Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

11 Nisan 2019 Perşembe

escapril: nisanın suyu #2

6.29.
Güneş varlığını belli edecek kadar ışıldıyordu ne olduğu belli olmayan engellerin arkasından. Az sonra tamamen kendini gösterecek ve yapraklarından nisan suyu süzülen çiçekleri ışıl ışıl yapacaktı.
O gece yaşlıları evlerine tek başıma bırakmama izin vermişlerdi. Sürekli bir şey anlatan ve eski genç günlerini özleyen yaşlıların çenesinden yorulmuş olmalıydı annemler. Belki de birkaç sene içinde bu yaşlılar gibi dönüşme yeteneklerini kaybedeceklerini hatırlamak istemiyorlardı daha fazla.
Benim de işime gelmişti. Çevresine fazlasıyla duyarlı olması gereken bir ev dolusu insana hiçbir şey fark ettirmeden bütün gece onları izlemeyi becermiş şu adamla bir şeyler konuşmam gerekiyordu, hatta biraz korkutmam.
Aslında başımın bir hareketiyle güçten düşmüş o yaşlı sürüngenler bile onu iki saniyede parçalayabilirdi. Ama o baş hareketini yapamamıştım. Merak, korku ve heyecan karışımı gözleriyle bizi izlerken fazlasıyla zararsız görünüyordu. İkinci kez tekrarlanmasına izin vereceğimi sanmasam da biraz gözlemekten bir şey çıkmazdı. Belki normal halimizi görüp gördüklerinin rüya olduğuna kendi inandırmaya ihtiyacı vardı.
Şimdiyse uykulu ve ürkek adımlarla beni takip ederken sabrımı taşırıyordu. Yaşlıları evlerine götürürken bile peşimizden gelmişti, hiç mi korkusu yoktu? Ne kazanacaktı sanki?
Güneşin sonunda aydınlattığı dallardan birini koparttım yanından geçerken. Bir olağan insan için güzel bir bitkiye zarar verdiğime inanamıyordum.
Benden böyle bir şey beklemediğinden emindim. O kadar hızlı olmamı da beklemiyordu muhtemelen. Yakasından tutup duvara yasladım vücudunu. Dalın sivri ucunu da hafifçe boynuna dayamıştım.
“Ne istiyorsun?”
Dikkatle gözlerime bakıyordu. Gözbebeklerimin kayıp şekil değiştirmesini bekliyor olmalıydı. O gün ona saldırmak için atıldığımda nasıl gözüktüğümü merak ettim. Yakasındaki elim biraz gevşer gibi oldu. Tam bir canavar olmalıydım.
“Rüya değildi.”
“Ne saçmalıyorsun sen? Sapık gibi gecenin bir yarısı insanları takip etmeye utanmıyor musun?!”
“O evlerine götürdüklerinde senin gibi mi? O gün getirdiğin çocuklar da mı?” Düşündüğümden fazla noktayı birleştirmişti. Şunları benden başka birisi duyacak olsa onu öldürürdü.
Dalı kaldırıp yüzüne çarptım. “Arkanı kolla delikanlı.” Korkuyla gözlerini kapatıp kafasını yana çevirmişti. Titremeye başladı. Birazdan altına da işerse tam olacaktı.
Sakince yere bıraktım. Hemen dizlerinin üstüne düşüverdi. Zayıftı. Arkamı dönüp yürümeye başladığımda “Gördüm işte!” diye bağırdı. “Ne yapacaksın öldürecek misin?! Bırakmayacağım peşini.”
Aptal herif.
Bahçe kapısından girip annemle babamın olan bitenden habersiz davranışlarını görünce kasılan vücudum gevşedi. Bununla kalacaktı, bir daha görmeyecektim. Bir daha gelmeye cesaret edemezdi.
“Hadi uyuyalım artık.” Deponun önünde uğraştıkları şeye bakmadan hızlıca eve girdim.
Nisan suyu içme işini daha şimdiden biraz abartmış mıydım bilmiyorum. O sabah yatağıma uzanır uzanmaz uyumuştum. Hayatım boyunca gördüğüm iki ya da üçüncü rüyayı gördüm o gece. Normalde bizim gibiler çok nadiren rüya görürlerdi. Belki de nisan suyu bana dokunmaya başlamıştı.
Önce kendimi bir şelalenin altında yıkanırken gördüm. Hiç çıkmak istemiyordum ama şelale kuruyuverdi. İçine gizlendiğim kayalıkların derinliklerinden üstüme doğru bir kum rüzgarı başladı. Tenim hemen pul pul oldu, gözlerim kendini korumak için şekil değiştirdi. Sanki bir delikten içeri süzülüyordu bu fırtına, o deliği bulup kapatmak için kayalıkların içine girdim. İlerledikçe artan şiddeti canımı acıtıyordu. Sonra ötede ufak bir ışık kaynağı çarptı gözüme. Adımlarımı hızlandırmaya çalıştım. Ufak bir gölcüktü bu. Etrafını saran parıltılı taşlar onu ışıl ışıl bir hale getiriyordu. Yüzüme biraz su çalmak için eğildim. Suyun içinde bir sürü balık vardı. Sakin sakin, kum fırtınasının farkında olmadan yüzüyorlardı. Sadece birisi… Ne yaptığını bilmiyor gibiydi. Boğuluyordu. Bir balık… Boğuluyordu.
Annemin kalçama attığı bir şaplakla yorganımın altında sudan çıkmış bir balık gibi çırpınarak uyandım. Yine sabah olmuştu. Bir gündür uyuyordum.
