Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

29 Aralık 2012 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Çekici Erkek Rehberi

Aslında bu blogu açarken kendime demiştim ki kimse okumasa da seni keşfetmese de umursamasa da olur, yalnızca yaz ve kimseye tek kelime etme. Zaten başlarda öyleydi, kimse fark etmemişti. Uzun zamandır yoğunluk yüzünden giremiyordum hesaba. Bir girdim ki ne göreyim! Onurlandırdınız bu küçük Mavi Kartozu'nu, teşekkür etmek istiyorum. Artık yalnız olmadığımı biliyorum, umarım hiçbir zaman da yalnız kalmam. 
Size minnettarım, bu yüzden benim için hazine değerinde olan, bir erkekte çekici bulduğum şeyleri paylaşma kararı aldım. Tabii çekici bulduğum erkekleri de... Paylaşmak derken, sadece okuyun lütfen. Gözümün önünde onları sevmeyin, kıskanırım sonra. Lütfen.
Başlamadan önce açıkça belirteyim ki içimde sakladığım edepsizlikten biraz bulaştırdım bu satırlara. "Bu kartozunu biz mavi bilirdik, milletin nelerine bakıyormuş," demeyin. Sizin de kimsenin bilmediği şeylere dikkat ettiğinizi biliyorum. Saklamayın, biz bizeyiz şurda. Mavileşiyoruz alt tarafı.
Evet, millet. Başlayalım mı?
  1. Çekik gözlü erkek. - Bu takıntımı bu zamana kadar anlamadığınızı söylemeyin bana.
  2. Kavruk tenli erkek. - Esmerim biçim biçim, ölürüm esmer için.
  3. Şarkı söylerken ya da konuşurken gırlatığı yırtılan erkek. - Nasıl anlatsam bilemedim, ama Okan Bayülgen'le Teoman'a çok oluyor ondan.
  4. Gitar çalarken kendini kaybeden, gitarın tellerini titretirken adeta zevkle titreyen erkek. - Evet, işte bu.
    Lee Jong Hyun - Gitarıyla bütünleşen adam
  5. Ne olursa olsun -şarkıya kendini kaptırmışken bile- çığlık atmayan erkek.
  6. Saçları dağılınca vahşi bir duygu uyandıran ama "Ayy çok şeker yaa!" dedirtebilen erkek. -İkili oynamak diye bana derdim, hadi bana ikili oyna.
  7. Dışı odun kabuğuyla kaplı, içi yumuşak şekerle dolu erkek. -Ağızda dağılır, tadı damakta kalır.
  8. Utanmaz bir çocuk gibi görünse de size baktığını fark ettiğinizde utanan erkek. -Bunu gözünüzde canlandırın diye resim aradım ama mutluluğun resmini ben çizemem.
  9. Bacakları uzun, kalçaları küçük olan erkek. -Kalça, evet.
  10. Shun Oguri gibi mesela. Burada saçları turuncu, evet. :(
  11. Az ama seksi gülümseyen erkek. - Bize de bekleriz.
  12. Kıskandırma çabası olmadan kıskandırabilen erkek. - Bak kıskandım şimdi.
  13. Omuz kasları ağlamaya müsait olan erkek. - Çünkü Mavi Kartozu ağlamayı sever.
  14. Kasları da en az yüzü kadar yakışıklı olan erkek. - (0_0) 
    Harry Shum Jr - Yey!
  15. Sokak ağzıyla konuşmayı âlâsıyla bilen, ama çok eğlenceli bir ortam olmadıkça kullanmayan terbiyeli erkek.
  16. Üzüldüğünü belli etmeyen erkek. - Çünkü dışı odun kabuğuyla kaplı, akıtamıyor dışa.
  17. Gözleri dolan ama ağzına edilmedikçe ağlamayan erkek. - Canım.
  18. Gözleri dolunca, gözaltları kısık ateşte pembeleşen erkek.
  19. Soğukta burnunun ucu kızaran erkek.
  20. Omza yatıp uyuyakalan erkek. - Tam izlemelik.
  21. Lolipop yerken seksi olan erkek. - Sadece kadınlarda mı seksi olduğunu düşünmüştünüz?
    Tekrar düşünün. - Rain
  22. Dudaklarını büzünce ondan doğacak olan beş kuşak torunun dahi onun güzellik genlerine sahip olacağını ve bu şekilde dünyadaki güzel insan sayısının artacağını düşündüren erkek. - Evet, evet! Seninle evlenirim!
  23. Tek koluyla sarılsa da sizi tamamen sarabilen erkek.
  24. "Senden daha uzunum," diye dalga geçebilecek kadar uzun olan erkek.
  25. Kafayı birden tutup göğsüne bastıran erkek. - Duygusal yakınlaşmaya bodoslama dalmak.
  26. Siz ağlayınca eli ayağına dolaşan, beceriksizleşen, bütün havasını kaybeden erkek. - Gözleri dolabilir, ağlayabilir; bu da çok güzel olabilir.
  27. Aşık olduğunu belli etmemeye çalışırken yüzüne gözüne bulaştıran ya da aksine hiç umursamadan aşık olduğunu itiraf eden ve her fırsatte dile getiren erkek. - İkisi de aşık olunası.
  28. Süslü konuşmak yerine, sade cümleler kurarak süslü konuşuyormuş gibi hissettiren erkek.
  29. Gizlice yaklaşıp ne olduğunu unutturacak şekilde bir şeyler fısıldayan erkek. - Troublemaker, diyebilir. Korece "İnan. Sonsuza kadar," diyebilir. Ağlarım ama o zaman. Olsun.
  30. Uzun parmaklı, damarları belirgin elleri olan erkek.
  31. Adem elması adeta "Öpmek bedava!" diye bağıran erkek.
  32. Gömlek üstüne kaza giyen erkek. - Bu tarzın ben de oluşturduğu hisler bambaşka.
  33. Takım elbise giydiğinde kendisini saatlerce izleme isteği uyandıran, ama aynı zamanda "Çıkar şunu üzerinden!" diye düşündüren erkek. 
  34. "Gizli edepsiz" tadında erkek.
  35. Gerektiğinde bağırıp çağıran, gerektiğinde susan erkek.
  36. Erkek nüfusunun fazla olduğu ortamlarda en az sizin kadar gerilen erkek.
  37. En çok sizinleyken gülen erkek.
  38. Ne kadar kötü bir gülüşü olursa olsun sizi de beraberinde güldüren erkek. -Tabiri caizse, anırsa bile tatlı, seksi gelir insana. 
...

