Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

29 Haziran 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #6

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Vekil Efendi’nin ulağı, Âlim Cha’yla birlikte ulaşmıştı Prens Hazretleri’nin konutuna. Tuhaf bir sessizlikten sonra “İkisini de buyur edin,” emri geldi.
Ulak yerlere kadar eğilerek selam verirken, Âlim Efendi odanın bir köşesinde başını eğip bekledi. Dayısı, Prens’i o akşamki ziyafete çağırıyordu. Basit bir ziyafet değildi bu: Hem Joseon’un, hem kendisinin, eh haliyle bir de dayısının geleceği için oldukça önemliydi. Eğer Prens Hazretleri onu teşrifiyle onurlandırırsa kudretini kanıtlamış olacak, Ming’le ilişkilerini daha şimdiden sıkı tutacaktı. Vekil Efendi söz veriyordu, Veliaht Prens’i temsile yaraşır bir ziyafet hazırlamıştı. Her şey eksiksizdi.
Prens Sanghyuk göz ucuyla hocasının hiçbir şey belli etmeyen yüz ifadesine bakarken ulağın uzattığı kâğıdı aldı ve gidebileceğini söyledi.
“Ne var?” Âlim Cha yere bakmaya devam ederek Majestelerinin önüne geldi ve selam verdi.
“Özürlerimi iletmeye gelmiştim, Prens Hazretleri.”
“Hatalı olduğunuzu kabul etmek zor bir iş olmalı. Koskoca Âlim Cha Hakyeon, hata yapacağınıza kim inanır?”
“Bağışlayın Majesteleri. Lakin o gece gözlerinizi görür görmez anlamıştım hatamı. Yalnızca size kendimi nasıl affettireceğimi bulmak biraz vaktimi aldı. Affınıza sığınıyorum.”
Arkalığa sırtını yaslayan Prens yüzünde yarım bir gülümsemeyle yeri işaret etti. “Oturun da anlatın hadi.”
Hocası sakince bağdaş kurdu. “Aciz kulunuz sınavınızın yanıtlarını bulurken size yardım etmek ister. Bugün dayınızın verdiği ziyafet…”
“Bilerek mi gelmiştiniz?”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Boşuna gelmişsiniz. Gitmeye niyetim yoktu zaten.”
“Hayır, efendim. Size gitmeniz gerektiğini söylemeye gelmiştim.”
Prens Sanghyuk deminden beri oluşturmaya çalıştığı gergin havayı bir kenara attı. Omuzlarını düşürdü ve önündeki masaya dirseklerini dayayıp bir çocuk edasıyla dinlemeye başladı. Karşısında rahat davranabildiği tek insana numaraları sökmüyordu.
“Bu da nereden çıktı şimdi hocam?”
Âlim Efendi gülümsedi. Böyle daha iyiydi. “Kral Hazretleri size dayınızın davetlerine icabet etmeyin demedi.”
“Oraya gidip gülüp eğleneyim mi yani?”
“Siz Vekil Efendi’nin kozlarını bilmiyorsunuz, amaca giden yola hangi taşları döşeyecek daha görmediniz. Bu yüzden teftişe gitmelisiniz. Dayınızın yanında değil ensesinde olduğunuzu hissettirmelisiniz. Onunla bağları koparmak, bu kulunuza göre akıl karı değildir. Kendi çıkarını gözeten biri olsa bile, günü gelince ona da ihtiyacınız olabilir.” Prens parmaklarıyla şakaklarını ovuştururken gözlerini kapattı. “Benim işim size ne yapacağınızı söylemek değil, tavsiye vermektir. Gidip kendi gözlerinizle neyle karşı karşıya olduğunuzu görmek sizin yararınıza olacaktır Majesteleri.”
“Siz bir şeyler biliyorsunuz, haksız mıyım?”
“Çok söyleyen çok yanılır, Prens Hazretleri. Emin olmadan konuşmak ne kadar doğrudur?”
“Emin olmadığınız şeyler olmasa koşa koşa yanıma gelmezdiniz, Âlim Efendi.”
“Akıllı öğrenciler yetiştirmekle hata mı ettim ne? Pek çabuk yakaladınız.” Gülüştüler. Âlim Cha başını kaldırıp öğrencisinin gözlerine baktı. Yumuşacık ve aynı zamanda kararlı bakışları vardı. Onu böyle görmeyi çok severdi. “O vakit ipin ucunu vereyim sizin ellerinize. Geri kalan hiçbir şeyden emin değilim, lakin bu sabah Vekil Efendi’nin evine çuval çuval erzakla birlikte sandık sandık altın ve gümüşün girdiğini de gördüm. Kanımca gelen misafirin bir tek karnı aç olmayacak.”
Prens parmağını şıklattı ve hızlıca ayağa kalktı.
“Kâhya! Hazırlık yapın! Akşama Vekil Efendi’nin evine misafiriz!”
***
Plan belliydi. Veliaht Prens hediyeleri ve arkadaşlarıyla gidecekti. Yanlarına muhafız değil de güçlü kuvvetli birkaç hizmetkâr alacaklardı. Üç genç de kılıç dövüşünde oldukça başarılıydı, lakin yanına silah alacak tek kişi Efendi Lee olacaktı çünkü en az bir kılıç ustası kadar yetenekli olan tek kişi oydu. Elbette silahını uluorta taşımayacaktı.
