Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Aralık 2016 Cuma

Emek Mavisi - aşikâr.

Selam dostlar.
Aslında şikayet dolu bir paragrafla başlamak istemiştim ama durun bakalım. Durun, sadece birazcık çok kısacık pozitif davranayım. Olur mu?
Bu hafta, şu koca iki-üç ay içinde emek verdiğim her şeyin sonuçlandığı haftaydı. Ve ben (cümlenin başında "ve" kullanmaktan nefret etsem de) yalnızca bu stres dağı olan haftayı değil, stres sıradağları olan ayları atlatmanın da haklı gururunu yaşıyorum.
Fiziksel yorgunluğun beni, zihinsel yorgunluktan daha fazla yıprattığı su götürmez bir gerçek. Çok zor geliyor bana, bilmiyorum. Belki de bünye diğerine daha alışık olduğu içindir. O yüzden sancılı bir dönemdi. Rahatça uyuduğum bir gün hatırlamıyorum.
Ama geçti.
Zor geçti gerçi. Dün çok kötü bir gündü ve benim bu iki aylık çalışmamı tamamlayacak upuzun bir rapor hazırlamam gerekiyordu. Ama beynim kapalıydı. Depresif olma hali bireylerin beyinlerini kapatıyor; yeni fikirler öğrenmelerine ya da yeni şeyler üretmesine çok müsaade etmiyor. Anca olan bir şeyi yeniden yeniden yeniden yorumlayarak ortaya bir şeyler koyabiliyor birey. Benimse yeni bir şeyler üretmem gerekiyordu. Gece yarısına kadar hiçbir şey yapamadan oturdum, keyfim yerine gelsin diye videolar izledim falan. Olmadı. En sonunda bir Instagram sayfası buldum, güzel insanlarla ilgili. Zorbaların ağlattığı bir kız için insanlarla dolu otobüsünü durdurup gidip kızı rahatlatmaya çalışan otobüs şoförüyle ilgili gönderiyi okurken ağlamaya başladım. Bir yarım saat ağladıktan sonra ancak kendime gelebildim.
Hep söylerim, üzülünce daha çok üzülmek lazım. Tamamen bitmeden yeniden başlayamazsın çünkü. Tamamen dibe vurasın ki ayaklarını yere vurup hızlıca yukarı çıkabilesin.
İşte bu yorucu süreç boyunca üzüldüm ve daha çok üzüldüm. Sonra güçlendim ve biraz daha üzüldüm.
Ama bitti.
Atlattım ben bu dönemi, her dönemi atlattığım gibi. Hem de gerçekten güzel sonuçlar aldım. Bu sonuçların hemen hepsi beklendik sonuçlardı benim için. Yani evet rahatlayacaktım ama güzel sonuçlar aldığım için değil, bittiği için rahatlayacaktım. Sonra bugün beklediğim sonuçları aşan daha güzel bir şeyler oldu. O yüzden hem rahatladım, hem de gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum ki bu yazıyı yazarken mutluyum ve gülümsüyorum.
Siz hiç benim mutluyken yazdığımı gördünüz mü sevgili dostlar? Gördüyseniz de ben hatırlamıyorum ahahaha.
Bu yazıyı yazarken sürekli bir mahcubiyet hissi var içimde aslında. "Sanki çok büyük bir iş başardın, abarttıkça abartıyorsun," diyor içimdeki ses. Aslında bu dışardan bakan birinin sesi olmalı, zira ben aslında böyle düşünmüyorum. Benim için gerçekten zor bir dönemdi ve o kadar yorgunum ki gözlerim kapanıyor şu satırları yazarken. 
Abartmıyorum.
Çok üşüyorum ben şu an.
Daha fazla uzatamayacağım.
Yine sonu başı belli olmayan, mesajı olmayan, saçma sapan, kopuk kopuk bir yazı mı oldu ne? Aman ne yapalım, bu kafayla yazmaya çalışmak komik zaten.
Şimdi gidip güzel bir uyku çekeceğim.
Ama ondan önce size bu iki aylık çalışmalardan birinin sonucunu göstermek istiyorum. Sadece benim çalışmam yok bu sonucun içinde, çok ince düşünen sevgili ekip arkadaşlarımın da çalışmaları var. Birlikte ortaya güzel bir çalışma çıkardığımıza inanıyoruz ve sizin de bu çalışmayı görmenizi istiyorum ben.