Yaaa, işte böyle. Daha bu listenin uzayacağı var aslında. Belki başka bir zaman uzar. Ama şimdi küçük Mavi Kartozu, Dengeki Daisy okumaya gidiyor!
Ve size son maddeyi kendisi için tamamen karşılayan şu videoyu bırakıyor. 

Küçük bir mavi-dipnot: Eğer olur da yazıyı sonuna kadar okursanız katıldığınız yerleri belirtin ve ekleme yapın lütfen. Yapmazsanız da olur, canınız sağ olsun. :)
Mavi kalın! ^.^

25 Kasım 2012 Pazar

Mavi Sonlara Bayılırım! - Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti - Bölüm 2

Sanırım önce şununla başlamalıyım ve siz de dinlemelisiniz: 

Neslimin bir getirisi olarak ben de Alacakaranlık tutkunuydum, bir zamanlar. Manyak gibi her kitabı iki-üç kere okudum. Hatta her filmin/kitabın özel arşivi hala kayıtlı bilgisayarımda. Oyuncuların ve yazarın ve senaristin ve yönetmenlerin ve soundtrack sanatçılarının ve hatta -ilk film için- makyaj ekibinin bile bilgileri mevcut. Öyle böyle değildi yani bu saçmalığın boyutları. Stephenie Meyer'ın mükemmel, harika ötesi bir yazar olduğuna inanır, onun gibi yazmaya çalışırdım. -Lanet olsun!-
Sonra zamanla azaldı, hele Tutulma ve Şafak Vakti Bölüm 1'in kitaplara göre rezalet olduğunu gördükten sonra... Ama hiç son bulmadı. Böyle büyük bir manyaklık nasıl bir sene içinde yok olabilirdi ki?
Bugün bunu sona erdirmek için efsanenin son filmini izledim ve ilk kez efsane kelimesini hiç çekinmeden bu seriye yakıştırdım. Muhteşem bir finaldi! Harry Potter'cılar ne derlerse desinler, bu son Harry Potter'ınkinden bile daha iyiydi. 
Filmin eksilerini düşününce bir elin parmaklarını geçmiyor. Mesela Renesmee'nin bebeklik halleri animasyondan fırlamış gibiydi, ben tamamen büyüyene kadar onun orda olduğuna inanamadım. Ha bir de Charlie, Bella'yı görmeye geldiğinde hiçbir şey hissetmedim. Oysa kitapta o anki gerginlik elle tutulacak gibiydi. 
Her neyse... Ben en güzel sahneleri anlatmak istiyorum asıl.
Bella'nın Jacoba'a "Kızıma mı mühürlendin! Ona yalnızca bir kere dokundum Jacob, bir kere! Ve sen ona mühürlendin!" gibi şeyler söyleyerek saldırdığı sahneye bayıldım! Seth'in omzunu nasıl da kırdı ama, ah çok hoştu! Esme'nin engel olmak istemesi, Edward'ın iplememesi falan...
Jacob'ın Charlie'nin önünde kurda dönüştüğü sahne çok komikti. Bella ve Emmet'ın meşhur bilek güreşi sahnesi belki de en eğlenceli sahneydi. Alice'in Volturi'nin geldiğini gördüğü sahne... Alice ve Jasper'ın gittiği sahne...  Denali kuzenlerini ikna etme sahnesi... "Savaştan önce savaş hikayeleri anlatma" sahnesi ve Carlisle'ın ailesine bakarak korumam gereken şeyler var gibisinden bir şeyler söylemesi içimi sızlattı. Savaş sahnelerinde nefesimin hızlandığını bariz hissettim. Volturi gelir, kuşbakışı olarak kalabalıklar gösterilir. Bire karşı on gibiydiler ister istemez güldüm o sahnede. Irina öldürülünce Garret'ın Kate sarılıp elektrik şokuna rağmen onu bırakmaması... Aman Allah'ım, o adam aşk!


