Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Mart 2014 Pazartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #19

6 Mayıs 2013
Demir'le konuştuktan sonra geçen saatleri hatırlamaya çalıştığım zaman odasında yere oturmuş geri kalan hayatıyla ne yapacağını düşünüp duran kendimi görüyorum. Bana gerçekleri söylerken ağlamıştım, ama onun dışında hiç gözyaşı dökmedim. Sadece pencerenin pervazında ileri geri koşuşturup duran, dışarı çıkmak için çabalayan kanadı kırık sineği izleyerek hayatımdan dışarı nasıl çıkabilirim diye düşündüm. Sinek sağlam kanadını titreterek öldüğünde güneş çoktan doğmuştu ve ben de dışarı çıkamadığım hayatımı düşünürken çıldırarak ölmek üzereydim.
Ellerimi daralan göğsüme bastırıp düzgün nefesler almaya çalıştım. Sinir krizi geçirmek için gerçekten uygun bir zaman değildi. Okula gitmem gerekiyordu.
Evet, okula gidecektim. Biliyordum, herkes benden bahsediyordu orada. Gözlerinde çoktan fahişe olmuştum. Hele bir de Demir'in Atıf Bey'in oğlu olduğunu biliyorlarsa eğlenceyi o zaman görmeliydiniz. Biliyordum, gitmemeliydim. Üstelik tüm bunlar olurken elini tutabileceğim biri de kalmamıştı. Demir bile bunu yaptıysa Ufuk'tan şüphelenmek zor olmayacaktı. Yine de gidecektim. Çünkü sineklerin ancak ölüsünün çıktığı bu evde tıkılıp Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne hazırlanmak istemiyordum.
Zaten yalnız olmayı da özlemiştim. Merak etmeyin, kulağa korkunç geldiğinin farkındayım, yine de umurumda değil.
Kulağa asıl korkunç gelen okul bahçesinin kapısında bekleyen çocukların yanından geçerken bana söyledikleri şeydi. Bir gece için ne kadar istediğimi sordular. Böyle şeyler bekliyordum tabii, ama bekliyor olmak bir şeyleri değiştirmiyor. Rayların üstüne yatıp trenin sizi öldürmesini beklemek gibi bir şeydi, her şekilde acı çekerek ölüyordunuz. Tüylerimin diken diken olduğunu belli etmemeye çalışarak kafamı önüme eğip yürümeye devam ettim.
Okulun koridorlarında yürümek tam bir işkenceydi. Yine de sınıfta olmak kadar olamazdı. Sınıftaki herkesi tanıyordum, Gökçe'ye olan gereksiz öfkem dışına kimseyle bir sorunum da olmamıştı ama şimdi açık hedeftim. Birlikte güldüğüm, eğlendiğim insanlar şimdi bana gülüyorlardı.
En kötüsü de Demir'in orada olmasıydı. Kafasını duvara yaslamış, kapüşonlusunu örtüp gözlerinin üstüne kadar çekmiş uyukluyordu. Başka birinin yanına gidip oturmayı düşündüm. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumda yanına oturduğum zaman bana iğrenmiş gözlerle bakmayacak tek insan Demir'di. Belki yanında oturmak bana acı verecekti, ama kesinlikle çok sessiz olacaktı.
Usulca yanındaki yerime kurulduğumda zil çaldı, Demir uykusundan sıçrayarak uyandı. İlk yaptığı şey her zamanki gibi eliyle ağzını silmekti. Salyası akmazdı, yine de bunu alışkanlık edinmişti. Lanet olsun ki en anlamsız alışkanlıklarını bilecek kadar çok izlemiştim onu. Kendime sinirlenerek gözlerimi çevirdim. O da bana bir kez baktıktan sonra aynı şeyi yaptı.
Ders sırasında yüzlerce cümlede ismimi duymuş, bana bakan bir sürü gözle karşılaşmıştım. Benim tek yapabildiğimse elimdeki kalemi kağıdın üstünde aşağı yukarı kaydırmaktı. Tıpkı o sabah penceremin pervazında ölen sinek gibi.
Hala bir planımın olmadığı gerçeği beni ciddi anlamda çıldırtacaktı. Anneme son olanları söylememiş olmam da cabasıydı.
Birden Demir'le tanıştığımdan beri olan şeyleri hep en son annemin öğrendiğini fark ettim. Aklıma yıllar önce yayınlanan dizi geldi. Biliyor olmalısınız, adı "En Son Babalar Duyar"dı. O an kafamdan iki şey geçti: Annemin o dizideki her şeyi en son duyan babalardan biri olduğu ve benim o baba karakterlerinin yerine koyacak bir babam olmadığı.
Gözlerim anında yaşardı, ama zavallı annemi o dizide düşünmek o kadar komik geldi ki kendimi tutamayıp güldüm. Bütün başlar anında bana döndü. Laf söylemek için fırsat kolluyorlardı zaten, bir de çıkmış yaşlı gözlerle gülüyordum. Çok utanmaz biriydim. Öyleydim, değil mi?
Bakışlardan kaçmak için uğraşırken Ufuk'la göz göze geldik. Bana "İyi misin?" diye sordu. İyi olmadığımı biliyordu ve ben iyiyim demek istemiyordum.
Sessizce yerimden kalkıp öğretmene doğru yürüdüm. Hiçbir söylemeden ne demek istediğimi anladı, kafasını sallayıp dışarı çıkabileceğimi belirtti. Kapıyı kapatır kapatmaz koridorda deli gibi koşturmaya başladım. İlk adımlarımda lavaboya gittiğimi düşünmüştüm, sonra lavabonun yerini unuttuğumu fark ettim. Dakikalarca koştum, okuldaki her koridorda.
En son girdiğim yer öğretmenler odasının olduğu koridordu. Buradan daha hızlı geçmem gerektiğini düşündüm, kimsenin radarına takılmadan. Bacaklarımı zorladım, gerçekten çok hızlı koşuyordum. Öğretmenler odasından çıkan upuzun boylu adamı göremedim bu yüzden.
Yüzümün her karesini sıkı karnına bastırarak ona çarptım. Yumuşak bir cümleyle söylediğime bakmayın, çok sert bir çarpışmaydı. Gerçi çekilmeye çalıştığımda başımın döndüğünü hissettim. Muhtemelen vücudum dalga dansı yapar gibi sallanıyordu.
Adam uzun ve sıcak kollarını vücudumun etrafına dolamasaydı yere yığılıp kalabilirdim.
"İyi misin?" diye sordu telaşlı bir sesle. Yüzüme bakabilmek için kafasını eğmişti, dudaklarının arasından insanın içini ısıtan sesiyle birlikte yumuşak bir kahve kokusu yayılıyordu. Yüzünü göremiyordum çünkü görüşüm bulanıklaşmıştı. Hayır, ağlamıyordum. Ağlamayı kesmiştim sınıftan çıkarken. Ciddi anlamda bayılmak üzereydim sanırım.
"Pek... İyi sayılmam," diye mırıldandım.
"Ayakta durabilecek misin?"
"Siz... Öğretmen misiniz?" Gözlerimi kırpıştırarak onu görmeye çalışıyordum, ama olmuyordu.
"Değilim. Hadi gel bakalım." Hiç zorlanmadan tek hamlede beni kucağına aldı ve öğretmenler odasına doğru yürümeye başladı. "Mustafa!" diye bağırdı kapıdan girerken. "Yardım et."
Etrafımda insanların toplandığını fark ettim, siluetlerini görüyordum. Mustafa Hoca'nın telaşlı sesi duyuldu. Beni bir yere oturttular. Birisi bileklerimi ovmaya başladı.
"Neyin var küçükhanım?" dedi nefesi kahve kokan adam, sesini tanımıştım. Bulanık görmekten bıktığım için gözlerimi kapattım.
"Yorgunum," diye mırıldandım. "Sadece yorgunum." Mustafa Hoca'nın müdür yardımcısına seslendiğini duydum. "Hocam," diye atladım. "Eve gitmek istemiyorum, izin yazdırmanıza gerek yok." Derin bir sessizlik oluştu. İstemsizce gözlerimi açtığımda artık düzgün görebiliyordum. O bakışları görmek istemezdim gerçi... Şimdi muhtelen ailemden kötü muamele gördüğümü düşünüyorlardı. "Eve gidersem annem endişelenir," dedim sapasağlam bir sesle. Bu doğruydu.
Nefesi kahve kokan adam konuştu: "O halde derslere girmesin Mustafa. Sen yine de yazdır izni." Kafamı yavaşça çevirip yüzüne baktım. Gözleri ela rengindeydi, güven veriyorlardı.
"Derslere girebilirim. Sadece koşuyordum, birden size çarpınca başım döndü o kadar." Mustafa Hoca'yla birbirlerine baktılar. İnanmadıkları belliydi. "Çok sert çarptım. Sizin de canınızı yakmış olmalıyım, özür dilerim."
Adamın dudaklarına acı bir gülümseme yerleşti: "İnsanların bana çarpmasına alışığım, sorun değil." Ne demek istediğini anlamamıştım, sormak istedim ama haddim olmadığını düşündüm.
"Siz kimsiniz?"
Mustafa Hoca yanımda oturan adamın omzuna elini koyup gülümsedi: "Liseden arkadaşım. Tanışın."
Ürkek bir tavırla elimi uzattım. "Ben İpek," diye mırıldandım.
Adam kocaman bir gülümsemeyle "Osman Efe," diye karşılık verdi. "Memnun oldum."
"İpek çok iyi bir öğrencimdir," dedi Mustafa Hoca.
Neden bu gereksiz tanışmayı yaptığımızı anlamasam da birkaç dakika kafamı dağıttıkları için minnettardım. Başım artık dönmüyordu, sınıfa gidebilirdim. Dikkatlice yerimden kalktım.
"Derse dönsem iyi olur," dedim. "İlgilendiğiniz için teşekkür ederim."
Hiçbir şey söylemelerine müsade etmeden çıkıp gittim. Sınıfa döndüğümde gülümsüyordum, hiçbir şey olmamış gibi. Demir de dahil olmak üzere kimse bundan memnun değil gibiydi.

Gün boyunca ağır hakaretlere, korkutucu bakışlara maruz kalmanın yanı sıra sürekli Mustafa Hoca'nın arkadaşıyla göz göze geldim. Su almak için kantine giderken, yüz ifademi düzeltmek için lavaboya koşarken, ya da Ufuk benimle konuşmaya çalışırken... Her an gözü benim üstümdeydi. Endişeyle bakıyordu.
Ufuk Zeynep'in doldurmalarına kanmadan yanıma gelmişti, evet. Benimle gülümseyerek konuşmuştu. Ufacık bir an için de olsa ondan şüphelenebildiğim için pişman etti beni. Hala yanımdaydı. Ona Demir'in yaptıklarını anlatmak yerine sadece ayrıldığımızı söyledim ve tabii ki o buna inanamadı. İşler bu raddeye geldiğinde normal bir şekilde ayrılmak bir balık uçarken ona bir uçağın çarpmasıyla eş değerdi, yani saçmalıktı. Ama bunda ısrar edince kabullenmek zorunda kaldı.
Bunun dışında beni erkeklerin laf atmalarından korumaya çalıştı. İş kızlara geldiğinde geri çekiliyordu, çünkü kızlarla kavga etmekten gerçekten çok korkuyordu.
Korumam olduğu için mutluydum.
Yine de eve giderken bana eşlik edemeyeceği de bir gerçekti. Tamamen savunmasız bir şekile metroya yürüyordum.
Böyle şeylerin yalnızca filmlerde olduğunu düşünebilirsiniz, ama adınız çıktığı zaman bazı uçkuruna düşkün insanlar gerçekten sizden bir şeyler bekliyorlar. Ne kadar korkutucu olduklarını tahmin edemezsiniz.
Bu yüzden arkamdan biri bana seslendiğinde bacaklarımın titremeye başladığını hissettim. Korkak bir tavırla dönüp baktım.
Sabah kapıdan girerken bir gece için ne kadar istediğimi soran çocuklardan biriydi. Yüzündeki salak gülüşle bana yaklaştı. Yakalarımdan tutup beni kendine çekmeye, öpmeye çalıştı.
Aklımdan geçen tek şey artık beni kimsenin kurtaramayacağıydı. Belki bunu bahane ederek kendimi öldürebilirdim, değil mi?
Ama yine de kurtulmayı denemeliydim. Yakın çevrede kimsenin olmadığına emindim, buna rağmen çığlık atmaya başladım. Tüm gücümle onu ittiriyor, gerçi çekilmeye çalışıyordum. En sonunda aramıza biraz boşluk koyabildiğimde titreyen bacağımı kıvırdım ve kasıklarına güçsüz de olsa bir tekme attım.
Geri çekilirken acı içinde bağırdı: "Demir'le oynaşırken iyiydi. Özel orospuluğunu yapıyorsun galiba o piçin."
Bir an sonra yanımdan bir siluet geçti ve çocuğa saldırdı.