Eğlence sırasında, dışarıda ve içeride Âlim Efendi’nin güvenlik amaçlı konuşlandırdığı muhafızlar da olacaktı. Böylece üç arkadaş birbirinden ayrılmaktan korkmadan evin içinde rahatça gezinebilirdi. Gerçi Veliaht Prens dikkat çekmemek için yerinden kalkmayacaktı. Bütün gözlerin onun üstünde olacağı aşikârdı.
Âlim Cha, Vekil Efendi’nin evine kendi hizmetkârlarını da bir şekilde sokmuş bulunduğunu söylemedi Prens’e. Her ne kadar ona yardım etmek istese de henüz oyun oynamakta ne denli kabiliyetli olduğunu bilmiyordu.
Saraydan çıkınca mektebe gidip görevi olanları tertipledi, sonra kendisini kapıda bekleyeni peşine takıp neşeli adımlarla hana indi. Yeninde yaverine vereceği hediye vardı.
Gökyüzündeki kızıl çizgiler birazdan çökecek olan karanlığın habercisiydi. Lakin Âlim Efendi güneş doğmak üzereymiş gibi hissediyordu.
Hancı kadın onları güler yüzle karşılayıp Taekwoon’un iç odada dinlendiğini söyledi. Cha Hakyeon, yanındakine bahçede kalmasını işaret edip hızla odaya girdi. Delikanlı karnının üstüne boncuklu bir başlık koymuş, elleri başının altında, sırtüstü uzanmış uyuyordu.
Efendisi bağdaş kurup oturdu ve nice zamandır tanıdığı bu güzel yüzlü çocuğu daha önce pek incelemediğini fark ederek incelemeye başladı. Dümdüz inen bir burnu, etli dudakları, dik elmacık kemikleri vardı. Bir de tıpkı bir kedi gibi bakan güzel gözleri… Teni de yüzlerine her gün bir sürü şey süren ve güneşten saklanmak için geniş başlıklarından uzun peçeler sallandıran hanımefendilerinki gibi süt beyazıydı. Sanki öz oğlunun güzelliğine bakıyormuş gibi içi sıcacık oldu.
Biraz kulağına doğru eğilerek “Taekwoon,” dedi usulca. Normalde daha şu kapının önünde durunca sesini duyup kalkan bu genç adam şimdi ona seslendiğinde bile hemen uyanamamıştı. Ağır ağır gözlerini aralayıp şaşkın bir şekilde tavana baktı. Gereğinden fazla uyuduğu için uyuşmuş gözüküyordu. Efendisini fark etmesi birkaç saniye aldı.
“Beyim,” derken çevik bir hareketle kalkıp diz çöktü. İçinden kucağındaki şapkayı karşısındakine fark ettirmeden bir köşeye fırlatmak geliyordu, lakin kıyamadı. Özenerek boncuklarını içine topladı ve yüklüğün üstüne bıraktı.
“Nereden çıktı o?”
Delikanlı derin bir nefes aldı, göz ucuyla efendisinin yüz ifadesini kontrol etti. “Yolda buldum,” dedi önce ve anında pişman oldu. “Hayır, beyim. Pazardan aldım.”
“İyi yapmışsın, bir gün giy de ben de göreyim.” Dalga geçmiyordu. Bugüne kadar hemen her kelimesinde olduğu kadar bu sözlerinde de samimiydi. Taekwoon azarlanmayı beklemiyordu, tek beklediği ufacık bir “Neden?” sorusuydu. Lakin o bile gelmemişti. Sadece bir onaylama duymuştu kulakları. Tam da ihtiyacı olan şey…
Küçük bir çocuk gibi sağ gözünü ovuşturdu. Aniden gelen rahatlama beden diline de yansımıştı. “Peki,” diye mırıldandı.
“Şimdi vaktimiz yok. Akşam Vekil Efendi’nin evinde verilen ziyafette bulunmanı istiyorum.”
“Emriniz başım üstüne beyim.”
“Ziyafette koruman gereken insanlar var. Gerekirse kılıcını çekmekten korkma, yine de mümkün olduğunda insanları yaralamaktan sakın. Bir şey olacağını zannetmesem de tedbiri elden bırakmamak lazım.” Delikanlı başıyla onayladı. “Bu gece yalnız olmayacaksın. Hatta bu geceden sonra pek yalnız olmayacaksın desem daha doğru. Sana daha önce kılıç kardeşi olmakla ilgili öğrettiklerimi hatırlıyor musun?”
“İkiz kılıç gibi olmak demektir. Ayrı bedende olsalar da asla ayrı hareket etmezler, biri ölürse diğeri sağ kalmaz. Birinden kan akarsa, diğerinden de akar. Öz kardeş olmaktan daha mühimdir.”
“Aferin sana, iyi bir öğrencisin.” Taekwoon gülümsedi. “Bugün seninle tanıştırmak istediğim birini getirdim yanımda. Hadi gel.”
