Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

1 Kasım 2015 Pazar

Sassy Go Go! - Mavi 18likler

Merhaba dostlar.
Bunu yapmayalı çok uzun zaman oldu aman Allah'ım çok heyecanlıyım.
*ellerini birbirine vurur* Haydi başlayalım ehehe.
Şu anda üç tane güncel dizi izliyorum. Birisi şu an analizini okumakta olduğunuz okul dizisi, birisi D-Day ismindeki felaket dizisi, diğeri de She Was Pretty adında bir sinir krizi dizisi.
Açıkçası bu dizinin yazısını yazmaya ilk iki bölümünden sonra karar verdim çünkü okul dizisiydi ve içimde kıpır kıpır değişik hisler uyandırmayı başarmıştı. Sonra D-Day'e başladım. İnanır mısınız beni Sassy Go Go'dan daha çok etkiledi. Dedim ki neden ikisinin de analizini yazmayayım ki?
Ve geldim, yazmaya başlıyorum.
Son zamanlarda dizilerin analizlerini onları bitirdikten sonra yazar olmuştum ama bir an önce bu analizi yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü planladığım birkaç şey var, sınavlarım yaklaştı ve gerçekten vaktim olacağını düşünmüyorum. Hem de daha az spoiler vermiş olurum ehehe.
Ana karakterimiz Kang Yeondu; hayallerinin peşinden koşmaya kararlı, lider ruhlu ve başarı sıralamasında sondan dördüncü olan bir genç kız. Yeondu okulun dans kulübünün başkanlığını yapıyor. İyilerin dostu, kötülerin düşmanı olsa da kötüler haksızlığa uğradığında onların tarafını tutan; kanatsız iyilik meleği bir kızımız.
Diğer ana karakterimiz ise Kim Yeol. Gülüşü güneşin doğuşunda neşeyle ötüşen kuşların sizi mutlulukla uyandırması kadar güzel olsa da ukalalığı bazen daha hava aydınlanmadan sizi uyandıran alarmınız gibi. Okul birincisi (nasıl da şaşırmadık ama) ve inanılmaz zeki biri. Okulun derece yapan çocuklar kulübünün başkanı. 
Bu ikiliyi karşılaştıran şeyse dans kulübünün, çalışma kulübünün hemen üst katında yüksek müzik eşliğinde tepinerek dans etmesi.
Daha da basitleştirecek olursak çalışma kulübü Baekho zenginlerin çocuklarından oluşan bir grup. Dans kulübü Real King ise orta halli ailelerden gelen bir grup. Ve Baekho, Real King'in fişini çekerek dans etmelerine engel oluyor. Kavga başlasın dostlar!
Zenginler fakirler savaşından girip zekiler aptallar savaşına, oradan iyiler kötüler savaşına, hatta mutlular ve mutsuzlar savaşına kadar gidiyorlar. Taa ki amigoluk kulübü kurulması için bu iki düşman kulüp birleştirilene kadar!
Evet, çok basit bir senaryosu olduğunun farkındayım ve inanın bana dizide ne olacağını hemen anlayabiliyorsunuz izlerken de. Ama insanın her zaman heyecanı dorukta olan dizileri izleyecek gücü olmuyor. Böyle basit senaryoları izleyip tamamen farklı şeyler düşünmek ihtiyacı hissediyorum ben, beynimi boşaltıp basit düşünmek.
Neden bahsediyorsun Mavi? Gelin bakalım daha yakından inceleyelim.
Real King ve Baekho ilk karşılaştığında, Baekho üyeleri ceza aldıklarında bile beraberce deli gibi oynayıp eğlenen Real King üyelerine ilk birkaç bölüm şaşkın şaşkın baktılar. Çünkü Baekho üyeleri ders çalışıp birbirleriyle yarışmaktan başka bir şey yapmıyordu. Herkes sıralamasını yükseltmek için birbirinin ayağını kaydırmaya bakıyordu. Gelecekleri için çabalıyorlardı yalnızca. Oysa Real King üyelerinin işi gücü eğlenmek ve içinde bulundukları anın tadını çıkarmaktı. Yeondu'nun da dediği gibi: "18 yaşındayım, sizden ve şu andan başka hiçbir şeyim yok. Şu an mutlu olmak için çabalayamaz mıyım?" Yeondu ve arkadaşları tam olarak bunu yapıyorlardı.
Yeol ve Yeondu artık iyice birbirini tanıdığı zamanlardı, Yeol yanında bir diğer Baekho üyesi olan en yakın arkadaşıyla yürürken su savaşı yapan Real King'i gördüler beraber. En yakın arkadaşı "Ne yapıyor bunlar?" diye iç çekince, "Ne var?" dedi Yeol. "18lik gibi davranıyorlar işte."
*boğazını temizler* Evet arkadaşlar. Bu cümle bana çok dokundu ve iki gün kafamın içinde dönüp durdu. Ben 18 yaşındayım. Elimde olan şey sadece şu an ama kimsem yok dedim kendime. Arkadaşlarım yok demiyorum ama şu an yanımda olan ben gülünce benimle beraber gülmeye başlayan biri yok. Ben 18 yaşındayım. Acaba 18 yaşında gibi davranıyor muyum ki? Hiç 18 yaşında gibi hissetmiyorum dedim kendime.
İsterseniz işsiz ya da şımarık olduğumu söyleyin. Umurumda değil. Aptalca bir cümle yüzünden iki gün ne yapıyorum ben diye düşündüm. Hala düşünüyorum, ama acısı iki günde hafifledi diyelim.
Bir diğer meselemiz Eunji'nin yanı Yeondu'nun arkasında oturan bu çocuk. Kendisi VIXX'in biricik lideri Cha Hakyeon olup bu diziye başlamamın tek sebebidir. Kendisinin dizide büyükçe bir rolü olduğunu hatta Yeondu'yla gönül ilişkisi yaşayabileceğini düşünmüştüm. Yanıldım.
Cha Hakyeon'un canlandırdığı Ha Dongjae karakteri Yeondu'nun en yakın arkadaşı. Daha doğrusu Dongjae kızımıza sanki kendisinin solunum cihazıymış gibi bağlı yaşıyor. Peki bu neden seni etkiledi Mavi?
Ha Dongjae karakteri çocukluğunda bir travma geçirmiş ve dokunma fobisi var. Ama inanılmaz zeki ve yardımsever bir çocuk. Yine de yardım edeyim diye işlere karışıp her şeyi berbat etmiyor. Yani tam yerinde bir karakter.
Dokunma fobisi olan bu karakterimizin yalnızca Yeondu'ya dokunduğunu gördüm. Diziyi izleyen herhangi biri görmemiş olabilir çünkü ben özellikle dikkat ettim. Çünkü Yeondu ve Dongjae o kadar yakın ki bu kadar yakın olduğunuz birine dokunmamanız imkansız gelmişti.
Her neyse... Bu yakın arkadaşlık ilişkisi beni çok derinden sarstı çünkü benim, sizin, hiçbirinizin, hiçbirimizin Dongjae gibi bir arkadaşı yok. Dongjae yok arkadaşlar. Olmayacak şeyleri istemek alışkanlık oldu sanırım, çünkü Dongjae'yi istiyorum ve o yok. Bu yüzden acı çekiyorum. Dongjae ne zaman gülümseyen yüzüyle çantasından çilekli süt çıkarsa dalıp gidiyorum ve hayal ediyorum ama yok. Hiçbiriniz böyle olamazsınız, hiçbiriniz buna sahip olamazsınız. Dongjae kurgu karakter, bitti.
Geliyoruz zurnanın gerçekten zırt dediği yere arkadaşlar.
Lanet olası aşk.
Eğer bunun spoiler olduğunu düşünüyorsanız o zaman üzgünüm ama bence değil çünkü dizinin ilk bölümünden ne olacağı belli ben anlatmasam gidip tanıtımını okusanız bile anlarsınız zaten uzatmayalım. (Kendi kendine tripe giren Mavi)
Yeondu ve Yeol'ün birbirine olan sevgisi o kadar doğal biçimlendi ki sorgulamadık, sinir olmadık, ay çok vıcık vıcıklar demedik. Müthişti, tere yağından kıl çeker gibiydi yahu. E insan kıskanıyor.
18 yaşındayım
O biçim sevginin zerresini hissetmedim.
Tamam 18 yaşında olan şimdiki neslin bunu hissettiğinden şüpheliyim zaten. Ama güzel şey ya ne bileyim. Bakınca gülümsemek falan.
Beni acıtan başıma gelmemiş olması değil, gelmeyecek olmasını bilmemdir.
Zira aşk en az Ha Dongjae kadar kurgudur ve her zaman kurgudan ibaret kalacaktır.
YANİ KISACA...
Mavi 18 yaşında ve yalnız.
Güzelim diziyi bile size depresyonlarımı anlatmak için kullanmış olmam harika değil mi? Ne kadar da kıvrak zekalı bir kız.

Açıkçası bu dizi basit senaryosu, basit karakterleri ve basit müzikleriyle tam anlamıyla "basit" bir dizi. Benim tavsiyemse şu; Her zaman mükemmeli aramayın ve bırakın beyniniz basit şeylerle meşgul olsun. Eğer tavsiyeme uymak isterseniz de bu dizi idealdir.
Evet, kötü bir cadımız var, her şeyi tepe taklak ediyor ama sadece bir tane var. Karmakarışık bir dizi değil. Bir kerecik bildiğiniz yoldan gidin, daha az yorulun ve rahat edin.
Kendinizi Sassy Go Go'nun kollarına bırakın.
Mavi'den söylemesi.
Kapanışı dizinin müziklerinden Turtles Fly'la yapıyoruz.
Mavi geceler sizi seviyorum!

mavinot: Özel bir şeyler planlıyorum. Farkında olmadığınız bir şey için. Her neyse, takipte kalın. Sınavlarımı atlatınca döneceğim. Ah blogda olmak harika hissettiriyor.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Mavi'ye Not



  • Vücudu sağlıklı olmayan birinin mutlu olması çok zordur.
  • İmkanın varken sağlığını korumamak aptalcadır.
  • Çok uyumak yanlıştır, ama az uyumak daha da yanlıştır.
  • Düşünmek önemlidir ama çok düşünmek çok yıpratır.
  • Gün boyunca kullanılması gereken bir kelime sayısı vardır ve o sayının altına düşmek bir süre sonra sağlığını tehlikeye atar.
  • Yazmak, konuşmak değildir.
  • Susmak her zaman işe yaramaz.
  • Mutluluk nasıl gelip geçiyorsa, acılar da öyle gelip geçer.
  • Mutluluk hakkında fazla düşünürsen mutlu olmak zorlaşır.
  • Yorulacağını düşünürsen yorulursun.
  • Gün düşündüğünden daha uzundur.
  • Yollar düşündüğünden daha kısadır.
  • Bu dünyada zor iş olmadığı gibi, kolay iş de yoktur.
  • Başarmanın yarısı istemek değil, başlamaktır.
  • Hava almaya çıkmak korkunç bir şey değildir.
  • Sabretmek, hesapta olmayan şeyler için vakit kazanmak demektir. Vakit kaybetmek değil.
  • İnsanlara bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.
  • Dik durmazsan, herkes karşılarında eğileceğini zanneder.
  • Herkesin ön yargıları vardır, yanlış olan ön yargılara kapılıp gitmektir.
  • Kendine yalan söylemek, kendine olan güvenini sarsar ve güvensizlik iyileştirilmesi zor bir yaradır.
  • Bir şeyler istemek yanlış değildir, ama bir şeyler beklemek bazen yanlış olabilir.
  • Geçmese de hafifler.
  • Yalnız insanlar mutlu olabilirler.
  • Senin adın Mavi.
  • 18 yaşındasın.
  • Ve yaşıyorsun.
  • Korkmana gerek yok.