***
Mustafa'yla verdiğimiz savaştan sonra İpek denen kızın peşinden gitmeye karar vermiştik. Sabahtan beri onu izliyordum ve davranışlarının normal olmadığını söylemek zor değildi. Açıkçası onun için endişelenmiştim. Mustafa'nın da endişelendiğini biliyordum ama o her zaman dişilerin anlaşılmaz sorunları olduğunu düşünürdü, bu yüzden kızın üstüne gitmek istemedi. Bir psikolog olarak tam aksini önerme hakkına sahiptim sanırım.
Çıkış zili çaldığında İpek ortadan kaybolmuştu. O minik vücutla nasıl bu kadar hızlı hareket edebiliyordu, şaşırmıştım. Mustafa'ya bunu söylediğimde "O boyunla herkesi küçük görme," dedi. Ben de ağzımın payını alarak koltuğa yaslandım.
Kızı bulmak zor olmadı, metroyla gittiğini biliyorduk ve bu kadar acele ediyorsa kısa yolları kullanmak isteyecekti. Çok fazla seçeneği yoktu. Sadece onun girdiği dar, ıssız sokağa arabayı sokmak için baya uğraş vermek zorunda kaldık o kadar.
Araba durduğunda kız yere diz çökmüş ağlıyor, dehşet içinde bağırıyordu. Biraz önünde yerde yuvarlanan iki çocuk vardı, kıyasıya kavga ediyorlardı.
Hiç düşünmeden arabadan indim.
"Ne oluyor orada?!" diye bağıran sesim kızın yardım çığlıklarına karışmıştı. Çocuklardan biri benim sesimi duyduğunda durdu. Ama diğeri onun altında debelenmeye devam ediyordu. Mustafa onlara doğru koştu, ne kadar hızlı olursa olsun beni duyunca duran çocuğu yakalamasına imkan yoktu. Çünkü Mustafa arabadan çıkarken çocuk kaçmaya başlamıştı bile.
Diğer çocuk toza, kana bulanmış kıyafetlerinin içinde yerde kıvranıyordu. Canı çok yanıyor olmalıydı. Korumacı öğretmeni yere eğilip yüzünü görmeye çalıştı.
Ben de İpek'e yöneldim. Kolumu omzuna dolayıp onu çektim. Engel olmaya çalıştı. "Bırakın beni," dedi. "Bırakın lütfen. Demir'e bakmam lazım."
"Öğretmenin ilgileniyor, gel hadi."
"Demir!" diye bağırdı. "Hocam Demir iyi mi?" Koyu yeşil gözlerinde belirgin bir korku vardı. Koluma yaslanıp diğer yöne gitmeye çalışıyordu. Mustafa cevap vermeyince çılgınca tepinmeye başladı. "Hocam. Hocam n'olur bir şey söyleyin."
"Mustafa cevap versene," dedim sinirle.
"Korkma İpek," diye karşılık verdi Mustafa. Çocuğu kaldırmaya çalışıyordu. "Arabaya binin ben de Demir'i getireyim."
"Ne dediğini duydun, hadi gel." Son bir kez kızı sertçe çekip arabaya sürükledim. Bir süre direnmeye devam ettiyse de en sonunda pes etti. Bana yaslandı, kendisini yürütmeme izin verdi.
Onu arka koltuğa oturttuktan sonra Mustafa'nın çocuğu onun yanına oturtmasına yardım ettim. Birkaç saniye sonra çocuk kaydı, kafası kızın kucağına düştü. İpek titreyen eliyle yavaşça çocuğun terli saçlarını okşadı.
Mustafa bizi yakınlardaki bir hastanenin acil servisine götürdü. Aslında durum o kadar da acil değildi, çünkü çocuk kız onun saçlarını okşarken uyanmıştı. O an kızın elini çekişini kafasını başka tarafa çevirişini görmeniz gerekirdi, ikisi arasındaki kötü durumu anlayabilmek için.
Çocuk acil servise yürüyerek girdi. Yanında Mustafa, onların arkasında ben ve benim arkamda İpek. Ağlamak üzere olduğun için saklanan, Demir'e her fırsatta endişeli bakışlar atan sevimli İpek. Mustafa doktor arkadaşı Günay'la konuşurken dinlemiyormuş gibi yapıp aslında tüm konuşmayı ezberleyen İpek. Demir, Mustafa ve doktor pansuman odasına girip kapıyı kapattığında hayal kırıklığına uğramamış gibi yapmaya çalışan İpek.
En sonunda dayanmaktan vazgeçip duvarın dibine oturup dizlerini karnına çekerek ağlayan İpek.
Beni gerçekten endişelendiren İpek.
Yanına oturup sessizce beklemeye başladım. Bu bana hayatımın çok eski bir sahnesini hatırlatsa da anıların beni ele geçirmesine izin vermedim. Kafamı yana eğip "İyi misin İpek?" diye fısıldadım. İnsanlar neden bu soruyu sorarlar bilmiyorum ve neden bu soruyu sevmediklerini söylerler. Aslında herkesin bu soruya ihtiyacı vardır. Bu soruyu aslında 'iyi olmanı istiyorum. iyiyim diyene kadar yanında duracağım' demektir. Hayır derseniz birinin sizin için endişelendiğini, evet derseniz sevindiğini görürsünüz. Bu soru güzeldir, gerçekten.
Ama İpek, evet ya da hayır demeyi tercih etmedi. Sustu, umursamadı. İlgisini çeken ben değildim çünkü. Benim sorumdan hemen sonra pansuman odasından bağıran Demir'di.
Kafasını hızla kaldırıp kapıya baktı.
"Doktor amca yavaş ama ya," diye bağırıyordu Demir. "Ayırıyor musun, dikiyor musun belli değil."
"Ulan koskoca adam oldun Demir, hala doktor amca diyorsun," diye azarladı onu Mustafa.
"Doktor Bey mi diyeyim, çok resmi hocam. Aah, yavaş ya." Doktor Günay Bey'in yüksek sesli gülüşünü duydum.
"Demir sıkmasana elimi, çocuk musun sen ya," dedi Mustafa. "Elimi morarttın sıkma diyorum."
"Hocam canım acıyor."
"Benim de canımı acıtmana gerek yok."
"Aaaah! Doktor amca yapma, biraz açık kalsın kaşım hava alır, of."
"Demir sus Allah aşkına iki dakika. Görüyor musun Günay, nelerle uğraşıyorum."
Dikkatle İpek'in yüzüne baktım. Bu komik diyalog onun canını yakmış gibiydi. Kaşlarını çatmıştı, gözyaşları şiddetlenmişti.
"İyi değilim," diye mırıldandı, soruyu sorduğumu bile unutmak üzereyken. "Çünkü Demir'in canı acıyor. Ama yanında olamam."
"Neden?"
Gözlerimin içine baktı. Bakışlarıyla 'nasıl anlamazsın' dedi. "Beni yanında istemiyor."
Bunun basit bir yakışıklı çocuk, yapışkan kız olayı olmadığının farkındaydım. Yine de üstelemek istemedim. Büyük bir yara olduğu belliydi, kaşırsam çok can yakardı.
Pansuman odasından çıktıklarında Mustafa Demir ve İpek'e arabaya gitmelerini söyledi, kızdan yürümesi için çocuğa yardım etmesini istedi. Bilerek yapmadığından emindim, muhtemelen beni Günay'la tanıştırmak istiyordu. Ama güzel bir fırsat olmuştu, dönüp ikisine baktım.
Birbirlerine baktıkları an gözlerindeki ifade dolu doluydu. Bunu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum. İnsanların bakışlarını dikkatlice incelerseniz görürsünüz ki sevgiyle bakan gözler basit birer organdan çok daha farklıdır.
Bu bakıştan sonra Demir'in teklifi kabul edeceğini sanmıştım ama yanılmışım. Anında arkasını dönüp "Ben kendim giderim," diyerek yürümeye başladı. İpek 'işte böyle' der gibi bana baktıktan sonra peşinden gitti.
İkisini yalnız bırakmakla ilgili endişelerim olmasına rağmen arabaya girdiğimizde onları sakince otururken bulduk. Biri sağ camdan, biri sol camdan dışarıda çok ilginç bir şey oluyormuş gibi bakıyordu.
Mustafa sakince arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Ortamdaki sessizlik ürkütücüydü.
Sorumluluk sahibi öğretmen sahte bir kızgınlıkla "Neyin kavgasıydı o?" diye sordu. Koltuğumda yan dönüp çocuklara baktım. İkisi de soruya verilecek cevabı düşünüyorlardı.
Bir süre sonra İpek cevarp vermek için ağzını açtı: "Hiçbi-"
Ama Demir onun lafını hızla böldü. Zehir gibi bir sesle "Gurur kavgasıydı," dedi. "Birileri yüzünden adımız çıktı da."
İpek duydukları karşısında şok olmuş gibiydi. Nefes alışlarının hızlandığını gördüm, elleri yumruk haline geldi. Sonra ışık hızında hareket ederek Demir'in saçını yakaladı, geriye doğru çekti.
Bunun Demir'in canını çok yaktığından emindim, kaşında dikiş vardı ve tek yarası da bu değildi. Ayrıca saç çekmek canı çok acıttığı için kadınların ilk önce oraya saldırdıklarını okumuştum. Gerçi İpek sadece bununla yetinmedi. Karnına sert bir yumruk da vurdu. Sonra yüzünü yüzüne yaklaştırıp "Kimin adı kimin yüzünden çıkmış!" diye bağırdı. "Ağzını topla!"
"Çek elini İpek," dedi net bir sesle çocuk. Aslında ses tonu kulağa yumuşak geliyordu, ama aklım buna inanmayı reddediyordu.
"Adı çıkmışmış. Umurumda bile değil senin adın!"
"Elini çek."
"Sen de benden uzak dur o zaman. Habire dayak yiyorsun, neden hep suçlusu benim!"
"Çek dedim şu elini!" diye bağırdı Demir. Mustafa sakinleştirmek için ona seslendi ama o umursamadı. "Sana bir şey söyleyen mi oldu lan! Her şeyi üstüne alıyorsun."
"Her şeyi üstüme alıyorsam konuşma o zaman. Kapat çeneni!"
"Önce sen kapat!"
"İkinizde çenenizi kapatın," diye girdim araya yüksek bir sesle. "Hemen, şimdi. Susun." İpek bana baktı. Güvence istiyor gibiydi, susarsam onu azarlar mısın der gibi. Elbette, onaylamadım.
Yine de saçını bıraktı. Bırakmadan önce son bir kez güçlü bir şekilde asıldı tabii ki.
"Siz kimsiniz?" diye sordu Demir sinirle.
"Osman Efe Taş," diye gülümsedim. "Mustafa'nın liseden arkadaşıyım."
"Peki niye buradasınız Osman Bey?"
"Osman Efe," diye düzeltip ekledim: "Sanırım kavga etmenizi önlemek için."
Mustafa araya girdi. "Birbirinize girmeden önce evini tarif et İpek."
Sessizce İpek'in evine giden yola girdik. Kız sürekli direktifler vererek doğru yöne gittiğimizden emin oluyordu. Demir'in yolları ezberlemek istercesine dışarıya bakıyor olması dikkatimden kaçmadı.
"Üçüncü soldan döndüğünüzde benim evim hocam," diye mırıldandı İpek en son. Demir kafasını kaldırıp üçüncü sola baktı. Sonra ne gördü bilmiyorum, ama heyecanla kıza döndü. Göz göze geldiler. Konuşmalarını beklemiştim, yapmadılar. Demir sanki 'ah neyse, artık beni ilgilendirmez' der gibi tekrar yola bakmaya başladı. Bakışmaları minicik bir an sürmüştü.
İpek bir şeyler olduğunu sezip üçüncü sola bakmak için kafasını kaldırdı. Sonra birden bağırdı: "Hayır hocam! Durun durun!" Sesi çok telaşlı çıkıyordu, Mustafa korkuyla frene asıldı.
"Ne oldu?"
"Yanlış söyledim. Hemen şu soldan. Ama siz girmeyin sokağa ben burada ineyim." İkimiz şaşkınca ona bakarken Demir ilerlemediğimiz halde yola bakmaya devam ediyordu. İpek kapıyı kapatmadan son kez içeri bir bakış attı, istediği şeyi o zaman alabildi. Demir'den endişeli bir bakış.
Günler sonra Mustafa'yla onlar hakkında konuştuğumuzda aslında ikisinin çok iyi anlaştığını, Mustafa'nın hayatında gördüğü en uyumlu çift olduklarını öğrendim. İşte o son bakış bunu kanıtlar nitelikteydi.
İpek'in inip söylediği yere değil de üçüncü sola ilerlediğini yalnızca Demir ve ben gördük. Orada onu bekleyen iki son model arabayla jilet gibi takımlar giymiş adamlar vardı.
Ne döndüğünü bilmiyordum, ama Demir'in gözlerindeki korkunun basit bir sebebi olmadığı kesindi.





Mavi-not: Bunu doldurma bölüm olarak kabul etmenizi öneriyorum ve özür dilerimi de kabul etmelisiniz tabii ki. Geçen bölüm çok fazla tık aldı, çok teşekkür ederim. umarım misafir anlatıcımızı sevmişsinizdir. Yorumlara ihtiyacım olduğunu unutmayın. Teşekkürleer! :)

25 Mart 2014 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #18

Annemden dayak yemeden sessiz bir gece geçirdim. Sanırım ciddi anlamda şoktaydı. Aynı evde değilmişiz gibi, birbirimizi yoksaydık.
Sabah gözlerimi Demir'den gelen telefonla açtım. Sesi donuk geliyordu, buluşmak istediğini söyledi. Evden çıkarken annem nereye gittiğimi sormadı, bana dönüp bakmadı bile. Kendimi kötü hissetmem gerekir miydi bilmiyorum ama en ufak bir şey hissetmedim.
Yolda yürürken Atıf Bey'in evinde neler yaşayabileceğimi düşündüm. Aklımda canlanan sahneler kendimi bir romanın, bütün okuyucularını tiksindiren, aşk için her şeyi yapan, salak baş karakteri gibi hissettim. Onlardan ben de nefret ederdim. Bu dünyada aşk en önemli şey olamazdı, herkes kendine yaşıyordu. Hala böyle düşünüyorum. Aşk için her şeyi yapmak akıl karı değildir. Uğruna kendinizi cehennem çukuruna attığınız şeye aşk denmez zaten. O şey nefes alabilen, kendi düşünceleri olan ve sizinle birlikte atlamaya hazır bir insandır. Ona dokunabilir, kokusunu içine çekebilirsiniz. Size yaptığınız şeylerin karşılığında bir şey verebilir. Hangi insan böyle bir durumda her şeyi yapmaz ki?
Ben yapacaktım ve bunun için zerre kadar pişman olmayacaktım. Bundan gerçekten çok emindim.

