Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Aralık 2017 Pazar

2017'nin çöp poşeti

Selam dostlar.
Epey uzun zaman oldu değil mi? Beni özlediniz mi? Ben sizi çok özledim. Ama bir şeyler artık eskisi gibi değil, artık bir oturuşta bütün kalbimi dökebildiğim bir güncel yazmak bana çok zor geliyor. Bu günceli yazmak için ikinci girişimim bu, hadi bakalım sonumuz hayrolsun.
Bu günceli geçirdiğimiz bu seneye bir bakış ve öğrendiklerimizle gurur duymak amacıyla yazıyorum. Pardon, öğrendiklerimle... Çünkü ben bu sene ne kadar yalnız olabildiğimi ve herkesin de aslında yapayalnız olduğunu, hayatlarımızı bir başımıza yaşadığımızı öğrendim.
2017'ye çok umutlu başlamıştım. Zorluklar ve acılar her sene vardır, bu sene de olacağını biliyordum. Hazırdım bazı şeyler için... Ama her zamanki gibi yetenekli, biricik hayatım yeniden hiç düşünmediğim bir taraftan uzanıp şaplağı atıverdi suratıma. Ve o kadar hızlıydı ki ne olduğunu anlamadım, anlamazken birkaç ağır tokat daha yedim, henüz ne olduğunu anlayabilmiş değilim üstelik. 
24 saat 42 dakika sonra yeni tokatlar yemek için yepyeni ve (belki?) tertemiz bir yıla başlayacağız. Yeniden umutluyum. Kötü şeyler olmayacağına dair umutlarım yok, kötü şeyler olsa da yeni bir yıla başlayabilecek gücüm kalacağına dair umudum var. Ne yaşarsam yaşayayım üstesinden gelebileceğime inancım var. Kendime inancım var bu defa, en çok ve yalnızca kendime.
Bu sene çok acı çektim. Size sayfalarca anlattığım kafamdaki dikenler değildi canımı yakan. Gerçekten canım yandı, fiziksel olarak. Yediğim o zalim ve zamansız tokat yüzünden kendimi hastane yataklarında buldum. Ağlayamadım, kızamadım, küsemedim. Sadece dua ettim ve çabaladım; ağlamamak, kızmamak, küsmemek ve iyi olmak için. 
Bir yandan da okulla uğraşıyordum. Erasmus'u kazandım bu sene ben. Hepimizin çeşitli hayalleri var, ama bu hayaller hep bizi o ideal yaşama götürmek için varlar ya hani... İşte Erasmus benim için o ideal yaşama atacağım ilk adım olacak. Çok tuhaf değil mi? Hayat denilen kocaman tabloya bunca zaman hep minik çizikler atmışım da şimdi ilk kez cesur bir fırça darbesi vuruyormuşum gibi hissediyorum. 
Sonra bu sene ben ilk kez yalnız başıma yaşama tecrübesini edindim. Beklediğim kadar huzur verici bir şey olduğunu söyleyemeyeceğim. Kötü bir deneyim değildi, kesinlikle çok büyük kolaylık ve rahatlık sağladı ama beklentilerim çok yüksekmiş herhalde. Bir an önce baba evine dönmek istiyorum artık. Sessizce ağlamayı özledim çünkü. Evet...
Bütün bu büyük olayların hepsi son altı ayda olan şeylerdi, hatta beş. İnanır mısınız Temmuz'dan önce olan hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Aslında hayal meyal hatırlar gibiyim, sanki başka birinden duyduğum bir dönemmiş gibi.
Ben bu sene koşuyordum. Oturup kendimi rahatça dinleyebildiğim bir dönem pek olmadı açıkçası. Bu yüzden blog çöle döndü diyebilirim. İnsan kendisiyle olan bağlantısını eskitince kalemi pas tutmaya başlıyor. Ben kendim olmadan yazamıyorum. Şimdi kendimle birlikteyim, Blogger'ın turuncu butonlarına gözlerimde yaşlarla bakıyorum. Kendimi de çok özlemişim, hayaletlerim! Hem de en çok kendimi...
Koca bir yıl boyunca en çok duyduğum laf şuydu: İnsanlar seni anlayabilir, yanında olup elini tutabilirler, senin için üzülebilirler bile; ama kimse senin yerine acı çekmez. Bu sene diğer zor senelerimden daha çok insan yanımdaydı, daha çok insan elimden tutup bana yardım etmek istedi; ama en çok bu sene yalnızdım. Çünkü öyle bir acıyı çektikten sonra aslında bunca zaman anladığınızı sandığınız bazı şeyleri anlamadığınızı fark ediyorsunuz, başkalarının da anlayamayacağını kabulleniyorsunuz. İyi dilekleriniz, dualarınız ve gözyaşlarınız için teşekkür ederim ama beni yalnız bırakın demek istiyorsunuz.
20 senedir, beni kimsenin anlayamayacağını sayısız tecrübeyle öğrenmiştim ve bu sene yalnızca beni değil, kimseyi kimsenin anlayamayacağını da fark ettim. Kendimi çok iyi anladığım için, başka herhangi bir kimseyi anlayamayacağımı da görmüş oldum. Yani yalnızlığın kaçınılmaz ve genel-geçer bir durum olduğu berraklaştı gözümde. Bu noktada umutsuzluğa kapılmaktan ziyade, yalnız olmakla barışmaya başladım. Çünkü hepimiz yalnızız, bunun çözümü yok. Bu durum kalbimin olmasıyla aynı şey bence, hepimizin kalbi var. Kalbimiz olmazsa yaşayamayız değil mi? Belki de canlı olmanın bir başka şartı da yalnız olmaktır. Yok yok, insan olmanın şartıdır diyelim.
Ben bu sene acı çeken, yalnız bir insandım. Ben bu sene insandım. Bu sene bir taraftan hayatımla boğuşurken, öbür taraftan hedeflerimi bir bir gerçekleştiren bir insandım. Ben bu sene başarılı bir insandım.
Ve seneye de acı çeken, yalnız, başarılı ve öğrenmeye devam eden bir insan olacağım.
Tekrar söylüyorum, yaşadığım her şey son altı hatta beş aya sıkışmış gibiydi. Sadece burada bahsettiğim şeyler değil üstelik. Mesela, stresimin büyük bölümünü eriten Kpop bu ay çok çok acı bir olay yaşadı ve ben zaten internet erişimim olmadığı için uzaklaştığım fandom ortamına dönerken zorlandım. Sonra hastanelere tıkılıp kaldığım için ya da koşturduğum için arkadaşlarımla çok vakit geçiremedim, sonra başka şeyler de oldu.
Yazamadım da.
Sanki şu altı ay için bana yalnızca bir çöp poşeti verilmişti, boşaltmama izin yoktu ve tüm o zaman zarfında olması gerekenden daha fazla çöp biriktirdim. Elime geçen her şeyi çöpe tıktım. Şimdi poşet dolup taşıyor ve ben etrafımda birinin suratı asıldığı an gözlerime hücum eden yaşları engellemeye uğraşıyorum.
Kar yağmadı bu sene. Kampüste kargalar çıldırmış gibi davranıyorlar, ben de onlarla çıldırmak üzereyim.
Ama bu sene 23 saat 57 dakika sonra bitecek.
Ben çıldırmayacağım, enine sonunda çöplerimi boşaltıp yenilerini doldurmaya başlayacağım.
Her şey güzel olmayacak, ama yeni bir sene yine başlayacak eninde sonunda.
Artık mutluluğu aramıyorum, çünkü mutluluk gerçekten var mı bilmiyorum bile. Sanırım ağzıma attığım bir kıt çikolatanın verdiği tat kadar süren, insanı güldüren şeylere mutluluk diyorlar. Kabul, onlardan bulabilirim. Hayatımı başarıyla, acı çekerek, öğrenerek, her seferinde bir kıt mutluluk çiğneyerek ve yapayalnız; ama insan olarak yaşamaya devam edebilirim.
Ve kendime şu sözü verebilirim: 2018'de daha iyisini yapacağım.
Ağlıyor muyuz? Sizleri öyle çok seviyorum ki hayal bile edemezsiniz, sevgili hayaletlerim.
Sizleri çok özlüyorum. Sizlere de şu sözü vermek istiyorum: Sizi unutmayacağım ve bu sene daha sık uğramaya çalışacağım. Bu sene kendimle daha sık bağlantı kurabilmek öyle güzel olurdu ki...
Çöplerinizi boşaltmayı unutmayın! Birikirse kokarlar sonra...
İnsan ve kartozu olan Mavi'nizden en derin sevgilerle...
Yeni yıla 23 saat 47 dakika kala mavi geceler hepinize!
Seneye görüşürüz ahahahah!

10 Aralık 2017 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #21

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Taekwoon, mutfakta hancı kadının öfkeli nutuklarını duymazdan gelerek hevesle yemek yapıyordu. Hiçbir şey düşünmüyormuş gibi, ya da yalnızca tek bir şeyi düşünüp hiçbir şey hissetmiyormuş gibi gözüküyordu dışarıdan. En sonunda kadın da pes edip ona yardım etmeye koyuldu.
Doyeon han odasında, delikanlının bulabildiği en yumuşak yorganın altında kıpırtısız uyuyordu. Ateşi yoktu, uyurken titremiyordu, düzenli nefes alıyordu. Rengi çok beyazdı, gözlerinin altında kocaman morluklar vardı. Onlar da uykusunu iyice alıp yemeğini yedikten sonra geçecekti, öyle umuyordu Taekwoon. O görmeden kaçmasın diye arka kapıyı kilitlemişti, gözünü de ön kapıdan ayırmıyordu hiç.
Hiç korkmuyordu bir de. Aslında pek bir şey hissedip hissetmediğini de bilemiyordu başlarda, lakin yaptığı yemeklerin güzel kokusu burnuna çarptıkça kalbinin heyecanla çarptığını fark etti. Evet, sevdiği kadınla yemek yiyebilecek olmak yalnızca heyecana sebep olabilirdi zaten. Başka bir duyguya gerek yoktu.
Tek bir çekincesi vardı. Yolun ortasında genç kızı kucaklayıp hiç duraksamadan hana yürürken de bir tek onu düşünmüştü: Abisini. Ona söz vermişti, bir şey beklemeyeceğine söz vermişti. Gerçi Taekwoon’un bir şey beklediği söylenemezdi. O sadece birkaç saatliğine de olsa sıcak, rahat bir yuva vermek, karnını doyurmak istiyordu Doyeon’un. Ama bunu abisine anlatması zor olacaktı biliyordu. Anlatması gereken, açıklama yapması gereken diğer insanları düşünmüyordu bile.
Yemekleri taslara doldurup hancı kadınla güzelce süsledikten sonra tepsiyi yüklenip kuytuda bir sofraya doğru ilerlerken geldi Jaehwan. Tepsiyi düşürmemek için büyük çaba sarf edip yerine bıraktıktan sonra koşar adım ona yetişmeye çalıştı. Fakat abisi kapıyı çoktan açmış, içeride bir bebek gibi uyuyan Küçük Hanım’ı görmüştü. Şaşkınlıkla donakaldı.