Bir kısa film çektik, adı "aşikâr." Apaçık ortada oldukları halde görülmesi istenmeyenlerin hikayesini anlatmak istedik.
Lütfen izleyin hayaletlerim, belki sizin de kafanızda minicik bir kibrit çakabiliriz diye istiyorum bunu. Belki sizin de bir fikrinizi alabilirim diye...
Şimdi gidiyorum ama yarın sabahtan akşama kadar kontrol edeceğim burasını. Çünkü gerçekten bu zor dönemin en güzel hediyelerinden biriydi "aşikâr" bana. Bilin istedim.
Teşekkür ederim ve mavi geceler.

15 Aralık 2016 Perşembe

Korkuyoruz öğretmenim - Korkak Mavi #3

Selam dostlar.
Ben korkuyorum.
Ve bu yazı ne hakkında olacak bilmiyorum, ama yazmadığım zaman içimde olup bitenlerden de korkuyorum. Hadi birlikte ne saçmalıklara yelken açacağımızı görelim.
Yakında 20 yaşına gireceğim ve bundan ne kadar korktuğumu bir ben bir de Allah biliyor. 19 yaşına girmeden önce de "19'dan bir adım sonrasını göremiyorum, belki de yoktur" yazmıştım. Size mi yazdım, yoksa günlüğümün bir köşesine mi hatırlamıyorum. Bu cümle cana gelirken gerçekten göremiyordum bir adım sonrasını. Ama şimdi, 20 yaşıma girmeme bir tutam kalmışken önümü çok iyi görebiliyorum ve bu önümü görememekten daha korkunç geliyor.
Hayat korkutucu aslında, bunu asla kabul etmek istemesem de böyle. Hayatı asla bir dost olarak görmedim, bu yüzden ondan daha korkutucu olmam gerektiğini hissediyorum. Böylece onu korkutup kendime daha kolay bir yol çizebilirim.
Söylerken bile aptalca geliyor. Gerçi bunun aptalca olmayan bir yolu yok. İnsanların bu hayata dair duruşları, ne kadar etkili olurlarsa olsunlar hep aptalcadır bence. Hayat hepimizin toplamından daha büyük çünkü. Milyarlarca aptal olarak bir hayat edemiyoruz yani. İşte bu büyüklük beni korkutuyor. Hayatı korkutamamak beni korkutuyor.
19 yaşına girmeden önce bir adım sonrasını göremiyordum, çünkü hala yolumu çizmemiştim. Daha doğrusu çizdiğim yolları bir bir, canım acıya acıya silmiştim de elimde boş bir kağıtla "Şimdi ne bok yiyoruz Mavi?" diye kalmıştım. Çok korkunçtu, öleceğimden emindim. Benim için umut yoktu. Bir aralar "ben plan yapmam" diye gezindiğimi biliyorum, ama koca bir yalan söylemişim kendime. Ben plan yapıyorum. O kadar uzun vadeli ve detaylı oluyor ki bu planlar sadece bir parçasından vazgeçersem hepsini baştan yazmak zorunda kalıyorum, ki bu da gereğinden fazla korkutuyor beni. Hem vazgeçmekten korkuyorum, hem de yanlış plan yapmaktan.
Dedim ya bütün planlarımın toz olup uçması gerçekten öleceğimi hissettirdi bana.
20 yaşına girmek üzereyim ve kendime yeni bir yol çizdim. Henüz detaylarını yazamadım belki ama kocaman, upuzun, kapkalın ana çizgisi öylece duruyor karşımda. "BURADAN GİDECEKSİN!!!!!!" diye bağıran kan kırmızı tabelalarla dolu her yer. Ve ben; yeni, yabancı, haliyle detaysız, hatalı bu yoldan gitmeye ölesiye korkuyorum.
Bundan önceki planım o kadar kusursuzdu ki... Yıllarca biriktirerek güzelce boyamıştım ben onu. Sığınaktı benim için, zaten benim ne olacağım belli diyerek insanları görmezden gelmemi sağlıyordu. Şimdiyse soğuk, kasvetli ve yalnız bir planım var. Öyle bir zamanda yaptım ki bu yeni planı, hani son dakika planı diyebilirim. Gitmek zorundayım bu yoldan. Çünkü artık çizimlerimi bitirmiş olmam gereken bir yaştayım. Anlıyor musunuz? Artık "yetişkinim" demek istiyorum ahahahhaha. Bu saatten sonra yeni bir yola gitmek istersem canımı dişime takmam gerekecek yani. Eğer doğru bir seçim yapmazsam mutlu olmak için normalden daha fazla çaba sarf etmem gerekecek.