20 Eylül 2015 Pazar

Neler oluyor hayatta? - GERİ DÖN MAVİ

Selam dostlar.
Beni özlediğinizi var saymak istiyorum zira ben burayı, sizi çok özledim.
Peki bizi özlediysen neden gelmedin Mavi?
Size benden on puan. Güzel soru. Müthiş yerden sordunuz gerçekten.
Gelmedim çünkü yazacak bir şeyim yok arkadaşlar. (at kişnemesi) Evet gerçekten yazacak hiçbir şeyim yok ve sizi hayatımla ilgili ayrıntılı, kasvetli ve sıkıcı güncellere boğmamak için de olabildiğince az uğramaya çalışıyorum bloga.
İçimdeki fangirl öldü mü? Hayır. Eğer fangirlseniz sonsuza kadar fangirl kalacaksınızdır ama bazen bu fangirl çok yorulur, uyumaya falan gider. Ne bileyim kış uykusuna falan işte. Bazen de hayat koşulları sizi o fangirlü bastırmaya mecbur eder, siz onu susturup ağzına lafı tıkadıkça da fangirlünüz size küser. Benim durumumsa canı hem fındıklı çikolata hem de fıstıklı çikolata çeken ama önüne meyve tabağı konan bir obur kadar kötü.
Dilimden düşmeyen üniversite sınavı kabusunu atlatalı henüz çok az bir süre geçtiğini hepiniz biliyorsunuzdur artık. İşte ben üniversite sınavına çalışırken istemeden, gerçekten ama gerçekten hiç istemeden canım kankam sevgili fangirlüm biricik aşkımı bastırmak, susturmak, kutuya kapatmak zorunda kaldım.
Bana gerçekten çok kırıldı ama tabii arada bir kutunun içinden önemli şeyler olduğunda sevinç çığlıkları atmayı ihmal etmezdi. Her neyse biz bir süre onunla küstük, uzun bir süre hem de.
Sonra ben onu kutudan çıkardım, ona sevgi verdim. Artık kırlarda koşup çılgınca eğleneceğimiz, dedikodu yapacağımız, ağlayacağımız günler gelmişti. Artık klavyemizi elimize alma vaktimiz gelmişti anlıyor musunuz? Birbirimize kavuşmuştuk. Çok mutluyduk gerçekten her şey yoluna girecekti. (burun çekme efekti) Ama birden... Ah o kara günü hatırlamak istemiyorum... (Hatırlamıyorum da zaten.) Ben birden... Birden depresyona girdim dostlar. Fangirlüm de yorgun düşüp kış uykusuna yattı. Yani başlarda normal bir şey sanmıştım. Zaten ortalama haftada bir kere ufak tefek depresyonlara giren biriyim.
Ama her şey üst üste geliyordu. Sınavdan çıkmıştım, taşındık, arkadaşlarım başka bir şehirde kaldı, kitap okuyamadığım kocaman bir süreç geçirdim ve bununla beraber kalemim de kuruydu, aile içi sıkıntılar yaşandı, sonra gözlerimi çizdirdim(evet evet gözlüksüz görüyorum ehehe), tüm bu zaman zarfında durmadan yemek yiyordum, etrafımdaki insanlar yaprak gibi döküldüler, verilen sözler tutulmadı vesaire vesaire... Bunların yanında ayrıntı veremeyeceğim tonlarca şey de var tabii ki.
Kendimi biliyorum güçlü biriyim, güçlü biri olmasam beni tanıyor olmazdınız zaten. Ama çok da güçlü değilim. Yani en azından her şeyin patır patır döküldüğü ismi "tatil" olan ama herhangi bir tatil etkisi göstermeyen bunaltıcı bir yaz mevsiminde bunlara katlanmam mümkün değildi. Katlanabilmek doğru şey değil aslında herkes her şeye katlanabilir. Ne demeliyim? Katlanmak istemedim? Bilmiyorum ama kesinlikle çok rahatsızdım fiziksel ve ruhsal olarak. Şu an da çok rahatsızım ve rahatsız olduğum tek şey dış etkenler değil. Artık en büyük etken benim.
Gerçekten hiç sevmediğim insan tipiyim şu an.
Sürekli aynı şeylerden bahsediyorum. Farkında olmalısınız. Yaz başlayalı beri yazdığım yazıların hepsinde "depresyondayım ağlıyorum yazamıyorum" teması vardı. HEPSİNDE. Lanet olası kalemimin rengi bir türlü değişmiyor. Ve benim en nefret ettiğim şey sürekli aynı şeyleri tekrar etmektir çünkü bu bir insanın düşünmek istemediğini gösterir. Ben düşünmeyen insanlardan hoşlanmam ama lanet olası beynim düşünmüyor. Kapattı kendini. Savunma mekanizması... (dramatik bir şekilde elini alnına dayar) Neyse boş verin. Şu an bu paragrafta kaç defa aynı şeyi söylediğimi fark ettim ve daha fazla anlatamayacağım.
Bir diğer şeyse trip atmak. AĞĞĞĞHHHHH. Ben kendimi bildim bileli çok güzel trip atan ve trip kaldırabilen biriyim. Gerçekten şaka yapmıyorum. Sizi seviyorsam ve bana trip atıyorsanız çekerim. Ama şöyle bir şey var ki sizi seviyorsam size daha önceden söylemişimdir ki trip atmak mantıklı bir şey değildir. Trip atmak yerine konuşmak daha mantıklı. Sizce de öyle değil mi? Ahahah ne kadar da entel bir Mavi. Hayır! Entel falan değilim! Siz sadece konuşmayı bahane üretmek olarak algılıyorsunuz. Yıllar önce sürekli kavga ettiğim biri vardı. Peki neden kavga ederdik? Çünkü asla ne istediğini söylemezdi AMA NE İSTEDİĞİNİ BİLMEMİ İSTERDİ AHAHAHA. Sonra ona (yaklaşık iki yıl süren bir kavgadan sonra) neden daha sakin konuşmuyoruz ki dedim. Çünkü benim de ondan istediğim şeyler vardı ve asla söylememe izin vermezdi. Konuşma konusunda anlaştıktan sonra ona ne istediğimi söylemeye karar verdim ilk kez. Dedim ki "Şöyle şöyle yapmasan olmaz mı? Birazcık rahatsız ediyor da beni." Eğer tamam deseydi her şey çözülürdü. Eğer hayır yapacağım deseydi konuşmaya devam ederdik ama o ne dedi biliyor musunuz "Ama benim öyle yapmamın sebebi o gün böyle böyle olmasaydı?" (gözlerini kapatıp bekler)
Arkadaşlar. O gün ne olduğu beni gerçekten ilgilendirmiyordu, Çünkü biz o güne dönemezdik. Beni ilgilendiren önümüzdeki herhangi bir günde bu durumun tekrarlanmamasıydı. Ama o sadece bahane uydurdu, sanki ben onu suçluyormuşum gibi. Oysa suçlamıyordum.
Varmak istediğim nokta şu ki ben suçluyorum ve ben bahane uyduruyorum. Son günlerde. Sıkça. Ve bu beni rahatsız ediyor. Dur Mavi artık yeter!
(Durmuyordu Mavi, çılgınca trip atıyordu, ağlıyordu gökler, ağlıyordu kendisi.)
En kötü kısma şimdi geldik.
Bir ses var. En sevdiğim insanlar kategorisinde olan kişilerin yanlışlarını kulağıma fısıldayan, onlardan nefret etmemi söyleyen bir ses. Beni herkesten uzaklaştıran ve yalnız, çok ama çok yalnız hissetmeme sebep olan bir ses. Kötü düşünmeme sebep olan bir ses.
Ben 18 yaşındayım. (hani sayamadıysanız) Ve 18 yaşıma gelene kadar belli başlı şeyleri ilke bilip onlara göre davrandım. Belki zamanla değişecekti bunlar, iyi yönde gelişeceklerdi zira bir sürü tecrübe kazanacaktım. Ama şimdilik oldukları gibilerdi ve ben şu an o ilkelere tamamen aykırı davranıyorum.
İçimdeki savaşın sesini duyabiliyorum. Gerçekten. Adım atarken sağa doğru mu sola doğru mu gitsem diye düşünmemek için geri dönmeyi göze alabileceğim kadar yoruldum.
Size ne kadar kötü durumda olduğumu anlatmak için sülaledeki ünümden bahsetmem gerek sanırım. Ben yemek yerim arkadaşlar. Sülaledeki en şişman insan ben değilim belki ama emin olarak tereddüt etmeden söyleyebilirim ki en çok yiyen insan BENİM.
Öyle yerim ki herkes iki yer doyarsa, ben genelde beş yerim. Ama bunun doymakla alakası yok. Bir porsiyon yemekle doyarsam üstüne üç dört beş porsiyon daha yiyebilirim. Beni durdurabilecek tek şey kendimim. Midem ağrımış başım dönmüş yemek yerken, asla umurumda olmaz. Yemek istemediğim zaman da yemem, ama yemek istemediğim zamanlar o kadar az ki sizi şaşırtır yani. Benimle gezen üç güne yüz kilo olur. (Gözünüzde fil falan canlanmış olmalı. Korkmayın fil değilim, normal görünüyorum. Aşırı kilolu falan da değilim yani. Ya da korkun ya bana ne.)
Şimdi zurnanın zırt dediği yer şurasıdır ki ben stresten hasta oldum. Hasta olma kısmı önemli değil iyileştim yeniden domuz gibiyim. Ama yemek yiyemiyorum. Acıkamıyorum. Canım yemek yemek istemiyor.
Hep dalga geçerdik "ehehe Mavi ne zaman yemeden içmeden kesilecek kadar aşık olacak acaba ehehe" diye. Sadece aşk beni yemeğimden ayırabilirdi güya. Gelin görün ki yalnızlık daha beter çarptı. (Çal kemancı.)
Yemek yiyememe durumu beni gerçekten üzüyor. Benim için bir alışkanlık gibi boş zamanlarımda yemek yemek. Çok sıkılıyorum yemek olmayınca. Yani şimdi nasıl çıkayım ben bu depresyondan? Dalımı kırdılar anne.
YA BİRİ BANA KEDİ FALAN ALSIN BÖYLE OLMAYACAK BU.
Tamam sakinim.
İyiyim.
Sakinim.
Ama biliyor musunuz, çok şükrediyorum. Tamam deliriyorum yavaştan falan ama hala anlatabilecek şikayet edebilecek durumdayım ve bunu yapabileceğim bir evim var. (yazar burada blogundan bahsediyor.)
O yüzden çok şükür diyorum.
Ya ama kedi alsanız da fena olmaz şaka yapmamıştım ahahaha.