Birlikte hanın bahçesine çıktılar. Uzun boylu, geniş omuzlu, mavi giyinmiş bir adam arkasını dönmüş, sokakta koşuşturan çocukları izliyordu. Delikanlı yeni bir efendiyle tanışacağını düşünerek başı eğik yaklaştı ona. Âlim Cha “Birbirinize selam verin,” dedi. Adam onlara döndü. Başı eğik olduğundan, Taekwoon önce parmaklarındaki yüzükleri gördü. Sol elinde iki, sağ elinde bir yüzük vardı. Çok tanıdıktı.
“İsmim Taekwoon beyim, emrinizdeyim,” derken başını kaldırdı. Ezbere bildiği yüz hatlarını görünce şaşkına döndü. Daha yeni uyandığı için mi yoksa bu kadar şaşırdığı için mi başı dönüyordu, anlayamadı. Efendisine baktı. Sarhoş adam efendi miydi yani? Taekwoon onu mu koruyacaktı? Korkmuştu, çünkü şu handaki tek arkadaşı o olmuştu hep ve sarhoş halleriyle alay ettiği de çoktu. Hem arkadaşını kaybedip hem de sürekli diken üstünde olmak istemiyordu.
Âlim Efendi ve şu an hiç de sarhoş olmayan sarhoş adam gülüştüler. Cha Hakyeon yumuşak elini kaldırıp yanındakinin omzuna koydu. “Bey değil, kılıç kardeşim diyecektin herhalde. Daha doğrusu kılıç abim.”
Delikanlı hiçbir şey anlamamıştı. Kendini bir aptal gibi hissediyor, bu yüzden öfkelenmeye başlıyordu. Diğeri bunu fark edince konuşmaya dâhil oldu. “Memnun oldum Taekwoon,” dedi. “Ben Jaehwan. Tanıyorduk birbirimizi, lakin tanışma fırsatımız olmadı. Bundan böyle birlikteyiz, kılıç sallarken gülüp eğlenirken de.”
Kendisi tek bir kelime edemeden Âlim Cha gitmesi gerektiğini söyledi. “Bir saate Vekil Efendi’nin evinde olun. Jaehwan sen planı bizim oğlana anlatırsın. Hadi bakalım kaynaşın biraz.”
“Peki beyim.”
Arkasını dönmüş, küçük bir kuş gibi ilerlemeye başlamıştı ki hemen geri döndü. “Ah Taekwoon… Sana şeyi vermeyi unuttum.” Elini yenine soktu ve biraz karıştırdı. Aradığı her neyse, bulmakta zorlanmıştı. “İşte burada. Al bakalım.” Küçük, kırmızı bir norige tutuyordu elinde. Delikanlı yanına gidip almak için uzandı. “Bu norigeyi üstünden hiç çıkarma,” diye uyardı efendisi. “Ne giyersen giy, bunu da takmalısın. Artık sen de birliğimizin bir üyesi oldun.”
“Beyim…” Sesinde ufak bir dalgalanma oldu. Titremiş miydi yoksa? “Teşekkür ederim. Yüzünüzü kara çıkartmayacağım. Minnettarım, beyim.”
Âlim Efendi yaverinin eğilip duran başını şöyle bir sevdi. “Yarın gelirim. Dikkatli olun.”
Birkaç dakika sonra iki delikanlı sundurmada yan yana oturmuş ne diyeceklerini bilmeden hancı kadının kazanlar ve içkiler arasında koşuşturmasına bakıyorlardı. Hanın birkaç saat önce bir olan müşterisi şimdi bin olmuştu. Gürültü başlıyordu. Şu kadına bir yardımcı lazımdı.
“Abi mi?” dedi Taekwoon birdenbire. “Oysa ben sana hep amca demiştim.”
“Öyle mi?” diye güldü Jaehwan. “Bir kere amca deyişini hayal meyal hatırlıyorum. Sarhoşken kafam pek yerinde olmuyor, yaşlı da gözüküyor olabilirim.”
“O kadar içkiyi nasıl kaldırıyorsun? Ben seni hiç ayık görmedim.”
“Ayıkken mektepte olurum ya da görevde.”
“Abi mi diyeceğim sana şimdi?”
“Niye, beğenmedin mi?”
“Ondan değil. Tuhaf sadece.” Aynı anda iç çektiler. “Ama… Sahiden hatırlamıyor musun sarhoşken olanları?”
“Evet.”
“Hiç mi?”
“Hiç.”
“Çok şükür.”
“Neden? Hatırlamamam gereken bir şey mi var?”
Taekwoon odasındaki sandığa sakladığı resmi düşünerek “Hayır,” dedi. “Ne olabilir ki?”
“İyi o zaman.”
“O değil de bu akşam kimden sorumluyuz, abi?” Bu kelimenin getirdiği ağırlık havaya çöktü. Gerçekten tuhaftı. Bugüne kadar pek kimseye böyle seslenmemişti.
Jaehwan yüzünde şirin bir gülümsemeyle yanındakine baktı. “Veliaht Prens,” diye fısıldadı. “Ve dostları.”
***
Efendi Lee en fiyakalı esvabını çekmiş, kılıcını sırtına asmış, kasılarak girdi Prens’in konutuna. Âlim Kim çoktan gelmişti. Hongbin içeri girer girmez, Prens Sanghyuk’un oldukça heyecanlı olduğunu ancak Wonsik’in etrafından habersiz ve oldukça dalgın olduğunu fark etti. Prens duygularına kapılıp gittiği için mi fark edememişti, yoksa görmezden mi geliyordu emin olamadı. Kurcalamanın zamanı olmadığına karar verip şimdilik bir şey sormaktan vazgeçti.