“Tembel teneke. Kalk artık, bugün bolca kaynatmamız lazım. Evden çıkamayanlar çok bu sene.”
İklimin değişmesi ve sağlıklı beslenememe yüzünden bağışıklık sistemlerimiz zayıflıyor, aramızdan olağan insanların yakalandıkları hastalıklara yakalananlar çoğalıyordu her geçen gün. Ayrıca yumurtadan yeni çıkanların evden çıkması da çok sağlıklı olmuyordu. Bu yüzden bu evlere davetiye bırakmak yerine hanedeki her kişiye bir kavanoz olacak şekilde nisan suyu bırakıyorduk.
Depodan kazanlara aktardığımız tuzlu suyu kocaman kepçelerle karıştırarak kaynatmak yorgun bedenim için pek faydalı olmasa da arada bir kaynar sudan birkaç damla içebildiğim için memnundum.
İşi biten kazanı bahçeye götürüp küçük kavanozları doldururken babam mutfaktan sanki öylesine bir şeyden bahseder gibi “Sakın bakma,” dedi. “Şu geçen geceki oğlan seni izliyor duvarın üstünden.”
Bütün bedenim kımıldamak istese de hiçbir şey duymamış gibi işimi yapmaya devam ettim. “İhtiyarlar geldiğinde de izliyordu bizi, yeni mi gördün?” diye sordu annem.
“Sen evden çıktığında peşinden gelmedi değil mi?”
“Yok, gelmedi.” Gerçekten bir cinayet işlemek istemiyordum ama şu siyah gözlerini üstümden çekmezse onu kör edebilirdim. Sabrım taşıyordu, aileme yalan söylemek zorunda kalmıştım.
“Böyle giderse taşınabiliriz.”
Hızla arkama dönüp yeni koyulan kazanı karıştıran babama baktım. Kaşlarım çatılmıştı. Farkında olmadan öfkelenmiştim.
“Ne bakıyorsun? Yapmadığımız şey değil sonuçta.”
Yalan söylemek zorunda değildim aslında.
“Sen bu akşam evde kal, kapını sıkı sıkı kilitleyip dün gece yaptığın gibi uyu. Bu çocuğa güven olmaz.”
“Bir şey yapacağı yok. Gerzek insanın teki.”
Onlar evden çıkar çıkmaz dedikleri gibi odama girip kapımı kilitlemiştim. Yanıma bir tencere nisan suyu alıp olağan insanların bizim gibiler hakkında yazdıkları teorileri okuyarak güzel bir akşam geçirmeye karar vermiştim.
Canavar kelimesini gördükçe keyifleniyor, kendimi güçlü ve özel hissediyordum. Tarihimizde olağan insanlara zarar verme olayları çok az görülmüştü. Hiçbiri kötü niyetli değildi, kendimizi korumak için yaptığımız şeylerdi. Ama yine de kötü karakter olmayı seviyordum bazen. Hiçbir şey bilmedikleri için atıp tutuyorlar, bizi olduğumuzdan daha kabiliyetli gösteriyorlardı.
Uyuyacağımı düşünmemiştim. Tencerem kucağımda, bilgisayar sandalyesinde gözlerimi dışarıdan gelen gürültülere açtım. Hava kararmıştı. Boş tencereyi odamın bir kenarına fırlatıp kapının kilidini açtım. Sesleri dinlemek için bir saniye merdivenlerin başında bekledim.
Paldır küldür aşağı inip güz yağmuru gibi yağan yağmurun çamura buladığı bahçeye çıplak ayak çıktım. Deponun içindeydi. Boğuluyordu.
Bir anda kendimi yüksek depoya tırmanırken buldum. Hiç tereddüt etmeden içine atlayıp kokulu suyun içinde çırpınan bedenini yakaladım. Onu kendimle beraber dibe çektim ve deponun tabanına ayaklarımı vurup hızla yukarı çıktım.
Deponun ağzını yakaladım. Sudan çıkar çıkmaz ağzımdan çılgınca küfürler dökülmeye başladı. Bir cankurtaranlığım eksikti. Aptal insan! Aptal!
Kendimizi bahçeye attığımızda – daha doğrusu ikimizi de ben bahçeye attığımda – öksürüyordu. Gözlerini açmaya, bedenini kaydıran ıslak çimen ve çamur karışımında doğrulmaya uğraşıyordu. Kendimi tutamayıp gelişigüzel birkaç tane geçirdim. Hala avazım çıktığı kadar bağırıp küfrediyordum.
Birden debelenmeyi bırakıp yattığı yerden gözlerini yüzüme dikti. Sonunda alabildiği nefesleri az önceki can çekişmesinden bile daha hızlıydı şimdi.
“Ne var?”
Sesimin değiştiğini fark ediverdim. Hemen ayağa kalktım. Kaslarım çoktan açılmaya başlamıştı, derim genişliyordu. Görüşüm bulutlandı. Su yutmuş olmalıydım. “Git buradan!”
Tam arkamı dönmüşken uzanıp paçamdan yakaladı. Değişmek üzere olan ayağımla ağzına bir tekme attım. “Git buradan yoksa gebereceksin!” Sesim genç bir kızınkinden çok çölde sürünen bir yılanınki gibi çıkıyordu.
Kendimi eve atarken arkamdan geldiğini duyuyordum. Kapıyı kilitledim ve kalan son gücümle merdivenleri tırmanmaya çalıştım. Bu kadar kısa süre içinde ikinci kez değişmek çok canımı acıtıyordu. İnsan kulaklarımla son duyduğum şey kapıyı yumrukladığı oldu. Odamın kapısını güçlükle kapatan elim artık bir insan eli değildi.