Gerçi en başta "Mutlu olmak için neden çaba sarf etmemiz gerekiyor ki?" sorusunu sormak gerekirdi bence, ama neyse.
Bunun benim için yanlış seçim olmasından çok korkuyorum.
Ve bu defa yanlış, çok yanlış, düzeltilemez hale gelebilecek hayatımın içinde ölemeyeceğimi hissediyorum.
Bence ölememek, ölmekten daha korkunç. Sonsuza kadar bir hayatın içinde sıkışıp kalma düşüncesi bile derin (ve korkmuş) bir nefes almama sebep olurken, mutsuz bir hayatta sıkışıp kalma düşüncesinin ensemdeki tüyleri diken diken etmesi gayet normal karşılanabilir bence.
Hayal edin. Yaptığınız ve ileride yapacağınız şeyleri hayal edin, az çok sizin de bir planınız vardır. Sonra bu hayalin ucunu kesin, sonundaki "mutlu mesut ölürüm" kısmını çıkarın. Bir insan aklının bunu hayal etmeye yetebileceğini düşünmüyorum. İnsanın aklı zamanla doludur ve zaman bitmezse insanın delirmesi işten bile değildir. Ölmeyeceksek yaşamın bir anlamı kalmaz, anlıyor musunuz?
Bilmiyorum.
Dikkatim dağıldı ve yazmayı kestim, şimdi konuya geri dönmek istemiyorum.
Onun yerine şundan bahsetmek istiyorum: Bu aralar ölümü çok düşünüyorum.
Kötü bir şey mi olacak? Aman, boş ver en kötü ölürüz. Trafik hızlıca akarken karşıdan karşıya geçmeye çalışmayayım mı? Ne olacak, en kötü ölürüm yahu. Çok mu hızlı sıkılıyorum? Birazdan öleceğim canım ya, hiç başlamayalım istersen. Yetişmez çünkü.
"En kötü ölürüz" lafına da kıl oluyorum bu aralar. O benim dilimden öyle çıkıyor olabilir ama kafamın içinden "en iyi ihtimalle ölürüz" geçiyor.
Yapacak hiçbir şey yok. Öleceksin. Ölmeyecek olsaydın yaşamanın bir anlamı olmazdı. Ama öleceksen yaşamanın anlamı ne diye de düşünüyorum bazen.
Yani ben dil sınavını geçsem ne olur, geçmesem ne olur? Dersten kalsam ne olur, kalmasam ne olur? Evlensem ne olur, evlenmesem ne olur? Anne olsam ne olur, olmasam ne olur? Mutlu olsam ne olur, olmasam ne olur? Ağlasam ne olur, ağlamasam ne olur? Canım acısa ne olur lan öleceğim eninde sonunda. Aşık olsam da öleceğim, olmasam da. Çok para kazanıp istediğim arabayı alsam da geberip gideceğim, almasam da.
Keşke ölsek mi ne yapsak anlamadım ya.
Oturtamıyorum. Ölmeyi istesem ne olacak, istemesem ne olacak? Bir şey fark etmiyor ki. Ben istesem de istemesem de öleceğim lan. Manyak mıyız biz? Hasta mıyız biz ne yapıyoruz lan?
Ne yapıyoruz Allah'ım sen akıl fikir ver.
Fındık kadar beynim var, daha fazla çalışmıyor. Kitleniyor. Bir gece yatıp ölsem ne olur lan harbiden? Ya ben ölünce sizi düşünmeyeceğim ki, kalanları düşünmeyeceğim lan siz düşünün orasını. Ben ölünce bana ne olacak? Daha mutlu olacak mıyım? Ölünce de ölmeyi düşünecek miyim? Ben bu sorularımın yüzde doksanına cevap buluyorum kendimce. Ama siz de sorun kendinize bunları tamam mı? Hep beraber delirelim lan, yalnız bırakmayın beni dostlar.
Ne yazdım ben yine.
Hello evrivan, ben Mavi ahahahahaha.