Alice'in gelip Aro'nun elini tuttuğunda her şey karmaşıklaşmaya başladı. O kitabı üç kere okuduğum için sahneleri ezbere biliyordum. Bir baktım ki Carlisle ölmüş: İnanılmaz bir şoktu. Sonra Seth, Jasper, Leah... Sırayla hepsi ölmeye başladı, Aman Allah'ım! "Hayır," dedim içimden. "Hayır, rüya olmalı." Sinirden ağlamaya başladım. Ağlamalarım meşhurdur bilirsiniz. Sonra birden hepsinin Alice'in görüsü olduğunu fark ettiğimiz o sahne geldi. Bütün salon kahkahalara boğulurken ben "Biliyordum!" diye tısladım. Nasıl rahatladım anlatamam size... Ah lanet olası senarist öldüm öldüm dirildim resmen...
Karakterlere gelince Alistair, Garret, Maggie, Benjamin ve Zafrina MÜKEMMEL seçilmişlerdi. Okurken aklımda ne canlandırdıysam o çıktı karşıma. Diğer bütün filmlerden daha iyi bir oyuncu seçimi vardı kesinlikle! O iki kibirli vampir, Vladimir ve Stefan'ı öyle düşünmemiştim. Beyazdan çok gri suratlı, yavaş hareket eden ve uzun saçlı karizmatik vampirler olarak düşünmüştüm onları. Olmadı, her neyse. 
Küçük bir ayrıntı ama J. Jenks çok şekerdi. 
Serinin en iyi oyunculukları bu filmdeydi kesinlikle. Cullen ailesinden en çok Emmet'ı sevdim bu defa. Annem çıkınca dedi ki "Bu Emmet da çok şeker bir çocukmuş." Evet anne, kesinlikle öyle. Renesmee, Aro'ya doğru giderken peşlerine Emmet takılınca içimden dedim ki "Yürü be aslanım!" Hehe.
Çok güzeldi, çok. Bella'nın geçmişlerini Edward'a göstermesi çok hoştu. Ha bi de toplu jenerik girmişler, filmde on dakikadan fazla gözüken herkesin ismi geçti, bayıldım. Bir de ağladım üstüne. Son filmi defalarca kez izleyeceğimi daha şimdiden biliyorum.

Filmin soundtracklerinden "Forgotten"la bitireceğim bu yazımı, bayıldım ben o şarkıya.
Ve... Eklemeden edemeyeceğim sanırım. Eğer ben bir vampir olsaydım, gözlerim gözbebeklerimin içine kadar mavi renkte olurdu. 
Mavi seyirler ~

19 Kasım 2012 Pazartesi

Mavi Satır Araları

Millet! Bilin bakalım sizin Mavi Kartozu'nuz ne yaptı? Yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı'na bomba gibi düştü!
"Yıllardır hayalini kurduğu" tanımlamasına takılmayın, İstanbul'da yaşamayan biri için bunu yapmak çok doğal. Ama artık İstanbul'da yaşadığıma göre hayal etmeyi bırakıp kendi gözlerimle görsem fena olmaz dedim. Yayınevlerinin standları arasında sevinçten zıplayan birini gördüyseniz muhtemelen o bendim. Yaşar Kemal'in üst raflardaki kitaplarına bakabilmek için parmak uçlarında yükselen o cüce de bendim, Pegasus Yayınları'nı çok geç gördüğü için ağlamak üzere olan bebek de... 
Kendimi kaybettim tüm o satırların ve insanların içinde. Paramı ucu ucuna yetiştirdim, üstelik bir sürü kitapta da aklım kaldı. Mavi parmak ve ayak izlerimi bırakmadığım yer kalmadı. Ayaklarım şişmiş, poşet taşımaktan ellerim kesilmiş bir şekilde döndüm eve. Ama hayatımın en keyifli zamanlarıydı o birkaç saat.
Ah ben hala şoku üzerimden atlatamadım, abartmıyorum, kaç senedir bunun hayalini kuruyorum bilemezsiniz! Hayatımın aşkını yakalayacağım günü bile bu kadar çok hayal etmemişimdir belki de... 
Ne demiş Marcel Proust: "Arzu, bir yazar için yararlıdır."
Yeni satırları ve satır aralarındaki mavilikleri arzulamaya devam! Hadi mavilikle kalın!