Atıf Bey'in bana hazırlanmam(!) için zaman vermiş olması korumlarını tamamen çekmiş olması anlamına da geliyordu. Bu yüzden Demir'le buluşmaya giderken en ufak bir endişe duymuyordum. Güzelce giyinmiştim, etrafımı kolaçan etmeden ilerliyordum.
Kendinizi özgür hissediyor musunuz, bilmiyorum ama sadece bu şekilde dışarıda olmak bile insanın özgür olduğunun bir kanıtıdır. Ve ben o gün unuttuğum özgürlüğün kokusunu ciğerlerime doldururken çok mutluydum.
Demir'i buluşmak için sözleştiğimiz parkta bulunca ona kocaman bir gülücük fırlattım. Bana karşılık vermedi, vermesini de beklemiyordum. Çünkü o şu an tamamen beni kararımdan vazgeçirmeye, bunun ne kadar iğrenç bir şey olduğuna ikna etmeye odaklanmıştı. Bense birkaç saniye içinde korkmadan onun elini tutacağım için heyecanlanıyor, ilk buluşmamızı yapıyor olduğumuz için seviniyordum. Gökyüzünde tek tük süzülen pamuk bulutların arasında oturan güneş bile sevincime ortak oluyor gibiydi. Kuşlar yürüyüşümüze tempo tutuyorlar, insanlar bizim geçtiğimiz yerleri yalnız kalalım diye boşaltıyorlardı.
En sonunda en tenha yeri bulup çimenlerin üstüne oturduk. Demir gergindi. O kadar gergindi ki rahatladığı zaman yüzünde kırışıklıklar oluşacak diye korktum bir an için.
Kendine gelmesi için uzanıp elini tuttum, hala gülümsüyordum.
"Sanırım gerçekten deliriyorsun İpek," dedi sert bir sesle. Bu çıkışı beklemiyor olsam da bozuntuya vermedim. Yalnızca gözlerimi devirdim. "Bu kadar mutlu olacak zaman mı bu?"
"Benim mutlu olacak zamanım yok, hiç olmadı," diye savundum kendimi. "O yüzden doğru zamanı seçemiyorum."
"Şu an mutlu olmak için rastgele zaman seçmek hiç doğru değil."
"Sen planlayarak mı mutlu oluyorsun?" Sinirle kaşlarımı çattım. Buraya onunla kavga etme ihtimalimizi bilerek gelmiştim. Ama söylediğim gibi Demir çok gergindi. Kopma noktası mikrometrik olarak hesaplanıp sonuna kadar gerilmiş bir ip gibiydi. Koparsa bir kırbaç gibi yüzümde şaklayacağını hissediyordum. Bu yüzden geri adım attım. "Her neyse. Şu an mutluyum çünkü ilk kez seninle hiçbir çekincemiz olmadan dışarda buluştuk. Tamamen dişilerin takılabileceği bir ayrıntı yani." Son cümlemi söylerken sesimin kırgın çıkmasına engel olamadım ve o bunu hemen anladı.
"Bundan ben de mutluyum. Ama eğlenmek için gelmedik, değil mi?" diye mırıldandı.
"Ne için geldik o halde?" dedim sıkıntıyla. Bir an önce konuya girmesini, ne yapacaksa yapmasını istiyordum.
"Ne yapacağını konuşmak için geldik. Ortak bir karara varmak için."
Sahte bir şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. "Karşımıza çıkabilecek her şey için aldığımız ortak bir karar var ki zaten. Hatırlamıyor musun? Birer imzayla kararlarımızı vermiştik."
"Ne imzasından bahsediyorsun sen İpek?" dedi. Aslında bal gibi de biliyordu. Savunmamı buna yapacağımın hep farkındaydı. Yalnızca kaçıyordu.
"Acıları Paylaşma Anlaşması'ndan söz ediyorum. İnkar etmeye kalkmayacaksın değil mi? Çünkü bende de bir kopya var, seni kolayca dava edebilirim."
Derin bir nefes aldı. Belki de yaptığı hareketin farkında değildi, yine de o an elimi ittirmesi tüm mutluluğumu alıp götürdü. Güneş bile kırıldı buna, beyaz bulutlar onu teselli etmek için önünü kapattılar.
Sesi gittikçe sertleşiyordu. "Bunun bu kadar basit olmadığını biliyorsun."
"Asıl sen ne kadar basit olduğunu göremiyorsun. Karmaşık olan bir şey yok. Her şey gözünün önünde duruyor işte."
"Benim evime, babamın sevgilisi olarak mı geleceksin İpek?" İsmimi ne kadar sık söylüyordu böyle. Çünkü biliyordu, bana ismimle sıkça hitap edildiğinde uysallaştığımı biliyordu. Bilmediği şeyse şu an bu numaranın işe yaramayacağıydı. O bu kadar gerginken ben uysallaşamazdım.
"Ne yapayım peki?" dedim. Sesim istemediğim kadar boğuk çıkmıştı. Boğazıma çoktan bir şey oturmuştu.
"Gelme."
"Gelmeyip ne yapacağım onu soruyorum?"
"Kaç İpek," dedi sabırsızca. "Kaç git artık. Hayatını kurtar."
Onunla ciddi anlamda alay ederek güldüm. "Denemediğimi mi sanıyorsun?"
"Denedin, evet. Ama bu sefer farklı. Bu sefer ben sana yardım edeceğim. Babamın etrafında oldukça sana yaklaşmasına engel olabilirim."
Vay canına, hayatımda gördüğüm ikinci en aptal insan, diye düşündüm içimden. Süleyman Bey de Demir de beni gerçekten kurtarabileceklerini düşünerek büyük bir hata yapıyorlardı. Üstelik bunun ne kadar can yakan bir şey olduğunun da farkında değillerdi. Bana kapana kısıldığımı hatırlatmaktan zevk alıyor gibiydiler.
"Ben kaçamam. Hiç kaçamadım. Asla kaçamayacağım," dedim her kelimenin üstüne basarak.
"Sana yardım edeceğim," dedi yeniden.
"Kaçarsam sen ne olacaksın? Bir daha birbirimizi göremeyeceğiz değil mi? Ama kaçmama yardım eden de sensin. Hayatıma devam etmek için hiç iyi bir yol değil bu."
"Başka seçeneğin yok."
"Tek bir seçeneğim var, evet. O da annemle sen için her şeyi yapmak. Tutunacak son dallarım sizlersiniz. Eğer şimdi gitmeye kalkarsam ve olur da beni yeniden yakalarsa bu defa canı yanan siz olacaksınız Demir. İstemiyorum." Elimi ittirdiğini çoktan unutmuştum. "Seni bırakmak istemiyorum." Ellerimi yüzünün iki tarafına koyup güzel yüzüne yakından baktım.
"Sence bu şekilde canımız yanmayacak mı?" derken dudaklarının arasından çıkan sıcak heceler yüzüme çarptı.
"Yanacak," diye cevap verdim. Onu göremeyeceğim saliseler olacağını bildiğimden gözlerimi kırpmak istemiyordum. "Canımız öyle de böyle de yanacak. O anlaşmadan bahsettiğin gün izlediğimiz filmi hatırlıyor musun? Sen söylemiştin. Ters yöne gitsek de düşeceğiz, aynı yöne gitsek de düşeceğiz. O halde birbirimize tutunurken yuvarlanmak daha güzel olmaz mı?"
"Ben aptalmışım," dedi. Ben ağlamaya başlamıştım ama onun suratında en ufak bir değişim yoktu. Hala çok gergindi. Gittikçe daha fazla korkuyordum. Devam etmesini beklemiştim, etmemesi beni daha da telaşlandırdı.
Kendimi bile şaşırtarak onu ittirip çimlerin üstüne sırt üstü düşmesine sebep oldum. Sonra yanına uzandım, elini tuttum. Sanırım yüzüne bakmadan daha rahat edecektim. "Oraya geleceğim Demir," dedim. "Beni vazgeçiremeyeceğini sen de biliyorsun."
"Keşke yapabilseydim."
Baştan sona onu gördüğüm andan itibarenki yüz ifadelerini, tepkilerini, sözlerini, ses tonlarını gözden geçirdim ve bu yalnızca bir saniyemi aldı. Çünkü hiçbiri tam anlamıyla değişmemişti. Başından beri ters giden bir şeyler vardı. Beni korkuttuğu kadar kalbimi de kırıyordu.
Teselli eden bir şeyler duymak için hayatımda kurup kurabileceğim en iğrenç cümleyi kullandım: "Neden beni kurtarmak istemen kalbimi kırıyor?"
"Yanımda kalmak istemen neden benim kalbimi kırıyorsa o yüzden."
Bu zor bir şeydi. Ortada bir şey olduğunu biliyordum, ortamızda. Birbirimize ulaşmamızı engelleyen bir şey. Ama orada durmasını hiç beklememiştim, hem de ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kaldırıp başka bir yere götürmeliydim. Ağır olmasaydı tek başıma yapabilirdim. Ağırdı, çok ağırdı. Demir'den yardım istemeliydim. Rica cümleme nesne bulamadığım için onu da yapamıyordum. Neyi kaldırmama yardım etmesini isteyecektim? Neydi aramızdaki şey?
"Korkuyorum," dedim çaresizce. Cümleler kopuk kopuk ağzımdan çıkmaya başladı sonra. Korktuğumu belirtmesem de ne kadar saçmaladığıma bakarak ankayabilirdiniz kolayca ve eminim ki azıcık vicdanınız varsa aptallaşmaya başlayan, kafasını sallarken gözyaşları saçan bu kıza acırdınız. Demir tepkisiz kalmayı tercih etti. Kımıldamadı bile.
O an kafam gereinden fazla masum çalışıyordu. Belki uyumuştur diye düşündüm. Bu bahaneyi destekleyen milyonlarca senaryo da kurdum hatta. Dün gece çok dayak yemiş olabilirdi, değil mi? Yorgun olmalıydı. Evet, kesinlikle uyumuştu. Buna çabucak inandım. Doğru olmadığını bile bile. Sonra doğru olmadığını bile bile kabul ettiğim bu düşünceyi kendime kanıtlamak için doğrulup yüzüne baktım. Gözleri tabii ki açıktı. Güneşin önünü örten bulutlara bakıyordu, sanki onlar benden daha önemliymiş gibi.
Kalbim o bulutların üstünden güneş ışıklarından daha hızlı bir şekilde yere çakılmış da paramparça olmuş gibi acıdı. Yine de inatla elini tutmaya devam ediyordum.
Çenemin titremesi dursun diye dudaklarımı ısırırken gözlerini bana çevirdi. Göz bebekleri de kendisi kadar gerilmiş, büyümüşlerdi. Yanağımdan süzülen bir damla yaş düşüp tişörtünü ıslattığında uzanıp yanaklarımı silmesini istedim. Hayır, gülümsese bile yeterdi. Ama o sadece baktı. Saniyeler boyunca gergin bakışlar atıp durdu. En sonunda kendime yediremeyip elini bırakmaya karar verdim.
Parmaklarımı yavaş yavaş parmaklarından ayırıyordum ki o benden önce davranıp çabucak elini çekti. Bir an sonra eli sırtımdaydı. Beni kendine doğru çekmişti. Göğsüm göğsüne yapışık, nefesi nefesime karışırken şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Gözlerim kocaman açılmıştı.
Göz bebekleri gibi gergin olan göz kapaklarını kapattı usulca. Sırtımdaki eli gövdeme bastırarak biraz daha yaklaşmamı sağladı. Size yemin ediyorum dudaklarının sıcaklığını hissettim, üstelik daha beni öpmemişti bile. kalbim yerinde durmuyordu, eğer derim olmasaydı dışarı çıkıp az ilerde bağrışan çocuklara katılıp onlarla oyun oynardı.
Biliyordum, yok olma sürecimiz bir öpücükle başlamıştı. şimdi onu öpmek de akıl işi değil gibiydi. Ama size karşı dürüst olacağım, dudakları dudaklarıma o kadar yakın dururken ve nefesi yüzümün her parçasına dokunurken kendime engel olmam imkansızdı.
Gözlerimi kapattım ve dudaklarımızın birbirine değeceği anı bekledim. Ne oldu biliyor musunuz? Yanağıma bir damla tükürük çarptı. Hayır, yüzüme tükürmemişti. Sadece gülmesini bastırmak için dudaklarını birbirine bastırmıştı, sonuç olarak da su püskürtür gibi birkaç damla tükürük saçmıştı işte. Neden mi gülüyordu? Hiçbir fikrim yoktu. Ördek yavrusu gibi bakarken tükürüğü sildim. Açıkçası çok utanmıştım. Çünkü dalga geçer gibi gülüyordu.
Doğrulup ondan uzaklaştığımda bana sırtını dönecek şekilde yan yatıp zor tuttuğu kahkahalarını bıraktı. O kadar yüksek sesle gülüyordu ki yakındaki ağacın üstünde öten kuş rahatsız olmuş bir ses çıkararak kaçtı.
Anlamıyordum.
Bekledim, gülmeyi kesip konuşana kadar dakikalar boyunca.
Ve o bana ne dedi biliyor musunuz? "Üzgünüm, daha fazla devam edemedim." Bunu söylerken hala gülüyordu üstelik.
"Neye daha fazla devam edemedin?" diyerek kaşlarımı çattım.
"Tüm bunlara," dedi ellerini karnına koyarak. "Üzgünmüş gibi davranmaya, seni vazgeçirmek istiyormuş gibi yapmaya, istemediğim şeyler söylemeye..." Birdenbire durdu. Tüm o kahkahalarını, eğleniyor gibi gözüken ifadesini bir kenara bıraktı. Yüzünde bir kara bulut dolaşmaya başladı. "Sana katlanmaya çalışmaya ve beni gerçekten öpmek istemiş olduğunu düşünmeye devam edemedim. Cidden çok aptalsın İpek."
"Ne dedin?"
"Aylardır bu soruyu sormak istiyorum. Gerçekten nasıl kabullenebildin, en ufak bir soru sormadan?" Yüzündeki ifadeyi hatırlamak bile istemiyorum şimdi. Tüm o günleri hafızamdan bir bir silmek istiyorum. "Seninle tanışmadan önce seni tanıdığımı açıkça söylediğim halde nasıl akıl edemedin? Seni zeki bir kız sanıyordum. Babamın bursunu alabilecek kadar zekiydin en son baktığımda." İlk kez baba kelimesini bu kadar içten söylediğini duyuyordum.
Yüzüme bakmadan doğrulup karşıma oturdu. "Zeka kapasiten o kadar düşüktü ki o gün gerçekten dayak yememiş olduğumu bile anlamadın." Sınıfın kapısından içeri girip tahtanın önünde yıkılacakmış gibi durduğu günü hatırladım, içim titredi. "Yoksa hala mı anlamadın?" dedi bıkkın bir sesle.
"Benden nefret ediyorsun," dedim cümlesinin son hecesiyle benimkinin ilk hecesini birleştirerek.
"Sonunda," diye gülümsedi. Neden bu kadar gerçekçi gülümsüyordu? "Senden hep nefret etmiştim. Sen benim babamı çaldın. Birdenbire hayatımıza girdin. Senin peşinden koşarken beni unuttu. Her yerde senden bahsediyordu, yemek masasında bile. Hayal edebiliyor musun? Üvey kardeş gibiydin, ama cici anne olmandan bahsediliyordu. Canımı ne kadar yaktığını biliyor musun?"
Aslında hep düşümüştüm. Atıf Bey'in bir oğlu olduğunu öğrendiğimden beri benden nefret edip etmediğini merak edip durmuştum. Onunla hiç tanışmak istemediğime karar vermiştim. Çünkü mahcup olacağımı biliyordum. Atıf Bey bir psikopat olabilirdi, ama o çocuğun babasıydı. Onun hayatını etkilemiyor olmam imkansızdı. Adımı duyduğunda midesini bulandırmıyor olmam imkansızdı. Yani her şeyin farkındaydım.
Ta ki Demir'in benden nefret etmesini beklediğim o çocuk olduğunu öğrenene kadar. Bunu öğrendiğimde o düşüncelerin hepsi aklımdan çıkıp gitti. Hatırlamıyordum bile. Kayıtsız şartsız birbirimizi sevdiğimizi kabul etmiştim. Bunu yapmak kolayıma gelmişti. Tüm kalbimle bunu yapmayı istemiştim çünkü. Bana bakarken gözlerinde gördüğüm şeyin aşk olduğuna inanmak istemiştim. Kötü adamın tarafında olacağına ihtimal vermemiştim.
Ancak durum ortadaydı işte. Kendi kendime sonuçlara ulaşırken daha dikkatli olmam gerekirdi. Demir'in o adamın kanından olduğunu hesaba katmamıştım ve bunu yapmadığım için kendimi suçlamalıydım, Demir'i değil. Onun yerinde olsam, ben de benden nefret ederdim. Tıpkı şimdi kendimden nefret ettiğim gibi.
"Sana yaklaşmak hiç zor olmadı İpek," diye devam etti. "Babamı elimden nasıl bu kadar kolay aldığını o zaman anladım." Gözlerimi sımsıkı yumdum. Yüz hatlarındaki o nefreti görmek istemiyordum. "Ama çok komiktin. Beni iğrendirirsin sanmıştım. Hayır, tam aksine bana baktıkça umutlanman çok eğlenceliydi. Küçük dünyandan seni çıkarmama yardım edeceğini düşünmen..."
"Lütfen sus," diye fısıldadım. Aslında hepsini söyleyip içindeki zehri akıtmasını, rahatlamasını istemiştim. Ama bunu kaldırmak çok zordu.
"En güzel kısmı da bu anı hayal etmekti. Şu anki yüz ifadeni görmeyi çok istedim. Elindeki son şeyi çekip almak nasılmış gör istedim."
"Benim elimde zaten hiçbir zaman hiçbir şey olmadı," dedim.
"Ah, kalbimi kırıyorsun. Ben neydim o zaman? Yoksa hislerimle mi oynadın?" Tekrar kahkahalarla gülmeye başladığını duyunca gözlerimi açtım. Şaka değildi. Söyledikleri gerçekti. Ona baksaydınız bunu anlardınız. "Aklındaki soruları gidermek istiyorum. Öncelikle babam dün sana geldiğinde bir sevgilin olduğunu biliyordu. Ama tabii ki o sevgilinin ben olduğumdan haberi yoktu. Dün ona benimle ilgili bir şey söylediğinde kafası karışmıştı, neyse ki çok ayrıntı vermemişsin. Bu arada bilgin olsun diye söylüyorum beni vuran babamın adamları değildi, orası uzun bir hikaye. Sana babamın o kadar da acımasız biri olduğunu söylemiştim, değil mi? Gerçi sana senden nefret ettiğimi de söylemiştim. Neden hiçbir şeyi sorgulamıyorsun? Ne kadar aptalsın." Haklıydı. Tüm o sorular aklımın ucundan bile geçmemişti.
"Tatmin olduysan gidebilir miyim?"
"Lütfen ama," dedi kahkahalarının arasından. "Her şeyin yeni başladığını biliyorsun değil mi? Asıl eğleneceğim kısma geldik sonunda. Az önce evime gelmemen için seni ikna etmeye çalışıyormuş gibi yapmak çok zordu. Aslında gelmeni çok istiyorum."
"Hani babanı çaldığım için nefret ediyordun benden? Oraya gelirsem benimle daha çok ilgilenecek, bu mu istediğin?"
"Tabii ki değil. Sen babamı gerçekten sana aşık mı zannediyorsun? Merak etme, çok uzun sürmez bunlar. İstediğini aldığı zaman sıkılacaktır senden. Ben de o süre zarfında senin ne kadar mutlu(!) olduğunu görüp eğlenirim." İstediğini almaktan kast ettiği şeyi biliyor olmak canımı biraz daha acıttı.
"Demir?" dedim son bir umutla. Cevabını bildiğim bir soru sordum sonra: "Şaka yapmıyorsun değil mi?"
"Babamın senin peşinden koştuğunu öğrendiğimde ben de her şeyin şaka olduğunu zannetmiştim," diye gülümsedi. "Gördüğün gibi hepsi gerçek."
"Senden... Nefret ediyorum?" Anlamsız bir şekilde yaptığım vurgu söylediğim şeyi bir soru cümlesine dönüştürmüştü. Bu içimde hala umut etmekte olan o parçanın haykırışıydı: Demir'den gerçekten nefret mi ediyorsun? Cevap olumsuzdu. Henüz ondan nefret edememiştim. Sindiremiyordum. Keşke yapabilseydim. Yüzüne tükürmeyi, tokatlamayı ya da kasıklarına tekme atmayı çok isterdim. Ama yapamıyordum. Öylece oturduğum yere çakılıp kalmıştım.
"Ben de senden nefret ediyorum İpek. Tüm kalbimle söylüyorum bunu."
"Biliyorum," dedim. "Fark ettim."
Yavaşça ayağa kalktı. Bir şey olmamasına rağmen üstünü silkeledi. Sonra birkaç saniye duraksadı. Ben ayaklarına bakıyordum, gerçi yaşlı gözlerim yüzünden göremediğim de bir gerçekti.
Gitmesini bekledim. Daha fazla bir şey söylerse kendimi öldürmeye kalkabilirdim. Kafamı toprağın altına gömüp nefessizlikten ölmeyi beklerdim. Yapabilirdim, çünkü o an evde bekleyen annemi benden nefret eden bir sevgili yüzünden Atıf Bey'in evine sürükleme kararı aldığımı hatırladım.
Sevgi için her şeyi yapmaktan bahsetmiştim. Her şeyi yapacağımı ve pişman olmayacağımı söylemiştim. Söylediklerim için de yaptıklarım için de deli gibi pişman olmuştum. Ama hala Demir'in şaka yaptığını söylemesini, bana sarılmasını bekliyordum. Çaresizdim.
"Git," dedim dayanamayıp. "Neye bakıyorsun öyle?" Bir süre cevap gelmedi. Sadece öyle durup bekledi. Tam kafamı kaldırıyordum ki elini başımın üstüne koyup saçlarımı karıştırdı.
"Sadece intikamımın sonucundan zevk alıyordum," dedi. "Seni üzen ben olduğum zaman yüzün çok şirin oluyormuş. Artık bol bol görürüm bunu." Her ne kadar parmaklarını saçlarımın arasında hissetmek hoşuma gitmiş olsa da gururum daha fazla izin vermedi. Kafamı sertçe geri çekip ondan uzaklaştım. Eli bir an havada kaldı. "Bak sen. Demek durumu idrak etmeye başladın."
Bu son darbeydi. Hiç hatırlamak istemediğim hatıralarım beni yeniden ele geçirdi.