mavinot: escapril tüm hızıyla devam ediyor! Lütfen yorum bırakmayı unutmayın, öpüyorum <3


8 Nisan 2019 Pazartesi

escapril: nisanın suyu #1

Sarı, çöp poşetinden uydurma yağmurluğumun hışırtısından yanımda yürüyen annemin sesini zar zor duyuyordum. Gereğinden fazla kısa kollarından içeri sızan yağmur ve bunaltıcı hava yüzünden koltukaltlarım sırılsıklam olmuştu.
“Şunu giymesem daha az ıslanırdım belki.” Cümlelerin arasında bıraktığı kısa bir boşluktan faydalanıp araya girmiştim. “O kadar yağmıyor bile.” Volta atarcasına birleştirdiğim ellerimden birini çözüp gökyüzüne doğru açtım. Birkaç iri damladan başka bir şey düşmedi.
“Ne yapalım biz de kendimize göre önlem alıyoruz.”
Sabaha kadar eve dönmeyeceğimizi düşünürsek mantıklı sayılabilirdi, şimdilik yalnızca rahatsız ediciydi. “En azından botlarımızı düzgün aldık bu sene.”
Birkaç ay önce bu senenin nisan ayında havanın tuhaflaşacağı, yağmurların normalden uzun süreceği, buna rağmen havanın normalden daha sıcak olacağı kulaktan kulağa yayılmıştı. Kulakları olağan şeyleri duyan insanlar, genelde haber aldıkları yerlerden böyle bir bilgiyi edinememişlerdi elbette. Bizse hazırlıklıydık.
Bahçelerimize fazladan bir depo kurmuş, daha dayanıklı yeni kauçuk botlar almış, yağmurluğa paramız yetmeyince dayanıklı çöp poşetlerinden bir şeyler yapıvermiştik.
Ayın ilk günü oldukça kuru, hatta rüzgarlı geçtiği için kendimize bir gün ayırabilmiştik. Herhangi bir plan yapmadan, düşen ilk yağmur damlasını konuşmadan, aylaklık edip dinlendiğimiz bir gün… Büyük sınavdan önceki gün çalışmayı bırakan öğrenciler gibi hazırlıkların sonuna geldiğimiz için ferah ama heyecanlı bir gün…
Yalan söylemeyeceğim, birkaç gün daha tatil verebilmek isterdim kendime. Ama bir yandan da artık tadına bakmak istiyordum; tenim kuruyor, kanım kaynıyor, canım çekiyordu nisan suyunu.
İkinci gün yeryüzüne düşmüştü. Gerçekten de fısıltıların söylediği kadar uzun sürüyor, sonsuz gökkuşakları açtırıyordu. İlk mahsulü düşündüğümüzden daha çabuk elde edeceğimizi fark edince hemen o gün çıktık dışarı. Yıllardır her nisan ayında önünden geçtiğim ve sadece önünden geçtiğim zaman varlığının farkında olduğum kapılara varlığıyla yokluğu fark etmeyen, sadece bekleyenin görebileceği o küçük ve renksiz zarfları bırakmaya başladık.
“Altısında,” yazıyordu içinde. Bir de her zamankinden farklı olarak altına “İlk önce küçükler,” eklenmişti. Pek çok kez depoyu dolup taşıracağımız için, önce doymak bilmez çocukları besleyip herkesi bitirdikten sonra da hep beraber toplanıp bir ziyafet çekmeye karar vermiştik.
O sene değişen iklimden midir bilinmez, arada bir depoya girip birikenin içinde yüzmek isteyecek kadar gerginleşiyordu derim. Hatta kaynatılmadan lıkır lıkır içmek istiyordum bir bardak çalıp.
Babam bakışlarımı her yakaladığında kolumu çimdikliyordu, zaten kurumaktan yaralar çıkarmaya başlamış derimi iyice acıtıyordu.
Cumartesi gecesini zar zor bekledim. Olağan insanlar gibi herhangi bir şeyin yokluğunu çekerken öfkeleneceğime aptalca bir neşe içinde oluyor, dikkatsizleşiyordum. Bir de o gün karanlık çöktüğü halde bile insanın midesini bulandıran sıcağın ve gürültülü çöp poşetimin içinde fark edilmemek için ağır ağır yürürken annemin yanımda hiç ilgimi çekmeyen şeylerden bahsedip durması da sabırsızlığıma pek iyi gelmemişti.