Yıllar önce Facebook'ta hikaye sayfası vardı ve ben orada aynı bunun gibi saçma sapan günceller yazardım o kadar eğlenirdim ki... Bir kere kendimi kasmama gerek yok istediğim kadar "ama", "ve" kullanabiliyorum ve virgül kullanma ihtiyacı da hissetmiyorum. (uçan kalp)
Blogum güncel komedi blogu mu yoksa kfan blogu mu kimse bilmiyor artık.
Ama geri döneceğim.
Sadece senaristlerin güzel diziler falan çekmesini bekliyorum.
Siz de beni bekleyin.
Hadi şarkımızı da dinleyip dağılalım bu kadar çok insanın (yazar burada dalga geçiyor) yüzüme bakması beni utandırdı.
Mavi kalın ~

28 Ağustos 2015 Cuma

Bir Garip Mavi Hikayesi

Geçen sabah uyandım ve kendimi yüzerken buldum. Uyku halindeyken de yüzmüş, yorgun düşmüştüm. Kesik kesik nefes alıyordum. Olan biteni anlamam epey sürdü, birkaç gün ve birkaç gece daha debelendim suyun içinde. Kulaç atmaya kıyıyı görmeye çabaladım tabii, öylece beklemedim. Allah'tan yüzme biliyorum yoksa boğulup giderdim aklım başıma gelinceye kadar.
Sonra baktım böyle olmuyor çıkardım kalemi koca bir gemi çizdim kendime, az öteye de varılacak yeri. Ama öyle yakına çizmeye gönlüm el vermedi; koca gemiyi çizmişim biraz uzaklara gideyim, giderken de gezeyim istedim.
Gemiye bindim. İçini pek güzel çizmişim ama görseniz sizin de binip benimle gezesiniz gelir. Ne ararsanız var, balo salonundan tutun altın kaplamalı muslukları olan tuvaletlerine kadar hayatınızda görüp görebileceğiniz en lüks gemiydi. Tabii konuklara hizmet edecek garsonlar, temizlikçiler, geminin teknik işleriyle ilgilenecek mühendisler de cabasıydı. Gelin görün ki kaptan yoktu ve eğer gemiyi ben sürersem -ki sürmeyi bilmiyordum- geminin işçilerine iş kalmaz diye gemiyi küçültme kararı alıp kendime orta halli bir tekne çizdim. Oldum olası ihtişamlı şeylere pek sevgi gösterememişimdir zaten.
Teknemde de beni mutlu etmeye yetecek şeyler vardı elbette. Üstelik bu defa sürmesini bana öğretecek bir kitapçık çizmeyi de akıl etmiştim. Tekneyi çalıştırdıktan sonra dinlemek istediğim şarkıları da sırayla çizdim. Yoksa kelimelerle müziği bile çizebileceğinizi bilmiyor muydunuz?
Her neyse... Başlarda hayatımın en eğlenceli yolculuğu olacağını biraz tadını çıkarmam gerektiğini düşünerek oldukça yavaş ilerliyordum.
Deniz kokusu burnumdan beynime giriyor delicesine mutlu ediyordu beni. Boynuma yapışan nem umurumda değildi, Bir ara keyiften gözlerimi kapatmışım sanırım. GÜÜÜÜM diye bir ses çarptı kulaklarıma. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim, sonrası karanlık.
Allah'tan ilk çizdiğim Titanik'i silmişim yoksa buz dağına falan çarpsaydım işim zordu. Boyu posu bizim tekneye denk bir köpek balığına çarpmışım. Hayır ben çizmedim köpek balığı falan diye düşünürken, farkında olmadan çizmiş olabileceğim dank etti kafama. Zira mutluyken ne zaman bitecek derim hep. Köpek balığı da salak mı artık bilmiyorum dan diye nasıl girdiysek kafaya kafaya.
Velhasıl tekne büyük zarar gördü. Ben de bir süre baygın yattım, kaşım da patlamış. Uyanınca kaşıma mı üzüleyim belimin ağrısına mı üzüleyim diyemeden köpek balığını gördüm geziniyor teknenin etrafında. 
Aklım hemen bir tüfek çizmemi emretti, tüfek ayaklarımın altında beliriverdi. Aldım tüfeği tak tak tak ateş ettim hayvana. Öldürmek istemezdim ama ben de insanım, üstelik tekne sürmeyi de yeni öğrenmişim. Nasıl kaçayım ne yapayım yani?
Hayvancağız ölünce bir süre nefes nefese olan biteni sindirmek için cansız bedenini izledim. Ne yapıyordum? Neden düşmüştüm ben bu denize? Neden can almam gerekmişti? Elbette bir sebebi olmalıydı, her şey bir sebep uğruna olurdu çünkü.
Tüfeği çizdiğim kirli bir bez parçasının altına sakladım. -kirli olmalıydı çünkü bu işler her zaman öyle yürürdü.- Sonra da teknemi tamir etmesi için iki adam bir kadından oluşan bir ekip çizdim. Kıyıda değildik, nasıl tamir edeceklerdi bilmiyordum. Yine de en azından başka bir çare bulmam için yardımcı olabilirlerdi.
Kendileri benimkinden daha küçük bir tekneyle, bir sürü alet edevatla ve can yelekleriyle gelmişlerdi. Zihnimde bu kadar ayrıntı olduğunu bilmiyordum, onlara can yeleği vermiştim ama kendime çizmeyi akıl edememiştim üstelik.
Aptal olduğum gerçeğinin üstünde fazla durmadım, çünkü malum benim zihnimdeydik. Sinirlemip gök taşı yağdırmak istemedim. Zaten gelenler de benim aptallığımla ilgilenemeyecek kadar meşgullerdi. Birkaç saat teknede hiç anlamadığım işlerle uğraştılar. Yüz ifadeleri gittikçe gerginleşiyordu.
Sonra uzun boylu olan adam "bu iflah olmaz" dedi ölü köpek balığına bakarak. Ağzına bir tokat patlatmak istedim, can aldığımı bana yeniden hatırlatmıştı lanet olası herif. Yine de kendimi tuttum, çünkü teknem yoksa ikinci bir tekne çizmem ya da kısa yoldan ölmem gerekiyordu.
Uzun boylu adam beni teknelerine davet edene kadar keşke köpek balığını öldürmeseydim, beni yeseydi diye düşündüm.
Davet gelince anladım ki asıl olayım kendi teknemle bir yere varmak değildi, ya da ölmek. Biraz macera yaşamaktı. Mutlulukta gittim teknelerine, bozuk tekneyi denizin üstünde bıraktık.
Diğerine göre daha kısa olan adamın evli olduğunu öğrendim, iki de çocuğu vardı. Aile fotoğraflarını iş formasının cebinde saklıyordu, birkaç kere fotoğrafı orada unutup formayla beraber yıkadığını anlattı. Hep beraber güldük.
Uzun boylu adam bekardı. (Evet.) Ve ekibin üçüncü elemanı olan genç kız da bekardı. İkisinin de hayattan büyük bir beklentileri yok gibiydi sadece yaşıyorlardı.
Üçünün de ismi yoktu. Sadece kısa olan, uzun olan ve genç kızdı onlar benim için.
Çizdiğim karaya doğru gidip gitmediğimizden emin değildim, zaten yolumuz gereğinden uzun sürdü. Sanki koca bir hayat geçirdim onlarla beraber. Genç kız çok kibardı ve yaşına rağmen olgundu. (tamam, kabul, benden büyüktü) Kısa adamla sohbet etmekse çok eğlenceliydi, bana çocuklarını anlattı bolca. İkisi de çok afacandı. Tanısam çok severdim.
Uzun boylu adamsa konuşmaktan pek hoşlanmıyordu. Ne zaman göz göze gelsek kendi teknemden aldığım tüfekle ilgili bir şeyler ya da "o köpek balığını sen mi öldürdün" diye soruyordu. Dipçikle kafasına vurmak istedim. Ama kendi çizdiğim birini öldürmek istemiyordum ya da o güzel yüzünde yara açmak.
Biz birlikte birkaç ay geçirdik. Uyumadık, arada bir yemek yedik, tuvalete gitmedik. Çoğunlukla konuştuk. Genellikle genç kızın dizlerinde yatıyordum, saçlarımı okşuyordu. Eğer kimse konuşmazsa şarkı söylerdi. Sesi de kendisi gibi zarifti.
Uzun adam ben onun dizlerinde yatarken bizi izlerdi. Hangimize baktığını kestiremezdim ama bize bakıp uzaklarda bir sevgiliyi düşlediğinden emindim.
Günler böyle geçti. Hiç uyku çizmedim, ama hep uykumuz var gibiydi.
Sonra bir gece kısa adamın gözlerine gözyaşları kondurdum, iri iri. Karısını çok özlediğini söyledi. Ağladı. Sonra hep beraber ağladık. 
Uzun adam gerçekten kız gibi ağlıyordu. Hayır, yalnızca kızlar ağlar diye demiyorum bunu. Erkekler de ağlar ama o gerçekten kız gibiydi. Sakinken olduğunun aksine ağlarken kadınsı tavırlar sergiliyordu. Genç kız ve ben ona sıkıca sarıldık.
Gözlerimiz çıkana kadar ağladık o gece.
Güneş doğarken karayı gördük. Bu benim en başta çizdiğim kara değildi. Onlarla vakit geçirmek istediğim için daha da uzaklara bir tane çizmiş olmalıydım.
Tekneden indik, kısa adam birkaç kısa cümle mırıldanıp ailesine gitmek üzere yanımızdan ayrıldı.
Uzun adam ve genç kız bir şeyler bekler gibi bana bakıyorlardı.
Onlara "Birbirinize çok yakıştığınızı biliyor muydunuz?" dedim. Üzüldüler. Birbirlerine yakışmak istemiyorlardı. İkisi de bana yakışmak istiyordu. Biri sonsuza kadar saçlarımı okşamak, biri de köpek balığını öldürecek kadar güçlü olmadığımı söyleyerek sonsuza kadar benimle dalga geçmek istiyordu.
Hayır.
Ben istiyordum.
Bütün bunları...
Ben istemiştim.
Hepsi aklımda olup bitiyordu işte. Ben çiziyordum. Uzun adamın gözlerini, genç kızın parmaklarını ben çizmiştim. Seslerini, gülüşlerini, gözyaşlarını hepsini ben çizmiştim.
Benim olsunlar diye.
Ah ne kadar da dramatikti.
Ve ne kadar yanlış.
Geri geri yürüdüm iskelede. Bana doğru gelmelerini istedim, geldiler de. Sonra dudaklarıma bir gülümseme kondurup kendimi suya attım.
Aklım ciğerlerimdeki havayı korumak için savaş veriyordu. Bense bir kalem darbesiyle hepsini boşaltıp yerine su doldurdum.
Başka denizlerde uyanmak, başka imkansız ve yanlış şeyler hayal etmek için.
Çünkü benim kalemim doğuştan yamuktu. Olsundu, her zaman yeni bir sayfa açabilirdi Mavi.
Yeter ki silmesindi. Silerse unutur, tekrar tekrar ölürdü.
İşte o yüzden Mavi asla silmez, asla atmazdı yazdığı kağıtları.