Mayıs 2012
Atıf Bey'le bir sokakta karşılaşmıştık. Tesadüfi bir karşılaşma olmadığına adım gibi emindim. Bir şekilde yine beni bulmuş, yanıma gelivermişti işte.
Kızgın değildi. Sanki onu bulan benmişim gibi davranıyordu. Sevimli sevimli gülümsüyor, saçlarımı okşayıp duruyordu. Hatta sürekli kaçmamla ilgili şaka bile yaptı.
Fark etmiş olmalısınız genellikle aptal biriyimdir. O zaman aptallığım hat safhadaydı ve ben sonunda benimle ilgilenmekten vazgeçiyor olmalı diye sevinmiştim.
Bana bir dahaki durağımın neresi olduğunu sorunca ona "Belki de bulamayacağınız bir yer olur," dedim. Şaka değildi, umuttu ve o da bunu fark etti. Yüz ifadesi anında değişti.
"Seni bulamayacağım bir yer mi? Yok öyle bir yer," dedi öfkeyle. Ona ait olduğumu söyledi. Gerekirse vücuduma çip taktıracağından, ölsem bile cesedimi bulacağından bahsetti. Bunları söylerken o kadar soğukkanlıydı ki... Biri duysa dalga geçtiğini düşünürdü. Ama söylediği her şeyde ciddi olduğunu bilmek çıldırtıcı bir şeydi.
Üstüme yürümeye başladı. İçimdeki kaçma isteğine engel olamayıp geri geri gitmeye başladım. Birkaç dakika sonra köşe bucak kaçıyordum. Kendimi bir binanın içine atıp yere çöktüm. Nefes bile almıyordum. Saklambaç oynarken yakalanmaktan korkan bir çocuk gibiydim. Ama bizim saklambaç oyunumuzun sonunda yakalanan cehenneme hapsediliyordu, iyi gizlenmeliydim.
Tabii ki beni bulması hiç zor olmadı.
Bana yaklaşıp "Ayağa kalk," dedi. Doğruldum, ondan olabildiğince uzak durmaya çalışarak duvara yapıştım. Bana uzun uzun baktı.
"Korktuğun zaman çok şirin gözüküyorsun," diye fısıldadı. Elini uzattı saçlarımı karıştırmak için. Kafamı geri çektim. Lanet olası duvarın tam arkamda durduğunu unutmuştum. O kadar sert vurdum ki başım döndü, zaten titreyen dizlerim beni tutamaz oldular. Düşmeden son anda yakaladı beni.
Keşke biraz daha vursaydım kafamı, kafatasım çatlayana kadar hem de.
Orada bayılmayı ve "Demek senin yerinin benim kollarım olduğunu idrak etmeye başladın," demesini duymamayı tercih ederim.
Ama duymuştum.

Demir de buna benzer bir cümle kurduğunda içimden "Babasının oğlu," diye düşünmeden edemedim.
Onlar aynı kandandı.
Benim hayatımı mahvetmek için gönderilmiş, aynı kandan iki insan.








Mavi-not: Hey millet, nasılsınız? Bu bölümün bu kadar zor çıkmasının sebebi buydu işte. Geçen sefer ölümle tehdit eden arkadaşlara sesleniyorum, polisi aramaya hazırım :P Lütfen yorum yapın. Teşekkürleer^^

23 Mart 2014 Pazar

Yorgun Mavi Kartozu

Selam millet.
Uzun zaman oldu.
Kısaca Mavi Kartozu'nun aslında hiç merak etmediğiniz hayatına dair bir şeylerden bahsetmek istedim.
Lütfen yerlerinizi alın.
Öhöm.
Öncelikle Siyah Limon için hepinizden özür dilerim. Resmen pazar günü yayınlarım deyip kendimi yalancı çıkardım, ama inanın bilerek olmadı. Biliyorsunuz sınav haftası başladı ve sınav haftasının yanı sıra neden böyle yaptığı hakkında en ufak bir fikrim bile olmayan kpop dünyası deli danalar gibi koşturmaya başladı. Bu sebeple Siyah Limon'u yazamadım geçen hafta.
Bugüne yetiştirmek istedim, şu an hala yazıyorum. Ama yarın Tarih sınavım var ve Tarih dersinde aldığımız notlarla yeni bir ders kitabı yazabileceğimiz için bugüne yetişmesi biraz zor gibi. Yarın, öbür gün eklemeye çalışacağım bloga. 
Muhtemelen sizin de sınav haftanız ya da ne bileyim bugün YGS'ye falan girmiş de olabilirsiniz. Hepinizin beni anlayabileceğini biliyorum dostlarım. Sadece takipte kalmaya çalışın lütfen, eninde sonunda yazacağım. Çok güzel planlarım var, bunları kaçırmak istemezsiniz. ^^

Siyah Limon için özür dilediğime göre kalan şeylerden bahsedebiliriz.
Neden her zaman böyle bir yazı yazdığımda geometriden bahsettiğimi bilmiyorum, ama sıradaki konumuz geometri.
Cuma günü bir geometri sınavım vardı, bu dönemin ikinci sınavıydı ve O KADAR İYİ GEÇTİ Kİ HALA İÇİM İÇİME SIĞMIYOR!!
Koridorda yürürken insanları çevirip "sınavın nasıl geçti, benimki harikaydı" deyip hayvanlık bile yaptım siz düşünün.
Ama bu benim hayatımda bir ilkti ve muhtemelen asla tekrarı olmayacak. O yüzden bırakın da kutlayayım.
Yani... Anlatamıyorum size bu duyguyu. Bu hiç beklemediğiniz anda en sevdiğiniz grubun comeback teaser'ı yayınlaması gibi bir duygu. Ama gerçekten beklemediğiniz bir anda.
Yani EXO gibi değil. (Ha-ha, nasıl atladım konudan ama.) Evet, onların geri dönüşünü hepimiz bekliyoruz zaten. Yani her yerden dedikodular fışkırırkan bunların SM'in nabız ölçme oyunları olduğunu herkes fark etmişti. Bugün çocukların en az beş tanesinin saçı farklıydı. Biliyorsunuz ki kpop dünyasında idollerin saçlarını boyatması/şeklini değiştirmesi comeback sinyalidir.
Sabahtan beri orda burda insanlarla neler yapacaklarını konuşuyoruz. EXO'nun çalışanlarından biri ikinci stüdyo albümü başlıklı bir set fotoğrafı atınca keyfimize diyecek olmadı zaten.
Bu arada işin garibi henüz EXO fanları olarak bir fandom ismimiz bile yok, ama adamlar ikinci albümlerini çıkartacaklar. SM, çıkışları için bizi beklettiği kadar resmi bir fandom ismi için de bekletecek anlaşılan.
EXO'dan bahsetmeye devam ederken söyleyeyim. Jongin'in saçını hiç sevmedim abi, tamam eskisi gibi sarı olsa neyse diyeceğim de cidden o nedir fosforlu ya. Aynı şekilde Jongdae'nin de saç kesimi beni öldürdü. Resmen stilistlerin kafası güzel, geri dönüş yapacağız diye bir havalar bir havalar.
Şimdilik sadece dedikodularla eğlenip senaryolar kurmak düşüyor bize. Umarım bir an önce kesinleşir ve umarım gerçekten 31 Mart'ta olur geri dönüş sahneleri. Çünkü o gün tatil, yani bütün günümü internette sürterek geçirebilirim.
Evet... Bakalım sıradaki haber neymiş...
Buldum. Bu çok acı bir haber.
Bugün kızgın çatal yardımıyla ağzımın içini bildiğiniz dağladım efendim. Dudaklarım şişti ve abudik gubidik sesler çıkararak konuşuyorum. Ama tabii ki bu dizi izlerken dudaklarımı ısırmama engel teşkil etmiyor. (Aha, yine atladım konudan. Bugün çok havamdayım ya.)
Evet dizi izliyorum. Yarıyıl tatili yalnızca The Heirs'ı izlememe yetti. Şimdiyse Marry Him If You Dare izlemekteyim. Yani liderimin yakışıklı, zengin, kibar, aşık olunası bir adamı oynadığı diziyi.
Adeta kendisinden bahsetmiyor mu yahu? Canım benim. Bunu izlerken nasıl dudağınızı ısırmazsınız ki. *.*
Bunun yanı sıra izlediğim minicik bir kesitte Baro'nun oyunculuğunun inanılmaz derecede muhteşem olduğunu gördüğüm için God's Gift dizisini izleme işlerini hızlandırma kararı aldım.
Zaten hızlandırmazsam olmazdı. Hotel King denilen lanet olası dizi beni öldürmeden önce izleyebildiğim kadar çok şey izlemeliyim.
Hotel King'i biliyorsunuz değil mi? Hakyeon'un ilk dizisi olacak. Üstelik My Girl'ün başrol ikilisini orada göreceğiz ve tabii Seolhyun'un da dizi de oynadığını eklemem gerekir. Yani... Bunu kaldırmamı beklemiyorsunuz herhalde değil mi?
Tıpkı Rommate adlı programı kaldıramayacağım gibi. (Hatrick yaptım lan.)
Rommate'i duydunuz mu bilmiyorum. Söylenilenlere göre BBG'nin Koreli idoller versiyonu gibi olacakmış. Toplam on idolden oluşan bayan-erkek karışık bir topluluğun aynı evde yaşamasını izleyeceğiz yani. Yani açık açık diyor ki yapımcılar "Tamamen ship yapmanız için yapıyoruz bu programı." Aslında şöyle de diyor olabilirler: "Bayan idolleri öldürmeniz için yapıyoruz."
Her neyse... Açıkçası ev hallerini göreceğim için heyecanlıyım. Her şeyin senaryo olacağını bilmek bile heyecanımı bastırmıyor. İdollerin kimler olacağı daha açıklanmadı. Yalnızca Siwan ve Naeun'ın katılacağını biliyoruz.
İşte Siwan'ın teaserı:
Abi teaserı bile insanı öldürmüyor mu yahu?
Gerçi Wishing Star'dan daha korkunç olamaz. (Dördüncü golümü attım şu an.)
Wishing Star, şeytan yapımcılardan şeytani bir fikir olarak doğdu arkadaşlar. Tam olarak hayran kavgası çıkarmak üzerine kurulu bir program. Fandomları birbirleriyle yarıştıracaklarmış sözüm ona. Neyse diyorum sadece.