_____________________________

Mavi Kartozu şurayı mavileyecek:

21 Kasım 2012 Çarşamba / 18.30-19.30
Söyleşi: “Yerelden Sekülere Edeb ve Yazın Paradigmaları”
Konuşmacı: Osman Koca, Metin Ünlü, Fehmi Yakut
Düzenleyen: Beyan Yayınları :)

9 Kasım 2012 Cuma

Younique Unit - Mavi Adımların Çocukları

Hands up in the air, millet!
Biliyor musunuz, SM şirketine bağlı grupların kliplerini izlerken en çok dikkatimi çeken ana dansçıları olurdu. EXO'da Kai olmasaydı büyük bir eksiklik hissedilirdi, ya da SHINee'de Taemin, ya da Hyoyeon SNSD'de olmasaydı kliplerini izlemezdim muhtemelen. Düşüncelerim her zaman bu yöndeydi. SM'in dansçı seçmek konusundaki başarısı takdire şayan!
Lee Soo Man'dan pek haz etmesem de müthiş bir zekaya sahip olduğundan artık eminim. Çünkü o SM gruplarının omurgası olan dansçılarından altı kişilik bir ekip oluşturdu ve Younique Unit olarak çıkardı. Haber sitesinde okurken bu "dans ünitesi"nin üyelerinin adlarını gördüğümde yüzümün aldığı şekli tahmin bile edemezsiniz. Sevinçten ağlamakla kahkahalarla gülmek arasında kararsız kaldım.
Hyoyeon, Taemin, Kai, Henry, Eunhyuk ve Luhan! Ayrı ayrı izlerken öldüğüm, birlikte izlerken buharlaştığım insanlar. 


Şarkı çıkalı on gün falan oluyor sanırım, tam emin değilim. Açıkçası on gün de olsa geç fark ettiğim için üzülüyorum.
Klibi şimdiden onlarca kez izledim, içimdeki coşkuyu anlatamam. SM'den en çok sevdiğim insanlar bir arada daha ne olsun yahu!

Siz daha izlemediniz mi? O halde lütfen bir saniye daha geç kalmadan izleyin. Mavi eller havaya!

Mavi Kartozu'nun En Çok Mavilediği Dizi

Benim şu Uzakdoğu dizileri hakkında en emin olduğum şey bir Japon dram dizisinin sizi yerden yere vurup bütün umudunuzu yok edebileceği gibi, bir Kore dram dizisinin sizi gülümserken ağlatıp kalbinize umut verebildiğidir. 
Yani oturup "Bir Litre Gözyaşı" izlerseniz o gün gülümsemeyi unutmanız çok doğaldır, hatta benim gibi bitirip hemen arkasından tekrar başlayacak olursanız göz kuruluğu başlangıcı bile yapar. Hatta ve hatta içinizde yenilmesi güç bir çaresizlik baş gösterebilir, ellerin üşümesi, midede bir boşluk oluşması, dilde bir ekşilik ve tabii ki göz kenarlarını silmekten hafif hafif oluşan yara kabukları... 
Neden olur bütün bunlar? Çünkü dizi tamamen gerçektir, normal insan tepkisi verir herkes. Aşırı fedakarlıklar olmaz, bile bile yüzüstü bırakır insanlar. Ekerler, ağaç ederler. Susup arkasından konuşurlar. Çaresiz insanı bile çaresiz bırakılar, en sonunda pişman olurlar. Ulan yanlış yaptık derler, ama gel gör ki hayatın en acı gerçeklerinden biri tüm gerçekliğiyle orada serpilmiş yatar: Son pişmanlık fayda etmez.
Diziyi izlerken hayallere kapılıp gitmenize izin verilmez, aksine hayatın gerçeğini burnunuzun dibine sokup sizi utandırır.
Japonlar gerçekçi yaklaşıyorlar, ben bunu gördüm gerçekten. Hiçbir umut yoksa, yok. Geberelim gidelim ağlarken istiyorlar sanırım. 
Gerçi bu dizi üstünden yorum yapmak ne kadar doğru bilmiyorum, zaten gerçek bir olay bu. 

Tamamen kurgu değil, ama olsun be abi bu kadar da kaburga kırma stilinde ağlatılmaz ki bir insan. Hadi ilkinde neyse, üçüncü seferde de hala ağlıyor oluşum biraz fazla.
Her neyse, Korelilerden bahsedeceğim biraz da. Oturup "A Love To Kill"i izlediğinizde içinizde sizi mayıştıran bir hüzün olur, dalıp dalıp gidersiniz sıkça. Olayların ilerleyiş tarzı sebebiyle dalıp gitmeleriniz artabilir, hatta bundan kurtulmak için çevrenizdekilere "şöyle şöyle olunca, böyle böyle olması normal mi?" gibi üstü kapalı sorular sorabilirsiniz. İntikamlardan nefret edersiniz. Dizide fedakarlığın dozunu kaçıran insanları görünce dönüp şöyle bir yakınlarınıza bakarsınız. Diziyi izlerken hep "Keşke..." derseniz. Hayallere dalıp gidersiniz. Size içmeden sarhoş olma fırsatını verir.
Gözler şiş dolaşabilirsiniz birkaç gün, geceleri uyurken ağlatabilir bir de. Kar gördüğünüzde de üzülebilirsiniz son sahneden dolayı. Stresten yolunmuş sivilceler yüzünden kıpkırmızı olur suratınız. Hep bir üşüme hissi, bir yalnızlık, bir ürperme... Belinizden ensenize doğru adım atar gibi çıkan parmaklar varmış gibi hissedersiniz. 