Bu yazıda kendimi çok tuttum, söylemenin doğru olmayacağı çok şey var. AMA ÇOK SÖYLEMEK İSTİYORUM. Belki bir gün "söylesem de öleceğim, söylemesem de" diye düşünerek size anlatırım. Ama o gün bugün değil. Beraber delirelim dedim, beraber acı çekelim demedim ahahahahaha.
Gerçi çoğunlukla sizi benimle birlikte acı çekmeye davet ediyorum, ama saymayın o kadarını da. Onu da yapmasaydım "ölsem ne olur, ölmesem ne olur" diye bile düşünemeden ölürdüm.
"Diye bile düşünmememek" doğru bir kullanım mı? Bence bu yazının sonucu olarak bu tartışmayı başlatabiliriz.
Yazıya başlarken, biraz gergindim. Sonra biraz ağladım. Sonra sadece üzüldüm. Sonra kafam dağıldı, başka yerlere gittim. Sonra baya ağladım. Sonra bir şeyler yedim ve gülücüklü bir şeyler izleyip eğlendim. Şimdi de sıkıldım. Roller coaster tadında bir yazı oldu.
Baştan dönüp kontrol okuması yapmayacağım, zaten genellikle yapmam ama bunu okursam yayınlamadan silerim gibi geliyor.
Hadi bu yazıyı da unutalım.
Aslında beni harekete geçiren, bana ilham veren, bir şeyler yapmamı sağlayan kişiler bana hep bir şeyler öğreten insanlar. Ama ben bunu yapamıyormuş gibi hissediyorum. Tek yaptığım kendimle hesaplaşmak ve düzensiz sözcükler fırlatmak ortalığa. Eğer bir gün bir kişiye bir şey öğretebilirsem ya da sadece bir şeyleri düşünmelerini sağlayabilirsem işte o zaman belki de "öleceksek yaşamanın ne anlamı var?" sorusuna "birilerine bir şeyler öğretebiliyorsam ölmek istemenin anlamı ne?" diye karşı çıkabilirim kendi içimde.
Sizi seviyorum, ama bu aralar kendime küstüm.
Ha bir de bazılarınızı da hiç sevmiyorum ama o bazılarınız bu yazıyı okumayacaksınız, biliyorum.
Sözümü kesmeyin artık.
Ben bir cümle söyleyebilmek için günlerce susuyorum. Anlayın.
Sizden korkmuyorum, sizin yüzünüzden yapabileceklerimden korkuyorum.
Hepinize agresif geceler dilerim.
Umarım yarın hepiniz için bembeyaz bir gün olur, bana mavi olsa da yeter.
Şimdi bana bir şeyler öğreten, ama bu yazıyla çok alakasız ama belki biraz alakalı olan bir şarkı uzatıp gidiyorum.
Cümlelerimin ölesi gelmiş.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Secret Love Affair - Mavinin kıymetli tonu

Selam dostlar!
Sonunda hepinizin bilmesini istediğim bir diziyle karşılaşabildim. Ne yazık ki; herkesin bu diziyi anlayacağını ya da anlamak isteyeceğini düşünmüyorum. Analiz yazmayı unutmuş bir Mavi'nın kelimelerine hazır olun ehehe.
Dizinin afişi sizi ne kadar etkiler bilmiyorum, şahsen ben bu afişi gördükten sonra her Allah'ın günü açıp tekrar tekrar bakmıştım. Beni kapan şey kesinlikle bu afişti. Yoo Ah In dizisi olmasına rağmen entrikalı bir diziyi kaldıramayacağıma emindim. Sonra bunu gördüm işte.
Kısaca bahsedecek olursak...
Yoo Ah In 20 yaşında çok yetenekli bir piyanisti canlandırıyor dizide. Karakterin ismi Lee Seonjae. Henüz yeteneğinin çok farkında değil, ama piyano çalarken ne kadar eğlendiğini ve kendisini bulduğunu biliyor.
Kim Hee Ae ise 40 yaşında bir iş kadınını canlandırıyor. İsmi Oh Hyewon olan bu karakter, bir sanat vakfının yöneticisi(?) ve gençken tıpkı Seonjae gibi piyanistmiş.
Bahsi geçen sanat vakfıyla bir üniversite birbirine pek çok açıdan bağlılar ve o gün de vakfın sponsorluk yaptığı bir üniversite resitali yapılacak.