Delikanlı onun arkasından uzanıp kapıyı usulca örttü.
“Önce beni dinle,” diye fısıldadı.
O an abisine çok yakın durduğuna pişman oldu. Jaehwan öfkesini dizginlemeye çalışırken hızla ardına dönmüş, Taekwoon’a çarpmıştı. Delikanlı bu ani çarpmayla geriye doğru sendeledi, yine abisi kolunu yakalamasaydı aşağı yuvarlanacaktı.
“İyice kafayı yedin sen.” Sesi, açıkça Doyeon’u uyandırmak istemediği için alçaktı.
“Çok hasta abi. Yolun ortasında bayılıp kaldı.”
“Götür anası baksın o zaman.”
Taekwoon kulaklarına inanamıyormuş gibi gözlerini kırpıştırdı. “Anası ana olsa bu halde olur muydu sanıyorsun?”
Jaehwan iç çekti. Omuzları düştü. Kuytudaki sofrayı, dumanı tüten yemekleri görüp elini yüzüne kapattı. “Kelleni koparacaklar Taekwoon.”
“Ben yanlış bir şey yapmıyorum.”
İri elleriyle çocuğun yakasına yapıştı. “Ulan beni delirtme! Bu kız prenses olacak diyorum sana!”
“Ben de onun muhafızıyım. Korumaya çalışıyorum onu, görevim bu değil mi?”
Kapı gıcırdayarak açılırken ikisi de donup kaldı. Taekwoon’un kalbi yine hızlı hızlı çarpıyordu.
Doyeon başını eğip dağılmış saçlarını düzeltti. Gözlerinin altındaki morlukların rengi açılmıştı sanki.
Jaehwan kardeşinin yakasını bırakıp esas duruşa geçti. Delikanlıysa ne yapacağını bilemez haldeydi. Konuştuklarını duymamış olmasını umuyordu, bunların konuşulmadığı bir akşam yemeği olmasını istemişti.
“Karnım aç.” Genç kızın sesi kuru topraklara serin sular akmış gibi duyuldu. Taekwoon yerinde sıçradı.
“Bu-Buyurun Küçük Hanım,” dedi. “Sofra hazır.”
Eşiği aşmak için bir adım attı hanımefendi. Fakat tekrar rüzgârda kalmış bir yaprak gibi sallandı. Delikanlıdan önce Jaehwan yakaladı onu.
Birkaç saniye gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı Doyeon. Gözlerini açtığında gülümsüyordu. Kendisini tutana iyice yaslanıp koluna sımsıkı tutundu. “Sofraya kadar bana eşlik et lütfen abi.”
“Tabii.” İkisini önde, delikanlı arkada bahçeyi geçtiler. Hancı kadın mutfaktan telaş içinde onları izliyordu.
Genç kız hiç konuşmadan yedi. Günlerdir tek lokma yememiş gibi yedi. İki kılıç ustası yalnızca hayranlık içinde onu izleyerek karınlarını doyurdular. Yanaklarını şişirecek kadar büyük lokmalar atıyordu ağzına, ama hiç tıkanmadı ya da öksürmedi. Arada bir durup iki adama bakarak ağır ağır çiğniyordu.
Hava kararmak üzereydi. Doyeon elini karnına vurup “Çok doydum,” dedi cansız bir sesle.
“Afiyet olsun,” dediler hep bir ağızdan.
“Siz neden yemediniz ki?”
“Senin… Sizin için yapmıştım Küçük Hanım.”
“İsmimin Doyeon olduğunu size söyledim beyim.”
Bey kelimesini duyan Jaehwan gözlerini kocaman açarak Taekwoon’a baktı.
“Ben de adımın Taekwoon olduğunu söylemiştim.”
“Şaşırma abi,” diye konuyu değiştirdi genç kız. “Şaşılacak bunca şey varken, buna takılmaman daha hayırlı olur.”
“Aklımı kaçıracağım.”
“Bu sondu.”
“Ne?”
“Bu rahat yediğim son yemekti.”
“Küçük Hanım…”
“Kendime verdiğim son gün, rahat uyuduğum son uykuydu. Belki de sizinle rahatça oturabileceğim son zamandı. Bundan sonra hiçbir şey böyle olamayacak.”
“Ne diyorsun sen?”
“Artık yapmam gerekeni yapacağım abi.” Omuzlarını dikleştirmiş, yüzüne kararlı bir ifade kondurmuştu. “Artık Cha Hakyeon’un kızı olarak değil, Doyeon olarak tanınmak istiyorum.”
“Hep birlikte delirdik, ne güzel.”
“Babamın duruşunu onaylamıyorum.”
“Ne demek onaylamıyorum ya? Kızım senin adın Cha Doyeon değil mi? Tabii ki onun kızı olarak bilecekler seni.”
“Ben yanınızdayım Küçük Hanım.”
“Taekwoon kes sesini!”
“Teşekkür ederim beyim.”
“Delirmişsiniz siz.”
***
Doyeon’un o yemek için niyeti, Taekwoon’unkiyle aynıydı aslında. Havadan sudan sohbet etmek istiyordu, son kez. Ama olmamıştı işte, her zamanki gibi hayalden ibaretti bazı şeyler.
Çıkmadan evvel hancı kadına gidip “Bugün gördüklerinizi gördüğünüz gibi anlatabilirsiniz, koruyacağım diye yalan söylemeye kalkmayın sakın,” demişti. Sonra kendisi önde sevdiği adam arkada çıkmışlardı handan. Biraz uzaklaşınca dayanamamış, geriye doğru birkaç adım atıp onunla aynı hizaya gelmişti. Delikanlı bunu fark edince geri kaçmaya çalıştı.
Genç kız ne yaptığını bilemeden onun yenini yakaladı. Donup kaldılar. Doyeon bakışlarını kaçırdı. “Korkuyorum beyim, yan yana yürüsek olmaz mı?”
Öyle yaptılar. Taekwoon, yenini tutan yumuşak el kendisini bırakmadan rahat etmeyeceğini hissediyordu. Lakin bıraksın da istemiyordu. Hep öyle, kızın eli kendi yeninde, sonsuza kadar yürüyebilirdi.
Son kez demişti Doyeon. Tıpkı yenini tutması gibi hep rahatlatıcı hem korkutucu bir şeydi. Kendisini de bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu. Sevdiği kadının yanında olarak şansını deneyecekti. Nasıl olsa herkes niyeti bozmuştu.
Genç hanımefendinin omuzları titredi. Öyle, hasta hasta titrediği gibi değildi; üşümüştü belli ki. Taekwoon hiç düşünmeden uzanıp pelerinin şapkasını örttü kızın başına. O sırada eliyle onun elini aradığını fark edemedi. Yola devam edip beş on adım attıktan sonra anlayabildi ne yaptığını. Duraksadı.
Doyeon panikle baktı ona. Neyse, diye düşündü Taekwoon. Bu son demedik mi? Biz de bozalım niyeti madem.
Yürümeye devam ettiler. Yavaş yavaş delikanlı da üşüdüğünü hissetti. Sanki o evin kapısına yaklaştıkça üşüyordu, elini bırakınca da soğuktan dönüp ölecekti. Binlerce kez düşünmüştü, lakin hiç dilinin ucuna gelmemişti bu kadar: Kaçalım demek istedi.
Doyeon’un eli titredi bu kez. Delikanlı yuvasına girsin de üşümesin artık diye düşündü gayriihtiyari. Birkaç hızlı adım attı, sonra duraksadı yine. Bakıştılar.
Yuva, yuva olsa bu kız böyle hasta olur muydu sahi? Oraya gidince daha çok üşüyecekti. Hem daha şimdi kaçsak mı diye düşünen kendisi değil miydi? Evine götürmek için acele etmenin ne anlamı vardı?
Bilmiyordu Taekwoon. Bu son, dedi kendine yine. Son olması korkutuyordu onu, Doyeon’un elini tutmak da korkutuyordu. O ev de korkutuyordu. Yarın her şey daha kötü olacaktı, daha kötü olmadan kaçmak vardı işte.
Var mıydı? Kaçmak ister miydi ki Doyeon? Bunca zaman kendini bu kadar feda etmişken, bu davayı soyu sopu belli olmayan düşük bir kılıç ustası için bırakıp gelir miydi? Gelmese kızabilir miydi ki insan? Kaçmak var mıydı sahiden? Olsa bunca zaman neden Taekwoon’un söylemesini beklesindi ki, olsa kendisi söylemez miydi kaçalım diye?
Var mıydı yok muydu derken, vardılar evin kapısına. Delikanlı, genç kızdan daha çok titriyordu şimdi.
Elleri ayrılmadan birbirlerine döndüler. Biri görse ne derdi? Biri bunları görüp bir şey dese bunlar kaçar mıydı, yoksa ayrılırlar mıydı?
Delikanlı ikisini de yapmak istemiyordu. O anda, öylece kalakalmak istiyordu.
“Bu son dedim size beyim.” Genç kızın sesi havadan da serindi. Taekwoon titrediğinden daha çok üşüdü.
“Duydum, Küçük Hanım.”
“Anlamıyorsunuz. Bundan sonra size beyim diye seslenemem.” Delikanlı omuz silkip önemli olmadığını söylemek istedi. Yapamadı. İçi üşüdü. “Lakin demek istediğim o değil. Bu sizin bana Doyeon demek için, Doyeon’um demek için de son şansınız.” Taekwoon elini çekmeye çalıştı, genç kız izin vermedi. “Hayır beyim, yanlış söyledim. Sizin ağzınızdan ismimi duymak için bu benim son şansım.”
“Küçük Hanım…”
“Yapmayın. Son dedim.”
Bahçe duvarının ardından Hyeyeong Hanım’ın sesi duyuldu. Doyeon’un ablasına sesleniyordu.
“Ben nasıl…” diyecek oldu Taekwoon.
“Doyeon daha gelmedi mi? Saraydan çıkalı çok olmuş.”
“Gelmedi anne. Hava da karardı.”
Genç kız aşığının elini sıktı iyice. “Sonumuz bitmek üzere,” diye fısıldadı.
Taekwoon gözlerini kaçırmama cesaretini kendinde bulmak için birkaç saniye daha bekledi. Sevgilisinin gözlerinin içine baktı.
“Bu son,” diye tekrarladı. “Yanında olmaya devam edeceğim, lakin… Sen kendine iyi bak. Ne olur hasta olma Doyeon.” Sesi titriyordu, gözlerinden yaşlar süzülüverdi.
“İyi bakacağım. Hasta olmayacağım.”
“Doyeon…”
“Efendim beyim?”
“Doyeon’um…” Yine dilinin ucuna gelmişti o uğursuz kaçmak kelimesi. Hıçkırığıyla beraber yuttu. “Yalnız değilsin. Biz yanındayız. Ben…”
“Biliyorum beyim. Ben… Sizi seviyorum.”