mavinot: Bu yazı size bir ağacın hikayesini anlatmak üzere başlatılmış olup ne idüğü belirsiz bir metin olarak sonlanmıştır. Sabrınız için teşekkür eder, başka mavi denizlerde buluşmak üzere mavi kalmanızı dilerim.
mavinot2: Hiçbir cümlesi ikinci kez okunmadan yazılmıştır.
mavinot3: Playlist yenilenmiştir.

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Angry Mom - Mavi dünyanın kara lekesi mi, kara dünyanın mavi penceresi mi?

Merhaba dostlar.
Bu yazıyı yazmak için neredeyse bir haftadır bekliyorum, gerçekten çok sıkışık durumdayım ehehe. Çılgın gibi çeviri işlerim var, çünkü depresyonum tuttu ve hepsini biriktirdim. Onlarla uğraşırken eh bir de akraba ziyaretleri sıklaşırken anca vakit buldum.
Normal bir dizi olsa ikinci günde çoktan vazgeçmiştim ama Angry Mom kesinlikle mavilenmeyi hak ediyor o yüzden sizi bundan mahrum bırakmak istemedim ve kendimle savaştım.
İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım diyerek girizgahı da yapmış bulunmaktayım.
Angry Mom'ı izleme kararını çok ani bir şekilde aldım. Birincisi okul dizisi izlemek istiyordum, ikincisi gülmek istiyordum -çünkü malum depresyon falan- üçüncüsü de aşk kusan bir dizi olmasını istemiyordum. Liste liste dizi ismi okuduktan sonra aklımda Anrgy Mom'ın adı yanıp sönmeye başladı. Zamanında bir arkadaşım izlerken önermişti, ben de çok ilgilenmeyip "hıı tamam bakarım ya bir ara" demiştim. O bir arayı çok güzel yakaladım, çok süper oldu.
Angry Mom Jo Kangja isimli baş karakterin kızıyla kavga etmesiyle başlıyor. Bu tatlı kız Oh Ahran, annesine onu annesi olarak istemediğini açık açık söylüyor ve yolun ortasında kavga ediyorlar. Sonra Oh Ahran, arkadaşlarının annesini görmesinden utandığını söyleyerek kadını orada bırakıp arkadaşıyla beraber dönüyor eve. Annesi de biraz oyalandıktan sonra peşinden gidiyor.
Eve gelince haliyle çok üzgün oluyor ve kızıyla konuşmak istiyor, odasına girdiğinde kızı uyur halde buluyor. Eh ana yüreği, kıyafetlerini bile çıkarmadan yatmış olan kızını sevmek için yaklaşıyor kadıncağız. Yorganı çekiştirirken bir de ne görsün! Kızının bütün vücudu morluklar içinde. Panikle bağırarak kızını uyandırıyor. Kızı ne dese beğenirsiniz, seni ilgilendirmez diye bağırıp çağırıyor annesine.
Meğer bizim Oh Ahran bazı sebeplerden dolayı okuldaki iljinlerden şiddet görüyormuş. Iljinlerden tiksinen biri olarak bu diziye nasıl katlandığımı merak edebilirsiniz, ama merak etmenize gerek yok çünkü iljin-kurban ilişkisinden çok uzak bir diziydi.
Jo Kangja kızını korumak adına Milli Eğitim Bakanlığı'na, polise, okula giderek şikayette bulunmak istiyor ama şiddet gören kızı kendisiyle iş birliği yapmadığı için ne polis ne bakanlıktakiler bu kadına yardım ediyorlar. Kaldı ki okulda da zengin olanın borusu öttüğü için ve Oh Ahran'ı dövme talimatını verenler de zenginlerden olduğu için hiçbir şey yapamıyor Jo Kangja. Böyle çaresizce debelendikten sonra şu an mafya olan eski bir arkadaşının yardımıyla okula öğrenci olarak giriyor. Bu sırada da kızı hastanede yatıyor.
Okula Jo Bangwol adıyla giren bu kadıncağız olan biteni tek tek çözüyor, ama öyle güzel çözüyor ki heyecan asla doruktan inmiyor.
Dizinin bütün ana karakterleri aynı derecede sevilesiydi. Kötü karakterleriyse sevmek imkansızdı.
Dediğim gibi okulda olan olaylar yalnızca öğrenciler arasında gerginliklerden kaynaklanmıyordu. İşin içine öğretmenler, müdürler hatta devlet büyüklerinin bile karıştığı kocaman bir olaydı bu. Haliyle çoğu yerde sinirden midem bulandı, bazen o kadar gerildim ki tüylerim diken diken oldu ama gelin görün ki dizinin en güzel yanı tüm bu olayların içinde maşa olan güzelim çocukların masumluklarıydı. Yalnızca arkadaşını korumak isteyen Ahran, baba sevgisini hiç tatmamış Sangtae, içlerinde birer cici kız olan kötü kızlar Junghee ve saz arkadaşları, hayatında bir kıza dokunmamış olan masum Bokdong ve daha bir çokları...
Bunların yanında en az onlar kadar masum olan, onlara yardım etmeye çalışan bir öğretmen de vardı. Park Noah! Başlarda gereğinden fazla masumdu, hatta hiçbir şeyden haberi yok gibiydi. Ama sonra müthiş bir kararlılıkla kendini toplayarak bütün öğrencilerin ve annelerin gözdesi oldu. Haksızlığa göz yumamayan namuslu ve şeker öğretmenimiz, sizi seviyorum ehehe ^^
Şimdi size özel olarak dizinin en sevdiğim karakterinden bahsedeceğim: Go Bokdong!
Bu dünyanın en maviş, en iyi kalpli, en masum serserisi bu çocuk olsa gerek. Bütün dizi boyunca çılgınca "Go Bokdong! Go Bokdong! GO BOKDOOOONNNG!!" diye bağırmama sebep oldu kendisi. Çünkü içimi cız ettirip durdu.
Kendisi Oh Ahran'ın okul arkadaşı ve Oh Ahran'la bu yazıda adını geçirirsem spoiler vermekten kendimi alamam diye korktuğum arkadaşına dayak atan çocuğumuz olur. Buna rağmen yaptıklarından ve yapacaklarından pişmandır. Bilirsiniz işte, herkes yapmak istemediği şeyler yapar. Bokdong da istemediği şeyler yaptı. Ama onun altın kalbi hep aynıydı. Kendisini tanıtmak için kullandığı bu ekran görüntüsünü özellikle seçtim. Eğer izleyecek olursanız ya da izlediyseniz nedenini anlayacaksınızdır. Bu sahne beni hıçkırıklara boğmuştu.
Dizi "güçlü kötü adamlar"ın ve "kötüyü koruyan yasalar"ın getirdiği bütün karamsarlığa rağmen parıl parıl bir diziydi, evet çok ağladım ama gülmekten de kendimi alamadığım çok zaman oldu.
Bir kere anneleri yaşında bir kadını akran zannedip onu seven ya da ona düşman kesilen gençler vardı. Kendisinden büyük olan birine öğrenciymiş gibi davranan şapşal bir öğretmen vardı. Ah bir de Jo Kangja'nın arkadaşı ve onun "kardeşleri" vardı.
Bu dizinin tadı tuzu, her şeyi kusursuzdu bence. Üstüne üstlük bir Kore dizisinden bekleyemeyeceğiniz şeyler de vardı.
Örneğin gergin sahnelerde çalan enerjik müzikler vardı ve bu bütün atmosferi düzeltiyordu, dizinin fon müzikleri harikaydı. Eğer bu müzikler olmasaydı tipik kasvetli bir Kore dizisi olmaktan öteye gidemezdi.
Şimdi size bir sır vereceğim yaklaşın. Bu sırrı bilirseniz bazı dizilerin neden hiç ama hiç sıkmadığını anlamış olursunuz.
Biz bu sırra kimya diyoruz.
Evet, oyuncular arasındaki kimyadan bahsediyorum. Eğer bir dizinin oyuncuları iyi anlaşıyorsa o dizinin sıkıcı olması gibi bir durum söz konusu olamaz. 
Angry Mom'ın oyuncuları da gerçekten çok iyi anlaşıyorlarmış, instagram hesaplarında kısa bir yolculuk bile bunu anlamama yetti. 
Haliyle kendileri gibi güzel bir iş koymuşlar ortaya, size de mavilemek düşsün lütfen.
Ayrıca dizide tahmin edemeyeceğiniz dönüşler vardı ki heyecanın dorukta olmasının en büyük sebebi buydu. Bir yerden sonra insan "Eh tamam artık dizi bu şekilde gider her şeyi öğreniriz sonra sonu da şöyle olur" gibi şeyler düşünüyor ama dizi her bunu düşündüğümde farklı bir tarafa döndü ve ben bir süre sonra kafamda oluşturduğum sonu da istediğim sonu da unuttum,dizi ne olduğunu anlamadan bitti.
Ama dizinin sonu tam kıvamındaydı. Bugüne kadar izlediğim en gerçekçi Kore dizilerinden biriydi ve sonu da gerçekten gerçekti. Tabii işin içine biraz da pembe katılmıştı çünkü dizide olup bitenler Kore'nin ve Koreli öğrencilerin içinde yaşadığı gerçek dünya olduğu için onlara biraz umut verilmek istenmişti. Bunu daha en başından anlayabiliyordum.
Yine de gerçekçiliğinden taviz vermeyen müthiş bir diziydi Angry Mom.
Dizinin senaryosu 2014'te yapılan bir senaryo yarışmasıyla seçilmiş, yani yıllardır bu sektörde deli gibi dizi yazan yaratıcılığı tükenmiş senaristleri sollaması ve bu kadar taze olmasının bir diğer sebebi de buydu.
Bu arada yazının başında Oh Ahran'a tatlı kız deyip "annesinden utandığını söylüyor" diye devam etmiştim, hatırladınız mı? Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama çekmesini istedim. Oh Ahran gerçekten çok tatlı ve zeki bir kız. Sadece biraz bunalmış. Eh okulda habire dayak yemek kolay bir şey değil sonuçta. Yani o da annesini çok seviyor, kendine göre sebepleri var.
Tıpkı bu dizide annelerini çok seven diğer çocuklar gibi.
Dizi bütün bu "büyük güçlerle savaş" işinin yanı sıra anne çocuk ilişkisine de çok güzel değinmişti ve dizinin sonunda babanın önemi de başarıyla vurgulanmış olup "biz anneleri övüyoruz ama babanızın da kıymetini bilin" mesajı verilmişti.
Senarist gerçekten çok bilinçli ve zeki biri anlaşılan. Seni seviyorum senarist. Annelerin yalnızca kendi çocuklarını değil bütün çocukları düşünebildiğini ve düşünmesi gerektiğini gösterdiğin için teşekkürler.