Planın üstünden bir kez daha geçip iki hizmetkârla birlikte yola çıktılar. Ziyafet kalabalıktı ve üç arkadaşın sevmediği pek çok insan vardı. Vekiller, saray görevlileri, tercümanlar, tüccarlar… Bu insanların en aşina olduğu genç Veliaht Prens’ti elbette, lakin onlara en aşina olan işi dolayısıyla sık sık aralarına karışmak durumunda kalmış olan Efendi Lee’ydi. Âlim Kim de babasının saraydaki işinden dolayı orada bulunan pek çok adamı tanıyordu. Bir de gisaengler dolaşıyordu ortalıkta. Onları kimse tanımıyordu, tanımak da istemiyorlardı. Tek istedikleri kalabalık ve gürültü arasında bir tanesini kapıp eteğinin altına girmekti.
Prens Sanghyuk büyük bir coşkuyla karşılandı. Başköşeye oturtuldu. Arkadaşlarından işte o zaman ayrıldı, diğer gençler normal misafirlerin arasına sıkışmak zorunda kalmıştı. Ne de olsa davet edildikleri söylenemezdi…
Vekil Efendi aslında asık suratlı Ming elçisi ve onun yanında bebek gibi gözüken Veliaht Prens’in muhabbet etmesi için sürekli bir çaba gösteriyordu. Yakında sarayın sahibi, ülkenin kralı olacak kişinin dayısı olmakla hava atıyormuş gibi bir hali de vardı. Çabası pek meyve vermedi, lakin neşesini hiçbir şey eksiltemedi. Eğer Kim Wonsik kafasını o ana verebilseydi, bu neşeyi gerginliğini örtmek için kullandığını söylerdi.
Lakin o, orada değildi. Önündeki mezeleri tane tane yiyor ve uzun uzun çiğniyordu. İçkisini de azar azar içiyordu. Kafasını fazla çevirmeden, daha çok gözlerini kullanarak bahçesinde oturdukları büyük evin giriş çıkışlarını öğrenmeye çalışıyordu. Bir de düşünüyordu, yüzünü karartacak kadar derin…
Gece ilerledikçe misafirler oraya buraya dağılmaya başladılar. Birkaç sarhoş adam masaların ortasında gisaenglerle dans ederken, onlardan biraz daha ayık olanları başka gisaengleri alıp bahçenin dip köşelerine ya da odalardan birine götürmeye çalışıyordu. Henüz çakırkeyif olanlar sohbet ediyorlardı. Efendi Lee onlardan biriydi. Tüccarlar ve saray görevlilerinin tam ortasına oturmuştu. İki tarafın konuşmalarına da ayak uyduruyor, onlardan biri gibi gözükebiliyordu. Zaten o gece bunu yapabilen tek kişiydi.
Prens Sanghyuk çok içiyormuş gibi görünmesine rağmen az içmiş, ama bolca yemek yemişti. Etrafında olup biteni iyi gözlemlemiş ve arkadaşlarıyla sık sık göz teması kurup küçük işaret alışverişleri yapmıştı. Onun rolü yalnızca oturmaktı, lakin çok daha fazlasını yapmak için yanıp tutuşuyordu.
Bir ara kafasını çevirip baktığında Wonsik’i yerinde bulamadı. O sırada Hongbin de buna şaşırmış durumdaydı. Birbirlerine bakıp omuz silktiler.
Misafirlerden bazıları gitti, çok az bir kısmı. Etraf hala oldukça kalabalık gözüküyordu. Vekil Efendi, Prens iştahla bir çorbayı başına dikerken elçiye doğru eğilip kulağına bir şey fısıldadı. Efendi Lee başıyla onları işaret edince çorba kâsesini ağır ağır bırakıp ellerini karnının üstüne koydu Veliaht Prens. Demek zamanı gelmişti.
“Biraz vaktinizi almak isterim,” dedi asık suratlı adama. “Bahçede biraz yürüyüş yapmaya ne dersiniz?”
Hem dayısı, hem de elçi oldukça şaşırdılar. Yürüyüş için ayaklandıklarında Vekil Efendi de onlara katılmak istedi. Lakin Prens Sanghyuk gelmemesi gerektiğini hiç dolandırmadan açık açık söyledi. Ming elçisi sinirlenmişti, yine de sesini çıkartmadı. Hongbin de Wonsik’in nerede olduğunu merak ederek onları uzaktan takip etmek üzere ve yanındakilere helaya uğraması gerektiğini söyleyerek kalktı.
Aslında Âlim Kim evin içine girişinin bu kadar ani olmasını planlamamıştı. Daha çok göstere göstere, arkadaşlarına haber vererek yapmak istemişti. Ancak korkmuştu. Birden kalkmazsa, asla kalkamayacağını hissetmişti. Sofradan yürüyüp en uzak kapıdan içeri nasıl girdiğini kendisi de pek hatırlamıyordu bu yüzden.
