Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

9 Kasım 2012 Cuma

Mavi Kartozu'nun En Çok Mavilediği Dizi

Benim şu Uzakdoğu dizileri hakkında en emin olduğum şey bir Japon dram dizisinin sizi yerden yere vurup bütün umudunuzu yok edebileceği gibi, bir Kore dram dizisinin sizi gülümserken ağlatıp kalbinize umut verebildiğidir. 
Yani oturup "Bir Litre Gözyaşı" izlerseniz o gün gülümsemeyi unutmanız çok doğaldır, hatta benim gibi bitirip hemen arkasından tekrar başlayacak olursanız göz kuruluğu başlangıcı bile yapar. Hatta ve hatta içinizde yenilmesi güç bir çaresizlik baş gösterebilir, ellerin üşümesi, midede bir boşluk oluşması, dilde bir ekşilik ve tabii ki göz kenarlarını silmekten hafif hafif oluşan yara kabukları... 
Neden olur bütün bunlar? Çünkü dizi tamamen gerçektir, normal insan tepkisi verir herkes. Aşırı fedakarlıklar olmaz, bile bile yüzüstü bırakır insanlar. Ekerler, ağaç ederler. Susup arkasından konuşurlar. Çaresiz insanı bile çaresiz bırakılar, en sonunda pişman olurlar. Ulan yanlış yaptık derler, ama gel gör ki hayatın en acı gerçeklerinden biri tüm gerçekliğiyle orada serpilmiş yatar: Son pişmanlık fayda etmez.
Diziyi izlerken hayallere kapılıp gitmenize izin verilmez, aksine hayatın gerçeğini burnunuzun dibine sokup sizi utandırır.
Japonlar gerçekçi yaklaşıyorlar, ben bunu gördüm gerçekten. Hiçbir umut yoksa, yok. Geberelim gidelim ağlarken istiyorlar sanırım. 
Gerçi bu dizi üstünden yorum yapmak ne kadar doğru bilmiyorum, zaten gerçek bir olay bu. 

Tamamen kurgu değil, ama olsun be abi bu kadar da kaburga kırma stilinde ağlatılmaz ki bir insan. Hadi ilkinde neyse, üçüncü seferde de hala ağlıyor oluşum biraz fazla.
Her neyse, Korelilerden bahsedeceğim biraz da. Oturup "A Love To Kill"i izlediğinizde içinizde sizi mayıştıran bir hüzün olur, dalıp dalıp gidersiniz sıkça. Olayların ilerleyiş tarzı sebebiyle dalıp gitmeleriniz artabilir, hatta bundan kurtulmak için çevrenizdekilere "şöyle şöyle olunca, böyle böyle olması normal mi?" gibi üstü kapalı sorular sorabilirsiniz. İntikamlardan nefret edersiniz. Dizide fedakarlığın dozunu kaçıran insanları görünce dönüp şöyle bir yakınlarınıza bakarsınız. Diziyi izlerken hep "Keşke..." derseniz. Hayallere dalıp gidersiniz. Size içmeden sarhoş olma fırsatını verir.
Gözler şiş dolaşabilirsiniz birkaç gün, geceleri uyurken ağlatabilir bir de. Kar gördüğünüzde de üzülebilirsiniz son sahneden dolayı. Stresten yolunmuş sivilceler yüzünden kıpkırmızı olur suratınız. Hep bir üşüme hissi, bir yalnızlık, bir ürperme... Belinizden ensenize doğru adım atar gibi çıkan parmaklar varmış gibi hissedersiniz. 


Ama bir de umut vardır; çünkü Da Jung aşkından vazgeçerken umutludur ve Joon Sung kullanıldığını bile bile sırf kız mutlu olsun diye kendisini kullanmasına izin verir, hatta gariptir ki bir şekilde acısını bastıran bir umuda sahiptir.

İşte anladığınız ne demek istediğimi siz. Koreliler kötü bitse de umut veren sonlar yazmayı severler, Japonlarsa gerçek hayatta nasıl olursa onu. Ben iki türlüsünü de izlerim, severim, ağlarım. 

Peki benim en çok mavilediğim dizinin bu karşılaştırmayla ne alakası var? Eğer onun bu iki diziden biri olduğunu düşünüyorsanız, hayır, yanlış cevaptı. Eğer Japon-Kore ortak yapımı bir dizi olduğunu düşündüyseniz, işte bu, doğru cevap! 

O dizinin ismi: Tree of Heaven, yani Cennet Ağacı. Cennetten gelen bir umuda sarılırken, bir çam ağacının dalları arasında olduğunuzu hissettiren o muhteşem ötesi dizi! Başrolleri, senaristi, yönetmeni Koreli. Ama Japonya'da geçiyor ve Japon oyuncuları da var. 