Aslına bakarsanız bu analiz bekleterek ve parça parça yazdığım ilk analiz olduğu için biraz tuhaf olmuş olabilir ama benim hayaletlerim alacağını almıştır diye düşünüyorum.
Bu dizi öyle mavi ki mutlaka mavilemelisiniz. Size zevk vermese bile pek çok şey öğreteceğine adım gibi eminim.
Şu an bu diziyle ilgili tek sorunum bütün şarkılarının çok iyi olması, seçemedim açıkçası. O yüzden size bütün bir albüm getireceğim. Bir şeylerle uğraşırken fon müziği olması için mükemmel bir albüm bu! Bence diziyi izlemeniz için sizi tavlayabilir o yüzden çekinceleriniz varsa bile en azından albümü dinleyin.
Umarım çok sıkıcı bir yazı olmamıştır ve hiçbir şey atlamamışımdır.
Mavileyin bu diziyi, seveceksiniz!
Mavi kalın, mavi mavi öpüyorum sizi.

4 Ağustos 2015 Salı

Mavi'nin Evleri

Selam dostlar.
Size buraya bahaneler sıralamaya gelmedim. Açık açık adam gibi oturup konuşmaya geldim.
Son bir yıldır sıkça belirttiğim gibi "ben iyi değilim". Bunu duymaktan -ya da okumaktan mı demeliyim- sıkılmış olmalısınız, biliyorum. Ama böyle başlamayan bir güncel yazarsam eksik kalacakmış gibi hissediyorum. İyi olmadığımı göz önünde bulundurarak okuyunuz.
Kendimi bildim bileli üzülmeye her zaman meyilli biri oldum. Her kelimenin altında başlı başına bir cümle olduğunu düşünerek, satır aralarını okumaya çalışarak, kendi kendime kuruntu yaparak büyüdüm. Ve gerçekten açık sözlü olacağım, bireyi sevebilsem de toplum olabilen insanı hiç ama hiç sevemedim. "İnsan"a karşı sabrım gerçekten çok azdı her zaman.
Bu yüzden okumayı öğrendiğimden beri gerçekten "okur"um ve yazmayı öğrendiğimden beri de "yazar"ım. (Bozuk el yazımla yazdığım ilk hikayemi hala saklarım hatta, çocuklarım okumayı söktüklerinde ilk okutacağım şey o olacak derim hep.) Kendi insanlarımla sabrımı sınarım, böylece kapıdan dışarı adım attığımda gördüğüm gerçek insanların yüzüne tükürmeden yürüyebilirim. 
Bilirsiniz gerçekten okur yazar olan insanlar, düşünürler ve düşünmek de insanı yalnız olmaya içe kapanmaya iten bir şeydir. Çünkü düşünmek; çocukken bilmediğimiz şeyleri öğrenmek, gerçekleri görmek demektir yavaş yavaş. Bu dünyanın iki yüzü vardır ve düşünenler karanlık tarafına, düşünmeyenler aydınlık tarafına bakarlar.
Ben son zamanlarda karanlık tarafa baktığımı hissediyorum. Bakın, "ben çok biliyorum çok düşünüyorum çok iyiyim yazarım aferin bana şak şak" demiyorum. Demem de. Çünkü benim bildiğim hiçbir şey yok ve buna rağmen böylesine yük hissediyorum omuzlarımda. Bazen keşke düşünmeseydim diyorum. "Cahillik mutluluktur" deyiminin doğruluğunu iliklerime kadar hissediyorum, üstelik şu koca dünyada bilinmesi gereken şeylerin sayısına kıyaslandığımda kör kütük cahilken.
İşte bu yüzden ben hiçbir zaman tam anlamıyla "iyi" olamadım.
Sonra en iyi olmadığım dönemde, yetişkinliğe adım attığım dönemde, kendi kendime öğrendiğimi sandığım ama muhtemelen hiç öğrenemediğim o acımasız hayata adım atmaya hazırlandığım dönemde ayağımı kaydırmaya çalıştılar. Çöz dediler, bunlar testlerin. Ezberle dediler, bunlar kafana sokman gerekenler. "Delir Mavi, çünkü delirmeden atlatamazsın."
Delirmedim dostlar, korkmayın. Şükürler olsun aklım hala başımda. Sadece hala çok öfkeliyim. İplerimin inceldiği bir zamanda kopması için hazırlık yapan düzene isyan etmek istemiyorum, isyan etmek bir işe yaramıyor zira. Ama çok öfkeliyim. Çok.
Benim insanlara karşı ezelden beri az olan sabrım, tükenmek üzere. Barajın altında kaldı! Çünkü ben o sabrı bir gece ders çalışırken acıkıp yedim dostlar.
Şimdi başkalarının yazdığı hayali insanlara bile, hatta kendi yazdığım hayali insanlara bile sabır yetiştiremez oldum, gerçek insanlara nasıl yetiştireyim?
Kitaplara küstüm; eh kitaplara küsen kalbim kalemimin ucunu kırıverdi sinirinden, o yüzden kendi kelimelerimle de aram limoni. İzlemiyorum hiçbir şey. Ve tüm bunların dışında ben artık konuşamıyorum bile.
Yani anlayacağınız dostlar... Ben iyi değilim.
İyi olmam ne kadar sürer bilmiyorum, ama çabalıyorum. Tüm gücümle ayağıma bağladıkları yüklerden kurtulup su üstüne yüzmeye çalışıyorum, gerçekten. Biraz ters gidiyor işler gerçi.
Okumaya çalışıyorum - ama sevgimi geri kazandıracak bir kitap seçemiyorum.
İzlemeye çalışıyorum - ama sevgimi geri kazandıracak bir dizi seçemiyorum.
Yazmaya çalışıyorum - ama eski kalemim varmış gibi davrandığım için doğru kurguları seçemiyorum.
Ama yapacağım! Yapabilirim. Bu çok ağır bir darbe olabilir, ama ben de üflesen uçacak kadar hafif değilim. Savaşıyorum.
Bu süre boyunca bu blogun aktif olabilmesi için de savaşıyorum. Çünkü gerçekten aktif olmasını istiyorum, kafamda bir sürü plan var. Henüz savaşı kazanmadığım için çok sık güncel bırakamıyorum ama hep buradayım, çıkamıyorum blogtan.
Her şey daha güzel olacak söz veriyorum. *blogun duvarlarını okşar*
Geçenlerde kalemimin ucunu yavaş yavaş açmak için tek bölümlük bir hikaye yayınladım wattpad üzerinden. (Evet, sonunda korkumu yendim.) 

İşte burada hikayemin kısa yolu. Orada arada bir böyle kısa hikayeler yayınlamayı düşünüyorum, eğer ilgilenirseniz takip edebilirsiniz.

Aynı zamanda sevdiğim şarkıların çevirisini yaptığım kendi kendime eğlendiğim bir adet yutub kanalım var, ilgilenirseniz sizi buraya alacağım: Mavi Kartozu - Youtube
Tüm çılgın fangirllüğümü akıttığım bir Twitter hesabım var ama takip ettikten sonra pişman olabilirsiniz yine de başlamışken onu da buraya bırakacağım: Mavi Kartozu - Twitter
Belki arada hal hatır sormak isterseniz gizlice diye bir adet: Mavi Kartozu - Ask.fm
"Kendi reklamını yaparken utanmıyor musun Mavi?" Hayır efendim, ben kendi reklamımı yapmıyorum sadece diğer adreslerimi gösteriyorum size. Kim bilir belki canınız sıkılır iki lafın belini kırarız beraber. Ben basit bir insanım fazlasını düşünmeyin.
Oh be.
Günlerdir, haftalardır içimde tuttuğum şeyleri sonunda söyleyip içimi döktüm. Okuduğunuz için teşekkür ederim sayın hayaletim.
Biliyorum, herkesin kendine göre savaşları var. Umarım siz de kendi savaşınızdan en az yarayla ve muzaffer olarak çıkarsınız. Yapabileceğinizi biliyorum.
Her şey mavi olsun, bastırın!
Bu güncelin şarkısı pek sevgili Okdal'dan geliyor. Bugün de iyi iş çıkardınız millet!