Delikanlı ağzını açtı, karşılık vermeye hazırlanıyordu ki bahçede yaklaşan ayak sesleri duyuldu. “Ben mektebe kadar gideyim yavrum, belki oradadır. Aklım kaldı.”
İki âşık biraz daha titrediler karşılıklı. Doyeon yine hızlı davranıp bırakmayacakmış gibi sımsıkı tuttuğu eli götürdü dudaklarına ve bıraktı. Beklemeden ardını dönüp içeri girdi. Kapı Taekwoon’un yüzüne kapandı.
“Neredesin bu saate kadar?” Genç kız annesinin yüzünü görünce üşüyen yüreği buz tuttu. Yalan söylemişti, yapayalnızdı.
***
Toprak vergilerinin düşürülmesi meselesi tahmin edilenden daha hızlı bir şekilde ulaştı saray meclisine. Âlim Cha baş müşavirlik görevini hakkıyla yerine getirirken, aynı zamanda müşavir olduğunu unutmuşçasına saraya yerleştirdiği adamlarına emirler yağdırıyordu. Ne hikmetse, Baş Müşavir Cha Hakyeon’un bu konuyu açacağı günün sabahı yüzlerce dilekçe getirilmişti Kral’ın huzuruna, neredeyse hepsi toprak vergilerinin çok yüksek olmasından yakınıyordu.
Mecliste konu pek sıcak karşılanmadı, lakin Kral Hazretleri yeşil ışık yakmış gibi gözüküyordu.
***
Osman Efe, yeğeni ve Wongeun bütün hazırlıklarını tamamladıklarında mektep yeniden şu izdivaç meselelerinden önceki haline dönmüş, sıcak bir yuva gibi gözüküyordu.
Yola çıkmadan önceki gece Wongeun, iki yeni dostunu, Jaehwan ve Taekwoon’u bizzat hazırladığı içki masasına davet etmişti. Üçlü bir araya geldiğinde ortada ilk tanıştıkları zamankinden daha tuhaf bir hava vardı. Uzun sessizlikler, kaçırılan bakışlar, çekingen kelimeler eşlik ediyordu onlara. İçki aktıkça açılmaya başladılar.
Onları bırakırken içinin hiç rahat etmeyeceğini düşünüyordu Wongeun. Taekwoon geçtiğimiz günlere göre biraz daha canlı gözüküyordu, lakin Jaehwan ölüyordu bu defa sanki. Nöbetleşe giriyorlardı toprağın altına adeta.
Ölmekte olana ayağıyla vurdu. Çoktan sarhoş olmuş gözlerle karşılaşınca gülümsedi. “Sakın ben de âşık oldum deme.”
“Yok yahu, demem. Olsam da diyemem zaten.”
“Nedenmiş o?”
“Benim aşklarım sizinkilere benzemez de ondan.”
Canlı olanla bakıştı bu kez. “Nasıl senin aşkların, abi?” dedi delikanlı.
“Of karıştırmayın şimdi. Yarın kervan gitmesin diye önlerine yatsak mı Taekwoon?”
Üçü birden iç çekti. “Yok abi, bence gitsinler. Geldiklerine pişman olmuşlardır. Bizim gibi kısılıp kalmasınlar burada.”
“Valla öyle. Benim bile kaçasım var onlarla.”
Wongeun ağzına götürmekte olduğu tası masaya bırakıp araya girdi. “Gel kaç o zaman, yer açarım sana.”
“Olmaz, bırakamam.”
“Efendisine de pek sadık.” Ekşi bir şey yemiş gibi suratını buruşturdu.
“Efendime değil be beyim. Aha şu süt suratlı kedicik bensiz ölür buralarda.”
“Beni bahane etme,” diye güldü Taekwoon. Hâlbuki o da ağzında ekşi bir şey varmış gibi hissetmişti.
“Bir de Kim Wonsik var tabii. Hadi sen kılıcınla bir şeyler yaparsın da… O…” Sesi titremişti söylerken, zaten cümlesini de bitiremedi.
Diğer ikisi yeniden bakıştılar. Sonra anlaşmış gibi üçü birden fondip yaptı taslarındaki içkiyi.
“Yolunuz düşer mi bir daha buralara?” Canlı olandı soran, öteki hafif hafif masaya meylediyordu. Kafasını yaslayıp sonsuz bir uykuya dalmak ister gibiydi.
“Ölmez de sağ kalırsam, düşsün isterim. Lakin zor gibi… Hatta imkânsız… Sizin Osman Efe’yle Âlim Efendi’nin arası açıldı biliyorsunuz. Eskisi gibi karşılanmayız bu mektepte, bunu bile bile de gelmek istemez insan.”
“Tabii siz bir daha gelene kadar mektep falan kalırsa…” Jaehwan’ın sesi fısıltı gibi çıkmasına rağmen duyuldu.
“O ne demek öyle abi?” Taekwoon kaşlarını çatmış ilgiyle bakıyordu.
Abisi hepsinin tasını doldurdu. “Azıcık ağladığınızı göreyim diye dedim,” dedi güler gibi yaparak. “Sahi beyim, siz sizin prensesle karşılaştınız mı hiç?”
Delikanlı abisinin omzuna sertçe vurdu. “Abi!”
“Aman bırak, ayıbı falan kalmamış artık,” diye söylendi Wongeun. “Karşılaştım, erkek gibi de ağladım karşısında.”
“Helal be beyime!”
Taekwoon benzer bir sorunun kendisine sorulması için bekledi, fakat kimse bir şey sormadı. Onun sevdası ayıp dâhilindeydi henüz, öyle anladı. Vazgeçti.
“Yarın sizi mektepten mi yolculayacağız, yoksa saraydan mı?”
“Saraydan demeyi çok isterdim, fakat bizim bıyıklı kıyamadı sizin efendinize. En son onu görecekmiş, öyle gidecekmiş.”
“Yarın herkes mektebe doluşacak desene. Otur izle cümbüşü.”
Jaehwan güldü. “Geldiniz ortalığı karıştırdınız, giderken de çorba edeceksiniz.”
“Biz mi karıştırdık ulan, o sizin salçalığınız.”
“Biz daha çok karışırız ya, hayırlısı.”
***
O gece çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonra yanına kimseyi almadan evden çıktı Eunbyul. Üzerine kendi ipek pelerinini değil, hizmetçi kadının soluk renkli örtüsünü almıştı.
Karanlıktan korkmazdı o. Küçükken en çok geceleri oyun oynamayı severdi, gündüzleri izleyeni çok olurdu. Lakin bu defa oyun oynamaya çıkmamıştı, kalbi kuş gibi çırpınıyordu. Dudakları ısırmaktan yara olmak üzereydi. Yine de geri dönmeyi düşünmüyordu.
Surların olduğu taraftan girmedi, dolaşıp saray mutfağının depo kapısını buldu. Bu saatte belki bir nöbetçi olurdu en fazla, o da sorun olmazdı. Sonuçta kendisi prensesti. Ortalığı fazlaca karıştırmak üzere olan bir prenses…
Mutfağın avlusundan değil içinden geçmeye karar vermişti. Böylece görünmeyeceğini düşünüyordu, içeride görünürse hırsız zannedileceğini fark edememişti.
“Dur orada! Kimsin!”
Böyle bir karşılaşmadan korktuğunu sanıyordu o ana kadar. Lakin muhafızın sesini duyduğunda korkusu silinip gitti, örtüsünü yere atıp kendinden emin bir şekilde döndü ve hanedan mührünü gösterdi. “Veliaht Prens’in konutuna gitmeye çalışıyorum.”
“Prenses Hazretleri! Bağışlayın!” Muhafız anında kıpkırmızı olmuştu.
“Bana oraya kadar eşlik etmeni rica edeceğim.” Başka biri tarafından durdurulmak istemiyordu, sarayın giriş kapısından niyetini bağıra bağıra girmekle aynı şey olurdu herkese o mührü göstermek.
“Emredersiniz!”
Evlenene kadar hep azar işitmesine sebep olan bir şey yaptı: Yere eğildi. Sadık hizmetkârının yegâne örtüsünü burada bırakamazdı. Genç adam bir prensesi eğilirken görmek acı veriyormuş gibi gözlerini kapattı.
“Hadi gidelim.”
Yoluna devam etmek üzere döndüğünde kalbi yeniden eski hızına kavuşuverdi. Korktuğu şey yakalanmak değildi, yenine gizlediği kâğıtları kardeşine götürmesine engel olacak bir şey olmamasından korkuyordu.
Hiçbir engel olmaksızın Prens Sanghyuk’un bahçesine ulaştığında dudakları çoktan kanıyordu. Hala sarayda yaşıyor olsaydı için kanattığı için üç gün ceza alırdı.
***
Mektep sabah kahvaltısından sonra insanlarla dolmaya başladı. Osman Efe Bey ya da Wongeun’la herhangi bir şekilde yolu kesişmiş kimseler bile vedalaşmak için geliyorlardı.
Âlim Cha gelenleri karşılıyor, Osman Efe Bey’in saraydan gelmesini beklediklerini haber veriyordu. Son günlerin yorgunluğunu, kırgınlığı bir kenara atmış gibiydi. Yüzünde güller açmıyordu, lakin en azından gözlerine can gelmişti.
Wongeun, Jaehwan ve Taekwoon’un yanındaydı. Ağladı ağlayacak, “Ben gitmek istemiyorum galiba,” dedi. İki genç kılıç ustası seslerini çıkarmadan işlerine devam ettiler, duymazdan geldiler. Birkaç dakika sonra fikrini değiştirdi: “Yok yok, kalamam ki buralarda.”
Kalamazdı. Evet, bu delikanlıları sevmişti. Evet; yaptığı onca şeye rağmen abisinin dizinin dibinde, şu mektebin bir odacığında yaşamayı çok seviyordu. Evet, Kwangjae’yi çok özleyecekti. Kendi memleketinin yemeklerini, insanlarını, dilini, kokusunu çok özleyecekti.
Lakin onun yeri yurdu artık Osman Efe’nin yanıydı. Kalacağım dese, o sesini çıkarmazdı. Ayrılıverirlerdi. Sonrası meseleydi işte, ikisi ayrı kalamazdı. Su yakardı ciğerlerini ayrı içtiklerinde.
Bugün yaşıyorsa o bıyıklıya borçluydu canını. O bıyıklı da buna borçluydu tabii. Gitmez lazımdı. Bu bok çukurundan da kurtulurlardı. Bir daha da gelmezlerdi. Artık unuturlardı. Herhalde…
Avluda biriken kalabalığın sesi artınca Wongeun hemen aralarına daldı. Gelmişti. Sanki birlikte gitmeyeceklermiş gibi, veda eder gibi sarıldılar birbirlerine. Cha Hakyeon gözlerinde yaşlarla izledi onları.
“Hazır mısın?” diye sordu Osman Efe.
“Gidelim artık.”
Taekwoon ve Jaehwan da efendileri Âlim Cha’nın ardına dizildiler.