Son olarak da LED Apple'ın yeni bir tekli çıkardığını tüm dünyaya haykırmak istiyorum. Ciddi anlamda çok eğlenceli bir şarkı "Who Are You?" Klibi de çok eğlenceli. Hanbyul'u abim olarak kütüğüme yazdırmak istiyorum artık.

Tüm bu kargaşanın arasında yine tek parçayım. Sadece konuşamıyorum, gözlerimin altı üç gündür Tao'nun gözaltları gibi, sürekli Who Are You'yu söyleyip duruyorum ve EXO'nun comeback promosyonlarının kısacık bir süre için de olsa CNBLUE'nun promosyonlarıyla çakıştığına, belki onları birlikte görebileceğime dair hayal kurarken çalışmam gereken dersleri unutuyorum.
Ama sorun yok.
Sınav haftasına hazırım(?)
Lütfen Siyah Limon'u bekleyin, çok kısa bir zaman içinde eklemeye çalışacağım, tekrar özür dilerim.
Ne kadar saçma ve sıkıcı bir yazı oldu değil mi?
Bazen bunu yapmaya ihtiyacım oluyor.
Nice güzel zamanlarda görüşmek üzere efendim.
Arada sırada tumblr'da sürtüyor olacağım. Yani şurda: Mavi Kartozu'nun Tumblr Hesabı
Umarım sizin de sınav haftanız iyi geçeer! Mavi günleeer! Buing buing ~ ^^

12 Mart 2014 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #17 - 2

Mavi-not: Başlamadan önce geçen bölüm gibi bir facia için herkesten özür diliyorum. En ufak bir mazeretim de yok açıkçası. Umarım bu bölümden keyif alırsınız. Yorumlarınız için şimdiden teşekkür ederiim! ^^
Ve evet, farkındayım. Bu da kısa bir bölüm oldu. Ama pazar günü yeni bir bölüm yayınlayacağımı düşünürsek bence yeterli. *mazeret, mazeret* Neyse tekrar özür dilerim. Lütfen beni eleştirmeden geçmeyin, iyi veya kötü! ^^ 

Her şey çok hızlı oldu. Sadece birkaç saniye önce kapının önünde bağırıyordu, ama şimdi odamın önündeydi ve anneme anahtarı vermesini söylüyordu. Bu kadar korkmayı beklemiyordum. Öylece durmuş acaba kapı açılacak mı diye bakarken ellerim titriyordu. İçeri girerse ne yapacaktım?
Bir sonraki saniye beyaz kapının açılıp kapandığını gördüm. Hemen sonra sırtım duvara sertçe çarptı, omurlarımdan birkaç tanesi yer değiştirmiş olmalıydı. Fakat bu acıya odaklanacak vaktim yoktu. Tam yüzümün ortasına doğru bağırıyordu.
"Doğru mu lan bunlar! Doğru mu duyduklarım!"
Aslında hiçbir plan yapmamış olduğumu o an fark ettim. Ağzımı açıp tek kelime bile edemiyordum. Çok korkuyordum, çok. Aniden nefesim kesilecek kadar çok. Bedenim kaskatı kesilecek kadar çok. Ağlayamayacak kadar çok.
"Bir şey söyle İpek! Doğru değil de!"
Annemin bağırdığı duydum. Dışarıda onu tutan adamlar olduğuna emindim. Kapana kısılmıştım.
Nefesimi toplamak için büyük çaba verdim. Hava ağzımdan girmemekte, girince de çıkmamakta ısrar ediyordu.
Ama en sonunda başardım. Ciğerlerimi sonuna kadar doldurdum ve yapamayacağımı bile bile onu ittirmeye çalıştım. Kımıldamadı bile. Sadece şaşırdı, ona karşı çıkmama.
"Bırak beni hayvan herif!" diye cırladım. "Uzak dur benden!" Bu cesareti veren şey neydi bilmiyorum. Ama çok memnundum. Onun bana atmasına hazırlandığım tokadı ben ona attım. Bu ona verebileceğim en sağlam cevap olmuştu. Hem nefretimi biraz da olsa kusmuştum, hem de o her şeyi anlamıştı.
Kolları birer sopa gibi vücudunun iki yanına düştü. "Doğruymuş," dedi boğuluyormuş gibi çıkan, hırıltılı bir sesle. "Doğruymuş demek." Arkasını döndü. Gitmeyecekti, biliyordum. Yine de bu yüz çeviriş hayatımda ilk kez minicik de olsabir zafer kazandığımı hissettirdi bana. Sevinemedim gerçi. İlk zaferime sevinemeyecek kadar çok kaybetmiştim ben.
Omuzlarının çöktüğünü fark ettim. Atıf Bey'in bana gerçekten aşık olabileceğine hiç inanmadı. Yalnızca şimdi, başkasınınmış gibi bunları anlatırken görebiliyordum. Hastalıklı, yanlış bir yol seçmiş olsa da bana aşıktı. Bu yüzden korktuğu şeyi doğruladığında ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştı.
Hızlıca tekrar bana döndü. Bana tokat attığını eli suratımda şakladığında algıladım. Bedenim yıkılacakmış gibi iki yana sallanırken şoku atlatmaya çalışıyordum. Yaklaştı, yaklaştı. Yüzü yüzüme değmek üzereydi. Öfkeden kıpkırmızı kesildiğini gördüm. Eli havaya kalktı yeniden. Bu defa kafamın arkasına uzandı. Beni saçlarımdan tutup sürüklemesini bekledim. Kocasından dayak yiyen kadın rolü için kendimi hazırladım. Ama o yapamadı. Saçlarıma parmağının ucunu bile değdiremedi. Parmakları pençe şeklini alıp kapanırken dişlerini sıktı. Hemen ayağımın yanında duran yatağımın bacağına bir tekme attı.
"Nasıl yaptın lan! Nasıl!" Yüz ifademin kontrolünü aldım yeniden. Ona korkusuz bir ifadeyle baktım, ben de dişlerimi sıkıyordum.
"Annemin ne hissettiğini birazcık anlamışsındır belki," dedim zehir gibi bir sesle. "Bir şeyler olup biterken eli kolu bağlı oturmak nasılmış bakalım?"
Şimdi onu yenmeye başlamışken susmalıydım aslında, aksi halde daha fazla sinirlenmesine sebep olacaktım yalnızca. Ne yapabileceğini bilmiyordum. Mesela bana ikinci kez tokat atacağını hiç tahmin etmemiştim.
"Seni orospu!" diye kükredi. "Ne cüretle..."
Sonunda birisi herkesin dile getirmekten korktuğu şeyi yüzüme bakarak söylemişti. Bunun bu kadar canımı yakabileceğini kim bilebilirdi ki?
Elimle yanağıma dokunurken gözyaşlarımın düşmeye başladığını anladım. Sonunda ağlıyordum. "Sen ne cüretle bana el kaldırıyorsun, o cüretle," dedim onun aksine oldukça alçak bir sesle.
Omuzlarımı kavradı, beni yeniden duvara çarptı odaya girer girmez yaptığı gibi. "Çeneni kapa," dedi. "Sus. Nefes bile alma. Seni gebertirim."
"Artık ne yaptığın umurumda bile değil," diye mırıldandım gözlerimi kısarak.
Çıldırmış gibi suratımın ortasına doğru bağırdı. "Sen! Sen bana aitsin anladın mı?! Sen benimsin!"
Bir damla dudağımın kenarından kayarken küçümser bir tavırla güldüm. Buna karşılık yüzüne öyle bir ifade yerleşti ki beni artık gerçekten öldürecek sandım. Ama o daha kötüsünü yaptı.
"Buraya kadar," diye fısıldadı. "Artık benimle yaşayacaksın."
"Ne?" Küçümser ifadem yüzümde kayan gözyaşlarıma eşlik etti, yere düştü ve paramparça oldu.
"Duydun. Evime taşınacaksın. Bu yaptıklarından sonra bana başka seçenek bırakmadın."
"Ne?" dedim yeniden. Sanki bu iki harften başka bir şeyim kalmamıştı. Gerçi bu doğruydu, yalnızca onlar vardı artık. Birmişti. Gerçekten buraya kadardı. Her şeyi hızlıca düşündüm. Annemsiz, o adamın evinde olmak... Onunla aynı masada yemek yemek, aynı kapı kollarına dokunmak, hatta belki... Belki onun yatağına girmek... Hem de Demir'in olduğu bir evde.
Bacaklarım bu düşüncenin ağırlığını taşımaya cesaret edemeyip anında vazgeçtiler. Belki de bu kadar yakınındayken ayaklarına kapanıp beni bırakması için yalvarmalıydım.
Ama hayır. Rahmetli Süleyman'ın kızı İpek olabilirdim, babasız yaşamak zorunda kalmış olabilirdim. Yine de bu asla başımı eğebileceğim anlamına gelmiyordu. Ben yalvarmazdım. Babamın kokusu hala buradaydı, yalvarırsam o kokuyu içime çekecek yüzüm kalmazdı.
"Gitmeyeceğim," dedim sıkılı dişlerimin arasından. "Beni oraya götüremezsin."
Bu defa o bana gülüyordu. "Yapamayacağımı sana düşündüren nedir?"
"nasıl yapacaksın?" Arkasını dönüp kapıya üç kez vurdu. Ben bu kabusu daha önce yaşamıştım. Korkunç bir silah sesi duydum. Bu defa hedef Demir değildi, annemdi. Tiz bir ses duydum, galiba bir çığlıktı. Hayır, aslında iki taneydi. Annemle ben aynı anda bağırmıştık.
Kapıya koşup açmaya çalıştım. Kilitliydi. Tüm gücümle vurmaya, bağırmaya başladım. Çığlık çığlığa ağlıyordum. "Bırak annemi!" diye ciyakladım. "Bırak annemi! Bırak! Bırak! Ne istiyorsun bizden! Kendi oğlunu öldüremedin benim annemden ne istiyorsun! Bırak annemi!" Sırtımı kapıya yaslayıp ayaklarımı yere vurmaya başladım. Kendimi kontrol edemiyordum. Annemi istiyordum.
"Merak etme, onu vurmadılar," dedi eğilip. Gözlerimin önüne düşen saçları çekip kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Geliyor musun, gelmiyor musun? Bu soruya verdiğin cevaba göre namlunun yönü değişebilir."
Hiç hissettiniz mi gözlerinizin altındaki torbaların yırtılmaya başladığını? Deriniz kalkıyormuş da gözleriniz sıvı halde oradan akıyormuş gibi... Bu insana yorgun olmasa bile yorgun hissettiren bir histir. İşte tüm o yorgunluğun üstüne bir de bunu hissetmek düşüncelerimin aklımdan uçup gitmesine sebep oldu. "Geleceğim," diye hıçkırdım. "Annemi... Rahat bırak."
Birkaç saniye yüzüme baktı. Sonra kolumdan tutup beni kaldırdı. Kafamdaki her saç telini tek tek düzeltti sabırla. "Sana birkaç gün izin veriyorum, hazırlanman için. İstersen bütün eşyalarını burada bırakırsın. Evimde senin için her şey hazır."
Kaşlarım istemsizce yukarı kalktılar. "Hazır mı?"
"Eğer bu işi alırsam sana çok büyük bir hediye vereceğimi söylemiştim değil mi? Şey... Henüz işi almadım gerçi, beni biraz hızlanmak zorunda bıraktın ama olsun."
"Hediye mi?" diye fısıldadım. "Bu muydu o hediye?" Sakince gülümseyip kafasını salladı.
"Evet, buydu. Neyse bir an önce hazırlanmaya başla. Birkaç gün sonra gelip seni alacağım." Uzanıp yanağıma, yalnızca birkaç dakika önce tokat attığı ve yalnızca birkaç saat önce Demir'in öptüğü yanağıma bir öpücük kondurdu.
Kapıyı açık bırakıp gitti. Salonda kaskatı kesilmiş annemle göz göze geldik. Ona sarılmak istiyordum deli gibi. Ama adım atacak gücü kendimde bulamadım. Evimiz sessizliğin doruğuna çıkana kadar öylece birbirimize baktık.
Arabaların uzaklaştığını duyduğumda dış kapıdan uzun boylu birisi girdi. Kafasında hiç saçı yoktu, korkmuş gibi bakan gözleri vardı. Beraberinde buram buram limon kokusunu da getirmişti. Salondan geçerken hafifçe annemin omzuna dokunduktan sonra dümdüz bana geldi. Ellerini bana uzattı.
Ona tutunmak için uzandığımda son güç damlam da akıp gitti. Kollarına yığılıverdim.
Saçlarımı okşadı. Babam gibi kokuyordu. Babammış gibi hissettiriyordu.
"Demir'in yanından mı geliyorsunuz?" diye sordum farkında olmadan.
"Nereden bildin?" dedi şaşkınlıkla.
Çünkü benim babam ölü ve onun gibi kokup size bu kokuyu bulaştırabilecek tek insan Demir, demek istedim. Bunun yerine kafamı göğsüne biraz daha gömüp gözlerimi kapattım. Onun babam olduğunu hayal ettim. Babama söylemek istediklerimi söyledim. "Beni... Yanına alacakmış..." Çenem ağlamak üzere olan bir bebeğinki gibi titriyordu, sesim de öyle. "Beni bırakma, lütfen. Canımı daha fazla yakmasına izin verme." İşte. Yıllar sonra yeniden babamın kucağına ağlıyordum. Yüzü yoktu, hatta vücudu. Sadece kokusu vardı, ama kucağındaydım işte.
Büyü gibiydi. Muhteşem bir histi.
"İpek..." demeye kalktı. Konuşup her şeyi mahvetmeden önce onu durdurdum.
"Demir'i sevdiğim için özür dilerim. Seni üzdüğüm, anneme zarar verdiğim için özür dilerim. Artık dayanamıyorum. Gücüm yetmiyor. Sen beni koru, benim yanımda ol. Yapabilirsin değil mi?" Cevap vermesini bekledim. Şimdi bu dünyadan çıkmam gerekiyordu, gerçeğe dönmeliydim. Ama o konuşmadı, sesini bile çıkarmadı. Devam ettim ben de. "Yanımda olmak zorundasın," dedim. "Bunca zaman yanımda değildin. Şimdi gidemezsin. Gidemezsin... Kızını korumak zorundasın baba."
Annemin hıçkırıklarını duydum. Yeniden bir hata yapmıştım. Anneme babamın yokluğunu hatırlatmak büyük bencillikti. Üstelik Süleyman Bey bile anlamıştı.
Babam olmamasına rağmen söylediğim her şeyi üstüne aldı. Omzumu sıkarken "Seni koruyacağım," dedi. "Oraya gitmek zorunda değilsin."
Annem kafayı gerçekten yemeye başladığım günün o gün olduğunu söylemiştir hep. İlk belirtisi de Süleyman Bey'in sözlerine kahkahalarla gülmemmiş.
Kahkahalarımın korkutucu olduğu gerçeğini kabul ediyorum. Süleyman Bey'le annem bakıştılar, ne yapmaları gerektiğini bilemediler.
"Beni koruyamazsınız," dedim zorla. "Beni kimse koruyamaz. Siz de ona engel olamayacağınızı biliyorsunuz."
"Yapabilirim," diye cevap verdi güven dolu bir sesle. "Yapabilirim İpek, bana güven."
Evet, kahkahalarım korkunçtu ama sizce de çok komik değil miydi? Demir de Süleyman Bey de aynı şeyi yapıyordu. İkisi de Atıf Bey'in karşısında hiçbir şey olduklarını bildikleri halde cengaverlik taslıyorlardı.
Beni tutan kollarını hışımla ittirip ayağa kalktım. "Siz..." dedim. "Benim babam değilsiniz." Birden susadığımı hissettim ve gözyaşlarını içmek susuzluğu gidermiyor demek ki diye düşündüm. Mutfağa yürüdüm, hala durup durup gülüyordum. "Beni o adamdan kurtarabilecek tek insan babam. Bilmiyorum kaçıncı kez hatırlatıyorum ama beni kurtarabilecek tek adam da ölü. Artık saçma sapan şeylerle kendinizi kandırmayın."
Annem ağzını açıp tek kelime edemiyordu ama Süleyman Bey ısrarcıydı. Kalkıp peşimden yürüdü. "Bir planım var. Gerçekten sağlam bir plan. Anneni de seni de kurtarabilirim."
"Ne bekliyorsunuz, heyecanla evet dememi mi?" Göz ucuyla anneme de baktım. Galiba gerçekten öyle yapmamı bekliyordu. "Diyemem. Çünkü bu işte annemle ben yokuz sadece. Demir var. Demir'i bırakamam. Birbirimize söz verdik biz."
Annemin sinirden köpürdüğünün, üzüntüden verem olmak üzere olduğunun, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemediğinin farkındaydım. Belki de dayak yerdim. Artık cidden hiçbir şeyi umursamıyordum.
"Onun da acı çekmesini istiyorsun yani?" diye ısrar etti Süleyman Bey. "Başınıza neler gelebileceğinin farkında mısın?"
"Bizim sözümüz de bunun için zaten," diye omuz silktim. "Birlikte acı çekmek için. Acıları paylaşmak için. Şimdi Süleyman Bey, ne yapmam gerektiğini düşünmem gerekiyor. Eğer bana yardım etmek istiyorsanız annemi bir şekilde benimle beraber o eve almanızı isteyeceğim sizden." Bana inanamayarak baktı. Ben de inanamıyordum. Kim inanırdı ki?
Odama geri dönüp kapıyı kapatmadan önce son bir kez ikisine baktım. "Birkaç dakikalığına da olsa babam olduğunuz için teşekkür ederim Süleyman Bey," diye fısıldadım. "Hep söylediğim gibi siz benim kahramanımsınız. Ama Demir'i yarı yolda bırakamam."