31 Temmuz 2015 Cuma

Tipik Bir Kore Dizisi ve Mavi Başrol Oyuncuları - The Full Sun

Merhaba dostlar.
Evet sonunda izlediğim diziyi bitirdiğim gibi soluğu burada aldım.
Bu diziyi "ağlamak istiyorum" diye köşe bucak dram dizisi ararken ve aradığım yerlerde hiçbir şey bulamazken tesadüf eseri şu replik sayfalarından birinde keşfettim. Replikleri öyle büyüleyici geldi ki "Evet!" dedim, "İşte aradığım aşkı buldum!"
Fakat gelin görün ki insan hayatta her istediği şeye sahip olamıyorum. Maalesef dizi o cımbızla çekilmiş replikleri kadar büyüleyici ve ilk bölümü kadar heyecan verici değildi.
Peki Mavi bu yazıyı neden yazıyor?
Çünkü bu dizinin ilk bölümlerinde yazıyı yazmaya karar vermiştim, son bölümlerde vazgeçer gibi oldum çünkü dizi gerçekten muhteşem bir dizi değildi. Ama eğer vazgeçseydim yazısını yazacak bir dizi bulmak için bir ay daha harcayabilirdim. Yani sizi bekletmemek adına muhteşem olmayan ama güzel olan bu dizi için kısa bir şeyler çiziktireceğim.
Dizimiz esas oğlanımız Jung Sero'nun esas kızımız Han Youngwon'a kocaman bir beyaz gül demeti teslim etmesiyle başlıyor (bu sahne koca dizi içinde izlediğim en büyüleyici sahnelerden biriydi.)
Jung Sero çiçek götürdüğü bu güzel bayanın çiçeklerin arasına burnunu sokup kokularını içine çekerkenki tatlı görüntüsüyle minik bir kalp çarpıntısı geçiriyor.
Peki bu güzel bayan Han Youngwon kimin nesi oluyor?
Han Youngwon, büyük bir mücevher tasarım şirketi olan Belle La Fair'in zarif müdiresi. Bu şirket ona çok sevdiği annesinden kalmış. Kirli işlerle uğraşan zalim bir babası, onu seviyormuş gibi davranan bir üvey annesi ve bu anneden olma bir kardeşi var. Bir ailesi(!) olmasına rağmen kartopunun içine karışmış küçük bir taş kadar yapayalnız. Öyle yalnız ki susmayı, boyun eğmeyi öğrenmiş. Yalnızca tutunabileceği bir şeyler olsun diye.
Jung Sero ise pamuk gibi babannesiyle beraber yaşayan genç bir adam. Düzgün bir iş bulmaya çalışıyor, mülakatlara gidiyor, sınavlara giriyor o sıralarda. Ve biliyor musunuz, girdiği en önemli sınavı kazanıyor da.
Bu iki insanın yolu anayurtlarından çook uzakta, Taylan'da yeniden kesişiyor. Han Youngwon oraya bir takı yarışmasına katılmak için şirket ekibiyle beraber gidiyo,. Jung Sero ise Kore'ye giremeyen elmas dolandırıcısı babasını görmek için.
O Tayland'da bir gecede işler öylesine kızışıyor ki 5 yıl sonra Kore'de oynanacak zorlu bir oyuna kadar uzuyor bu hikaye.
Bilmiyorum, belki de bu hikaye beni That Winter The Wind Blows'a benzediği için biraz çekmiş olabilir ama kesinlikle o dizinin kalitesinin yanından bile geçmiyordu.
Hayır, bu kadar kötülediğime bakmayın. Aslında çok çok beğendiğim yönleri de vardı. Örneğin başrol oyuncuları. Jung Sero'yu Yoon Kyesang canlandırıyordu. Kendisi hem bir idol, hem bir oyuncu, hem de bir erkek olarak çok beğendiğim için dizinin basit ve tahmin edilebilir olay örgüsünden sıyrılıp ona daldığım çok an oldu. (çünkü kendisine sakal ve gözyaşı pek bir yakışıyor.) Üstelik rol arkadaşı Han Jihye ile de yakışmışlardı. 
Han Jihye gerçekten çok güzel ve zarif bir bayan. Dizide tek sıkıntısı ses tonunu bazı yerlerde doğru kullanamamasıydı bence.
Onun dışında bu ikili birbirlerine karşı birbirleri için savaşan yetişkin aşıkları çok güzel canlandırmışlardı.
Özel olarak Sero'nun yaveri genç ve tatlı adam Hong ile Youngwon'un kardeşi vefalı ve zeki adam Youngjoon'u da dizide çok severek izlediğimi belirtmek istiyorum. Hatta Youngjoon için onun hislerini, hayatını konu alan bambaşka bir senaryo yazılsaydı, ben onu oturup zevkle izlerdim.
Açıkçası eğer ben dram severim, basit senaryoları izleyebilirim, entrika tutkunuyum bir de üstüne kavuşmak için çırpınan aşıklara bayılıyorum derseniz buyurun sizi bu diziye alalım.
Zira senaryosunun basitliğini kapatacak tek yönü başrol oyuncuları değildi. Yönetmen sahneleri ayarlamakta gerçekten iyi iş çıkartmıştı, kamera açılarını çok başarılı buldum.
Dizi müzikleri ise ballad severler için bulunmaz bir kaynak. Çok sevdiğim insanlar bu dizi için şarkı söylemişler. Kesinlikle, diziyi izlemeyecek olsanız bile şarkı listesine göz atmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 
Dizinin gidişatı iyiydi aslında, yani basit olsa bile kurgu güzel gidiyordu takip etmek sizi sıkmıyordu ama sonunu beğenmedim. İşte bu yüzden tipik Kore dizisi kategorisine girdi. Eğer sonu benim istediğim gibi olsaydı o zaman çok daha sevdiğim bir dizi olabilirdi.
Yine de ben sonunu kafamda başka bir şekilde kurabilirim diyorsanız izleyebileceğiniz bir diziydi, ya da tipik Kore dizilerini seviyorsanız.
Bu diziyi izlemeniz için çok fazla şart koştum ama siz bana bakmayın, izlemek istiyorsanız izleyin çünkü bir yere kadar gerçekten sevdiğim bir diziydi. Kötülediğim kadar kötü değil yani.
Yeni bir maceraya atılıp beklentilerinizi düşük tuttuğunuz bir dizi izlemek belki size de iyi gelir kim bilir?
Mavi'den bugünlük bu kadar.
Geri geleceğim.
Kapanış şarkımız, çevirisini bizzat benim yaptığım dizi müziğimiz Whale, Zitten'den sizler için geliyor.
Mavi kalın, mavi geceler.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Bu yazıya mavili bir başlık bulamadım.

Selam dostlar.
Ben "bu yaz çok planım var" diyerek hiçbir şey yapmadan bir ay geçirmiş çok muhterem Mavi Kartozu, öldüğümü sanmamanız için güncel yazmaya karar verdim.
Taşındığımdan beri çok meşgulüm ve meşgul olamayacak kadar tembel biri olduğum için bu meşguliyetime engel olamıyorum, onunla beraber sürükleniyorum. Bu yüzden analizini yazmak istediğim diziyi bitiremiyorum, izlemek istediğim filmleri izleyemiyorum. Haliyle blogum yeniden hayaletleriyle baş başa kalmak zorunda kaldı.
Peki nedir benim bu bitmek bilmeyen meşguliyetim? Aslında pek bir şey değil. En büyük sebebin memleketime taşınmak olduğunu söyleyebilirim çünkü kan bağım olan insanların yüzde doksanı burada yaşıyor ve yaz aylarında olduğumuz için sürekli olarak onlarla görüşüyoruz. Evden çıkmadığım bir güncük bile yok, ki bu benim ayakkabı giymeyi sevmeyen yapıma çok ters düşüyor.
Haliyle evde kendi kendime bir şeyler yapmayı özlüyorum. Ama eve girince yapmak istediğim şeyler o kadar çok oluyor ki sonunda düşünmekten yorulup yapmamaya karar veriyorum ve günü sadece oje sürerek kapatıyorum.
Tabii oje sürmek dışında az da olsa yapabildiğim şeyler var. Bol bol çeviri yapıyorum ve bir gece ansızın zamanlama öğrendim. Kendime yeni şarkılar buluyorum. Tam zamanlı netizenlik yapıyorum -her zamanki gibi-
Eğer bu yazıyı 15 gün önce yazsaydım o zaman size mutlu mutlu "kitap okuyorummmmmm!!!!!" diyebilirdim ama bu sıcaklar yüzünden kitap da okuyamıyorum. Gerçi sıcaklar bahane, beynimin henüz bu sınav stresini tam atlatamadığını düşünüyorum. Bu yüzden kitap okumak için odaklanmak hala çok zor, ama bunu daha sonra halledeceğim.
ÇÜNKÜ ÜNİVERSİTEYİ KAZANDIM ve kocaman bir kütüphanesi var.
Aslında her şey yolunda. Sadece CNBLUE ve VIXX durgunluk döneminde oldukları için biraz depresyona giriyorum arada, o kadar. Bir de çokça çamaşır astığım için.
Ah bir de... Arada bir girip kendi blogumu okuyorum. Ben bu blogu üç yıl önce açtım dostlar. Üç yıl önce bu blogtan beklentilerim çok, çok, çook farklıydı. Tabiri caizse popüler olmak istiyordum, insanlar ben yazı yazayım diye deli gibi beklesin istiyordum. Yazı yazdığımda bir sürü yorum gelsin istiyordum, insanlar orada burada benden bahsetsin istiyordum. Üç yıl geçtiği için utanmadan söyleyebiliyorum bunları size. Anlayın istiyorum, üç yıl önceki Mavi'yle şimdiki Mavi arasındaki farkı görün. Üç koca yıl, çok şey değiştiriyor.
Ben öyle istediğim kadar popüler bir blog olamadım ama gelin görün ki artık o popülerliği de istemiyorum zaten. Bu blogun amacı artık popüler biri olmak değil. Bu blog artık kalbimi açabileceğim, doğuştan içimde olduğunu bildiğim boşluğun üstünü örtebileceğim, içimde birikenleri akıtabileceğim ve sevdiğim şeyleri paylaşabileceğim bir yer. Bu blog benim ikinci evim ve siz, blogumun hayaletleri, benim evimin en güzel misafirlerisiniz.
Son zamanlarda blogun istatistiklerine bakarken çok sık gördüğüm bir olay var. Bir gün içinde 100'den fazla tık aldığım günler çok oluyor. O günler, birinin bloguma girip nerdeyse bütün yazılara tek tek baktığı günler. Ve o insanlara söylemek istediğim bir şey var.
"Mavi'nin evine hoş geldiniz. Lütfen eski yazılarımı çok dikkate almayın, olur mu? Çünkü ben değiştim ve eskiden söylediğim bazı şeyler geçerliliğini kaybetti. Hakkımda bir fikir edinmek istiyorsanız, lütfen daha yeni yazılarımı okuyun. Geldiğiniz için teşekkür ederim."
Yeni ziyaretçilerime yapmayı günlerdir planladığım konuşmayı da yaptığıma göre yavaş yavaş gideyim ben.
İzlediğim dizi bitmek üzere, iki bölümcük kaldı sadece. İzlemeyi planladığım bir film de var, o yüzden çok uzun süre beklemeyeceksiniz. Ama bana güzel filmler önerirseniz, tercihen dili Asya dillerinden olan filmler, çok güzel olur gerçekten. Böylece sizin istediğiniz filmler hakkında bir analiz yazabilirim belki! Çok fazla teklif geleceğini sanmıyorum ama bunu da buraya bırakayım dedim.
Ayrıca, 29'unda blogum 3 yaşına girecek ama bir kutlama yazısı yazmayı düşünmüyorum. Kutlamayı dördüncü yıl için planlıyorum. Sadece bilin istedim, bu güzel maviş evin doğum günü. Benim yuvam koskoca 3 yıl devirdi ehehe ^^
Bu yazıda çok fazla 3 dedim.
Artık bitmeli.
Kendinize iyi bakın.
Bu yazı için kapanış şarkımız çevirisini ve altyazısını benim yaptığım ilk şarkı: I'm Fine!
Ve evet! Biliyorum! Altyazı biraz ufak, görmesi zor ama lütfen benim için bir kez izleyin! Göstermekten gurur duyduğum bir şey bu.
Yazımı okuduğunuz ve benim gibi bir tembele katlanmaya devam ettiğiniz için teşekkürler. 
Mavi kalın ~