Ama bir de umut vardır; çünkü Da Jung aşkından vazgeçerken umutludur ve Joon Sung kullanıldığını bile bile sırf kız mutlu olsun diye kendisini kullanmasına izin verir, hatta gariptir ki bir şekilde acısını bastıran bir umuda sahiptir.

İşte anladığınız ne demek istediğimi siz. Koreliler kötü bitse de umut veren sonlar yazmayı severler, Japonlarsa gerçek hayatta nasıl olursa onu. Ben iki türlüsünü de izlerim, severim, ağlarım. 

Peki benim en çok mavilediğim dizinin bu karşılaştırmayla ne alakası var? Eğer onun bu iki diziden biri olduğunu düşünüyorsanız, hayır, yanlış cevaptı. Eğer Japon-Kore ortak yapımı bir dizi olduğunu düşündüyseniz, işte bu, doğru cevap! 

O dizinin ismi: Tree of Heaven, yani Cennet Ağacı. Cennetten gelen bir umuda sarılırken, bir çam ağacının dalları arasında olduğunuzu hissettiren o muhteşem ötesi dizi! Başrolleri, senaristi, yönetmeni Koreli. Ama Japonya'da geçiyor ve Japon oyuncuları da var. 


Bir kere Tree of Heaven masumdur. Aşkı anlatışını Korelilerden aldığı çok bellidir, öyle masumdur ki sanki birazcık sert dokunsanız kırılmaktan öte yok olacakmış gibi gözükür. Burada da fedakarlıklar vardır, hatta fedakarlık üzerine kuruludur bu dizi. Olağanüstü bir fedakarlıkla biter. Tebessüm ettirir, ama ağladıktan sonra daha gözyaşlarınız kurumadan belli belirsiz bir dudak kıvrılmasından ibarettir bu. İçinizde hep kötü şeyler olacak hissi vardır.
Çaresizdir, çırpınır kendi kendine. İşte bu kısmını Japonların huyuna benzetirim ben, acısını adam gibi çeker o kız. Kahrola ola... Zaten o oyunculuğu Park Shin Hye'nin varoluş sebebi gibi. O kız ağladığında ben ağlamadan duramam abi. Düşünsenize bir de bu dizi çekildiğinde henüz 16 yaşında olmasına rağmen 20 yaşında bir kadını oynadı! Muhteşemdi, hep muhteşem kalacak. Mükemmel Japoncası ve Korecesine kattığı o eksiksiz aksanıyla tecrübesiz olduğum için ilk seferinde Japon sanmıştım bu masumiyet abidesini.
Ah her neyse, ondan bahsedersek övgülerim son bulmaz! 
Dizinin beşinci dakikasında ağlamaya başladım, ertesi gün güneş doğdu ve ben son sahneye kadar ağladım. Evet, tek bir gecede, bir solukta izledim. Ne Kore dizilerinin bir süre sonra kendini tekrar eden entrika döngüleri, ne de Japon dramlarının sürekli ağlamaktan yorup ara vermek ihtiyacı hissettiren acısı vardı. Umutlu bitti, ama umutsuz bıraktı. Asla böyle bir şeyi yaşamayacağımı bilerek ve bunu hayal bile etmeyerek bitirdim diziyi. Sonrasında tekrar tekrar izledim elbette. Bir Litre Gözyaşı'nı izlerken gözümün kenarında oluşan yara kabukları, bu defa burnumun etrafında da oluştu. Bir de size bir sır vereyim mi: Göz kuruluğunun başlamasına sebep olan dizi aslında buydu. 
A Love To Kill'deki dalıp gidişler, bu dizide uyanıkken rüya görmek olarak etki yaptı. Hayal etmedim, dizinin sahnelerinin gözümün önüne gelmesi bile bir anlık da olsa hayattan kopmama sebep oluyordu. 
En büyük yan etkisiyse kış vakti günlerce çorapsız dolaşmaktı. Haliyle dayanılmaz karın ağrıları da peşinden geldi. Ama buna değdi! Şimdi bile bazen kalbimin üşüdüğünü hissettiğimde çoraplarım olmadan dolaşıyorum. Çünkü bütün dizi boyunca karın üstünde çıplak ayakla dolaşan Yoon Suh, yani diğer başrolümüz Lee Wan, bunu dizide esas kızımıza şöyle açıklıyordu: "Ayakların üşümezse, kalbin üşür." Neresinden bakarsam bakayım, mantıklı bir tarafı yok, gariptir ki mantıklı bulamayışıma rağmen inanıyorum buna. Ve bu diziyi ne zaman izlesem çoraplarımı çıkarıyorum. Kalbim üşümesin diye... 


Dizinin son bölümünde son beş-on dakikada dökülen satırlar çok hoş, çok yaralayıcı. Ama en çok şu söz hoşuma gitmiştir: "Ayaklarım artık üşümüyor." Ne kadar da basit bir cümle değil mi? Benim için değil. Ayaklarımın üşümediği güne kadar bu diziyi izleyip duracağım.
Her ne kadar şu şarkı bana "Lütfen, yeter. Kalbim dur artık. Sürekli böyle yaparsan, acı verici olur," dese de...