Evin içi karanlıktı. Bir tek mutfaktan sesler geliyordu. Ne yapması gerektiğini tam olarak bilmiyordu, kendisine söylenen odayı bulup hemen dalmalı mıydı, yoksa biraz daha araştırıp beklenenden daha fazla şey bulmak için mi uğraşmalıydı? Ürkek adımları bu sorunun cevabıydı. Üç kapı sayıp soldaki dördüncü odanın kapısının önünde durdu.
Nefeslerinin çok gürültülü olduğunu fark edip ciğerlerini havayla doldurdu ve tuttu. Parmaklarını kâğıt kapıları aralamak için uzattı. Birden çok yakından gelen bir kadın sesi duydu. Yüksek sesle kitap okuyordu. Hayır, şiirdi bu. Hüzünlü kelimelerle bezenmiş, uzun mısraları olan bir güz şiiriydi. Lakin okuyan kadının sesi öfke doluydu. Sanki dili bir kılıçtı da gözleri kararmış halde dinleyene doğru savurup duruyordu.
Wonsik odaya girip dağıtmadan etrafı aramaya başladı. Her yere baktı; masalara, çekmecelere, pencere kenarlarına, yüklüğün içine, hatta masaların altına elini sokup orayı bile kontrol etti. Yoktu. Telaş ve hüsran içinde ayağa kalkıp kendi çevresinde döndü. Belki de bu kadar derin aramamalıydı. Birden ayağının altındaki döşemenin gıcırdadığını fark etti. Tabii ya…
Eğildi ve yelpazesinin içine sakladığı bıçaklardan birini çıkarıp döşemenin ucunu kaldırdı. Koyu kahverengi kapaklı bir defter orada duruyordu. Kalbi üç kat daha hızlı çarpıyordu şimdi. Defteri alıp beceriksizce yeleğinin içine sokuşturdu, bıçağı da yelpazeye yeniden sıkıştırdı. Kadının sesinin kesildiğini fark etmemişti. O kadar heyecanlıydı ki döşemeyi hızlıca yerine oturtmak gibi bir hata yaptı.
Doğrulurken kapının önünde ince bir siluet gördü. Bir kadın… Evin hanımı olmadığı belliydi. Dimdik duruşundan ve kabarık eteğinden Vekil Efendi’nin kızı olduğunu düşündü. Işık nereden geliyordu? Kendisinin gölgesi de dışarıdan gözüküyor muydu?
Arkasına baktı. Bahçeye açılan bir kapı vardı. Şimdi kaçmak mantıklı mıydı? Belki de hanımefendi gidene kadar beklemeliydi, kendisini görüp görmediğini bilmiyordu sonuçta. Evet, öyle yapmalıydı.
Nefesini tuttu ve kıpırdamadan durdu. Lakin siluet de aynı şekilde bekliyordu. Âlim Kim’in kulaklarında bir uğultu başladı. Ön kapıdan çıkıp onu şaşırtsa daha mı kolay olurdu?
“Kim var orada?” Delikanlı hareketsizlik kararını elinde olmadan bozup yerinde sıçradı. “Çıkın dışarı! Kim var orada?” Anlaşılan odadaki yabancı, okuduğu şiirden daha çok öfkelendirmişti Küçük Hanım’ı. Kapıya doğru uzandı.
Artık düşünecek vakti kalmayan Wonsik arka kapıyı açıp dışarı atlayıverdi. Arkasından içeri giren hanımefendi “Yakalayın! Hırsız var!” diye çığlık çığlığa bağırıyordu.
Âlim Kim bahçe duvarlarının yakınında koşup alçak bir noktadan diğer tarafa atlamayı düşünürken, kadının çığlıklarını misafirlerden kimsenin duymayacağını umut ediyordu.
Arkasında ayak sesleri ve “Dur!” emirleri çok geçmeden duyulmaya başlandı. Onlar daha fazla yaklaşmadan duvara tırmandı. Tam atlarken birinin ayağına dokunduğunu hissetti. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı ya da böyle bir durumun ortasında kalmamıştı. O hep sakin bir çocuk ve aklı başında bir genç adam olmuştu. Gözleri doldu ve görüşü bulanıklaştı. Kendini nasıl açıklayacaktı dostlarına? Keşke her şeyi gelmeden anlatsaydı.
Karşısına çıkan ilk köşeden döndü. Böylesine titreyen bacaklarla koşmak çok zordu. Zaten zar zor görüyordu.
Sonra birinin toprakta kayarak biraz ilerisinde durduğunu gördü. Yüzünü görmesin diye başını eğdi. Arkaya dönemezdi, dönerse yakalanırdı.
Hasmı kılıcını çekti. Boğazına takılan yumruyu yutmaya çalıştı. Anlaşılan bir hırsız olarak ölmesi gerekecekti. Yine de son ana kadar emaneti vermemeliydi. İçindeki bıçaklardan birini alıp yelpazesini yeleğinin içindeki deftere bastırdı. Öne doğru atılıp şansını deneyecekti. Tam o anda yan evin çatısından bir gölgenin atladığını gördü. Bu gölge ikisinin arasına bir kuş kadar zarif ve bir kaplan kadar sağlam bir biçimde konuverdi. Kılıcını çekti.
“Başınızı eğin beyim,” dedi tanıdık bir ses. “Ve arkamdan ayrılmayın.”