Kimse vedalaşmak istemiyordu. Civan Efe insanların arasından geçip Âlim Efendi’nin önüne geldi. Kırık dökük kelimelerle “Her şey için teşekkür ederiz beyim,” dedi. Uzanıp elini yakaladı, önce öptü sonra da alnına değdirdi.
Herkes birbirine baktı. “Şaşırmayın,” diye açıkladı Wongeun. “Onların âdetidir.”
Her şey çabucak oldu, herkes birbirine sarılıverdi. Bir tek Cha Hakyeon ve iki yaveri kalmıştı vedalaşmayan, onlar da kapıya kadar eşlik ettikten sonra merasimi tamamlayacaklardı.
Önde Osman Efe yanında kara muallim mektebin büyük kapısı açılsın diye beklediler. Karşılarında Doyeon’u görmeyi kimse beklemiyordu.
Genç kız nefes nefese kalmıştı, yüzünde canlı bir gülümseme vardı. “Yetiştim!”
“Bizi görmeye mi geldiniz Küçük Hanım?”
“Evet, size veda etmeye geldim.”
Taekwoon dişlerini sıktı. Jaehwan efendisinin tepkisini görmek için başını kaldırdı.
Osman Efe, genç hanımefendiye doğru yaklaştı. “Çektiğin sıkıntıdaki payımız için bizi affedin Doyeon Hanım.”
Doyeon annesinin hiç sevmediği o ses tonuyla, yüksek sesle güldü. “Ne affetmesi!” dedi. “Bilakis, Veliaht Prens’le izdivacımız için büyük çaba sarf ettiğinizin bilincindeyim. İstikbalim için çok yardımınız oldu. Gitmeden size teşekkür etmek istedim.”
Kalabalık neşe içinde güldü.
“Küçük Hanım…”
“Dikkatli gidiniz! Yolunuz açık olsun beyefendi.” Karşısındakinin daha fazla konuşmasına izin vermeden yoldan çekildi ve babasının yanına dikildi. Zaten bu kadar insanın önünde uzatılacak bir mevzu değildi.
Kılıç ustaları Wongeun’la vedalaştılar. Taekwoon artık ağlıyordu, Jaehwan dalga geçmeye çalıştı. Osman Efe kara muallime sarıldı.
“Bir daha göremeyiz birbirimizi dostum,” dedi Türkçe. “Son nefesini vicdanın sızlamadan vermeni dilerim. Çocuklarına iyi bak.” Arkalarında bekleyen iki genç adama dönüp ekledi: “Hepsine.”
Âlim Cha’nın yumuşak yanaklarından yaşlar süzüldü. “Bunca zamanki sabrın ve yardımların için minnettarım. Yolun açık olsun çocuğum.”
Wongeun abisine isteksiz sarılmayı planlamıştı. Son kez göreceği aklına gelmeseydi öyle yapacaktı, lakin yüzünü görünce dayanamadı. “Abim,” dedi. “Beni gönderdiğin için sağ ol. Kendine dikkat et.”
“Sen de kardeşim. Güle güle git. Artık gözün arkada kalmasın.”
Gözü arkada kalacaktı. Yalnızca onun değil, giden veya kalan herkesin.
Uzaklaşan kervanın arkasından bakarken Âlim Cha gözyaşlarını gizlemek istercesine kızına sarıldı. Doyeon başını onun göğsüne gömmüş, sakince sırtını sıvazlıyordu.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Hikayenin sonuna çok yaklaştık ehehe.

24 Kasım 2017 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #20

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Eunbyul akşamüstü gelmişti mektebe. Özellikle oğlanın dersi olduğu bir vakte denk getirmişti.
Peşinden sürüklediği hizmetkârı bu ziyaretten hiç memnun değildi. Oradan buradan kulağına çalınan fısıltıları duymamak için kulaklarını kesmek istiyordu. Prenses Hanım’ın saray bu denli karışıkken Âlim Efendi’nin inine gelmesi yeterince kötü değilmiş gibi, bir de kendisini dışarıda bırakarak şu bıyıklı herifin yanına yalnız başına girmişti. Çok büyük hataydı bu, çok.
Lakin genç kadının umurunda değildi bu. Abisinin dizinin dibinde oturup uzaklardan getirdiği o kara kahvesini içerken birkaç dakikalığına her şeyi unutmak iyi gelmişti. O da biliyordu bu görüşmenin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini. Şayet bir sonuç doğurmasa bile Osman Efe Bey’den birazdan duyacağı şeyler dahi yeterli bir sebep olabilirdi daveti geri çevirmesi için. Fakat yapamamıştı işte. Gönlü el vermemişti, onun da sormak istediği şeyler vardı ve son şansını kaçırmak istemiyordu.
Karşısındakine fırsat vermeden zarif parmaklarıyla tuttuğu küçük fincanı indirdi, hemen konuşmaya başladı. “Bugün, kardeşim Veliaht Prens’i ziyaret etmişsiniz.”
İri adam iç çekti. “Yahu önce ben söyleyecektim, yine kim gelip yetiştirdi sana?”
Gamzelerini göstererek gülümsedi Prenses. “Bilirsiniz sarayda malumat durduğu yerde durmuyor.”
“Bilmem mi? Evet ziyaret ettim delikanlıyı. Gitmeden söyleyeceklerim vardı.”
“Ne gibi?”
“Sabırsızlanma çocuğum. Onları ben söylemeden de öğrenirsin. Şimdi sen, senin duyman gerekenleri duyacaksın benden.”
Kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. Babası kral olmasaydı ne iyi olurdu! Bir köylünün kızı olarak doğsa belki bu kahveyi hiç tadamazdı, lakin belki biraz huzur bulabilirdi.
“Dinliyorum.”
Osman Efe Bey yaptığı bütün hazırlıkları unutur gibi oldu. Neresinden başlarsa başlasın aynı derecede karmaşık ve can sıkıcı olacaktı bu mesele. Alçak sesle aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Vakit kaybetmeden oğlunu mektepten alacaksın.”
İşte bu beklenmedik bir şeydi. Eunbyul’un parlak gözleri daha da parladı, kocaman oldu. “Nedenini de söyleyecek misiniz?”
“Burada hayırlı şeyler olmayacak. Kardeşimin evladını gözetmek benim boynumun bir borcu diye düşünüyorum. Geç kalma, hatta yapabilirsen bugünden sonra bir daha gönderme.”
“Oğlumla tanıştınız mı?” diye sordu kadın, sesi kavga etmeye hazır bir kedinin sesi gibi çıkmıştı.
“Bugün o şerefe nail oldum.”
“O halde ne denli zeki bir çocuk olduğunu anlamışsınızdır. Zira gözlerinde yazar zekâsı. Nasıl olup da onu mektebe gelmemeye ikna edebilirim? Bu konuda da bana öğüt vermek ister misiniz?”
“Görmeyeli daha da dişlenmişsin Eunbyul.”
Prenses Hanım kendini toparladı. Fincanını bıraktı. Sanki dağılmış gibi elleriyle topuzunu düzeltti. Aşikâr olanı dillendirmeye gerek yoktu. Hepsi büyümüştü işte, büyüyüp görmüşlerdi hayatta kalmanın öylece kendiliğinden gelişen bir şey olmadığını. İnsan rahat nefes almak için bile savaş vermek zorundaydı. Bir prenses bile böyle dişlenmek mecburiyetinde kalıyordu. Hatta bir prenses için çok daha zaruri bir şeydi bu. Abisi de neden böyle söyleyip üstüne geliyordu, anlayamıyordu.
“Kızma bana. Ben yalnız senin ve evladının iyiliği için söylüyorum bunu. Dahasını da söyleyeceğim, böyle küsersen nasıl konuşayım?”
Bir eliyle fincanı tekrar alırken diğer elini bir şey verirmiş gibi uzattı. “Devam edin lütfen.”
“Doyeon’un sevdiği bir oğlan vardı Eunbyul.” Kadın fincanı aldığı gibi bırakmak zorunda kaldı. İçi kaynadı sanki bir anda. Ayağa kalkıp zıplamak istedi, ya da kusmak. İster istemez hafifçe öne doğru eğilmişti. Göğsüne iğneler batıyordu. “Bu oğlan Âlim Efendi’nin himayesindeydi. Kızcağız biliyormuş bunu, lakin oğlan ancak şölen günü kavrayabildi. Orada, sevdiği kızı hanedana gelin vermek niyetiyle gelmiş tarafın korumalığını yapmak göreviyle bulunuyordu.”
“Neler söylüyorsunuz böyle?”
“Cha Hakyeon her şeyi biliyordu.”
“Ne demek her şeyi?”
Osman Efe soruyu es geçti. “Kızla oğlan perişan, senin anlayacağın… Fakat bu kadarla kalmıyor bu durum, Âlim Efendi oğlanı kızına muhafızlık etsin diye görevlendirdi.”
Eunbyul elini yumruk yapıp göğsüne vurdu pat pat. Boynu yer yer kızardı, bir de alnında bir damar baş gösterdi.
“İyi misin? Yavrum?”
Kadın abisinin kendisine uzanan elini tutmak istercesine ileriye doğru atıldı. İri adam onu kucaklayıverdi. Sarıldılar. Çok kısa sürmüştü gerçi. Hemen toparlanıp ayrıldılar birbirlerinden. Kadının suratı da pancar gibi kızardı.
“Ne çok dilekler diledim, ne çok dualar ettim. Şu yeryüzünde benim gibi…” Durup nefes aldı. “Bizim gibi acı çekmesin insanlar diye. Gönlüm el vermiyor söylemeye, lakin bir kez daha gördüm dileklerin de duaların da bir işe yaramadığını.”
Osman Efe üzülüyordu. Kardeşi konuşsun, yarasındaki irini akıtsın istiyordu. Fakat zamanı kalmamıştı. Söyleyeceklerini acele yoldan söylemesi gerekiyordu. Yine de konuya tekrar girerken yarayı tırnaklayacak taraftan girmeyi ihmal etmemişti.
“Sen babana ne çok gönül koyduysan, o kızcağız daha çok gönül koydu. Çünkü en azından siz…”
“Uzaklaşmıştık. Haklısınız, onlar dip dibe… Göz gözeler bütün gün. İyileşemez insan.”
“İşte ben de onu diyorum. Bu adam iyileşmeyecek yaralar açmaya başladı. Fakat çocuğum bu iş bu kadarla kalmayacak.”
Eunbyul’un yüzünün kırmızısı hafif hafif buharlaşır gibiydi. Kaşlarını çattı. “Ne demek o öyle?”
Adam fincanını bırakıp bıyığını düzeltti sıkıntıyla. Sonra da fırsat bu fırsat diyerek girişti anlatmaya. Kardeşinin dehşete düştüğünü gördükçe sözlerini biraz daha özenle seçmeye çalışıyordu, lakin olan ortadaydı işte. Öyle de söylese, böyle de söylese nihayetinde aynı kapıya çıkıyordu.
Yapması gerekenleri bir bir tembihledi anlattıklarının sonunda. “Lakin Eunbyul, ilk işin o sabiyi bu mektepten uzaklaştırmak olacak. Söz ver bana.”