9 Mart 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #17 - 1

Yürüyorduk.
Bir yere gittiğimizden değildi. Yürümenin düşünmekten daha az yorucu olacağına karar vermiştik sadece.
Koluna tutunuyordum. Yaşlı bir çift gibi gözüktüğümüze emindim. O yürürken topallayan ihtiyar adam, ben tüm ömrünü ona tutunmaya adamış asık suratlı bir teyze.
Aslında yürümemeliydik. Dün sesini duyduğum kurşun bacağına saplanmıştı ve yarası çok büyük olmamasına rağmen uzun süre yürüyünce kanamaya başlamıştı. Acısı yüzüne yansıyordu, terler boynundan süzülüyordu. Yine de duralım diyemiyordum. Durduğumuz zaman film kopacak gibi geliyordu.
Demir Atıf Bey'in oğluydu.
Ben Atıf Bey'in kölesiydim.
İkimiz de tanışmadan önce birbirimizi biliyorduk.
Dünya üzerinde tanışmaması gereken tek insanlar bizdik belki de. Birbirimize tutunduğumuz için kıyameti tetikleyebilirdik.
Ama umurumuzda değildi.
Biz sadece yürüyorduk.
Ben koluna tutunmuştum.
Ve Demir topallıyordu.

***

Artık nefes alması iyice zorlaşmıştı. Yüzünün rengi gitmişti. Gözleri kapanıyordu.
"Duralım mı Demir?" diye mırıldandım isteksiz ama endişeli bir sesle.
"Durup ne yapacağız?" diyerek güçlükle soludu.
"Yürüyerek nereye gideceğiz?" Sağlam ayağı neredeyse tüm yükü taşıdığı için çok yorulmuştu. Bu yüzden tıpkı sabah Ufuk'la koştuğumuz zaman olduğu gibi ayağı bir taşa takıldı ve tüm bedeni şiddetle sarsılarak devrilmeye başladı.
Neyse ki ben yanındaydım. Düşmesine engel oldum. Gittikçe güçsüzleşip bana yaslanan bedenini çekiştirip kaldırıma oturmasına yardım ettim.Yüzündeki ter damlalarını sildikten sonra rengi açık mor olan dudaklarına dokundum.
Bana bakmak istediğinde göz kapakları titreyerek yukarı kalktı. "Bana şöyle bakmayı kesersen çok mutlu olurum," dedi iç çekerek. "Gerçekten bununla başa çıkmak çok zor."
"Nasıl bakıyorum?"
"Korkmuş. Kızgın. Her an endişeden ölecek gibi."
"Tüm hislerimi özetledin."
"Daha iyi bir şey hissedemez misin?"
"Ben senin yüzünde ne gördüğümü söyleyeyim mi?" Yavaşça kafa salladı. "Yorgunluk. Bıkkınlık. Korku. Acı... Acı... Çok fazla acı. Bir de kalkmış bu yüze bakarken iyi bir şeyler hissetmemi söylüyorsun."
"Eksik saydın ama," diye güldü. "Rahatlamayla ilgili bir şeyler de olması gerekiyordu orada."
"Rahatlama mı? Bacağındaki yara kanadığı için mi? Yoksa hayatın pembe dizi olduğu için mi?"
"Hayır, düşerken beni tuttuğun için." Bir saniye için gülümsedim, ama hemen ardından endişeli yüz ifadem geri geldi.
"Bacağın çok acıyor, değil mi?" Gayriihtiyari elimi dizine koydum ve o hemen yakaladı. Sonra kafasını omzuma yaslayıp derin, sakin nefesler almaya başladı. Zorlandığı için ciğerlerinden gelen sesi duyabiliyordum, yine de bu vermediği cevabın açtığı boşluğu doldurmaya yetmedi. Kendimi "Ne yapacağız Demir?" diye sorarken buldum. Uzun parmaklarını, parmaklarımın arasına geçirip ellerimizi birbirine kenetledi. Yeniden cevabı eksik bıraktı. "O..." dedim. "O da öğrendi mi? Yani... Her şeyi?" Yutkundu. Kafasını sıcak olsun diye yanaşmaya çalışan yavru bir kedi gibi sallayarak alnını boynuma değdirdi.
"Evet," diye fısıldadı. Nefesi derimin üstünden sıyrılıp gideceğine tenimin içinden geçti. "Her şeyi öğrendi." Daha fazlasını sormaya korktuğum için sustum. İç güdüsel bir savunma olarak tüm gereksiz ayrıntıları düşündüm. Yağmur yağdığı için oturduğumuz kaldırım ıslaktı mesela, ayrıca güneş çıkmıştı belki bir gökkuşağı görebilirdik. 
"Bir sürü şey sormak istiyorsun, biliyorum." Hayır, diye düşündüm içimden. Soru sormak istemiyorum, ben sadece gökkuşağı falan görmek istiyorum. Zararsız bir şeyler... "Neden etrafımızda korumalar varken bu kadar rahat olduğumuzdan başlayabilirsin. Ben de ayrılacağımızı zannediyorlar diye cevap veririm."
"Ne?" dedim aniden. "Ne zannediyorlar?"
"Onlara sana söylediğim zaman ayrılacağımızı söyledim. Zaten beni terk eder, etmezse ben terk ederim dedim."
"Kafayı mı yedin sen?"
"Buraya gelmeme izin vermiyorlardı, İpek. Tek yolu buydu."
"Seni terk etmeyince ne yapacaklar peki? Tebrik mi edecekler beni elinde tutmayı başardığın için?"
Güldü. "Hayır tabii ki. Çünkü beni terk edeceksin. Konuşmamız bittiğinde sana asık suratla bir şey söylüyor gibi yapacağım ve sen de suratıma tokadı basıp koşmaya başlayacaksın. Hikayenin sonu."
"Harika bir plan. Yapmayacağım." Hızla benimkine gereğinden fazla yakın olan kafasını kaldırmaya çalıştı. Bilerek mi yaptı bilmiyorum, ama o hareketin sonucu yanağıma dokunan soğuk dudaklardı.
"Yapmalısın," dedi. "Yapmak zorundasın. Daha bir kerecik öptüm seni ben, ikimizden biri ölmeden önce biraz daha öpecek zamana ihtiyacım var."
"Az önce ikinci kez öptüğünü fark etmedim sanma," derken gözlerimi kıstım.
"İki de yeterli bir sayı değil."
"Şu an konumuzun öpücükler olmaması gerekirdi."
"Beni terk ediyormuş gibi yapacaksın, anlaştık mı?"
"Tokat atamam sana."
"Gerçekçi olması için." Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Yalan söylüyordu. Tokada falan gerek yoktu.
"Neden sana tokat atmamı istiyorsun?" diye mırıldandım sinirle. Yine aynı palavrayı atmak için ağzını açmıştı ki anında vazgeçti.
"Okkalı bir tokada ihtiyacım var," dedi. "Ancak ondan sonra babamın karşısına çıkabilirim. Her şey şaka gibi geliyor."
"Daha onunla görüşmedin mi?"
"Hayır. Bu durumda öncelik sende. İlk olarak seni bulmaya, söylenenin yanlış olduğunu kendine ispat etmeye çalışacaktır." Omuz silkti. Nedense ilk hesap sorulacak kişi oluşumu kıskandığı hissetmiştim.
"Aslında seni vuranın o olduğunu sanmıştım."
"O değildi. Kendi oğlunu kendi silahıyla vuracak kadar şeytan olduğunu zannetmiyorum. En son görüşmemizde dayak attıktan sonra hastaneye göndermişti adamlarından biriyle."
Bunu bu kadar rahat anlatması sinir bozucuydu. Kahverengi gözlerinde kendisinin bile rahatsız olduğunu görebiliyordum. Bu yüzden ona vurmak istedim. Ama sadece "Ne büyük lütuf," diyebildim.
"Her neyse," dedi. "Planımızın ilk kısmında ayrılıyoruz. Sonra onun planının ne yönde olduğunu görüp ne yapacağımıza karar veriyoruz."
"Dünyayı kurtaracak bir planın olduğunu zannetmiştim."
"O plandan kimsede yok henüz." Aynı anda iç çektik. Kafasını yeniden omzuma koyup parmaklarımı biraz daha sıktı.
"Anneme söylemedim daha," diye mırıldandım. "Onun tepkisini çok merak ediyorum. Ama iyi şeyler olmayacağı kesin."
Kesik kesik güldü. "Sen benim babamla görüşürken ben de senin annenle mi görüşsem acaba?" Komik bir şey yoktu ortada, yine de ağzımdan kocaman bir kahkaha çıkıverdi. Sonra o biraz daha güldü. Birkaç saniye içinde kahkahalara boğulduk ve gözlerimiz yaşarana kadar durmadık. Belki de ağlıyorduk.


***

Annem eve benden önce gelmişti. Okul çıkış saatimin üstünden çok geçtiği halde onu aramadığım için aşırı derecede kızgın ve endişeliydi. Bir saat boyunca kesintisiz olarak bağırdı. Onu ancak ağlamaya başladığımda susturabildim. Şimdi böyle sakin, hatta ruhsuz kelimelerle anlatmak gerçekten kolay ama o gün stresten bedenim kasılıyordu. Düşüncelerim bana fiziksel acı verecek kadar korkunçlardı, buna katlanmak çok zordu. Her şeyin üstüne bir de annem hiç umurumda olmayan bir sebeple bana bağırdığında gerçekten kafayı sıyıracağımı hissettim.
Yüz ifadem nasıldı bilmiyorum, sadece annemi korkuttuğumu hatırlıyorum. Bana sarılıp saçlarımı okşadı. Bana sarılmasına ihtiyacım olduğunu gerçekten fark etmemiştim bunu yapana kadar. İçimde eksikliğini hissettim milyonlarca şeyden birkaç tanesine kavuştum.
Cesaret ve umut.
Sonra da görmemiş gibi o cesareti alır almaz hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım.
Demir'i anneme anlattım. Tek nefeste. Hangi kelimeleri kullandığıma dair en ufak bir fikrim yok. Ama komik şeyler söylemiş olmalıyım. Çünkü annem bana çok güldü, deliymişim gibi baktı.
Her şeyin farkına varması on beş dakikasını aldı. Ondan önce ağlayan kızını yalnız başına bırakıp yiyecek bir şeyler hazırlamaya gitti. Bir süre sonra peşinden gidip bir şey söylemesi için yalvardım. Yalvarışlarımın karşılığı bir tokattı.
Hayatım boyunca annemden hiç tokat yememiştim. Eğer yemiş olsaydım Demir'in neden ona tokat atmamı istediğini anlardım. Bu gerçekten ihtiyacım olan şeydi. Bana sarılmasından daha çok işe yaradı. Kendime geldim. Hayalden sıyrıldım. Durumumun farkına vardım.
Ağlamayı kesip annemin gözlerinin içine baktığımda bana vurduğu için pişman olduğunu gördüm. Yine de geri adım atmadı. Kolumdan tutup odama sürükledi. Odama kilitlenmiştim, hayatımda ilk kez. Düşündüğüm kadar korkunç değildi.
Annemin hıçkırıklarının sesini bastıramamasıydı asıl korkunç olan. Benden utanıyor olmalıydı. Önce Atıf Bey'i ayartmıştım, şimdi oğlunu. Dünyadaki en rezil evlattım. Eğer annem olsaydım böyle düşünürdüm. Ama kendim olarak yaptıklarımdan zerre kadar utanmıyordum.
Olan olmuştu ve demek ki olması gereken buydu da bu noktaya gelmiştik.
Pişman olmakla harcayacak vaktim yoktu benim. Kendimi Atıf Bey'in gelişine hazırlamalıydım.
Kelimelerle her şeyi yapabilecek kadar yeterli değilim. Size o anlarda yaşadığım karmaşayı anlatmama imkan yok. Saatler boyu duvara bakıp durdum. Vücudumun sakinliği ruhumun fırtınasıyla örtüşmediği için gereğinden fazla yordu bu beni. Kendimle savaşıyor gibi hissediyordum.
Olabildiğince çok yara aldığım savaşımdan kapının gürültüyle çalmasıyla çıkabildim.
Bağırıyordu.
İşte gelmişti.