Konserde çalan öğrencilerden biri Hyewon'un keşfettiği bir genç adam. Herkes büyük bir koşuşturmaca içindeyken, bu genç adam resitalden önce Hyewon'a performansını ayrıca göstermek istiyor ve açılmaması gereken salon vaktinden birkaç saat erken açılıyor.
Bu sırada Seonjae kurye olarak binada bulunuyor ve piyanonun sesini duyunca kimsenin göremeyeceği bir yere gizlenip tek kişiye özel yapılan performansı dinliyor. Hyewon'u ilk kez orada görüyor. Performans bitince Hyewon ve öğrencisi salondan çıkıyorlar ama Seonjae orada kalıyor. Hatta piyanonun başına oturup az önce duyduğu düet şarkıyı tek başına çalma cesaretini de gösteriyor.
Haliyle olay anlaşılınca kıyamet kopuyor. Herkes Seonjae'yi arıyor, herkes birbirine bağırıyor. Seonjae'yse tuvalete saklanmış durumda. 
Onu bulan Hyewon'un kocası oluyor. Kendisi de üniversitede profesör ve o sıralar yetiştirecek yetenekli bir öğrenci arıyor, bu öğrenciyle eline güç geçsin istiyor. Seonjae'nin çalışını duyunca herkesten önce onu bulup tehdit ediyor. "Seni şimdi affediyorum ama yarın aradığımda hazır ol," diyor. Yarın olunca da çocuğu alıp karısına götürüyor ve diyor ki: "Sen bu konuda benden daha iyisin. Bu çocuğu dinle, eğer iyiyse onu öğrencim yapacağım."
Seonjae iyiden de öte. Hyewon saatlerce onu dinliyor o odada. Bazen gülümseyerek ama çoğunlukla gözyaşları içinde, akşama kadar... Bittiğindeyse Seonjae'ye dün yaptığı yaramazlıktan dolayı onu affettiğini, gidebileceğini söylüyor. Seonjae'yse affedilmekten ziyade bir şeyler duymak istiyor, bekliyor. Ufak ve son derece tuhaf bir soru cevap yaptıktan sonra Hyewon durup "Niye hala duruyorsun burada?" diye soruyor. Seonjae de dün sadece yarısını duyabildiği şarkıyı sonuna kadar çalıp çalamayacağını soruyor. Hyewon hemen notaları getiriyor ve Seonjae'ye eşlik ediyor.
Şimdi derin bir nefes alın ve söyleyeceklerime kulak verin.
Yeterince dizi ve yetişkin sahnesi izlediğime inanıyorum. O yüzden eminim bu değerlendirmenin yersiz olması gibi bir ihtimal yok.
Seonjae, Hyewon'u ilk gördüğü andan beri birbirlerine nasıl çekildiklerini, birbirlerinden ne denli etkilendiklerini yüzlerinde görebiliyordum. Özellikle Seonjae, Hyewon için piyano çalmaya başlamadan önceki o gergin ortamda ve tabii ki piyano çalarken Hyewon'un bakışlarında... Size ne kadar heyecan verici olduğunu kesinlikle anlatamam. İzlemeden anlamanız imkansız, gerçekten. Üstelik sahne inanılmaz uzundu ve bu uzunluğa rağmen kalbimi küt küt attırmayı başardılar. Hatta bu heyecanın üzerine yan yana piyanonun başına oturduklarında kafayı yiyecek gibi hissettim.
Hayatımda hazzın bu denli doyurucu işlendiği bir sahne görmedim ve abartmıyorum. Yalnızca yüz ifadeleriyle içlerinde olup biten her şeyi, bu sahnede olması gereken her şeyi eksiksizce alabiliyordu izleyici. Düet bir parça çalarak, birbirlerine değil ama tuşlara dokunarak, yan yana oturarak seviştiler adeta.
Acaba yanlış mı yorumladım diye düşündüğüm de oldu, acaba çok mu fangirl oldu bu fikir diye. Ama yanılmıyordum, gerçekten öyleydi. Seonjae de bahsetti çünkü bundan.
Açıkçası kötü bir analiz oluyor bu. Zira size temanın aşk olduğu mesajını vermeye çalışıyormuşum gibi oldu. Beni en cezbeden nokta buydu sanırım, belki de bu yüzden.