“Söz,” dedi Prenses Hanım. Bir süre az önceki meseleyi sindirmek için sessizce oturdular. Alacakaranlık başlamıştı. Eunbyul da soracaklarını acele yoldan sorması gerektiğini hatırladı. Ellerini gergin bir biçimde kavuşturdu kucağında, yere baktı. Yüzü kızarmasın, sesi titremesin, gözleri dolmasın diye söyleyeceklerini iyice kararlaştırdı.
“Abi,” dedi sonunda. Tam o anda kapı açılınca içi yeniden kaynar gibi oldu.
“Anne!” diyordu oğlu. Onun sesini duymak da pek iyi gelmemişti, yine kusmak istedi.
“Kwangjae! Hoş geldin delikanlı.” Osman Efe çevik bir hareketle yerinden kalkıp çocuğun başını okşadı. “Biz de nerede kaldın diye merak etmiştik.”
“Çok mu beklediniz?”
“Sohbet ettik, hasret giderdik annenle. Hadi gel, sen de katıl muhabbetimize.” Küçük, validesinin yanına oturdu. Kadın oğlunun başını okşadı, yine yuttu soracaklarını. Yüzünün kızarığını da, sesinin titremesini de, gözlerinin yaşını da içine attı oğluna bakarken.
“Anne!” Oğlan hevesle annesinin düşüncelerinden çıkıp kendisiyle ilgilenmesini bekliyordu. “Senin dostlarınla tanıştım ben de. Tıpkı sana benziyormuşum, öyle dediler!”
Eunbyul konuşamıyordu. Dostlar demişti çocuk. Bir tane değildi bu dostlar.
“Yaa, hem de nasıl benzi-”
Abisinin sözünü kesti. “Başka kimle tanıştın oğlum?” Sesi buz gibiydi.
“Wongeun Beyimle!”
Osman Efe araya girmekten vazgeçip kadının tepkisini izledi.
“Onunla da mektepte mi tanıştın?”
Oğlan kafasını salladı. “Hatta kapının önünde bekliyordu o da. Gel dedim, lakin gelmedi.” Eunbyul başını ağır ağır kaldırıp kapıdan tarafa baktı. Bir anlığına bir gölge görür gibi olup hızla ayağa fırladı, ne yaptığının farkında değildi. Çok yavaş hareket ediyordu. Kaçsın diyeydi belki, zaman veriyordu ona. Kapının tam önüne gelip iki eliyle yine ağır ağır açtı kapıyı.
Bir adımcık vardı aralarında. İşte oradaydı, kan çanağı olmuş gözleriyle Eunbyul’un parlak gözlerinin içine bakıyordu. Kadın oğlunun önünde ağlamamak için dişlerini sıktıysa da bir damlacık yaş kaçıverdi yanağına doğru.
Wongeun başını eğdi. Sonra yine kaldırdı. “Kendinize iyi bakın Prenses Hazretleri,” diye fısıldadı. Sesinde dolu dolu özlem vardı. Selam verip hızlı adımlarla koridoru aştı ve gözden kayboldu.
Eunbyul oğluna dönmeden önce yüzündeki tek damlayı sildi. Gülümsüyordu Kwangjae’ye kalmasını işaret ederken. “O zaman bize müsaade,” dedi.
Osman Efe de onlarla birlikte ayaklandı. Önce çocuğa sıkıca sarıldı, çocuk şaşırtmıştı. “Seninle tanışmak çok güzeldi delikanlı. Umarım bizleri unutmazsın.”
“Siz de beni unutmayın beyim!”
“Müsaade verirsen anneciğine de bir defacık sarılabilir miyim? Kız kardeşimdir, bilirsin.”
Oğlan annesine baktı. “Validem de istiyorsa…”
Genç kadın oğlunun başını okşadı. Kollarını kocaman açan abisine bıraktı kendini. “Kendinize iyi bakın abi,” dedi çocuğun duyamayacağı bir sesle. “Ve rica ederim… Wongeun’a da…”
“Merak etme güzelim. Sen de kendine iyi bak. Söylediklerimi unutma e mi?”
Kwangjae yol boyunca ağlayan annesinin elinden sımsıkı tutarak yürüyordu. Ona şaşırarak bakan insanlara kaşlarını çatarak cevap veriyor, onu elinden geldiğince koruyordu.
Bir aralık hizmetkâr teyze duymasın diye fısıldayarak annesine şöyle dedi. “Wongeun Beyim seni seviyor mu anne?”
Eunbyul hıçkırıklarının arasından güldü oğluna. “Akıllı oğlum,” dedi. “Çocukken… Öyleydi.”
“Peki sen?”
Genç kadının gülümsemesi biraz söndü. “Ben de… Çocukken ben de öyleydim. Lakin çocukluk geçti artık. Şimdiyse seni ve kardeşini seviyorum.”
Çocuk annesine, babasını da sevip sevmediğini soramadı. Wongeun Beyinin çocukluğunun geçip geçmediğini de soramadı. Zira ikisinin cevabını da içten içe bilir gibiydi. Sustu. Validesinin elini biraz daha sıktı.
***
Saraya gidecekti. Annesi onu güzelce süslemiş, başının iki yanına çiçekli tokalar takmıştı. Doyeon sevmezdi böyle şeyleri, annesi de biliyordu. Lakin itiraz edecek gücü yoktu. Tüm dikkatini titremelerine verip durdurmaya çalışıyordu.
Pabuçlarını ablası giydirmiş, bahçeyi geçip dış kapıya gelene kadar elini tutmuş, pelerinini taşımıştı. Çıkmadan da pelerinini bağlama bahanesiyle yanaklarına bir sürü öpücük kondurmuş, yüzünü gözünü koklamıştı. Genç kız tepkisiz bir şekilde beklemekle yetinmişti.
Kapıda Taekwoon bekliyordu. Doyeon onun gitmiş olmasını umut ediyordu, fakat biliyordu da gitmeyeceğini. Gece kafasında ona hiç bakmadan önünden geçip gitmeyi tasarlamıştı. Sırf bunu düşünürken uyuyamamıştı.
Delikanlı etrafından dolaşmak isteyen kızın önüne doğru uzun bir adım atıp önünü kesince genç kız pişman oldu. Dün gece uyumadığı için, aniden titremeye başladığı için, yerinde sıçradığı için…
“Nereye gidiyoruz Küçük Hanım?” diye sordu delikanlı heyecanlı gözükmeye çalışarak. Ama o da bütün geceyi kapının önünde nöbet tutup üşüyerek geçirdiği için çok yorgundu. Gerçekten heyecanlı olsa bile sesi fazla çıkmazdı.
Doyeon titremesine hâkim olmaya çalışarak yanından geçti Taekwoon’un. Bu defa kendisine mani olmadığını hem üzülerek hem sevinerek gördü. Peşinden gelmesini umursamamaya çalıştı.
Yine de birkaç adım attıktan sonra “Dün gece vazgeçip gideceğinizi ummuştum,” dedi.
“Benim görevim bu Küçük Hanım. Hiçbir yere gidemem.”
Görev de görev! Genç kız bıkmıştı artık bu zırvadan. Utanmadan her seferinde hatırlatıyordu bir de.
Yolun geri kalanında önden önden gitmeye ve titrememeye çalıştı. Prens Hazretleri’nin karşısına rüzgârda kalmış yaprak gibi çıkmak istemiyordu. Güçlü gözükmeliydi.
Bilerek kalabalık yolları seçti. Fazla sessizlik olursa konuşmak isteyeceğinden korkuyordu. Kendisinden emin olamıyordu. Birlikte pazardan geçerken Taekwoon aralarındaki mesafeyi aşıp yakınından yürümeye başladı. Ensesinde nefesini hissetmiyormuş gibi yapmak çok zor geliyordu. Tırnaklarını avuç içlerine bastırdı.
Sarayda yürümek pazardan daha meşakkatliydi. Delikanlının varlığının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de insanların kendisini gösterip konuşmalarını, gizli gizli fısıldaşmalarını, dik dik bakmalarını sineye çekmek zorundaydı.
Doyeon çok zorlanıyordu. Yüreği çok yorgundu.
Dışarıdan üstüne bir çuval un konup dengelenmiş, incecik bir sopa gibi gözüküyordu. Her an yıkılacak gibi, her an kırılacak gibi, her an ortalığı toza dumana katacak gibi; lakin dimdik, yıkılmadan, kırılmadan ve her şeyi yerli yerinde tutarak yürüyordu.
Onu izlemek çok zor geliyordu Taekwoon’a. Üstündeki un çuvalını alıp sırtlamak istiyordu. Yapamazdı; biliyordu ki yapmaya çalışsa bile bu yalnızca Doyeon’u yıkardı, dengesini bozardı.
Şimdi Veliaht Prens’in… Yani nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanında onu görmek zorunda kalacak mıydı bilmiyordu. Kendini bu ihtimale hazırlamaya çalışıyordu. Kılıcını çekip birden o çocuğu öldürmemesi gerektiğini kendine telkin ediyordu. Doyeon onu delirtip kaçırmak için kendisiyle içeri girmesini isterse diye ödü kopuyordu.
Birlikte Veliaht Prens’in konutuna girdiler. Kâhya kibarlıkla eğilip Majestelerinin arka bahçede hava almakta olduğunu, hanımefendiye oraya kadar eşlik edeceklerini söylediler. Taekwoon bir emir almak için Küçük Hanım’a baktı. Doyeon sesini çıkarmayınca arkalarından yürüdü.
Genç Prens’i uzunca bir ağacın altında dikilirken buldular, dallarda ötüşen kuşlara bakıyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Buyurun Doyeon Hanım,” dedi kâhya eliyle ileriyi işaret ederek. Bu, sizin geldiğinizi haber vermeme gerek yok, demekti. Genç kız hiç durmadan ilerlemeye devam etti.
Delikanlı da peşine takılmaya niyetlenmişti ki kâhya az önceki kibarlığının zerresini göstermeyerek koluyla önüne set çekti.
“Bizim burada beklememiz daha münasip olur.”
Veliaht Prens’in Doyeon’un saçlarına, omzuna dokunup onunla içten bir şekilde sohbet edişini izlerken hep bu ‘biz’ lafını düşünmüştü Taekwoon. “Biz işte,” diyordu içinden. “Onlar gibi olmayanlar. Duyup da kulağı yokmuş gibi yapmak zorunda olan, görüp de körmüş gibi davranmak zorunda olan… Biz… Onların önünde eğilmekten belleri iki büklüm olanlar…”
Doyeon’un Prens Sanghyuk’un önünde ince bir sopa gibi değil de kalın ve sağlam bir kütük gibi gözüktüğünü içi ürpererek fark etti delikanlı. Saklamasını mı beceriyordu, yoksa sahiden daha kolay mı geliyordu onun yanında olmak? “Gerçi,” diye düşündü. “Öyle de böyle de o un çuvalı kadar yükü taşıyor işte sırtında.”