 

Umarım siz de benden binlerce mavi yıldız almış bu dizinin kusursuz güzelliğine kapılmaktan kendinizi mahrum etmezsiniz. Odanın bir köşesine fırlatılmış mavi çoraplarıma selam olsun...

30 Eylül 2012 Pazar

Ronan: Mavi Gözlü Çocuk

Çok sıkı bir Taylor Swift hayranı değilimdir. Onu dinlerim çünkü sesi ve narin müziği rahatlatır, hiçbir endişe bırakmadan aklı temizler. Bu yeteneğine rağmen ne kadar mütevazi bir tavrı olduğundan da haberim var, bunu da takdir ederim. Ayrıca o kadar güzeldir ki resimlerine bakarken kıskanmayı bile unuturum.
Geçenlerde bir yerlerde Taylor Swift'in müzik listelerinde hit olmuş şarkılarını gösteren bir çizelgeye denk geldim. Güncel bir listeydi ve ilk ikiyi onun şarkıları kapmıştı. Şarkılardan birinin adı Ronan'dı.
Ronan... Acaba neyle ilgili, diye düşündüm. Oturup araştırdım. Şimdi Ronan yalnızca Taylor Swift'in ilk sıradaki şarkısı değil, o artık maviliklerle dolu bir hüzün.
Ronan 4 yaşındayken kanser yüzünden ölmüş bir minik. Bu miniğin annesi blog yazarı ve bloğunda oğlundan, onun verdiği savaştan bahsediyor. Anlaşılan o ki Maya denen bu kadın oğlunu deli gibi seviyor.


Taylor, bu ufaklık öldükten sonra kadının bloğunu okuyor ve çok etkilenerek onlar için bir şarkı yazıyor, kaydediyor, albümüne koyuyor, sonra kanserle savaşmak adına düzenlenmiş bir konserde söylüyor. Şarkının sözleri dokunuyor insana, melodisi kalp titretiyor. Ama asıl özelliği Taylor'ın kocaman yüreğinden dökülen bu şarkının dünyanın öbür ucundaki insanları bile ağlatabilmesi, bu çocuğun hikayesinin onu dilini bile bilmeyen kişilere ulaşabilmesi.
Mavi Kartozu bu şarkıyı dinlerken anlıyor ki hayat çok kısa ve... Taylor Swift dünyadaki en muhteşem insanlardan biri.
Şarkı arkadan çalıyor, ben de bunu yazıyorum. Ha bir de ağlıyorum sessizce.
Çünkü Taylor diyor ki;
"Ne olmuş senin giydiklerini saklıyorsam? İçinde büyüyemeceklerini?"


Taylor söylerken sesi titriyor, ağlamamak için kendini zor tutuyor. Zaten konser çıkışında da annesinin elini tutarak hüngü hüngür ağlıyor.
Kocaman bir kalbe sahip Taylor'a bütün maviliğiyle teşekkürlerimi gönderiyorum. Bizi mavi gözlü çocuk Ronan'la tanıştırdığı için...


9 Eylül 2012 Pazar

Nice Guy'ı Maviye Bulamak İstiyorum!

Son zamanlarda dram seven Koretaların çoğu deli gibi Nice Guy için gün saymaktalar. Nice Guy dediğimiz dizi başlamadan kendine muazzam ün yapmış bir KBS dizisidir.
Daha önce de söylediğim gibi KBS dizileri beni her zaman daha çok ağlatmıştır, buna rağmen son bölümlere doğru çiğnedikçe tadı kaçan şekerli sakızlara benzerler. Yine de Nice Guy için beklentilerim çook yüksek!
Konu itibariyle geçenlerde Kore'de ödül almış Ezel'e fazlasıyla benzese de onun gibi bir fiyaskoyla sonuçlanmayacağı ümidini taşıyorum.
Senaryoya göre ana karakter sevdiği kadının ihanetine uğrayıp iftirayla hapse giriyor. Sonra da suçsuz, masum ve bir o kadar da kırılgan bir kadını intikam almak için kullanıyor.
Song Joong Ki ya bu adam! Nasıl birini kullanabilir? O tombiş yanaklarıyla nasıl kötü adam olabilir? "Bu yanlış seçim!" dedim ilk kez adını gördüğümde. Sonra afişe bir baktım. Bu tatlı adamın karanlık bakışlar fırlatması hoş bir görüntü oluşturmamış mı sizce de? Tatlı-kötü çocuğumuzu izlemek için sabırsızlanıyorum!