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Birth Secret - Mavi Kartozu Dükkanı Açıyor

Selam dostlar! Hayaletlerim! Mavi resmi olarak geri döndü!
Yeni evime yerleştim, yeni hayatıma başladım. Sınav sonucum fena değil, geleceğim artık az çok şekillendi gözümde. Omuzlarımdan koskocaman bir yük kalkmış gibi hissediyorum, hafiflemiş gibiyim. Eski gücüme kavuşmuş bulunmaktayım.
Eh, tabii internetimin gelmesini beklerken boş durmadım. İki yıl kadar önce bilgisayara indirip ilk bölümünü izleyip devamını getiremediğim Birth Secret isimli kıymetli diziyi hızlıca izleyip bitirdim.
Birth Secret, basitçe anlatılacak olursa, dahi sayılabilecek bir kadının bir gün hafızasını kaybetmesiyle başlıyor. Baş karakterimiz Jung Yihyun yaşadığı son 10 yılı unutmuş bir şekilde gözlerini sokağın ortasında açıyor. Evde onu bekleyen bir kocası, hatta bir bebeği var.
Aslında dizinin ilk üç bölümü oldukça karışıktı, hiçbir şey anlamadan izledim diyebilirim. Çünkü ilk bölümde kızın hatırladığı her şeyi görüp daha sonra 10 yıl ileriye gidiyorsunuz ve onunla beraber kaybettiklerini bulmaya çalışıyorsunuz. O 10 yılı onunla beraber yaşamış, her şeyin farkında olan insanların arasına karışmaya çalışıyorsunuz.
Bir yandan da karısının kendisini terk ettiğine inanmayı hiç istemeyen ve annesi gibi bir dahi olan kızını gayretle büyüten mavi kalpli adam Hong Kyung Doo'nun acısına eşlik ediyorsunuz.
Açıkçası diziyi ilk gördüğümde bunun yumuşacık bir aşk hikayesi olacağını düşünmüştüm, ama gerçekten öyle değildi. Sadece kalp kırıklarıyla dolu bir hikayeydi ve belki de yumuşacık bir aşk hikayesinden daha çok "aşk" gibiydi bu hissettirilen.
Yihyun geçmişi parça parça hatırlamaya başladığında gördüklerimiz ve kendi başına ayakta durmaya çabalaması beni her seferinde ağlattı.
Senaryosu sağlam bir diziydi ve son ana kadar heyecanını korudu. Üstelik sonu da kararındaydı, herhangi bir Kore dizisi gibi aceleye getirilmemişti.
Güzel ve dahi kadın Jung Yihyun'a hayat veren oyuncumuz Sung Yuri, benim çok ama çok sevdiğim oyunculardan biri. Bu diziye başlamamın en büyük sebebi diyebilirim. Kendisini The Snow Queen'de izledikten sonra bir nevi aşık oldum yeteneğine. Çok zarif bir kadın. Sadık ve mavi kalpli Hong Kyung Doo'muza hayat veren oyuncuysa Yu Junsang. Kendisine gerçekten büyük bir hayranlık besliyorum, özellikle bu diziden sonra hayranlığım katlanarak büyüdü. Yakasını bir daha bırakmayacağım adamlar listesinde üst sıralarda duruyor.
Bunun dışında Jung Yihyun'un küçüklüğünü bu aralar yıldızı parıl parıl parlayan hanım kızımız Kim Sohyun oynuyor. Diğer karakterleri canlandıran oyuncular da hakkını vererek oynamış, kadro gerçekten iyi.
Diziyi üç günde bitirdim, sürekli dışarı çıkmam gerekmese iki günde bitirecektim aslında. Hikayesiyle izleyeni sımsıkı saran bir diziydi Birth Secret. Asla unutmayacağım ve hatırladıkça hüzünleneceğim sahneleri, replikleri vardı. Bazen durdurup sindirmem gereken yerler oldu. Hep "ben de böyle birini istiyorum" dedirtti bana. Kendime hakim olmazsam evde kalacağımı hissettirdi. Çünkü Hong Kyung Doo gibi birini bulmam neredeyse imkansız, böyle mavi kalpli birinin yaşıyor olması imkansız. (Ama çaktırmayın o kadar gerçekçiydi ki bir an bulabileceğimi düşündüm.)
Dizi öyle güzeldi ki beni sürekli ağlatıyor olması bile canımı sıkmadı, sıcacıktı. Birilerini özlemenin ne demek olduğunu gösterdi ve birileri derken, belli birinden bahsetmiyorum. Yalnızca birilerinin elinden tutmasını özlemenin ne demek olduğunu göstermesinden bahsediyorum. Yapayalnız olmaktan... Jung Yihyun yapayalnız bir kadındı anlayacağınız ve ardında bıraktıklarını onları bıraktığını bilmeden özlüyordu, tıpkı bıraktıklarının onu özlediği gibi.

Peki bu diziyi sadece ağlamak için mi mavileyeceksiniz? Hayır. Bu yazıyı yazmaya karar verdiğim andan itibaren son bölüme kadar bu dizinin amacı ne diye sordum kendime. Ve son bölümde cevabını buldum. Jung Yihyun çok zeki biriyidi, bir dahiydi ama dünyanın en zengin insanı olmak istedi. Çok para kazanmak istedi, çok fazla ve bu hata hayatından yıllar çaldı, hatta insanlar. İşte dizimizin sosyal mesajı da budur. Para mutluluğu satın alamaz. Yorulduğunda birinin omzuna kafanı yaslayıp ağlayamıyorsan para hiçbir şey değildir.

Güzel bir senaryosu, güzel bir oyuncu kadrosu ve sosyal mesajı olan bu dizinin müzikleri de harika. Gerçekten hiçbir eksiği yok. Bence mavileyin, bayılacaksınız!
Kapanış şarkımız dizinin müziklerinden "Aptal Kafa". Dizinin en sevdiğim şarkısı ve sözleri de çok güzel.
Blogda olduğu için çok mutlu olan Mavi'den herkese mavi geceler! Ah burayı çok özlemişim.

11 Haziran 2015 Perşembe

"Hangi kameraya bakıyoruz?" - Bloglamayı unutan Mavi

Selam dostlar!
Bu yazı bir "geri dönüyorum" yazısıdır.
Kısaca ruh halimi ve günlük yaşantımı özetlemem gerekirse...
Sınava hazır değilim, ruhen çöküş yaşıyorum ve kendim de dahil olmak üzere her şeye çok kırgınım. Doğuştan içimi yiyen yalnızlığımı da bu aralar pek bir şiddetli hissetmekteyim.
Yarın son karnemi almaya gideceğim, arkadaşlarımla "aynı sınıfın öğrencileri" olarak son kez buluşacağız. Bu yüzden de oldukça gerginim.
Ayrıca... Taşınıyorum! Evet! Sonunda hiç sevemediğim -ya da beni hiç sevmeyen mi demeliyim- İstanbul'dan ayrılıp memleketimde yaşamaya gidiyorum! O yüzden kolilerle dolu bir evde, henüz o karanlık kolilere tıkılmamış birkaç eşyamla beraber suratımı asmadan vakit öldürmeye çalışıyorum.
Gelin görün ki sonucunun ne olacağını bilmediğim bir sınavın stresi, yeni bir yerde yeni bir hayata başlayacak olmanın belirsizliği ve hala yaşadığım bu evin düzensizliği üst üste binince gerçekten çok zorlayıcı oluyor.
Ama atlatacağım, az kaldı. 10 gün sonra her şey düzelecek.
Bloguma kavuşacağım, hayaletlerime ve kelimlerime...
Bu yazıyı gören herkes bir kerecik "umarım Mavi üniversiteyi kazanır" derse emin olun çok işime yarar ehehe.
Şaka bir yana, umarım kazanırım gerçekten.
Yazın bu blog için ufak tefek planlarım var kafamda ve eğer üniversiteyi kazanmış bir Mavi olursam o zaman daha çok eğlenebiliriz, diğer türlüsü biraz daha sıkıntılı olacaktır.
Taşınma meselesi olduğu için sınavdan hemen sonra gelemem tabii ki. Ama lütfen bekleyin. Çok az kaldı!
Çok özledim sizi, o yüzden en güzelinden mavili bir kapanış şarkısı seçtim. Winner'dan Color Ring hepiniz için ~
Mavi kalın!
mavinot: Wattpad hakkında ne düşündüğünüzü gerçekten merak ediyorum, lütfen bir iki kelime de olsa yazın, sorumu cevapsız bırakmayın ~