Bir kere Tree of Heaven masumdur. Aşkı anlatışını Korelilerden aldığı çok bellidir, öyle masumdur ki sanki birazcık sert dokunsanız kırılmaktan öte yok olacakmış gibi gözükür. Burada da fedakarlıklar vardır, hatta fedakarlık üzerine kuruludur bu dizi. Olağanüstü bir fedakarlıkla biter. Tebessüm ettirir, ama ağladıktan sonra daha gözyaşlarınız kurumadan belli belirsiz bir dudak kıvrılmasından ibarettir bu. İçinizde hep kötü şeyler olacak hissi vardır.
Çaresizdir, çırpınır kendi kendine. İşte bu kısmını Japonların huyuna benzetirim ben, acısını adam gibi çeker o kız. Kahrola ola... Zaten o oyunculuğu Park Shin Hye'nin varoluş sebebi gibi. O kız ağladığında ben ağlamadan duramam abi. Düşünsenize bir de bu dizi çekildiğinde henüz 16 yaşında olmasına rağmen 20 yaşında bir kadını oynadı! Muhteşemdi, hep muhteşem kalacak. Mükemmel Japoncası ve Korecesine kattığı o eksiksiz aksanıyla tecrübesiz olduğum için ilk seferinde Japon sanmıştım bu masumiyet abidesini.
Ah her neyse, ondan bahsedersek övgülerim son bulmaz! 
Dizinin beşinci dakikasında ağlamaya başladım, ertesi gün güneş doğdu ve ben son sahneye kadar ağladım. Evet, tek bir gecede, bir solukta izledim. Ne Kore dizilerinin bir süre sonra kendini tekrar eden entrika döngüleri, ne de Japon dramlarının sürekli ağlamaktan yorup ara vermek ihtiyacı hissettiren acısı vardı. Umutlu bitti, ama umutsuz bıraktı. Asla böyle bir şeyi yaşamayacağımı bilerek ve bunu hayal bile etmeyerek bitirdim diziyi. Sonrasında tekrar tekrar izledim elbette. Bir Litre Gözyaşı'nı izlerken gözümün kenarında oluşan yara kabukları, bu defa burnumun etrafında da oluştu. Bir de size bir sır vereyim mi: Göz kuruluğunun başlamasına sebep olan dizi aslında buydu. 
A Love To Kill'deki dalıp gidişler, bu dizide uyanıkken rüya görmek olarak etki yaptı. Hayal etmedim, dizinin sahnelerinin gözümün önüne gelmesi bile bir anlık da olsa hayattan kopmama sebep oluyordu. 
En büyük yan etkisiyse kış vakti günlerce çorapsız dolaşmaktı. Haliyle dayanılmaz karın ağrıları da peşinden geldi. Ama buna değdi! Şimdi bile bazen kalbimin üşüdüğünü hissettiğimde çoraplarım olmadan dolaşıyorum. Çünkü bütün dizi boyunca karın üstünde çıplak ayakla dolaşan Yoon Suh, yani diğer başrolümüz Lee Wan, bunu dizide esas kızımıza şöyle açıklıyordu: "Ayakların üşümezse, kalbin üşür." Neresinden bakarsam bakayım, mantıklı bir tarafı yok, gariptir ki mantıklı bulamayışıma rağmen inanıyorum buna. Ve bu diziyi ne zaman izlesem çoraplarımı çıkarıyorum. Kalbim üşümesin diye... 


Dizinin son bölümünde son beş-on dakikada dökülen satırlar çok hoş, çok yaralayıcı. Ama en çok şu söz hoşuma gitmiştir: "Ayaklarım artık üşümüyor." Ne kadar da basit bir cümle değil mi? Benim için değil. Ayaklarımın üşümediği güne kadar bu diziyi izleyip duracağım.
Her ne kadar şu şarkı bana "Lütfen, yeter. Kalbim dur artık. Sürekli böyle yaparsan, acı verici olur," dese de...

 

Umarım siz de benden binlerce mavi yıldız almış bu dizinin kusursuz güzelliğine kapılmaktan kendinizi mahrum etmezsiniz. Odanın bir köşesine fırlatılmış mavi çoraplarıma selam olsun...

1 yorum:

  1. senin gibi bir solukta izleyip bitirmiştim. O günü hala hatırlarım yorganlar arasında soğukta izledim. Düşündüm tekrar izldim hüzünlendim tekrar izledim ama ayaklarım hep sıcak kaldı

    YanıtlaSil