mavinot: Bayram sebebiyle gereğinden fazla gecikmiş yeni bölümü beğenmiş olmanızı umuyorum!!! Lütfen yorum bırakın, yorum bırakmak için giriş yapmanıza gerek yok. Yorumlara gerçekten ihtiyacım var. Teşekkür ederim! Eleştirilerinizi bekliyorum~

20 Haziran 2017 Salı

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #5

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“Taekwoon.”
“Buyur beyim.”
“Babanı özlemiyor musun hiç?”
Delikanlı efendisine baktı göz ucuyla. Ufak bir kütüğe oturmuş, başlığını çıkarıp kucağına koymuş önlerinde yanan ateşe bakıyordu. Sanki ateşte tuhaf şeyler oluyormuş, küçük insanlar dans ediyormuş ya da ejderhalar oynaşıyormuş gibi merakla izliyordu. Taekwoon böyle zamanlarda onu bir çocuğa benzetir ve hiç haddi olmasa da ona karşı büyük bir şefkat duyardı.
“Özlüyorum,” dedi dürüstçe. “Annemi, ablalarımı da çok özlüyorum.”
“Peki, neden hiç anlatmıyorsun bana onları?”
Ne denirdi ki? Bu bebek kalpli yaşlı adama, ailesine zarar verenlerin onun gibi insanlar olduğunu nasıl söyleyebilirdi? Elindeki çubukla ateşin dibindeki közleri karıştırdı.
“Büyük ablamın bebeği vardı,” diye mırıldandı en sonunda.
“Dayıydın demek? Bizim Taekwoon’umuz dayıymış bir de.” Delikanlı cevap vermedi. Dayı… Bu kelimeyi duymayalı uzun zaman olmuştu. Aslında bir daha duymak da istemiyordu. Kendine hâkim olamayıp derin bir iç çekti. Omzunda efendisinin yumuşak elini hissedince irkildi. “Taekwoon,” diyordu güler yüzlü adam. “İçinde bana karşı bir dargınlık var mı?”
“Size darılmak ne haddime beyim,” diye cevap verdi aceleyle.
“Bana darılman değil beni üzen, bana yalan söylemen.” Birlikte derin bir sessizliğin içine düştüler. Sırtından soğuk terler aktığını hissetti. Harıl harıl yanan o ateş aniden sönmüş gibi üşüdü. “Ben sana güveniyorum. Hayır, güvenmek istiyorum. Lakin biliyorum ki senin yalnızca bana değil, sana güvenmeye ihtiyacı olan hemen herkese bir dargınlığın vardır. Hepimiz seni bize iten o insanlara benziyoruz çünkü.” Âlim Cha elini yaverinin omzundan çekti. Dirseklerini dizlerine, çenesini avuçlarına yaslayıp dudaklarını büzdü. “Senin bana güvenebildiğini hissetsem bu yoldaki korkularım azalırdı, hem de fazlasıyla. Bunun için uğraşıyordum. Artık vaktim kalmadı Taekwoon. Senden içindeki tüm şüpheleri yok etmeni ve bana güvenmeni istiyorum. Koşulsuz şartsız… Ki ben de, biz de sana güvenebilelim.”
Delikanlı gülmek istedi. Efendisi henüz idrak edememişti belli ki, lakin o biliyordu. Kendisine böyle; sanki kralmış gibi, sanki bu işteki en önemli insan oymuş gibi davranmaları yalnızca göstermelikti. Gün geldiğinde cenazesini bile almak istemeyecekler, belki öldükten sonra adını bile anmayacaklardı. Belki efendisi birkaç gece uyumadan önce düşünürdü onu. Gerisi ismini bile bilmeyecekti.
Yine de bir gayesi yoktu Taekwoon’un. Ölse de fark etmezdi. Biraz gururuna dokunuyordu işte, biraz da çocuk yerine konulmak onu üzüyordu.
“Güvenin beyim,” dedi. “Sizin için kendimi feda etmekten korkmam.”
“Bunu istemiyorum. Benim için öl, demiyorum.”
“Nasıl emrederseniz beyim.”
Âlim Efendi ayaklandı. Şapkasını başına geçirdi. Yeninden biraz para çıkarıp yaverine verdi. “Pazarda bir efendiye kaptırmışsın başlığını diye duydum. Yüzünü örtmeyi sevdiğini biliyorum. Bununla yeni bir tane alırsın kendine.”
Taekwoon başını eğip omzunu sıvazlayan efendisine selam verdi. Âlim Cha dans eder gibi sakin ancak ritimli adımlarla uzaklaşırken yaverinin duyabileceği bir sesle şöyle söyledi: “Aileni korkmadan anlatacağın o gün çabuk gelir umarım.”
***
Âlim Kim birkaç günün sonunda birliğe yaklaşacak bilgiyi ve cesareti toplayabilmişti. O gün çok az öğle yemeği yemiş, sürekli kitap okuyormuş gibi yapmıştı. Mektep temizliği zamanı gelince kararlı bir şekilde ayağa kalktı ve diğer âlim kardeşlerle şakalaşan Ha Sungwoon’a yaklaştı. Bizimki henüz bilmiyordu, lakin bu genç adam birliğin “karanlık” toplantısında Âlim Cha’nın sözlerini tamamlayan kişiydi.