Zarfları bıraktığımız kapıların önünden, orada bekleyen çocukların yüzlerine hiç bakmadan geçerken ellerimin kanadığının hiç farkında değildim. Bizi hiç tanımıyormuş, hatta görmüyormuş gibi etkileyici oyunculuklar sergileyen çocuklar annemle aramıza girip bizi iyiden iyiye birbirimizden uzaklaştırmaya başladıkça da sürünün arkadan gelen koruyucusu olarak önümde yürüyen küçük kafalardan başka bir şey görmez olmuştum.
Korkacak bir şey yoktu gerçi, bu dünyaya böyle doğmuş çocuklar çoktan büyümüş olan yetişkinlerden daha aklı başında olurlardı.
Aramızdaki kalabalık gözle görülür derecede artmıştı artık. Yolculuğumuzun sonuna da yaklaşmıştık. Kocaman kazanda kaynayan o tatlı ekşi şerbetin kokusunu iki sokak öteden alabiliyordum. Kupkuru dudaklarımı yaladım, yutkunmaya çalıştım.
Tek düşünebildiğim önümde yürüyen cücelerle beraber kazana kafamı sokmakken bir şey beni hazırlıksız yakaladı. Biri sağ bileğimi tutup kaldırmış, sokak lambasının ışığında kana bulanmış elime bakmaya çalışıyordu.
“İyi misiniz?” diye sordu. Bir anda gözlerimin yuvalarında döndüğünü hissettim. Cücelerin hepsi aynı anda durmuş, henüz olağan insanların duyamayacağı kadar alçak sesle tıslıyorlardı. Ağzımın içinden fırlamaya çalışan dilimi ısırdım.
Derin nefesler alıp şekil değiştirmesini engellemeye çalıştığım gözlerimin ucuyla annemin derisinin yeşile döndüğünü görebiliyordum. Çocuklar nefeslerini tutmuşlardı, saldırmaya hazırlardı.
Elime dikkatle bakarak cebinde peçete arayan adamın bize bakmadan bizi izleyen orduyu fark etmemiş olmasını umarak geğirdim. O, şaşkınlık dolu bir ifadeyle yüzüme bakmak için kafasını kaldırırken ordu ilerlemeye başlamıştı, tıslamalar kesildi. Canını kurtarmıştım, biraz kabalığın önemi yoktu.
Omuzlarımdaki derinin değişmeye başladığını hissederek elimi usulca çektim. Aniden bir sürüngenin ayaklarına dönüşmesini izlemesindense kanlı kalması onun için daha iyiydi. “İyiyim, yalnızca biraz rahatsızım.”
Arkamı dönmeden önce kurtulmanın getirdiği kısa rahatlama hissi görüşümdeki bulutları dağıttı, meraklı siyah gözlerindeki endişeyi görmek beni gülümsetti. “Kusura bakmayın,” dedi. Bu kadar çabuk pes etmesine biraz da şaşırarak omuz silktim.
Artık dikkat çekmek umurumda bile değildi, deli gibi susamıştım. Adımlarımı olağan insanlarınkinden daha hızlı atıyordum. Yağmur da benimle birlikte hızlanmıştı. Avluya girerken kendime daha fazla hâkim olamayıp büyük bir hata yaptım, ağzımı açıp ılık yağmur damlalarını yuttum.
Ne yaptığımın farkına vardığımda henüz avluyu yarılamamıştım bile. Ağırlaşan derimin altında kamburlaşan sırtımı taşıyarak güçlükle sundurmaya tırmandım. Pantolonumun dikişleri yeterince güçlü değildi, kuyruğum sarı çöp poşetimi de delerek bedenimin arkasında salınmaya başladı. Şekil değiştiren gözlerimden dünya bambaşka görüyordu artık. Sutyenim, tişörtüm, mevsimlik ceketim ve çöp poşetimin üst kısmı da sırayla genişleyen omuzlarıma yenik düşmüştü.