Dizinin teması kesinlikle ama kesinlikle tek başına aşk değildi. Dizi mutlulukla alakalıydı, parayla, onurla, müzikle, arkadaşlıkla, güvenle alakalıydı. İş yeriyle evi arasında bir fark olmadığını söyleyen bir kadının evi olabilmekle alakalıydı. Her şeye sahip olmak ve her şeyden vazgeçebilmekle alakalıydı.
Biliyorum, genelleme yapmam gerekirse Kore dizileri izleyen insanlar diyaloğu ve olayları fazla olanları tercih ediyorlar. En sevdiği diziler BOF, Playful Kiss, The Heirs olan insanların böyle bir diziyi sevmelerini beklemiyorum zaten. Çünkü bu dizi onların tam tersi.
İzlediğim onca dizinin arasında en çok oyunculuk izlediğim, en çok hissettiğim dizi buydu. Kore dizilerinde ya da genel olarak "genel" kitleyi oyalamayı başaran dizilerde her şey dile getirilir. Hisler, olaylar, her şey... Dizileri kafa dağıtmak için izleyenler için böylesi makbuldür zaten. Çok yormadan, düşünme fırsatı vermeden her şeyi söylemek. Ama bu dizi öyle değildi. Bir günde iki bölümden fazla izleyemiyordum, öyle yoğundu ki.
Ayrıca böyle dizilere karşı "anlayamama" ön yargısı olduğunu da biliyorum. Sanki böyle dizileri izlemek için belli bir bilinç seviyesinde belli bir olgunlukta olmalıymışım gibi. Ve evet bir yere kadar doğru bu, gerçekten olgun olmalı bu diziyi anlamak için bir insan. Ama hissetmek için bunlara ihtiyaç yok, gerçekten.
Seonjae'nin en yakın arkadaşları onu sıkıştırıyorlardı, kendisinden 20 yaş büyük bir kadınla görüşmesinin doğru olmadığını hemen vazgeçmesi gerektiğini söylüyorlardı ona. O cevap vermek yerine gidip piyanosunun başına oturdu. "Cevap ver!" dedi arkadaşı. "Siz benim performansımı dinlemediniz değil mi?" diye sordu o da. "Çalma," dedi arkadaşı. "Çalsan da anlamıyoruz zaten." O çaldı. Evet, arkadaşları gerçekten anlamadılar hiçbir şey. Ama parça bittiğinde ikisi de ağlıyordu. Çünkü hissedebildiler. Mühim olan buydu bence.
Ben bu diziyi unutabileceğimi sanmıyorum. Öyle çok ayrıntı geliyor ki aklıma, size her şeyi söylemek istiyorum.
Tabii öyle bir şey yapamam. Hayır, yazarım ama benim kelimelerimde, onların kamerasında yaşadığı kadar güzel yaşamaz bu insanlar biliyorum.
Çok güzeldi. Ama Türkçe'de her iyi şeye kullandığımız kelime olan "güzel" gibi güzel değildi. İngilizcedeki "beautiful" gibi güzeldi. Ya da Korecedeki "아름다워" gibi.
Yani "nadide bir güzellik"ti bu dizininki. Kıymetli bir güzellik. Ben dizinin ortalarına doğru sadece bu diziyi izlemekle ne iyi yaptığımı düşünerek ağlarken buldum kendimi. Birbirlerine dokunduklarında içimde kelebekler uçuşuyordu. Ve hep Seonjae'ye sımsıkı sarılmak istedim, her saniye. Yastığına kapanıp usul usul ağladığında yanında oturup saçlarını okşamak istedim. Ya da Hyewon koltuğa uzanıp kolunu yüzüne kapattığında, kulağına mutlu şeyler söylemek istedim.
Ben aslında aldatma mevzusu konusunda kesin fikirleri olan birisiyim. Ama sevdiği kadın temiz bir eve ayak bassın diye yerleri silen bir genç adamın aşkı beni alt etti. Üzgünüm.
Birlikte gülebilen insanlardan çok, birlikte ağlayabilen insanlara özeniyor olmak beni oldukça üzüyor.
Olsun.
Bu dizi beni çok düşündürdü, çok yordu, müthiş şarkıları verdi bana, doyurdu. Sadece kalbimi doyurmadı, gözümü de doyurdu. Yönetmen harika bir iş çıkarmıştı, her şeyiyle kusursuzdu.