Kendini avutmaya çalışıyordu, ama Doyeon nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanından ayrılıp da onun yanına gelene kadar usul usul yine incelmişti işte. Hatta sabahkinden daha inceydi, daha çok titriyordu.
Yine tek kelime konuşmadan, kalabalık yollardan yürüdüler birlikte. Bu defa araya mesafeyi koyup arkadan arkadan yürüyen Taekwoon olmuştu. Zira genç kız çok yavaş yürüyordu. Üç adım atacağı zamanda bir adım atar gibiydi.
Pazarda, eskiden oyunlar oynadığı birkaç küçük çocuk tanıdı delikanlıyı. Etrafını sarıp laf attılar. Delikanlı gülmek istedi, şeker ısmarlamak istedi. Kafasını kaldırınca Doyeon’un bembeyaz olmuş suratını görüp her şeye pişman oldu. Mutlu olma isteğine, geçmişte mutlu olduğu günlere, sevdiğiyle mutlu olduğu zamanlara…
Genç kız başka bir yola döndü sonra. Geldikleri yoldan değil, ıssız bir yoldan gidiyordu bu defa. Titremesi yeniden sallanmaya çevirmişti. Elleriyle kollarını sımsıkı tutmuş, hiç olmazsa omuzlarının sarsılmasını durdurmaya çalışıyordu.
“Beyim,” dedi ansızın. Taekwoon gereğinden fazla yaklaştığını o zaman fark edip geriledi.
“Benim adım Taek-”
“Ben çok üşüyorum.”
Delikanlı olduğu yere çakıldı, kız yürümeye devam ediyordu.
“Çok üşüyorum beyim.”
“Ne-Ne-Ne yapa-”
“Hava neden böyle soğudu?” Taekwoon başını kaldırıp göğe baktı. Tam tepede parlıyordu güneş, hiç de soğuk değildi. Uzaktan elini uzatıp kıza dokunma isteğini bastırmaya çalıştı.
“Hava soğuk değil Küçük Hanım.”
“Adımı söyleyin.”
“Hızlı yürürsek… Daha çabuk-”
“Bana Cha Hakyeon’un kızı demesinler artık.”
“Küçük Hanım? İyi misiniz?” Ağlamıyordu Doyeon, ama sesi bir tuhaf çıkıyordu. Sanki delikanlıyla konuşmuyordu da kendi kendine laf anlatıyordu. Hiç durmadan adım atıyor, ama aslında pek yürümüyordu. Taekwoon endişelenerek aradaki mesafeyi aşıp aşmaması gerektiğini düşünmeye başladı.
“Siz bana Doyeon deyin beyim. Doyeon’um deyin.”
“Doyeon… Hanım, iyi misiniz?”
“Çok… Üşüyorum… Beyim…” Kızın başı yere çarpmadan Taekwoon yetişip kucakladı iyice takatsiz düşen bedenini. Parmaklarıyla yüzünden süzülen terleri sildi. Pelerinini iyice sardı gövdesine. Kucaklamadan önce kendine hâkim olamayıp saçındaki aptal tokaları çıkardı ve yolun kenarına fırlattı.
***
Âlim Cha’nın baş müşavirlik görevinin ilk gününde saray oldukça hareketliydi. Dışarıdan bakan biri bunu doğal görebilir, sarayın her zamanki nefeslerini aldığını düşünebilirdi. Lakin surların içinde dolaşan ve görevlerini yerine getiren herkes biliyordu ki bu defaki yapay bir hareketlilikti.
Cha Hakyeon elini uzatabildiği her yere uzatıyor, saraydaki varlığını zorla ya da güzellikle, nasıl isterlerse öyle kabul ettiriyordu herkese.
Jaehwan da emredildiği üzere efendisinin peşinde dolanıyor, ayak işlerine koşturuyordu. Aklı Taekwoon’daydı, dalgındı. Fakat yine de beyefendinin bu durumunu dikkatle izliyor ve hiç hayra yoramıyordu. Bütün gün o kadar koşturduktan sonra sanki hiçbir iş yapmamış gibi, tüm işleri yarına ertelemiş gibi konuşması da cabasıydı.
Akşam karanlığı çökünce eve yollanmadan evvel mektebe uğrayıp arka bahçede sessizce Âlim Jang’la bir görüşme yapıldı. Akşam ayazında ve ayakta konuşmak için fazlasıyla uzun bir mesele geçti aralarında. Dilekçelerden bahsediyorlardı. Artık işleri daha da hızlandırmak gerektiğini, tahtı bekleyecek vaktimizin kalmadığını söylediler.
Jaehwan böyle meselelerin kendileriyle konuşulmadığını üzülerek fark etti. Gerçi neden üzüldüğünü kendisi de anlayamıyordu. Doğal olan buydu, dünya üzerinde her yerde efendiler işlerini birbirlerine danışarak hallederlerdi. Hizmetkârlara laf düşmezdi.
Sadece bu mektebin duvarları arasında, o karanlık iç odada, Âlim Cha’nın karşısında otururken fikirlerini beyan edebilirdi onlar gibi insanlar. Normal değildi zaten. İlk geldiğinde şaşırmamış mıydı? Şimdi her şey olması gerektiği gibi gidince tekrar şaşırması anlamsızdı.
Hele üzülmesi… Çok daha anlamsızdı. Değil mi?
Mektepten ayrılırken tıpkı kendisi gibi artık sözü geçmeyenlerden biri gelip Âlim Efendi'nin eline beyaz bir zarf sıkıştırdı.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!

19 Kasım 2017 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #19

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Elinde norigesi… Hayatında hiç görmediği, yalnızca Wongeun’ın anlattıklarından bildiği sarı, sapsarı kumlarla dolu; sıcak, ayaklarını pabuçlarının içindeyken yakacak kadar sıcak; uçsuz bucaksız bir çölde güneşe dimdik bakıyordu. Gözleri acımıyordu. Yalnızca avuçlarıydı acıyan.
Bakışlarını indirip elindeki kırmızı yuvarlağa baktı. Kırmızı bir çiçek, bir kamelya… Tahta olmasına tahta, lakin kılıcının ucu kadar keskin; öyle ki avuç içi paramparça olmuş, kırmızı kanı damlamıştı sarı kumların üstüne. Rüzgâr dağıtmıştı kan kokusunu çöllere.
Hiç düşünmeden ağzına atıverdi bu keskin yuvarlağı. Dilinin kesildiğini hissetti. Kanı ağzından taştı, hem içeri hem dışarı. Çiğnedi; şeker gibi, çiklet gibi çiğnedi. Artık kopan dilini mi yoksa norigesini mi çiğnediğini bilmiyordu. Her yanı kan olmuştu, kanı yüreğine kadar damlamıştı.
Bir damla bile gözyaşı dökmedi.
***
Uyandığında dişlerini sıkıyordu. Canının acısına uyanmıştı, gün henüz doğuyordu.
Başını kaldırdı. Abisi sırtını duvara yaslamış, önünde sirkeli su, elinde artık kurumuş bir bez, uyuyakalmıştı. Bütün gece başını beklemiş olmalıydı. Kendisinin cehennemi yaşadığı yetmiyormuş gibi, başkalarına da yaşatıyordu.
Kollarının kaskatı kesildiğini hissetti, yumruklarını göğsünün üstünde çaprazlamıştı. Gevşemeye çalıştı. Sıkmaktan uyuşmuş ellerinin birinde norigesi vardı. Ne ara belinden söküp eline aldığını hatırlamıyordu.
Bin bir zorlukla doğruldu. Abisi uyanmasın diye inlememeye çalışıyordu. Ayağa kalktığında başı döndü. Düşmemek için kapıya tutunmaya çalıştı, ama kapı hızlıca kayıp elinden kurtuldu. İçeri sis tabakasını aşıp gelen gün ışıklarıyla serin sabah havası doldu. Sonbahar mı geliyordu?
Tekrar düşmemek için bu kez emekleyecekmiş gibi durdu. Sundurmaya kadar sürünürcesine çıktı. Sonra bacaklarını nemli toprağa doğru salladı oturduğu yerden.
Kuş sesleri çalındı kulağına. Birden hatırladı.
Bugün yapması gereken bir şey vardı. Norigesini hala sımsıkı tuttuğunu fark etmeden tulumbadan su çekmeye çalıştı. Beceremeyince öfkelendi, kırmızı tahta parçasını bahçenin diplerine doğru fırlattı.
Rüyasında çöllerde dolaşıp kendi kanını içtikten sonra içi yanmıştı. Alabildiği kadar su içti. Yüzünü, başını yıkadı. Utanmasa çırılçıplak soyunup tulumbanın altına girecekti.
Kendini biraz daha rahatlamış hissedince içlikleriyle hancı kadının yanına, mutfağa girdi. Kadın onu görünce şaşkına döndü, elindeki tepsiyi düşürmemek için büyük çaba harcadı.
“Yavrum,” dedi acı dolu bir sesle. Tepsiyi münasip bir yere indirip Taekwoon’un yüzünü tuttu sıkıca. “Yavrum. İyi oldun mu?” Delikanlı cevap vermedi. Kadıncağız gece abisine yardım etmişti herhalde. “Ah kuzum, sabaha sağ çıkamazsan diye çok korktum. Sakat kalacaksın diye… İki hekim çağırdım koca gece.”
“Sağ olasın teyze.”
“Sen iyi ol da evladım… Sen iyi ol yeter.” Kısa kollarıyla zor yetiştiği o beyaz suratı tombul parmaklarıyla sıkıca tutup kendi dudaklarının hizasına çekti ve delikanlının alnına yumuşak, ıslak bir öpücük kondurdu.
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. İlk içgüdüsü dişlerini sıkmaktı, fakat yapamadı. Artık diş kökleri dayanılamayacak kadar çok ağrıyordu.
Onun yüzündeki acıyı gören kadın hemen anladı. “Sıkma şu dişlerini artık. Senin dilin yok mu be çocuğum? Söyle gitsin, dişlerine eziyet etme.”
Gülümsemek istedi, dolan gözlerinden yaşlar süzülür diye yapamadı. “Karnım aç,” dedi yalnızca. Sesi titremediği için içinden şükretti.
“Hemen, hemen sana ben güzelcik bir çorba hazırlayayım. Yanında istediğin bir şey var mı? Ne istersen…”
“Yok. Karnım doysun yeter.”
“Merak etme sana şifalısından yapacağım. Şunları vereyim de geleyim, hemen hazır olur. Hadi sen git giyin. İçlikle üşütürsün, havalar soğuyor bak.”
Başıyla hafif bir selam verip odaya gitti Taekwoon. İçeri girmeden toprağa tükürdü, ağzında kan birikmişti.
Abisini uyandırmadan giyindi. Saçlarını da gitmeden taramak üzere saldı, dışarı çıktı. Çorbası sahiden hemen hazır olmuştu. Tam üç tas içti. Dördüncüsünü de içmek istedi, ama onun yerine iştahını görüp biraz pilav getirmişti hancı kadın. “Yavaş ye kuzum,” diyordu. “Yine hastalanırsın sonra.”