28 Mart 2015 Cumartesi

Mavi sessizce bir şeyler karalar

Selam dostlar.
Bugün akşama doğru gök gürültüleri ve gözlere şenlik pembe şimşeklerle beraber bereketli bir yağmur yağdı İstanbul'da. Annem nisan yağmuru dedi ama henüz nisan ayında değiliz, şu an fark ettim. Gerçi nisan ayının ismi gibi yumuşacık olan havasına girmiş gibiyiz.
Bugünlerde üstümde bir neşe var, belki de YGS'yi atlatmış olmanın verdiği bir hafifliktir bilemiyorum. Yine de ben bunun bahar havasından olduğunu düşünmek istiyorum.
Derslerime çalışıyorum, artık eskisi kadar mide ağrısı çekmiyorum, daha az ağlıyorum. İyiyim, olabildiğince iyiyim. 
Aslında size "mutlu baharlar" dilemeye gelmiştim ama kendimden bahsetmeyi seviyorum sanırım. Bir de... Blog yazmayı özledim. Kelimelerimi ve düşüncelerimi içimde tutmaktan bıktım. Kendim olabildiğim tek yer bu blog.
Siz de beni özlediniz mi? Özlemediniz, biliyorum. Bir elin parmaklarını geçmeyen okuyucularım da bu kızdan ses yok diye gittiler muhtemelen.
Ama Mavi geri dönecek, elinde lise diploması ve güzel bir giriş puanıyla. Söz veriyorum. Söz veriyorum sizlere blogumun hayaletleri.
Lütfen unutmayın, yalnızca geçerken bu posta denk gelen biriyseniz bile atacağınız tek kelimelik bir yorum beni dünyanın en mutlu insanı yapacaktır. Çünkü biraz güce ihtiyacım olabilir... yani biraz.
Şimdilik gitmeliyim. Umarım yakın zamanda görüşürüz.
Millet.
Blogumun hayaletleri.
Sizi gerçekten seviyorum.
İşte size geceme huzuru getiren şarkı. Lütfen dinleyin, ruhunuz mavilensin.
Mavi geceler~

20 Ocak 2015 Salı

Taiyo No Uta - Mavi Güneş

Merhabalar!
Bugün şu son yılda yaşadığım en boş günlerden biriydi ve iki haftadır içimde olan boşluğu doldurma kararı aldım. Bana gereken biraz hüzün ve gözyaşıydı. Sabah Whisper of The Heart isimli harika bir anime film izledikten sonra akşama doğru sürekli başlayıp hiçbir zaman 15 dakikadan fazla izleme fırsatı bulamadığım Taiyo No Uta filmini izlemeye başladım. Zannediyorum Türkçe'ye Güneşe Ağıt ismiyle çevrilmiş bu film.
Filmimizin konusundan kısaca bahsedecek olursak...
Ana karakterimiz Amane Kaoru. "16 yaşında, ailesiyle yaşıyor, müzikten hoşlanır, biraz hiperaktiftir, erkek arkadaşı yok daha önce de olmamış, en sevdiği hayvan çita, muzu seviyor, en sevdiği şarkıcı kısmına hiç girmesek daha iyi çünkü çok fazla var."
Bütün bu ayrıntıları geçersek de çok şirin bir kız olduğunu söyleyebiliriz. Ne yazık ki bu şirin kızın bir hastalığı var, bu hastalık yüzünden güneş ışığına çıkamıyor. Tüm hayatını gündüzleri pencereden dışarı bakarak, geceleriyse sokakta şarkı söyleyerek geçirmiş. Pencereden bakarken görmeye alıştığı, bir süre sonraysa yollarını beklediği şapşal bir çocuk var bir de.
İsmi Fujishiro Kouji. "Kız arkadaşı yok. Sörf yapmaktan hoşlanıyor." En az Kaoru kadar şirin bir çocuk ve Kaoru'nun kuzeninin üstüne basa basa söylediği gibi çok aptal.
Bir gece Kaoru yine şarkı söylemek için dışarı çıktığında uzun zamandır izlediği bu çocuğu görüyor ve yanında oturup onu dinleyen kuzenini umursamadan koşup peşine takılıyor. Bir süre takip ettikten sonra bakıyor çocuğun duracağı yok arkasından ittirip düşüyor çocuğu ve sonra az önce girişte anlattığım saçma sapan şeyleri saymaya başlıyor. Kuzeni gelip kolundan tutana kadar da çocuğu korkutacak bir coşkuyla bunu yapmaya devam ediyor.
Biraz kuzeniyle sohbet ettikten sonra Kouji ve kuzeninin aynı okulda olduğunu fark ediyorlar. Kuzeni okulda Kouji'nin videosunu çekiyor ve Kaoru'ya getiriyor. Kaoru videoyu, daha doğrusu videoları izledikten sonra yine gece şarkı söylemeye gidiyor. Bu sefer kendi penceresinin gördüğü, çocuğun her sabah gelip oturduğu yerde söylüyor şarkılarını.
Sonra birdenbire karşısında Kouji beliriyor. Şarkısını baya bir övdükten sonra konuşuyorlar ve arkadaş oluyorlar.
Hayatımda izlediğim en güzel filmdi diyemeyeceğim, yalnızca güzel bir filmdi. Ama ihtiyacım olan şey tam olarak buydu. Sıcacık, yumuşacık bir sesle söylenen; kollarında güvenle uyuyabileceğiniz bir şarkı gibiydi.
Kaoru'ya can veren kişi şarkıcı Yui, onu daha önceden tanıyordum ve gerçekten bu role çok uygun biri. Şeker kazanına düşmüş gibi. Rol arkadaşı da gerçekten çok sevimli bir adam gülümsediği zaman insanın içinde bir şeyler titretiyor, ağladığı zamansa kalp kırıyor.
Peki izlediğim en iyi filmler listesine bile girmiyorsa neden yazısını yazdım bu filmin? Çünkü içimdeki boşluğu doldurmaya yetti. O listeye girmeyebilir ama başım sıkıştığında izlenecek filmler listesine girdi.
Belki sizin de işinize yarar diye söylüyorum.
Bu film rengi solan kalbimi zarif fırça darbeleriyle yeniden maviye boyadı.
Eğer sizin de bildiğiniz usulca sokulan ve iyileştiren filmler varsa lütfen bana da söyleyin. Son zamanlarda moda olan aksiyon filmlerini kafam kaldırmıyor.

Siz de fark ettiniz değil mi? Buraya uğramaya uğramaya yazmayı unutmuşum. Neyse yakın zamanda olmasa da eninde sonunda telafi edeceğim.
Daha fazla kafanızı şişirmeden gidiyorum.
Bu filmi mavileyebilirsiniz!
İşte size Yui'nin güzel sesiyle söylediği Good-bye Days!
Mavi kalın efendim ~

17 Ocak 2015 Cumartesi

Kartozu Mevsimi Hep Gelir! - 3. Geleneksel Mavi Kartozu Kutlaması

Merhabalar!
16 Ocak günü dünyaya düşen, mavi rengiyle herkesin ağzını açık bırakan küçük kartozunun hikayesini bilmeyeniniz yoktur herhalde. İşte onun hakkında konuşmaya geldim şimdi ben ~
Saat gece yarısını 12 geçiyor, yani doğum günüm resmi olarak sona erdi. Ama özellikle böyle denk getirdiğimi söyleyebiliriz çünkü üstümden o çılgın duygusallığı atmam gerekiyordu.
Bu yıl doğum günüm için gerçekten hiçbir beklentim yoktu. Sınıf arkadaşlarımızla bu yıl hiçbir doğum günü kutlaması yapılmayacağına dair anlaşmıştık ve ailemin her bireyi şu sıralar çok meşgul. Yani sadece pek çok insana sarılıp gülümseyerek teşekkür edeceğimi zannetmiştim. Günün çoğu böyle geçti zaten. Bu yıl lise hayatımın son yılı ve ben lise hayatım boyunca bütün doğum günlerimde geometri sınavı oldum, bu yıl da bu gelenek bozulmadı. Üstüne bir de biyoloji sınavı vardı ki tadından yenmezdi gerçekten(!) Ne doğum günü düşünecek halim vardı, ne de çocuklukta doğum günlerimin ne kadar güzel olduğunu hatırlayıp hüzünlenecek...
Açıkçası kötü de hissetmiyordum, iyi de. Sadece normaldim işte sıradan bir gündü.
Sınavlarım bittiği için bilgisayarımın başına oturdum hemen tabii ki.
Doğum günü çocuğu olmanın sorumlulukları var ve doğru dürüst bir doğum günü olmayınca oldukça yorucu hale geliyorlar. Günün hemen bitmesi için dua ederken birdenbire bir pasta çıktı ortaya.
Hayatımda ilk defa bir pasta uğruna ağladım ahahah.
Ailemin doğum günümü hatırlamasının beni bu kadar duygulandırabileceğini hiç ama hiç tahmin etmezdim.
Açıkçası berbat bir yıl geçiriyorum. Hiç güzel şeyler olmuyormuş gibi, güzel şeyler zaten dünyada yokmuş gibi hissediyorum. O yüzden fazla hassaslaştım sanırım.
Bu yıl kıymetini en çok anladığım şeylerden biri geçen zaman, diğeri ise bu blog. Bu blogu açtığım için gerçekten mutluyum. İçim sıkıldığında koşup buraya bir şeyler karalamak harika bir his, daha önce fark edememişim.
Millet! Ben 18 oldum.
Ve şu an pasta yiyerek ağlıyorum.
Gelecek yıl bu yazıyı yazarken daha mutlu olmak için çok çalışacağıma söz veriyorum.
Siz bu yazıyı asla okumayacak olan insanlar, yüzünüzü kara çıkarmayacağım.
Mavi söz.
Blogumu okuyan, yazılarıma yorum yapan insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. O insanları buraya ne çekti bilmiyorum ama özel hayatımla ilgilenmediklerine eminim. Yine de teşekkür ederim. Çünkü hayatımın içinde olan insanların çoğundan daha çok minnettarım size. Lütfen ben gerçek bir geriş dönüş yapıp yaza damgamı vurana kadar blogumu terk etmeyin. Ben yokken burası size emanet.
İstanbul'da havalar iyi durumda, sizin oralarda nasıl bilmiyorum ama kışın sağı solu belli olmaz. Sıkı sıkı giyinin, üşütmeyin. Gülümsemeyi unutmayın. 
Size çok özel bir şarkıyla veda ediyorum, daha önce kimselere dinletmeye kıyamamıştım.
Mavi geceler. Sizi seviyorum ~
Dipnot: Blogun müzik çalarını yeniledim! Afiyetle dinleyiniz efendim ehe :)