Evet, yönetmeniyle senaristine baktım. Birlikte çalışmayı seviyorlar, çektikleri birkaç dizi daha var. Evet, izleyeceğim ahahaha.
Bence en büyük alkışı başroller almalı. Bilmiyorum, bu ikiliyi ne kadar övsem yetmeyecek gibi. Yoo Ah In'i tanıdığım (ve aramızda kalsın anlatmak istemeyecek kadar çok sevdiğim) için onu biraz daha övesim var. Yine de Kim Hee Ae'ye ayıp etmek istemiyorum. Gördüğüm en zarif kadınlardan biri, çok başarılı.
Size bu diziyi izleyin diyemem, çünkü zor geleceğini nedenleriyle birlikte biliyorum. Ama bilin. Böyle bir dizi var, dokundu Mavi'ye. Hala bazı sahnelerini hatırlayıp ağlayacak gibi oluyor Mavi. Hala Seonjae'nin sildiği yere oturup çaldığı şarkıları dinlemek istiyor.
Mavi böyle işte, kendini baya kaptırıyor.
Eminim yine söylemek istediklerimin yarısını bile söyleyememiş olarak bitiriyorumdur bu yazıyı. Ama kıyamıyorum kelimelerimle kirletmeye.
Sadece alın, bunu dinleyin ve ne kadar güzel olabileceğini hayal edin.
Ne demiş Oh Hyewon: Müzik her şeyin cevabıdır.
Mavi geceler dostlar.

1 Aralık 2016 Perşembe

İlk Kar Düştü - Mavi'nin Uykusu

Selam dostlar.
Bugün ilk kar düştü buralara. Ama öyle kar deyince gözünüzün önüne gelen gibi bir şey değildi. Öyle birkaç kartozu düşüverdi işte. Yüzüme bile konmadılar, uzaktan izlemekle yetinebildim.
Biliyorsunuz, ben hep onu beklerim. Kar yağsa düzelir her şey çünkü, biliyorsunuz. Öyle dalga geçer gibi birkaç tanecik düşüverince sadece, biraz kırıldı kalbim. Düzelmedi hiçbir şey. Bu defa lapa lapa gelse de düzelmeyecekmiş gibi hatta.
Aslında ben iyiydim biliyor musunuz? Uzun zamandır iyiyim demedim size galiba. Ama iyiydim, yani bir süre önce. Her şey yolundaydı. İnsan iyiyken anlamıyor. İyi olmadan önce ne kadar kötü olduğunuzu da bu iyi olma halinin her an bitip yine çok kötü olabileceğinizi de unutuyorsunuz. Sonra yine kötüleşince sanki daha önce hiç kötü olmamışçasına sudan çıkmış balık gibi kalıyorsunuz. Bir kere insan "iyi"yken her şeyin yolunda olmasıyla öyle sarhoş oluyor ki "kötü"yken de her şeyin yolunda olabileceğini bir türlü hatırlayamıyor.
Evet kötüyken de her şey yolunda gidebiliyor. İyiye gitmiyor ama yolunda gidiyor işte. Nereye gidiyoruz Mavi? Bilmem.
Bilmiyorum ben, bir şeyi de bilsem şaşarım.
Gerçi şimdi kötü olmamın yanı sıra hiçbir şey yolunda gitmiyor. Yani daha oturtamadık. Saçma sapan anlarda gözlerimin dolması, kulaklarım kızarmışken çok üşüyormuşum gibi titremeler, durup dururken sıçramalar. Uzaklaşmak, çok uzaklaşmak.
Ben aslında öyle basit şeylere çabuk çabuk kırılan biri değilim. Evet, öfke problemim var ama o bile durulmuştu bu aralar. Sinirimden oturup ağlamayalı baya bir zaman olmuştu. Ya ben iyiydim ya, gerçekten.
Sonra her şey üst üste geldi. Hep öyle olur zaten, dimi? Çünkü tek darbeyle yıkılan insanlar değiliz, değilim. Şöyle okkalısından beş on tane indirmek lazım ki titresin dizlerim. Anca onu yapabilirler zaten, anca dizlerimi titretebilirler. Bu soğukta yere çökecek değilim herhalde.
Düşmeyeceğimi bilsem de çok korkuyorum düşmekten, sorun bu. Daha yoluna koymadığım için o da. Hele bir alışabilseydim her zamanki halime.