Mavi-not: Bu kadar kısa bir bölüm olduğu için çok özür dilerim. Olmayınca olmuyor, zorla güzellik olmaz demişler. Ama hafta içi bu bölümün devamını yayınlayacağım, söz veriyorum. Bu arada yorumlarınıza ihtiyacım olduğunu da unutmayın, teşekkürler.

2 Mart 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #16

Ertesi sabah uyandığımda yerdeydim. Kafamı çalışma masamın altına sokmuş, bacaklarımı karnıma çekmiştim. İlk başta gözlerimi açamadım. Gözkapaklarım birbirine yapışmışlardı. Bu ilk defa başıma gelen bir şey olmasa da beni her seferinde telaşlandırıyordu, hızla doğrulmaya çalıştığımda kafamı tok bir sesle masaya vurmama sebep olacak kadar hem de.
Benim yatağımda yatan annem sesime uyandı. İçeri girmek için yalvardığını, onu almayınca kapının kilidini kırdığını hatırlıyorum. Korkunç bir süratle yükselen ateşimi düşürmek ve bir an önce uykuya dalmamı sağlamak için bana ilaç içirmişti. İşe yaramıştı, istemeye istemeye uyumuştum. Gördüğüm kabuslarsa korku filmlerine konu olacak niteliktelerdi.
Kafamı ovuştururken önceki gün olan her şeyi hatırladım ve silah sesi yeniden beynimde yankılanmaya başladı. Ağlamaya kaldığım yerden devam etmek zor olması. Gözyaşlarımın yapıştırdığı göz kapaklarım yine gözyaşlarım sayesinde açıldılar. Annemin telaşlı yüzü ilk gördüğüm şey oldu, sonra bana sıkıca sarıldı.
"Ne oldu kızım? Niye bu kadar hırpalıyorsun kendini?" Kafamı omzuna yasladım. Sesim ölmek üzere olan bir dananın böğürmesine benziyordu.
"Anne..." diye hıçkırdım.
"Yavrum, söyle ne oldu?"
Söyleyemezdim. Başımdaki dertlerin hiçbiriyle uğraşamazken annemin kötü tepki vermesi riskini alamazdım. Bu benim sonum olurdu. O yüzden güçlü olmalıydım. Çenemi kapatmazsam her şey daha da büyüyecekti.
Bu düşünce beklediğimden daha hızlı sonuç verdi. Anında ağlamayı kestim, annemin kollarından sıyrıldım.
Söylemek için aklıma ilk gelen şey "Süleyman Bey," oldu. "Akşam hiç aradı mı?"
Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "Aramadı," dedi. Gözlerim omzunun arkasındaki belirsiz bir noktaya takıldı ve ben ansızın dalıp gittim. "Araması mı gerekiyordu?" Söylediğini duymuştum, ama bana konuşmuyor gibiydi. Algılarımı kapatmıştım. "İpek?" diye seslendi kısa bir süre sonra. "İpek? İyi misin?" Elini omzuma koyduğunda beni içine hiçbir şey sığdıramayacağım kadar bomboş olan iç dünyamdan çekip çıkardı.
"Ha? Ne dedin?" diye mırıldandım. Konuşurken sesim ağzımdan çıkmıyordu sanki.
"Araması mı gerekiyorsu? Ne oluyor?" Artık sabrı taşıyor gibiydi.
"Atıf Bey," dedim yine aklıma gelen ilk şeyi kullanarak. "Dün okula geldi. "Annem gözlerini kocaman açarak gözlerimin içine baktı.
"Okula mı geldi?" Yavaşça kafamı salladım. Boğazım acıyordu. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır, hayır. Beni alıp eve getirene kadar konuştuk. Süleyman Bey'le beraber gelmişlerdi.Gözümün önünde ona kötü davranıp laf söyleyince ben de..." Sözümü keseceğim anı mükemmel bir zamanlamayla yakalayarak saçımı okşadı. Derin bir nefes alıp devam ettim. "Çok üzüldüm."
"Bütün gece sayıkladın."
Telaşımı gizlemeye çalışarak "Ne dedim?" diye sordum.
"Öldü deyip duruyordun."
"Sürekli öldüğümü gördüm rüyamda." En azında bu tam olarak yalan sayılmazdı. Demir'e sıkılan kurşunun önüne defalarca atlamıştım. Kimisinde beraber ölüyorduk, kimisinde sadece ben. Silahı tutansa her seferinde Atıf Bey'di.
O an bugün olabilecekleri fark ettim. Eğer o silahın sahibi gerçekten Atıf Bey'se eve gelecekti. Beni burada bulamayınca annemle uğraşacaktı, ona zarar verebilirdi.
Annemin zoruyla mutfak masasının başına oturup hiçbir şey yemeyerek ne yapsam da onu dışarı çıkarsam diye düşünüyordum. Kocaman bir domates parçasının ağzıma tıkıldığını hissedene kadar boşluğa baktım.
"Yemeğini ye," diye kızdı annem. "Topla kendini biraz." Kafamı iki yana salladım, sanki bunu yaparsam yüz ifadem değişecekmiş gibi. Zorla domatesi çiğnedim.
"Anne," dedim. "Sen bugün dışarı çıkıp gezsene yine."
"Hayırdır niye?"
"Atıf Bey dün yüzümü asık gördü ya. Gelir galan yine, canın sıkılmasın şimdi. Çık, dolaş, komşuya falan git. Okuldan gelirken buluşur beraber geliriz, olur mu?"
Bu boş yüz ifadesiyle bu kadar çaresiz bir ses çıkarabiliyor olmam dağları bile korkutabilirdi diye tahmin ediyorum. Çünkü o dağlardan daha güçlü ve inatçı olan, en az on beş kere sormadan rahat bırakmayan annem isteğime boyun eğdi. Usulca "Olur," diye mırıldandı. Ben daha tek bir domatesi çiğneyemeden boşalttığı bardağını doldurmaya gitti. Gözlerinin bende olmamasından istifade ederek saate baktım. Daha erkendi. Hazırlanmak için yarım saatim vardı.
"Ben bugün okula erken gideceğim," dedim düşünmeden. "Sen de çok oyalanmazsın."
"Tamam." Hiç canım istemese de soğumak üzere olan çayımı tek dikişte bitirdim. Odama gidip hazırlandım.
Demir... Ölmüş olma ihtimali çok yüksekti. Ama yapabilirse gelip beni alacağını söylemişti. İyi olana inanmayı alışkanlık haline getirmeye başlıyordum galiba. Gidince onu orada göreceğimi düşündüm. Yaralı olacaktı, yine de nefes alacaktı.
Umutluydum.
Ama metrodan inip okula doğru adımlar atmaya başladığımda göğsümün üstüne bir ağırlık çöktü. Nefes almak zorlaşıyordu.
Ölmüştü. Değil mi? Muhtemelen ölmüştü.
Aniden bir el koluma yapışıp beni iki evin arasındaki, araba giremeyecek kadar dar olan bir yola soktu. Bağırmak için ağzımı açtım. Şu anda kaçırılmam dünyanın en doğal olayı olurdu gerçi. yine de her durumda ne adar korkunç bir his olduğunu yaşamadan anlayamazsınız.
Kolumu tutan kişi açtığım ağzıma elini bastırarak beni susturdu. Tepinmeye başladım.
"Kızım bir dur iki dakika be!" diye bağırdı. Sesin sahibini tanıdım ve bu beni durdurmak için yeterliydi. Ben durunca o da beni bıraktı.
"Ufuk?!" diye bağırdım. Yine boynundan başlayan bir kızarma sol gözü hariç bütün yüzünü ele geçirmişti. Sol gözünde ise çok büyük olmayan, basit bir kapatıcıyla yok edilebilecek bir morluk vardı. Korkmuş görünüyordu ya da sinirli. Emin değildim. Sadece şaşkındım. "Ne yapıyorsun sen? Gözüne ne oldu?"
"Dün sen gittikten sonra sevgilin bana yumruk attı."
Gözlerimi kocaman açtım. "Neden?"
"Uzun hikaye," diye elini salladı. "Şimdi ben tüm cesaretimi kaybetmeden gitmemiz lazım."
"Nereye gidiyoruz? Benim okula gitmem lazım. Demir gelecek." Ufuk duraksadı. Yüzüme derin bir bakış attı.
"Okula gidemezsin..." diye mırıldandı. "Olmaz..."
"Niye gidemiyormuşum?"
"Şu an orada herkes seni bekliyor."
"Ne?"
"Tek bir bilgi. Demir bunu söyleyebileceğimi söylemişti.
"Ne oluyor ya?"
"Aranızdakileri biliyorum. Başınızdaki belayı da. Şimdi izin verirsen en yakın arkadaşıma, diğer en yakın arkadaşım olan sevgili gelene kadar yardım etmem ve onu korumam lazım." Sıkıca elimi tuttu. Birlikte koşmaya başladık.
"Ne kadar biliyorsun?" diye sordum bir süre sonra, nefes nefese.
"Her şeyi biliyorum." Ufuk'un benim sırrımı biliyor oluşunu sindirmeye çalıştım. Her şeyin farkındaolup da beni terk etmeyen ikinci insandı o. Yüreğim bu düşünceyle güç buldu. Asla yalnız kalmayacaktım artık. Sırtımı yaslayabileceğim büyük bir taş daha vardı. Ciğerlerime hızla dolan havanın kanımda bir buçuk yıldır biriken mutluluk hücrelerimi harekete geçirdiğini hissettim. Çok kısa bir sürede her şeysen kurtulduğumu, hayatımın düzene girdiğini, korkmadan evden çıkabileceğimi, arkadaşlarımla gezebileceğimi, mezun olabileceğimi -hatta üniversiteden-, evlenebileceğimi; kısacası gizliden gizliye bunca zaman hayalini kurduğum geleceği düşündüm. Sanki yere sertçe çarpan ayaklarım o geleceğe koşuyordu.
Ama tam da o anda... O dünyanın en değerli anında... O lanet olası, bitmeyecekmiş gibi gelen anda ayağım taşa takıldı. Ne komik değil mi? Geleceğinize koştuğunuzu hayal ederken ayağınızın taşa takılması... Ben batıl inançları olan biri değilim, sadece zayıf bir anımda hem fiziksel hem ruhsal olarak tökezlemiştim. Ama asıl korkunç olan bu değildi. Ayağım o geberesice taşa değdiği anda nereden geldiğini bilmediğim kara bulutlardan ikisi öfkeyle çarpıştılar ve gök gürledi. Hemen arkasından çakan şimşek bir anlığına gözlerimi kör etti. Ne bekliyordunuz? Sorun yok deyip ayağa kalkmamı mı? Elbette, yapamazdım. Sorun vardı. Demir muhtemelen nefes alamazken benim nefes alıyor ılmam sorundu. Kurtulacağımı düşünmem de. Ben başlı başına bir sorundum.
Düştüğüm yere oturup yeni başlayan yağmurla birlikte gözyaşlarımı akıttım. Bir şey yapmak istemiyordum. Sadece orada ölmek istiyorum. Başıma yıldırım düşsün, kül olayım istiyordum. Demir'i düşünmek istemiyordum, koşmak istemiyordum.
Ufuk usulca yanıma yaklaştı. Heyecanı uçup gitmişti, şimdi yalnız telaşlıydı. Bu yüzden yeniden kekelemeye başladı. "Ç... Ç... Ç... Çok... mu... mu... mu... a... a...a... acı... acı... acı...dı?" Kollarını bana doğru uzattı. Kendimi tutamayıp ona sarıldım.
"Ufuk," dedim hıçkırıklarımın arasından. "Ufuk çok kötü bir şey oldu..." O da mı titriyordu, yoksa kesintisiz sarsıntılarımla ben mi etki yapıyordum, emin değildim. Ama dışarıdan titreşime alınmış telefonlar gibi gözüktüğümüzün farkındaydım.
Konuşmaya kalkarsa ço uzun süreceğini bilen arkadaşım saçlarımı okşayara sessizce devam etmemi bekledi. "Demir... Galiba... Öldü... Benim yüzümden..." Saçlarımın arasında gezinen şefkatli eller birdenbire durdu.
Kulağımın hemen yanında derinden, çok derinden gelen bir hırıltı duydum: "Ne... Ne dedin sen? Öldü mü?" Hıçkırıklarımın sesi bu soruya cevap vermek istercesine yükseldi. Ufuk beni omuzlarımdan tutup kendinden uzaklaştırdı. "Öldü mü?" diye bağırdı. "Ne demek öldü? Biz daha dün telefonda..." Cümlesini tamamlayamadı. Gözünden bir damla yaş süzüldü.
"O adam..." dedim. "O adam onu öldürdü. Telefonda konuşurken birinden kaçıyordu... Sonra... Sonra... Silah sesi..." Ufuk gözlerimin içine baktı. Söylediklerimin doğruluğundan emin olamıyor gibiydi.
"İmkansız," dedi. "O adam... O adam yapmış olamaz ki..."
"O yaptı işte! Biliyorum, o yaptı!"
Elleriyle omuzlarımı sarsarak bağırdı. "İpek! Beni dinle!" Ama bende bunu yapacak güç yoktu. "Beni dinle diyorum! O adam..."
Cümlesinin ortasında belki de tüm zamanların en komik sahnesi yaşandı. Ufuk'un telefonu Demir'in dinlettiği çekik şarkılarından en komik olanıyla çalmaya başladı. Başka bir zaman olsaydı, ya da bu sahneyi yaşamıyor da izliyor olsaydım gülerken yerlerde yuvarlanırdım.
O an ikimizde tepki veremeyecek kadar yorgunduk. O telefonunu cebinden çıkarıp kulağına dayadı. Biraz bekledikten sonra kafasını yere eğip telefonu bana uzattı.
Ne yaptığımın farkında olmadan aldım ve ağlıyor olduğum için muhtemelen anlaşılmayan bir sesle "Alo?" dedim.
Hattın diğer ucundan gırtlağını parçalıyormuşçasına öksüren birinin sesi geldi.
Sabırsızca tekrarladım: "Alo!"
İkinci bir öksürük duydum. Sonra "Ölü birine bağıramazsın. Ne kadar edepsizsin," dedi.