Gördüğünüz gibi komedi deyince adı geçen My Girl gibi bir dizide kötü kadını oynayan Park Si Yeon burda da hiç çekinmeden kötü kadın oluvermiş işte.
Ah ve -tabii ya!- The Princess Man, It's Okay Daddy's Girl gibi dramaların vazgeçilmez saf, masum, ağlak kızı Moon Chae Won da burada. Bu rol için ne kadar da yakışmış öyle... Ama siz de fark ettiniz mi? Sözünü ettiğimiz iki dizide de tıpkı bu afişte takındığı yüz ifadesini takınmış. Yapımcıların hoşuna gitmiş olmalı!
Asıl sorunsa tanıtım yazısında "başarılı iş kadını" olarak adı geçen sevgili ağlak kızımızın Gumiho ve 49 Days'deki koma kızının beyaz elbisesinden giymiş olması. Bana pek de "başarılı iş kadını" gibi gelmedi, ne yazık ki! Daha çok her an aptalca tepkiler verebilecek ve sürekli "Et istiyorum!" diye bağırabilecekmiş gibi gözüküyor. Umarım bu fikrimi değiştirir yapımcılar... Çünkü böyle karanlık bakan bir adamın intikamına sürekli taş koyacak aptallıklar yapacağını düşünerek diken üstünde izlerim diziyi. Bu da sürekli olarak puan kaybetmesine sebep olur.
Her neyse... Dizi başlamadan kuruntularımla bunu mahvetmek istemiyorum.
Hadi bu yazıyı "İyi Çocuk"un bir fotoğrafıyla sonlandıralım. 12 Eylül'de Nice Guy'ı mavilemek dileğiyle!


3 Ağustos 2012 Cuma

Mavi Gözyaşlarına Yasak!

Ah ne yapsam bilemiyorum vallahi! Bir haftadır gözlerimde katlanılmaz bir ağrı var, orucun etkisiyle olsa gerek hiç katlanamıyorum bu ağrıya. Zaten kontrol zamanım da gelmişti, o vesileyle doktora gittim. Açıkçası bunun bir gün başıma geleceğini biliyordum, ama... Bu kadar erken olması, hatta tam da yaz tatiline -dram filmlerine yırtıcı bir hayvan edasıyla saldırdığım o kutsal vakte- denk gelmesi korkuttu, üzdü beni.
Gözlerimde kuruluk başlamış anacım!
Çok ağlıyorum, evet, kabul ediyorum. Hatta bazen o kadar çok ağlıyorum ki saatlerce başım ağrıyor. Ama seviyorum ağlamayı be. Bana hiçbir şey burnumu çeke çeke ağlamanın hazzını ve onun getirdiği rahatlamayı sağlayamaz. Ağlamak o derece değerli bir şey benim için. Bunları, sözlü olarak dile getirmeyip de reçeteme adeta "Ağlamak yasak!" yazan doktora söylüyorum. Ne yaptığınızın farkında mısınız sonsengnim? Bunun, bana değil de etrafımdakilere zarar verecek bir karar olduğunu göremiyor musunuz? Ağlayamazsam, beynimdeki fazlalıklar atılmadığı için aptallaşacağımı bilmiyor musunuz? Peki, evde çıkacak kargaşasadan haberiniz var mı?

Şu şekilde patlayacağım muhtemelen:


Ay her neyse... Şaka maka gözlerime çok değer veririm. Bu yüzden en azından bir süreliğine doktoru dinlemeye karar verdim. Ağlamaya ve gözlerimi bu kadar çok yormaya ara verecektim. Peki, verebildim mi? İşte orasını şu an kestiremiyorum.
Çünkü tam da bu sorun patlak verdiği gün ben Winter Sonata izlemeye başladım. (Kocaman alkış alayım!) Evet, şu insanların "Kalbim dayanmaz diye bıraktım" diye bahsettikleri dizi. Neden yaptım bilmiyorum, tamamen bir anda gelişen bir şeydi. Eh, hayırlısı olsun, birkaç gün sonra görme kaybı falan başlamazsa iyidir.
Yazıyı burada kesecektim, yapamıyorum. Çünkü bugün Gaksital'in yeni bölümünü izledim. Ağlamamak için kendimi tutuyordum. Taa ki... Başkan Jo'nun Gaksital kıyafetiyle kendini ortaya attığı ana kadar...


Sonra bi' baktım, Josonlu gençler de Başkan'a katılmış, herkes patır patır dökülüyor, "Kara Murat benim" etkisi oluyor. Ulan dedim, sizin gibi insanlar yok bu dünyada. Ne yaptım sonra? Ağladım. Evet. Ağladım, çünkü manevi değeri o kadar yüksek bir sahneydi ki artık ağlamamak için kulaklıkları çıkarıp gözlerimi kapatmayı bile denedim, ama tutamadım kendimi. Lider Damsari nasıl ağlamadı, ben ona şaştım gerçi.
Neyse, ondan sonraki sahneler biraz karıştı, polisler dayağa falan geçti. Gaksital gelsin diye bekliyoruz artık. Hooop...


Evet, o gördüğünüz bizim cazgır ajumma'mız. Sirkin sevgili annesi... Hain Shunji onu kalbinden vurdu! Gel de ağlama abi ya. Hadi gel de ağlama... Ağladım lan.

Yalnız şu an fark ettim ki beni en çok ağlatan diziler KBS'den çıkmış. Senaristler dram bağımlısı olsa gerek, benim gibi. Keşke ağlama hakkım elimden alınmasaydı da... Aaah, ah...
Benim yerime Joo Won oppa ağlasın bari.