Yemeği iyi çiğnemediği için hasta olsaydı keşke…
Tarak almak için odaya tekrar girdiğinde Jaehwan uyandı. Kadınınkine benzer bir sağlık kontrolü de o yaptı. Tek farkı, o alnına bir öpücük kondurmak yerine sımsıkı sarıldı kardeşine. Bir de teşekkür etti, karnını doyurduğu için.
Sonra onu küçük bir çocuk gibi önüne oturtup ağır ağır saçlarını taradı. Dilinde bir türkü vardı. Bu defa yanık değildi, neşeliydi. Taekwoon abisi kendisini idam sehpasına hazırlıyormuş gibi hissetti. Güldü. Saçlarının arasında gezinen tarak durdu.
“Ne gülüyorsun?”
Delikanlı başını iki yana salladı. Bir kez daha güldü.
“Karnın doyunca kendine gelmişsin belli.”
Gülüyordu yalnızca. Niye gülüyordu yahu?
“Çok mu komik lan?”
Yine başını salladı. Salyasının aktığını hissetti. Gözyaşları süzülüverdi yanaklarına.
“Al işte.”
Gülmeye devam etmek istiyordu. Haber vermeden akar mıydı gözyaşı? Adiydi bunlar.
“Yapma be Taekwoon.”
Delikanlı ayağa kalktı, arka kapıdan fırladı. Bahçeye girdi, pabuçlarını giymeyi bile unutmuştu. Norigesi gölgede bile parlar gibiydi. Abisinin yanına dönerken tahta kamelyayı, eliyle balık yakalamış gibi havada tutuyordu. Yeniden yerine oturup abisinin işini bitirmesini bekledi.
Jaehwan saçlarını çaputla topladıktan sonra norigeyi tıpkı ceza almaya gittiği günkü gibi boynuna geçirdi. Abi engel olmaya çalıştı, ipi çekip çıkarmaya çalıştı. Taekwoon onu hafifçe ittirdi. İçliğine kadar gizledi norigesini. Kimse orada olduğunu bilmeyecekti, ağırlığını yalnızca boynunda taşıyan hissedecekti.
“Kılıcımı ver,” dedi. “Muhafız dediğin kılıçsız dolaşmaz.”
***
Oradaydı. Mavi üst ceketinin altındaki siyah eteğin etrafına bir önlük takmıştı. Çalıların içine girip öne eğilmiş, bahçe makasıyla bir şeyleri kesmeye uğraşıyordu. Bir ayağı havadaydı. Örgüsünün ucunda kırmızı kurdelesi, kurdelenin ucuna işlenmiş kamelya çiçeği görünüyordu.
Delikanlı emin adımlarla yaklaştı. Omuzları dimdikti.
Korkutmayacak bir mesafede durdu. Seslenip seslenmemesi gerektiğine karar vermeye çalışırken fazla düşünmesine gerek kalmadan hanımefendi onun varlığını hissedip birden yaptığı işi kesti.
Havadaki ayağını indirip doğruldu. Bahçe makasını bıçak gibi tutup arkasına döndü. Kendini savunmaya hazırdı, her zamanki gibi.
Göz göze geldiklerinde Taekwoon kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve anında pişman oldu. Evet, genç kız kendisinden yüz kat, bin kat daha perişan gözüküyordu. Yine de çok güzeldi.
Doyeon’un durumu idrak etmesi, titremeye başlaması, bahçe makasını dik şekilde ayağına düşürmesi, sonra arkasına bakmadan kaçması o kadar kısa sürmüştü ki delikanlı ne yapacağını şaşırmıştı.
Kız bir yarım daire çizerek bahçenin içinden geçmiş, bir odanın kapısını açıp içeri girmişti. Pabuçlarını rastgele fırlatmıştı.
Peşinden giderken sakindi, hatta yavaş. Ona biraz zaman vermek istiyordu. Gerçi ne kadar zaman verirse versin hiçbir işe yaramayacağı aşikârdı.
Kapıya kadar geldi, sundurmaya çıkmadan seslendi. “Küçük Hanım.”
Cevap yoktu. Hata yaptığını düşünmüyordu Taekwoon. En azından Doyeon uzunca bir süre bekledikten sonra kapıyı açıncaya kadar öyle düşünmüştü.
Lakin kapıyı açtığındaki bakışları delikanlıyı her şeye pişman etmişti, doğduğuna bile.
“Beyim,” dedi bir fısıltı gibi. O kadar çok titriyordu ki tuttuğu kapı da zangırdıyordu.
“İsmim Taekwoon, Küçük Hanım. Bundan böyle sizi korumakla yükümlü kılıç ustası olarak görevlendirildim.”
Genç kızın duyduklarını anlaması biraz vakit aldı. Sonunda gözleri kocaman açılmış, öncekinden daha çok titreyerek bir kez daha kapattı kapıyı.
Delikanlı sabredemeyeceğini hissetti. Hanımefendinin pabuçlarını düzeltip sundurmaya bıraktıktan sonra kendi pabuçlarını onunkinden çok uzağa koyup sundurmaya çıktı. Kapıyı tıklattı. “İçeri giriyorum Küçük Hanım.”
Doyeon odanın ortasında durmuş, elleriyle kollarını tutmuş derin nefesler alıyordu. Titremesi yetmiyormuş gibi sallanıyordu bir de. Taekwoon düşecek diye korksa da çok yaklaşamadı.
“Kaçmayın.”
Dişlerini sıkmaktan zaten yeterince ağrıyan çenesinde yeni bir sızı hissetti. O yumuşak elden böyle sert bir tokat nasıl çıkmıştı, inanamadı. Genç kız yaptığından utanır gibi sessiz bir çığlık atıp ağzını kapattı, ardını döndü. Sanki bedeni yere tutunmuyordu, sanki onun dünyasını birisi deli gibi sallıyordu. Ayakta durduğu her saniye mucize gibi gözüküyordu dışarıdan, öyle çok titriyordu.
“Bağışlayın.”
“Beyim,” dedi yeniden dönerken. “Neden? Ölüşümü izlemeye mi geldiniz?”
“Ben muhafızım,” diye hatırlattı Taekwoon tekrar. “Ben sizi korumaya geldim. Benimle resmi konuşmanıza gerek yok, Küçük Hanım.”
“İzlemeye değil, öldürmeye gelmişsiniz siz beni.”
“Önce ben öldüm. Faydasını göremedim hanımım. Siz ölmeyin.”
“Bir de dalga mı geçiyorsunuz?!”
Dalga geçmiyordu delikanlı. Sahiden yüreğinden geçeni söylemişti dili. Doyeon kendisine ikisine de yetecek kadar üzüldüğünü söylemişti ya, o da öyle bir şey demeye çalışıyordu işte. İkisi yerine de ölmüştü o.
“Babam istedi değil mi?” Sesindeki kırgınlık öyle büyüktü ki insan neden hep titrediğini anlıyordu. Paramparça olmuştu o kız, hiçbir parçası birbirini tutmuyordu artık. “Nasıl kandırdı sizi? Ne dedi? Sizden daha iyi… Kimse… Kimse… Koruyamaz… Öyle mi? Öyle mi dedi size?”
Taekwoon başını eğdi. Doyeon’un dudaklarından bir inilti koptu. “Kabul etmeseydiniz… Etmemeliydiniz. Kabul edilecek şey mi bu? Ne yaptığınızın… Farkında mısınız?” Cevap vermenin gereği yoktu, delikanlı her şeyin farkında olarak gelmişti. Genç kız sıktığı küçük yumruğuyla sevdiğinin göğsüne vurdu. “Artık ne işe yarar? Biri beni… Korumuş korumamış… Ne faydası var? İkimiz böyle… Ne ölü ne canlı… İkimiz böyle… Ne yapacağız? Nasıl? Aklınız alıyor mu? O kılıcı boynuma dayayın daha iyi. Ne yaptınız siz?”
“Doyeon’um…” dedi birden ve yeniden anında pişman oldu.
“Beyim. Gidin ne olur. Yalvarırım. Ayrı ayrı ölelim. Ne olur… Ne olursunuz gidin.”
“Gidemem. Gidemem Küçük Hanım. Görevimi layığıyla yerine getirmek boynumun borcudur.”
O sırada gözleri, genç kızın beyaz çoraplarına bulaşmış kana takıldı. Bahçe makası yara açmış olmalıydı, eğiliyordu ki Doyeon bir çığlık atarak dışarı fırladı.
Annesiyle ablası sundurmanın aşağısında yakaladılar onu. Takati iyice tükenmiş olan kızcağız kendini ablasının kollarına bıraktı. Hyeyeong Hanım odanın açık kapısına doğru baktı, delikanlıyla göz göze geldi. Taekwoon hiç düşünmeden Doyeon’un ayağını işaret etti.
Onu sundurmaya oturttular. Ablası hemen bez getirdi. Delikanlı az ötede dikilip kızın sayıklamalarla dolu, histerik ağlayışını görmezden gelip ayağını bağlayan annesinin soğukkanlılığını izliyordu.
“Anne,” diyordu genç hanımefendi. “Anne… Anne… Bana bak… Yüzüme baksana bir… Ne olur bak… Anne. Git de… İzin verme buna. Anne… Ne olur anne. Yapmayın… Yalvarırım anne.”
Sarma işi bitip de Hyeyeong Hanım kalkar kalkmaz Doyeon yeniden kalkıp koşmaya başladı. Ayağında yarası yok gibiydi. Ablası peşinden gitti.
Evin hanımı sessizce arkalarından izledi bir süre, Taekwoon da aynı şeyi yaptı.
“Darıldın mı bana oğul?”
Delikanlı inanamayan gözlerle baktı kadına. Aklını toplamak için bekledi.
“Ben çocuk değilim,” dedi sonra. “Size çocuk gibi darılmamı, sonra da affetmemi ümit eder gibisiniz hanımım. Lakin ben size zerre kadar dargın değilim.” Kadının yanakları utanç içinde kızardı. “Benden af beklemeyin o yüzden. Benim içim yalnızca ölünce soğuyacak.”
***
Wongeun çok öfkeliydi. En son ne zaman bir duyguyu böylesine canlı ve coşkun hissettiğini hatırlamıyordu. Yaşadığı andan öncesini yahut ötesini düşünemeyecek kadar gözü dönmüş haldeydi. Bu insanlar çıldırmıştı, çocukluğunu yaşadığı yer burası olamazdı.
Abisi bildiği adam gencecik çocukları, evladım dediği bir oğlanı ve öz evladı olan kızı harcayıvermişti. O gittikten sonra yerine koyduğu, kardeşi gibi sevdiği başka bir genci de onların arasında bırakarak, seçme hakkı vermeyerek harcamaya meylediyordu. Kimse de kalkıp sormuyordu, ne yapıyoruz biz diye.