Bahçe kapısını henüz değişmemiş ellerimle ittirip açarken ardımda bıraktığım bahçe kapısının da açıldığının farkında değildim.
İçeride belki de ilk kez kendi cinslerinden birini doğal haliyle gören küçük çocuklar ellerindeki rengârenk bardaklara sımsıkı tutunmuş bana bakıyorlardı. Babamın içini çekti ve çok derin bir kuyudan geliyormuş gibi duyduğum sesiyle “İşte sabredip nisan suyunu kaynatmadan içerseniz böyle yolun ortasında deri değiştirmeye çalışırsınız,” dedi.
Annem halsiz bedenimin kapının eşiğinde yığılıp kalmış olmasına hiç şaşırmamıştı. Çocukların hepsinin bardakları dolu olmasına rağmen hiç de boş gözükmeyen ağır kazanı güçlü kollarıyla kaldırdı. Sıcak suyun üzerime dökülmesini, nisan suyunu içmek için bütün gün beklediğim sabırsızlıkla bekliyordum.
Davetsiz misafirimiz tutmayan dizlerinin ihanetiyle yere yığılınca demir bahçe kapısı arkasındaki duvara gürültüyle çarptı. Çocukların iştahlı yutkunmaları kesildi. Başlar aynı anda az evvel bana endişeyle bakan korku dolu siyah gözlere doğru çevrildi.
En özgür şeklinde olan bedenimin ve artık insani içgüdülerle hareket etmese de olacağının farkında olan beynimin her kası tüm gücüyle gerildi. Kendimi sundurmadan aşağı atılırken, ıslak çimlerin üstünde tehditkâr tıslamalarla ve dil savurmalarıyla ona doğru ilerlerken buldum.
Titriyordu. Tıpkı az sonra, annem arkamdan yetişip sürüngen derime bir kazan sıcak nisan suyunu boşaltınca olağan insan derime bürünüp yaşadıklarımın yorgunluğuyla iki büklüm karşısında oturacak olan ben gibi…
Sonunda bayıldı. Aciz bedenine bakarken yüreğimi sıkıştıran pişmanlık ve çocukların heyecanlı gülüşleri arasında, annemle babam onu az önce karşılaştığımız sokakta bir köşeye kimseye görünmeden bıraktılar. Sabah olduğunda her şeyin bir rüya olduğunu düşünmesini ummaktan başka çaremiz yoktu. Nasıl olsa hiçbirimiz bir hafta evden dışarı adım atmayacaktık şafak sökmeden çocukları evlerine bıraktıktan sonra. Onun için de çıkmadım gerçi.
Annemle babam bana sürekli nasıl hissettiğimi soran ve imrenen gözlerle bakan çocukları peşlerine takıp ailelerine götürmek için çıktıklarında, evde oturup kendime biraz daha nisan suyu kaynattım. Bu sene bol bol içmeliydim. Bu senenin ikinci çağrısı için evden çıktığımda dikkatimi toplayacak kadar ayık olmalıydım bir de.
Göz açıp kapayıncaya kadar geçti bir hafta. Çoktan iki çağrı yapacak kadar nisan suyu birikmişti depolarda. Ama babam beni yeterince beslediğinden emin olmadan kimseyi çağırmak istemedi. Susuzluğumun yeterince giderildiğinden ve değişimimden sonra olağan insan derimde oluşan yarıkların iyileştiğinden emin olduklarında bu defa yaşlıları toplamak üzere çıktık dışarı.
Sorunsuzca, çocuklardan daha yavaşça toplandık sokaklarda. Bu defa bir yerim kanamıyordu, etrafta kimse de yoktu.
Aslında bunun biraz tuhaf olduğunu itiraf etmeliydim, en az bir iki insana rastlamalıydık. Sanırım bu defa annemin dikkatsizliğinden anlayamadık neler olduğunu.
O gece evimizin sundurmasında babam yaşlılara yaptığım hatayı anlatıp bir olağan insanı korkuttuğumuzu anlatırken elimdeki tatlı ekşi kokulu bardaktan kafamı kaldırdığımda gördüm onu. Korkuttuğum olağan insan gözlerini dikmiş, bu defa merakla bakıyordu.

