
Genç adam ne diyeceğini bilemiyordu. Korkusu yerini rahatlamaya, ardından pişmanlığa bırakmıştı. Öfkeden deliye dönen abisine sıkıca sarılmakta buldu çareyi. “Jaehwan Abi,” dedi hıçkırıklarının arasından. Başını omzuna gömdü. “Özür dilerim. Yardımını isteyemediğim için özür dilerim.”
Kendine gelmesi biraz zaman alan kılıç ustası, kendisine dolanan kollara aynı şekilde karşılık verdi. “Ağlama artık.”
“Çok korkuyorum. Yapamayacağım abi. Ölürüm daha iyi.”
Jaehwan genç âlimi kendisinden uzaklaştırıp yüzüne baktı. Anlayamamıştı. “Neyi yapamayacaksın?”
***
Kaynatmak üzere ateşin üstüne koyduğu bir kazan suyun başındaydı. Yorulmuştu, sabah bir süre nefessiz kalan ciğerlerinin havaya ihtiyacı vardı. Lakin o duman solumayı tercih etmişti. Bütün gün ağlayan kızlarının bütün itirazına rağmen, sırf ateş kokusunu alabilmek için gelmişti işte.
Şimdi aklından geçenleri kendisini tanıyanlara söylese, hiçbiri inanmazdı. Hatta ömrünü adadığı kocası bile… O, hayatı boyunca zavallı ciğerlerine bir kez bile temiz hava çekmemişti. Buna rağmen hiç ama hiç öksürmemişti.
Bundan sonrası için öksürmemek imkânsız sayılırdı. O ateşin başında otururken tüm düşündüğü artık öylesi bir hayata cesaret edip edemeyeceğiydi.
Şimdi şu ateşi de bohçasına katıp kızlarını tuttuğu gibi çekip gitse artık duman solumak zorunda kalmadan yaşayabileceğini çok iyi biliyordu. Aslına bakılırsa onun temiz havaya çıkmak için çok şansı olmuştu, bu fırsatları elinin tersiyle itmek için bir saniye bile düşünmemişti. Bu defa böylesine uzunca duraksamasının sebebi, birbirlerine sımsıkı sarılıp ağlaya ağlaya uyuyakalan kızlarını zehirlemek üzere olduğunu fark etmesiydi. Âşık olduğu dumandan ayrılmamak için bunu yapmayı göze alabilir miydi?
Su kaynamıştı. Ne yaptığını, neden yaptığını düşünmeden kalkıp kazanı ateşten almaya yeltendi. Ellerinin yanmasını engelleyecek hiçbir şey yapmadan dokundu.
Kendi bağırışını duymadan önce evden telaşla fırlayıp eteklerine takıldığı için sundurmadan yuvarlanan büyük kızının sesini duydu. Ona doğru dönüyordu ki gözlerinden süzüldüğünü fark etmediği gözyaşlarının arasından hemen arkasında duran uzun boylu delikanlıyı gördü.
“Hoş geldin,” dedi gayriihtiyari, kendisini de şaşırtarak. “Ben de seni bulmayı düşünüyordum.”