Wonsik, arkadaşının belinden sarkan norigeyi eline aldı. Olabildiğince doğal bir sesle “Pek güzelmiş,” dedi. Yuvarlak, kırmızı tahtanın üzerine kazınmış çiçek şeklini ezberleyiverdi.
“Beğendin mi?” diye gülümsedi Âlim Ha. “Sadakatimizin simgesidir.”
“Kime sadıksınız peki?” Bu soru istediği kadar sakin bir şekilde çıkmamıştı ağzından. Gergin bir sessizliğe sebep oldu. Norigeyi elinden bırakmak zorunda kaldı.
“Halka sadığız ve halkı hor görmeyenlere.” Ha Sungwoon konuştuğu kişinin Veliaht Prens’in yakın bir dostu olduğunu biliyordu. Bilgi almak için kendisine yaklaşıyor olma ihtimali vardı, lakin bu aklı başında kardeşinin de kendilerine katılmasını çok isterdi. Hem böylece birliğin planlarına katkı sağlayacak bir şeylerin başlangıcı olurdu bu.
Kolunu Âlim Kim’in omzuna attı ve onu iç odaya götürdü.
***
Taekwoon efendisinin verdiği harçlıkla yelekten kalan parayı birleştirmişti. Pazardan kendine güzel bir başlık, hatta belki bir de ayna almalıydı.
Yakında tüm birlikle tanışacak ve çoğu zaman yakın korumalık yapması gerekecekti. Aynadan vazgeçip bir çift pabuç alsa daha iyi olabilirdi aslında. Ayağındakiler eskimişti, koşarken biraz acıtıyordu. Ona kalsa çıplak ayak bile koşardı, lakin efendisine layık bir yaver olmalıydı. Kölelerin bile efendilerine göre sınıflandırılması ne kadar komikti.
Pazardaki çocuklara birer şeker ısmarladıktan sonra tezgâhları dolaşmaya başladı. Arada bir gecenin bir yarısı adamlardan kaçan o Küçük Hanım’ı düşündüğünü inkâr edemezdi. Ona daha çok şey sormuş olmayı dilerdi. Yalnızca adını biliyordu, yüreğini avutmaya yetmiyordu bu. O gece onu evine bıraksaydı belki, arada bir yeniden görebilirdi parıldayan gözlerini.
Birden dişlerini sıktı. Ne saçmalıyordu böyle? Bir gecede efendi zannetmeye başlamıştı kendini. O hanımefendi kim olduğunu bilseydi, ona dokunmaya cüret ettiği için yüz kırbaç vurdururdu. Hayır, belki ölene kadar dövdürürdü. Aklını başına toplamalıydı.
Gözleri saz başlıkların yan tezgâhına dizilmiş boncuklu başlıklara takıldı. Başlıklar bile, insanlar gibi ayrılıyordu işte böyle. Eline kırmızı boncuklu bir başlık alıp inceledi. Siyah yeleğinin üstüne nasıl da güzel olurdu.
Ne olduğunu anlayamadan satıcıyla pazarlığa girişmişti. Bir sikke eksik kalıyordu, lakin almakta kararlıydı. Hiç giymeyecek olsa bile ne fark ederdi? Aklı burada kalacağına, başlık odasında kalırdı daha iyiydi. Bugünkü yemek parasını bile kaptırmış olmayı kafasına takmak yerine, saçlarını hızlıca toplayıp başlığı taktı.
Acaba handaki teyzenin aynası var mıydı? Ondan bir geceliğine ödünç almalıydı.
“Bu kızlar nereye koşuyorlar böyle?”
“Vekil Efendi’nin kızı, Küçük Hanım Doyeon’u sıkıştırmış diye duydum hanımım. Herkes izlemeye gidiyor.”
Taekwoon içinin bir anda patladığını fark ettirmemek için ağır ağır dönüp baktı. Pazarın ötesinde, ağaçların arasında ufak bir topluluk vardı. Kulak kabarttı. Evden pek nadir çıkan Vekil Efendi’nin kızı Yeona’nın tok sesini hemen tanıdı. Başlığı yüzünü örtsün diye hafifçe başını eğerek ilerlemeye başladı.
“Aldığın şeyi geri ver.”
“Ben bir şey almadım Yeona.” Konuşmalar ‘sıkıştırma’ sahnesinden çok ‘yolda karşılaşma’ sahnesinden geliyor gibiydi.
Kızların biraz gerisinde durup izlemeye başladı. Neyse ki boyu oradaki herkesten uzundu, yaklaşmadan da görebiliyordu.
“Dalga geçiyor bir de. Bir şey almayan insan gecenin bir vakti topuklarını kıçına vura vura neden kaçar anlamıyorum.” Delikanlı şaşırdı. Kibarlığıyla ünlü olan genç bir hanımefendi pazarcılar gibi küfür ediyordu. Dinleyen kızların hiçbiri şaşırmış görünmüyordu.
“Söyledim ya. Beni dövmekle tehdit ettin. Arkamdan gelen o kadar adam varken oturup beklese miydim yani?”
Vekil Efendi’nin kızı Doyeon Hanım’ın omzuna vurup onu yere ittirdi. İki hizmetçisi de kollarından yakaladılar.
“Kimin evinde hırsızlık yaptığını sanıyorsun sen?! Bir de utanmadan yalan söylüyorsun!”