Gözyaşlarınızın kıymetini bilin, mavi olmasalar bile!





30 Temmuz 2012 Pazartesi

#artıkgeçersiz T-ara Çalkantısı'na Mavi Bakışlar

BU YAZI MAVİ KARTOZU'NDA ONU YAZDIĞI ANDAKİ HİSLERİ YARATMIYOR OLUP GEÇERLİLİĞİNİ KAYBETMİŞTİR. 

T-ara'nın son günlerdeki olayı beni etkiledi açıkçası. Onları deli gibi takip etmesem de yeni şarkılarını bekleyip oynadıkları dizileri takip eden bir Queen'im. Grupta en çok Hyomin'le Jiyeon'u severim. Aralarındaki arkadaşlık hoşuma gidiyor, ayrıca Jiyeon gibi yaramaz insanlara da bayılıyorum. Grubun yeni şarkısını sürekli dinliyordum, yeni üyeleri de artık benimsemiştim. Açıkçası twitler hakkındaki haberi okuyana kadar kesinlikle böyle bir şey olacağını düşünmemiştim. Zaten o sıralarda Nickhun'un olayıyla ilgileniyordum. (Tam da onun üstüne böyle bir olay gelince ruhsal olarak çöktüm. :P)
Twitlerde bahsedilen azim eksikliğini Hwayoung'a yakıştıramadım, o yüzden onun için yazmadıklarını düşünerek avuttum kendimi. Ama olay büyüyünce oturup biraz araştırdım ve herkesin ona tavır aldığını fark ettim. Hwayoung sonradan gelen bir üye olduğu için normal olabileceğini de düşündüm. (Evet, kesinlikle acımasız bir düşünceydi.) Gerçi yaralanmasından sonra bunların olması da kızların suçuydu, o yüzden ne düşüneceğim konusunda kararsız kaldım. 
Bugün için saat saydığım bile oldu, şirketin açıklamasını çok merak ettim. Dürüst olmak gerekirse grubun dağılacağını düşündüm, kalbim bundan yanaydı. Çünkü bunca şeyden sonra gruptan üye eksiltseler de işe yaramayacağı açıktı.
Sabah uyanır uyanmaz "Hwayoung gruptan çıkarıldı" gibi bir manşet görmek sinirlerime nasıl dokundu bilemezsiniz.
CEO'nun "Grup üyeleri onun gitmesini istemiyordu" deyişine de hiç inanamadım. Çünkü twitlerde ve bu açıklamaların üstüne araştırıp bulduğum şeyler de açıkça onu hiç benimseyemedikleri belli oluyordu. 


Şu üstteki hareketli resim var ya, en çok canımı sıkanlardan biri buydu. Es geçilmek, görünmez muamelesi görmek... Ay ben mi çok duygusalım yoksa bu sahne gerçekten iç acıtıcı mı? 
Peki, grubun çevirmenliğini yapmış Japon çalışanın dedikleri? "Kızların yanında hiç konuşmadı, sessizdi. Ama bize hep güleryüzlü davrandı. En iyi etkiyi o bıraktı. Sanırım sevecen olanlar bu meslekte tutunamıyorlar." Vay canına!
Resmi açıklama gelene kadar kendime bile T-ara'nın suçlu olduğunu söylemeyeceğime dair söz vermiştim, ama bardak taştı bende. 
Öte yandan kalbim bütün bunların yeni üyelere yer açmak için planlanmış bir oyun olduğuna inanmam için ısrar ediyor. Gerçi öyle bile olsa, kızlar Hwayoung'a karşı çok ayıp etmiş oluyorlar ama... 
CEO'ya üzülüyorum ya. İlk olayı değilmiş bu, daha önce de yapmış böyle şeyler diye duydum. Bu defa yapamadı, orası ayrı. 
Bundan sonra T-ara ne derece sevilir, tartışmaya açık bir konu. Benim sevgim azalmadı desem yalan olur.
Yeni gelen üyeler de çok şanssızmış. Anti-fan sayısı, fan sayısını geçmek üzere olan bir gruba giriş yaptılar.
Her neyse...
Mavi Kartozu, T-ara'ya şans diler! Buna çok ihtiyaçları olacak.



29 Temmuz 2012 Pazar

Yaramaz Mavi Kartozu'na merhaba de!

Artık ben de blog yazıyorum!Davullar çalınsın, kırmızı halıdan çekilin, orası benim yerim!
Bu işe yazın başladığıma inanamıyorum, benim mevsimim kıştır aslında. Öyle olmak zorunda, çünkü bir kartozuyum ben, en mavisinden. Sıcaktan bir insanın bile eridiği günler de bedenimden damla damla düşen kar sularıyla yazıyorum bu satırları.
Bana göre kıymetli olan mavi düşüncelerimi dökmek istiyorum artık.
Yalnız başıma, mutlu, salaklık derecesinde saf olarak...
Bir merhabaydı yalnızca.
Bir de hediye getirdim. Hem de mavi! Yaşasın! :)