Bugün sözüm ona kar yağdı işte. Hani ilacım olandan, başımı okşayandan, yanığıma buz olandan, canıma can katandan... İşte ondan yağdı. Bir tane gördüm, ya da iki tane. Yarın gözlerimi beyaz sokaklara açmadıkça affetmeyeceğim onu.
Ben var ya, en çok mutlu eden alışkanlıkların günün birinde bozulmasından korkarım. Sanki hep yaptığım bir şeyi olur da yapamazsam mutlu olacak sebebim azalır gibi, azala azala biter gibi. Hiçbir şeyim kalmaz gibi.
İşte bugün o alışkanlıklardan biri bozuldu. Her sene yaptığım gibi tüm coşkumu yansıtamadığım size ilk kar günü. Bu sene kar iyi gelmedi bana. Ben ki her Allah'ın günü yolunu gözlerim onun.
Olsun. Bu sene de ilaç olmadan iyileşmeyi öğreniriz canımız yana yana.
Ay şu Mavi de pek alem, komikli şeyler yazıp duruyor, dimi ama?
Hehehe.
İnsan iyiyken başkalarıyla birlikte hep. Başka insanlarla konuşuyor, başkalarını dinliyor, başkalarıyla susuyor, başkalarını seviyor, başkalarını tanıyor. Hep başkalarıyla işi...
Ben bu süreçte kendimi çok ama çok özlüyorum. Ben kendime öyle düşkün biriyim ki, kendimi tanımayı, kendimle baş başa kalmayı, kendimi sevmeyi, kendimi üzmeyi, kendimi mutlu etmeyi öyle çok seviyorum ki başka insanlara tahammül edemiyorum.
Size dünyanın en kötü mantığını kuracağım, sıkı tutunun. Ben iyi oluyorum, sebebi belirsiz. İyi olunca insanlarla iletişime geçiyorum, yakınlaşıyorum. Ama insanlar bana dokunuyorlar, alerjik reaksiyon başlıyor ruhumda ve yine kötü oluyorum. Bu iyi olma sürecinde özlediğim ve bir o kadar da yabancılaştığım kendime alışma sürecim en az insanların bana dokunması kadar acı verici geçiyor. Yani ben kendimi mutlu ettikten sonra insanlar beni yeniden mutsuzluğa itiyorlar.
Hayır, kendi suçum olduğunu kabul etmiyorum. İnsan sosyal bir varlıktır, ama insan diğerlerini anlamaya çalışmaz. O yüzden yalnızlaşır insan. Yalnız insan da sosyal bir varlık mıdır? Yoksa yalnız insan sosyal bir sorun mudur? Sorun da bir varlık mıdır? Biz ne için çabalıyoruz?
Birbirimizi yalnızlığa itip sonra yine birbirimize senin yüzünden demesini çok iyi biliyoruz. Yalnızca kendimizi tanımayı seçip başkalarını tanıyamadığımız için dertleniyoruz. Yine biz diyorum. Biz yok ki. Ben varım.
Yine size hiç sağlıklı bulmadığım bir şey itiraf edeceğim. Ben aslında kötü olmayı, iyi olmaktan daha çok seviyorum. Bu dünyada beni en çok anlayan kişi şöyle söylemişti: "Mutsuzluğa karşı gizli bir sadakat duyuyoruz ikimiz de. Mutlu olunca, kendimize ihanet ediyormuşuz gibi."
İşte aynen öyle benimki de. Ben mutluyken kendime ihanet ettiğimi düşünmüyorum, ama yeniden mutsuzluğa düştüğümde "neden mutlu oldun" diye kızıyorum kendime. Vicdan azabı çekiyorum mutlu olmak gibi bir yanılgıya düştüğüm için. Böyle herkesin duyabileceği bir yerde söyleyince çok utandım kendimden. Siz bunu unutun, olur mu? 
Siz sadece kara küstüğünü anlatırken bile kar yağsın diye bekleyen Mavi'yi hatırlayın, bir de bu sene karın mutlu edemediği Mavi'yi.
Bir de şunu hatırlayın.
Ölmek istemiyorum, çok korkuyorum ölmekten ama ölümü kar yağmasını beklediğimden çok daha büyük bir hevesle bekliyorum.
Ama merak etmeyin her şey yoluna girer.
Ben de kendime sarılıp uyurum, her zamanki gibi.
Mavi geceler.
Pek de mavi değil.