mavinot: Uzun zaman oldu! Lütfen sonraki bölümleri heyecanla bekleyin ;)

4 Nisan 2019 Perşembe

selam mavi

selam dostlar.
ben bir daha buraya daha sık gelmek istiyorum demeyeceğim size. ne zaman söylesem gelmeyi kesiyorum çünkü.
bu aralar elimde uğraşacak çok şey var, bu ayın sonunda mezuniyet balomuz yapılacak. aynı zamanda tezim için de son teslim tarihi o aralarda bir yerlerde. bir yandan stajıma ve stajım için yapmam gereken projelere odaklanmam lazım. alttan aldığım dersin gereksizliği de beni epey sıkıyor.
tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de dodie'nin katıldığı, bizleri de davet ettiği escapril etkinliğine katılmaya karar verdim. (okuduğum kitaplar ve izlediğim dizileri saymıyorum bile.)
escapril'de nisan ayının her günü için bir konu başlığı var ve her gün farklı bir başlık altında bir şey üretmek gerekiyor. dodie sanırım bunu şarkı yazmak için kullanıyor, kimileri şiir yazıyor, ben de özlemle beraber hikaye yazıyorum bu konu başlıklarını alıp. üç gündür inanılmaz verimli geçiyor ve daha önce hiç yazmadığım konularda bile kafam çalışıyor. uzun zamandır bu kadar sık kalemimi elime almamıştım, hamlamış olmam bir yana fazlasıyla özlemişim. 
kalemimle barışmış olmak beni ziyadesiyle mutlu etse de yapmam gereken diğer şeyleri biraz köşeye sıkıştırdım ve bu yüzden de kafamın arkasında sürekli fısıldayan bir kaygı canavarı var yine. neyse ki yarının konu başlığı da "kaygı". en azından bundan bir şeyler çıkarıp güzel bir şeyler üretebileceğim ehehe.
bu aralar gerçekten kendimi memnun edecek kadar üreticiyim ve hareketlerimi verim alabilecek şekilde ayarlıyorum. haliyle sürekli meşgulüm, sıkılacak vaktim de birkaç ay sonra mezun olacağımı düşünüp dertlenecek vaktim de kalmıyor.
bu yazıyı uzatacak kadar anlatacak bir şeyim de yok açıkçası. hazır kalemi elime almışken uğrayayım dedim ıssız evime. 
bu aralar bir sürü güzel şarkı dinliyorum. keşke hepsini buraya atacak kadar bir sürü yazı yazabilsem ehehehe. bir gün o da olacak, hissediyorum.
escapril süresinde yazdığım hikayelerden birkaçını burada yayınlamak istiyorum. uzun zamandır burada bir şey üretmediğimin farkındayım ve bunu değiştirmenin vakti geldi bence. hatta bence siz de özlediniz benim kalemimi hıh.
haftasonu kısa ve güzel bir hikayeyle sizi bulmaya geleceğim, nisanın sonuna kadar en az dört hikaye yayınlamak niyetindeyim, bakalım bu niyet bizi nerelere sürükleyecek.
sizler nasılsınız? umarım bahar saçlarınızı tatlı tatlı okşamıştır. mavi kalın dostlarım, sizi seviyorum.