"Demir?"
Fısıltı gibi çıkan sesimi taklit etti: "Efendim?" Ufuk kafasını kaldırdı, göz göze geldik. Bana gülümsedi ve ben her şeyin gerçek olduğunu anladım. Rüya değildi. nefes alıyordu, öksürüyordu. Hatta şaka bile yapıyordu.
"SENDEN NEFRET EDİYORUM!" diye bağırdım. "Ölmedin ve bunca saat acı çekmeme izin verdin öyle mi! Ne kadar merak ettim biliyor musun? Bütün gece sinir krizi geçirdim. Eğer annem beni vahşi bir hayvanı uyuşturucu iğneyle vurur gibi uyutmasaydı sabaha kadar ağlamaktan kör olurdum!"
"Baygın insanlar telefonlarını kullanamazlar İpek."
"Beni ilgilendirmez!" Gülmek için çabaladı, ama bu çaba sart bir öksürük kriziyle sonuçlandı.
"Okula..." dedi. "Okula... Gitmediniz, değil mi?"
"Gidiyordum, Ufuk beni kaçırmasaydı."
"Aferin ona."
"Dün de beni okuldan alacağını söylüyordun."
"işler değişti."
"Ne oluyor Demir? Cidden sıkıldım artık." Hala ağlıyordum, sadece şiddeti azalmıştı. Onun yerine gök gürlüyor, yağmur hızını artırıyordu.
"Ufuk ben gelene kadar seninle ilgilenecek," diyerek sorumu geçiştirdi.
"Tabii. Sonra onun adı da sıradaki cinayetler listesine yazılır, hep beraber ölürüz." Ufuk gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Gömleği sırılsıklam olmuştu, saçlarından sular süzülüyordu.
"Bir şey olmayacak İpek, söz veriyorum."
"Neye söz veriyorsun? Onların nasıl adamlar olduğunu gördün, seni az daha geberteceklerdi. Sence seni devre dışı bırakamayacak kadar güçsüzler mi?"
"Evet, öyleler. Gördüğün kadarıyla öldüremediler, devre dışı falan değilim." Doğru söylüyordu. Aslında bu çok garipti.
"Nasıl kaçtın?"
"Sadece sevgilim ölmedi diye şükret. Soru sorma."
"Emredersiniz!"
"Çocuk gibisin."
"Biz zaten çocuğuz Demir. Kurşunlardan kaçsak da koca bir mafya ordusu peşimizde olsa da 16 yaşında iki tane çocuğuz biz."
Derin bir nefes aldı ve hemen arkasından yeniden öksürdü.
"Neden öksürüp duruyorsun?"
"İpek, yeter. Sorma. Yağmur yağıyor, sırılsıklam olmuşsunuzdur. Hadi gidin artık."
"Senden nefret ediyorum."
"Unutmadım."
"Güzel."
"Seni seviyorum."
"Biliyorum."
"İyi."
Yarım saat sonra Ufuk'la bir durakta oturuyorduk. Ben sessizce ağlamaya devam ediyordum, o da durumun karmaşıklığını sindirmeye çalışıyor gibiydi. Hiçbir çıkar yol yoktu. Buna rağmen Demir'le ben hala çabalıyorduk, bu onun kafasını karıştırıyor olmalıydı. Her şeyin göbeğinde olduğum halde ben bile ne düşüneceğimden emin değildim. Bu kararsızlık, bilmemezlik beni öldürüyordu, doğum sancısı gibiydi.
Ben, o yaşımda bile biliyordum ki erkekler doğum sancısına katlanamayacak kadar güçsüz yaratıklardı. Belki Demir bile isteye buna katlanmayı seçmişti, ama Ufuk'a bunu yapamazdım.
"İstediğin zaman," dedim aniden ona dönüp. "Gidebilirsin Ufuk. Seni bunun içine çekmeyeceğim. Sadece nerede buluşacağımızı bana söyle." Derin bir bakışla gözlerimin içine baktı. O an kalkıp gitseydi ona asla küsmezdim, gücenmezdim. Gerçekten gitmesini istiyordum.
Ama o konuşmak için ağzını açtı. Yeniden kekemeliği tutmuştu, tek bir harfi çıkarmak için uzunca bir süre uğraştıktan sonra pes etti. Telefonunu eline alıp yazdı.
"Babam bana lisede tanışacağım arkadaşların önemli olduğunu söylemişti. Bu kadar önemli olacaklarını tahmin etmemiştim gerçi. Neyse işte, önemli arkadaşlarla önemli şeyler yapmam gerektiğini öğrendim ondan. Yaptıklarımdan pişman olmadığım sürece sorun yokmuş öyle dedi. şimdi gidersem pişman olurum İpek. Sonra babama bunun hesabını nasıl veririm?"
Yüzüne baktım. O bana bakmıyordu, suratı asıktı. İrice bir gözyaşı damlası yanağımdan süzülürken gülümsedim. "Babalar hep böyle iyi tavsiyeler mi verir?"
"Her baba, baba değildir," yazdı bu defa. "Ben şanslıyım."
Derin bir iç çektim. Şanslı mı şansız mı olduğumu bile bilmiyordum.
"Demir gelene kadar açıkacaksın ve sıkılacaksın."
"Umurumda değil," diye mırıldandım. "Ben sadece birilerinin bizi yakalamasından korkuyorum. Şu ana kadar ortaya çıkmamış olmamaları bile çok korkunç."
Ufuk yarım ağızla gülümsedi. "Aslında şu an bizi izliyorlar." Telaşla etrafıma bakındım. Onları görmek zor olmadı, bakışları bizde sabitlenmişti. Arkadaşım omuz silkti. "Demir bir şey olmayacağına söz verdi bana. Boşuna güvenmiyoruz birbirimize."
"O halde okulda da bir şey olmazdı, neden gitmedik?"
"Seni bekleyen şey başkaydı. Bir şey oldu, Demir kendisi söylemek istiyor." Gözlerimi devirdim. Ama bu bir isyan değil, heyecanımı gizlemek için bir hileydi. "Her neyse, hadi sıcak bir yere gidip dinlenelim." Bir şey söylememe izin vermeden elime yapıştı. Birlikte yürümeye başladık. Vardığımız yer bir hastaneydi. Demir'in orada olup olmadığını sordum ama onun hastanede olmadığını söyledi.
Bir sürü insanın olduğu bir koridorda kaloriferin önüne bağdaş kurup oturduk.
Ona "Artık kekelediğini fazla duyamıyorum," dedim.
"Bugün tamamen heyecandan oldu. Ama şu aralar özel bir doktorla fizik tedavi tadında saatlerimi harcıyorum."
"Ciddi misin? Peki bunu neden daha önce denemedin?"
"Çünkü o zaman bu doktorla tanışmıyordum. Ne kadar çok soru soruyorsun böyle."
"Demir gibi konuştun."
Ekranı bana uzatırken gülümsedi. "Sana nasıl katlanıyor bilmiyorum."
Farkında olmadan sesimi alçalttım. "Ben de bilmiyorum."
"Öyle demek istemedim."
"Biliyorum. Neyse, bu fizik tedavi tadında saatlerin karşılığını alabiliyor musun? Bir kere duyabilir miyim?"
Ciğerlerinin tamamını dolduracak kadar derin bir nefes aldı.
"Ç...Çok..." dedi. "Konu...şuyorsun. Bi...Biraz uyu."
"Vay canına Ufuk," diye mırıldandım. "Bu ilerlemeyi beni susturmak için kullandın." Hafifçe kafasını salladı. "Son bir soru," dedim işaret parmağımı havaya kaldırarak. "Demir neden sana yumruk attı?" Yeniden telefona yazdı.
"Sadece yumruk atmaya ihtiyacı vardı ve benim kafamda eline yakın duruyordu."
"Mükemmel bir açıklama."
"Sen o adamla gidince çocuk Kırım'ı kaybetmiş Osmanlı gibi oldu. Resmen gururuna yediremedi, haklı olarak."
"Suçlu ben mi oldum?"
"Suçlu olanın kim olduğunu biliyor olsam çok mutlu olurdum."
Kafamı omzuna yasladım. Isınmaya başlamıştım, ayrıca Ufuk yanımdaydı. Rahatladığımı hissederek derin bir uykuya daldım.
***
Gözlerimi açtığımda Ufuk'un omzu sertleşmişti ve galiba normal olandan daha yukarıda duruyordu. Ayrıca kıyafetleri de değişmişti. Hatta kokusu... Kokusu neden başka birinin kokusuna benziyordu? Hem de...
"Demir?" diye fısıldadım. Kafasını aşağı eğip gözlerimin içine baktı.
"Günaydın." İnanamıyordum. Rüya olabilir miydi? Gözlerimi kapatmıştım, açtığımda yanımdaki kişi buhar olup yerine başka biri gelmişti. Üstelik en çok görmek istediğim kişi.
"Rüya görüyorum," dedim derin bir iç çekerek. Yeniden uykuma dönmeye hazırlanıyordum ki karşımızdaki duvarın önünde oturan Ufuk'u fark ettim, gülüyordu.
"G...G...Ge... Ger... ger... Gerçek... Gerçek," dedi.
Kafamı kaldırıp yeniden Demir'e döndüm. Yüzünü iki elimin arasına aldım. Yüzü hala yaralarla doluydu. "Gelmişssin," diye fısıldadım. "Sonunda..."
"Geldim," dedi. "Beklettiğim için özür dilerim."
"Senden nefret ettiğimi söylediğim için özür dilerim, yalandı." Birdenbire gözleri doldu. Aslında ağlaması gereken bendim sanırım. Yaralıydı, acı çekiyordu, ama sonunda kavuşmuştuk. Üstelik tüm bunlar benim yüzümdendi. Yine de ağlayan oydu.
Kafasını hafifçe kımıldatarak yüzünü elime sürttü, gülümsemeye çalıştı. "Gerçek gibiydi," dedi. "Doğru söylemek gerekirse, kalbimi kırdı." Dudağımı ısırdım. Ağlayan tek insan yeterdi, ben ağlayamazdım.
"Özür dilerim," diye yineledim. "Asla hissederek söylemedim." Baş parmağımla yanağından süzülen gözyaşını sildim.
"Hissederek söylemenden korkuyorum."
"Hayır," dedim anında. "Hayır."
"Önce söyleyeceklerimi dinle." Ufuk'a minik bir bakış atıp onu gönderdi. Koridordaki on kadar insanı saymazsak yalnızdık şimdi.
"Ne söyleyeceksin?"
"Benden neden nefret etmen gerektiğini."
"Öyle bir sebep yok."
"Hayır, İpek. Var." Derin bir nefes aldı. Bana doğru döndü. "Sakın çığlık atma, tamam mı? Hastanedeyiz." Gözlerimi devirdim.
"Sakın bana hamileyim deme Demir."
"O kadar komiksin ki gülmekten karnım ağrıdı," diye mırıldandı.
"Uzatmayalım." Kafasını onaylarcasına salladı.
"Evet, zaten yeterince uzattık. Çünkü... Benim ağzımdan duyman gerektiğini düşündüm. Bak İpek... İnanmak çok zor gelecek biliyorum. Ben de inanamıyorum aslında."
"Bana evlenme mi teklif edeceksin?"
"Sadece sus." İç çektim.
"Biliyor musun," dedi. "Anneme zerre kadar benzemiyorsun. O esmerdi, simsiyah gözleri vardı, uzun boyluydu." Durmuş, neden birden annesinden bahsetmeye başladığını çözmeye çalışıyordum. "Dış görünüş olarak annemi hiç hatırlatmıyorsun. Aranızda bir uçurum var gibi." Usulca uzanıp elimi tuttu. "Ayrıca kötü biri de değilsin. Bir çocuğun hayatına dair son şansını çalmak isteyen birine benzemiyorsun. Para peşinde falan olduğunu da düşünmüyorum." Tekrar sözünü bölmemek için kendimi zor tutuyordum, ne saçmalıyordu bu çocuk? "İpek, bu verdiğim en zor karardı belki, ama ben senden nefret etmek istemiyorum."
"Söylediklerin birbiriyle alakasız," dedim dayanamayıp.
"Hayır, değil. Birini tanıyorum ben. Son şansımı bilerek çalan, ahlaksız, muhtemelen anneme çok benzeyen bir kadın ve siz onunla birbirinize hiç benzemiyorsunuz."
"Benzememiz mi gerekiyor?"
"Evet..." dedi. Çenesi titriyordu. Gözlerimin içine bakamıyordu, zaten baksaydı da göremezdim göz bebeklerini. Yaşlar dolmuştu. "Çünkü siz... Siz aynı kişisiniz."
"Ne?"
"Bunca zaman senin hakkında kötü düşündüm. Senden hep nefret ettim İpek."
"Neler saçmalıyorsun sen?"
"Seni tanıyordum ben. Ama tam olarak seni değil. Ben seni... Ben seni... Babamın tanıdığı gibi tanıyordum."
Sizin hiç beyniniz durdu mu? Nasıl bir şey olduğunu biliyor musunuz? Bildiğinizi zannetmiyorum. Çünkü beyniniz durduğu zaman anlayamazsınız, ya da öğrenemezsiniz. Tıpkı o an bana olduğu gibi.
"Baban mı?"
"Evet babam. Bunca zaman senin baştan çıkarttığını zannettiğim o şerefsiz adam. Senin yüzünden artık babam olmadığını zannettiğim o adam."
"Ağzından çıkanı..."
"Duyuyorum. Peki sen anlıyor musun artık? Neden benden nefret etmen gerektiğini? Neden korktuğumu?"
"Anlamıyorum!" Çaresiz bir hamleyle ayağa kalkmaya çalıştım. Beynim düşünmeye değil, hareket için komut vermeye yarıyordu yalnızca.
"Komik değil mi?" diye gülümsedi.
"Komik mi?" dedim sinirle. "Sen bunu komik mi buluyorsun yani? Sen... Benim tutunacak son dalımın... Kırılmasını komik mi buluyorsun Demir!"
"Ama düşünsene... Türk filmi gibi..."
"Senden nefret etmiyorum Demir. Benim sana ihtiyacım var," diye hıçkırdım. "Benim sana çok ihtiyacım var."
Elini saçlarının arasından geçirdi. "Gerçekten mi? Atıf Kılıçağ'ın oğlu olduğum halde mi?"
"Atıf Kılıçağ'ın oğlu olduğun halde bile," dedim. "Benim sana ihtiyacım var."

Mavi-not: Düzeltme okuması yapılmamıştır.