Taekwoon’un özene bezene hazırlanıp Âlim Cha’nın evine elini kolunu sallaya sallaya gitmesini aklı almıyordu, düşündükçe kan beynine sıçrıyordu. Jaehwan da hazırlanmasına yardım etmişti, delilikti bu! Aklındaki tek resimleri, bebekliği ve şölen gecesi utançtan titreyen hali olan Doyeon’un durumunu düşünemiyordu bile.
Osman Efe’yi ah bir bulsa eşek sudan gelene kadar dövüş edecekti onunla. Kara muallim diye seve seve bitiremediği Âlim Efendi el kadar bebelere eziyet ederken kılını kıpırdatmıyordu adam yahu! Güya dürüsttü, merhametliydi. Alsın merhametini kıçına soksundu, o kavuğu deve bokuna düşsündü.
Adamın baş müşavir olması da cabasıydı. Kendisi bunu bir ceza olarak görüyor olabilirdi, lakin bal gibi de yaptığı korkunç şeyler için ödüllendirilmişti işte. Kimse görmüyor muydu, kimse anlamıyor muydu? Dışarıdan baktığından mı gözleri bu kadar açıktı kendisinin? Yılmıştı, vallahi de billahi de yılmıştı. Kervanı toplayıp Osman Efe’yi burada bırakıp düşmek istiyordu yollara artık.
Mektebin bahçesinde başındaki bin bir türlü derdi düşürebilecekmiş gibi saçlarını çekiştirip volta atarken aniden birinin yenini çekeleştirdiğini hissetti. Öfkesini kusacak biri mi gelmişti? Hayhay buyursundu!
“Ne va-” Gamzeli bir ufaklık kendisine gülümsüyordu. Kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu, bu iç karartıcı atmosferin farkında değil gibiydi. Küçük Eunbyul, diye düşündü Wongeun. Öfkeden dikilmiş omuzları düşüverdi.
“Merhaba Wongeun Beyim.”
“Kwangjae,” diye selamladı onu yumuşacık bir sesle. “Seni gördüğüme çok sevindim.”
“Böyle kara kara ne düşünürsünüz, beyim? Arkadaşa ihtiyacınız var mı?”
Adam güldü. Anası gibi laf ebesiydi bu da.
“Evet yavrum. Bir arkadaşım olsa hiç fena olmazdı.”
“Müsaade buyurursanız size arkadaşlığımı teklif etmek isterim.”
“Müsaade ne kelime! Lütfen.”
Dertleşmediler aslında. Havadan sudan, mektepten, saraydan konuştular bol bol. Küçük aslan sürekli saray ve mektep arasındaki son durumu anlamaya çalışıyor, yaşının çok üstünde sorularla Wongeun’ı biraz sıkboğaz ediyordu gerçi. Eunbyul onu bu meselelerden olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı; hayatını özgürce yaşayabilecek bir âlim yetiştirmek istiyordu besbelli, bir siyaset adamı değil.
Ne yazık ki oğlan fazlasıyla zekiydi, tüm ilgisi validesinin onu uzaklaştırmaya çalıştığı konulara yönelikti. Wongeun elinden geldiğince masumane cevaplar vermeye çalıştıysa da o günkü sinirli hali sözlerine yansımıştı. Kwangjae bunları da kaçırmadı.
Sohbetleri uzadıkça uzuyor, asla bir sona yaklaşır gibi gözükmüyordu. İkisi de birbiriyle olmaktan hoşnut gözüküyordu.
En keyifli yerindeydiler. Birden davudi bir ses “Wongeun!” dedi. Bağırmamıştı, lakin bağırsa bu kadar etki yaratamazdı. Ufaklık yerinde sıçrarken sesin sahibini tanıyan Wongeun gözlerini devirdi ve ayağa kalktı.
Osman Efe kaftanını savurarak, gözlerinde öfkeli bakışlarla, her an birine bir tokat patlatacakmış gibi kocaman açtığı elleriyle onlara doğru geliyordu.
“Beyimiz teşrif etmişler,” dedi onu gören arkadaşı, Türkçe. Kwangjae söylenileni anlamamıştı, lakin kendisinden kat kat büyük biriyle o ses tonu ve beden diliyle konuşmaya nasıl cesaret ettiğine şaştı Wongeun’ın.
“Delikanlı nerede?”
“Soruyor musun bir de? Senin kara muallim öldürdü çocuğu.”
Kavuklu adam aniden durdu. Duruşu, ilerleyişinden daha çok korkuttu Kwangjae’yi. Oturduğu yerden kalkıp Wongeun’ın ardına saklanıverdi.
“Ne demek öldürdü? Ağzından çıkanı kulağın işitir mi?”
“Kızına muhafız olsun diye kendi evine soktu. Öldürmekten beter etti.”
Osman Efe’nin açık elleri de duruşu gibi aniden kapandı. Dişlerini sıktı, burun delikleri büyüdü. Her saniye biraz daha korkunç gözüküyordu.
Wongeun ardına gizlenen çocuğa bakıp gülümsedi. Bu, Kwangjae’yi rahatlatmadı. Müsaade isteyip gitmeye hazırlanıyordu ki iri adam öfkesini anında bir kenara bırakıp kara bıyıklarının altından ona gülümsedi.
“Yavrum, ürküttüysem kusuruma bakma.”
Çocuk saklandığı yerden çıkıp bir anlık cesaretle “Ürkütmediniz!” dedi. Osman Efe güldü.
“Sevindim öyleyse.”
Wongeun’ın gözleri iki arkadaşı arasında gidip geliyordu. Büyük bir beklenti içinde gibiydi. Osman Efe ilk başta kendisine bir şey söylemek istediğini sandı. Lakin sonra onun da gözleri çocuğun yüzüne takıldı. Tanıdıktı. Nefesi daraldı.
“Seni tanıyorum,” diyebildi yalnızca.
Kwangjae şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Şölende sizi görmüştüm.”
“Hayır, evladım. Öyle değil. Annen… Sen Eunbyul’un oğlu musun?” Wongeun başını öte tarafa çevirdi. Osman Efe’nin sesinde tıpkı kendi hislerine benzeyen hisler yatıyordu.
“Evet. Fakat siz validemi nereden tanıyorsunuz?”
“Annenle küçükken oyunlar oynardım. O da senin gibi korkusunu gizlemeyi iyi bilirdi.”
Çocuk Wongeun’a baktı. Kendisine söylemediği halde bu adamın da annesiyle küçükken oyunlar oynadığını anlamıştı artık. Annesinin dostlarıyla bugün dostluk ediyor olabilmek ilginçti. Bunu söylemek istedi. Lakin adamlar sessizce birbirlerine bakmaya başlamışlardı. İkisinin dudaklarında da silik bir gülümseme vardı. Konuşmadan anlaşır gibiydiler, Kwangjae de saygıyla sessizliğini korumaya karar verdi.
Başkaları onun kadar saygılı olamıyorlardı, hizmetkârlardan biri yaklaşıp Âlim Efendi’nin Osman Efe Bey’i istediğini söyledi.
İri adam elini öfkeyle sallayarak karşılık verdi. Ardından küçük muhatabına döndü. “Tanıştığıma çok memnun oldum Küçük Prens. İsminizi bana bağışlar mısınız?”
“Adım Kwangjae beyim. Sizin isminizi öğrenebilirsem ben de tanıştığıma çok memnun olacağım.”
“Osman Efe. Sizin dilinizde söylemesi zordur, bilirim. Sevgili anneciğin çok güzel söylerdi adımı. Sahi, annen bu akşam seni almak için mektebe uğrayacak. Kendisini ben davet ettim, vatanıma dönmeden önce son bir kez onu görebilmek istedim.” Son cümlesini Wongeun’a bakarak söylemişti. Çocuk bu tuhaf ortamda ne söyleyeceğini bilemeyerek başını salladı.
***
Cha Hakyeon iç odada değildi. Bu defa mektebin toplantı odasında kabul etmişti misafirini, üzerine yeni görevine uygun üniformasını giymişti. Masanın bir ucunda dimdik oturmuş, gözleri dalmış gibi diğer ucuna bakıyordu.
Hiç olmayacak bir sessizlik hâkimdi ortama. Ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, bu sessizliği bir türlü aşamıyor gibiydiler.
Osman Efe Bey öfkeliydi, tıpkı diğer herkes gibi. Lakin Âlim Cha diğerleri gibi değildi, o daha çok üzgündü ve yorgun. Yastaymış gibi gözüküyordu. Bu sebeple misafiri istediği gibi başlatamadı sohbeti, içindekileri sayıp dökemedi. Acıdı eski dostuna.
“Gitmeye niyetlisiniz yani,” derken sesi kırgın geliyordu Âlim Efendi’nin. Ürpertici denebilirdi.
“Artık burada bir işimiz kalmamıştır. Hasretimizi giderdik, üstümüze düşen vazifeyi yerine getirdik. Biz yolların adamıyız, bir yerde fazla kalamayız. Bilirsin.”
“Yine aptal yerine koyuyorsun beni. En azından dürüstçe söyle.”
“Ben seni hiç aptal yerine koymadım kara muallim. Bunca zaman seni kafasında biraz bile aptallık olmayan tek insan bildim. Lakin görüyorum ki yanılmışım. Sen de kendine fazla güvenmişsin.”
Nihayet bakışlarını kaldırıp eski dostuna baktı. Kaşları acı içinde çatılmış, gözlerinde yaşlar birikmişti.
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hep emin adımlarla ilerledin. Acele etmektense adım atmadan önce yıllarca bekledin. Merhametliydin, merhametinle topladın ya bu çocukları yanına, öyle değil mi? Bilmezdim değişeceğini, aklımın ucundan geçmezdi. Kaç insanın canını yaktın, saydın mı? Kendi can parçanı, evladını paramparça ettin. Cha Hakyeon… Buraya geri döneceğim diye ne kadar mutluydum biliyor musun? Yıllar önce bıraktığım gibi bulsaydım seni; o karısını çok seven, mutlu çocukları olan, mutlu delikanlılar yetiştiren âlim olarak bulsaydım… Keşke eskisi gibi kalsaydın…” Durup nefes aldı. Daha kötü şeyler söylemek istiyordu, fakat yapamıyordu. “Biz gideceğiz Âlim Efendi. Geçen gidişimiz gibi umut dolu olmayacağız bu defa. Wongeun sevdiğini ardında bıraktığından daha çok acı çekecek, biliyorum. Benim de gözüm arkada kalacak, sen de bilesin.”
Sustu. Dostunun başı önüne düşmüştü, savaş verir gibiydi. Ondan bir cevap bekledi, ama alamadı.
“Artık dur kara muallim. Daha fazla devam edersen şimdikinden çok daha fazla pişman olacaksın.” Sandalyesinden kalktı. Cha Hakyeon başını kaldırıp ona bakana kadar ayakta bekledi. Ona gülümsedi, elini omzuna koydu. “Vedalaşma vaktine daha var. Giderken sarılıp yalandan da olsa tebessümle vedalaşmak istiyorum seninle. Topla kendini.”

mavinot: biliyorum çok süper bir bölüm değil bu. ama elimden geleni yapıyorum. lütfen yorum bırakmayı unutmayın!