“Ağzını topla! Ben hiçbir şey çalmadım!”
Yeona’nın tokadı kızcağızın suratında patladı. Elindeki iri taş yüzük yanağında bir çizik bırakmıştı. Doyeon’un gözleri doldu, öfkeyle dişlerini sıktı. Taekwoon o zaman anladı Küçük Hanım’ın kendini tuttuğunu. İstese karşısındakini bayıltana kadar dövüp arkasına bakmadan gidebilirdi. Lakin yapmıyordu.
“Babamın kulağına giderse bu tokatla kalmaz! Babamın kim olduğunu biliyorsun değil mi? Veliaht Prens’in dayısı! Ellerini bile kesebilirim senin!” Küçük Hanım susuyordu. Sakinleşmeye çalıştığı belliydi. “Ver çabuk! Nerede kâğıtlar!”
“O kâğıtlarda ne var ki bu kadar öfkeleniyorsun? Gizli aşk mektupların mı? Yoksa babanın kâğıtları mı onlar?”
İkinci tokat çok bekletmeden gelmişti. “Bu ne cüret!”
“Ben de onu diyorum. Bu ne cüret ki sizden hiçbir farkı olmayan bir hanımefendiyi karşınıza almış böyle muamele ediyorsunuz!”
Taekwoon kendini tutamayıp gülümsedi. Yeona öfkeden titrer hale gelmişti. “Kaltak!” diye bağırırken kızcağızın üstüne eğildi ve üst ceketini çekiştirmeye başladı. “Nerene soktun ha?! Söyle nerede kâğıtlar!”
Doyeon utançtan kıpkırmızı kesilince her şeye sessiz kalan genç hanımefendiler ve hizmetkârları da bağırıştılar. Lakin Vekil Efendi’nin kızı durmadı. Delikanlı bir anda kendini kalabalığı yarmış onlara doğru hızla ilerlerken buldu. Hizmetkârlardan birini ittirip kızı kolundan yakaladı ve aynı hızla karşı istikamete doğru onunla birlikte ilerlemeye başladı. Küçük Hanım ceketini toparlamaya çalışırken bir yandan ağlıyor, bir yandan da “Ben çalmadım!” diye bağırıyordu. “Yemin ederim ben yapmadım!”
Hanımefendiler onun sözlerini duymuyorlardı. Herkes eski püskü giysiler içindeki bu beyin nereden çıktığını düşünüyordu.
***
Vekil Efendi’nin evinde akşam gelecek misafirler için büyük bir ziyafet hazırlığı vardı. Hem karnı hem de cebi aç bir Ming elçisi mühimmatlardan evvel geliyordu ve onu doyurmak lazımdı.
“Hanım!” diye bağırdı mutfaktaki hizmetkârların arasında koşturan karısına. “Bak hele! Nereye kayboldu bizim kız?”
“Pazara ineceğim demişti, gelir şimdi.”
Böyle önemli bir günde, herkes koşuştururken eğlenmeye pazara giderken yanına utanmadan iki hizmetçi birden alan kızına söylenerek avluya yürüdü.
İşte tam şuraya atmışlardı en güvendiği yaverinin cesedini. Bir daha izin vermeyecekti böyle bir şey olmasına. Çok daha dikkatle yürüyecekti. Kimse yoluna çıkamazdı.
Kızı suratı beş karış dış kapıdan girdiğinde babasının yüzüne bile bakmadı, lakin dinliyordu. Avluyu geçip eve girene kadarki azarlamaların hiçbirinde kâğıt lafı geçmemişti. Yüreğine biraz da olsa su serpildi. Kimse fark etmeden o kâğıtları bulup yerine koyabilirdi.
O sırada ağaçtaki bir kuş onları izliyordu.
***
Küçük Hanım dereye varıncaya kadar efendinin kendisini sürüklemesine izin vermiş ve sessiz sessiz ağlamıştı. Yüzüne su çarparken gözyaşlarıyla birlikte birkaç dakika öncesini, yanağında kuruyup kalmış incecik kan izini, utancını ve öfkesini de silmiş gözüküyordu. Derenin kenarına çöküp gülümseyerek öylece suyu izledi.
“İyi misiniz?” diye sordu ona bakmaya utanan Taekwoon.
“İyiyim, beyim.” Doyeon’un sesi önünde usulca akan su gibi sakin ve duru çıkıyordu. Ağlamaktan yorgun düşmüş ciğerlerine derin bir nefes çekti.
“Geçen gece de o hanım yüzünden mi kaçıyordunuz?”
“Evet. Bana saldırmaya çalıştılar.” Delikanlı çekine çekine gözleri dalıp giden hanımefendinin yanına çöktü. “Babası sarayda çalışıyor diye önüne geleni ayağının altına alıp çiğneyebileceğini zannediyor.”
“Veliaht Prens’in kuzeni de değil mi aynı zamanda?”
Doyeon aniden siyah gözlerini Taekwoon’un gözlerine dikip kaşlarını çatarak baktı. Kılıç ustası bir an ne yapacağını şaşırdıysa da esmer yüzünü buruşturup çenesini hiddetle kaldırdığında hayran kalmadan edemedi. “Kuzeniyse ne olmuş yani? O evde o gece kaç kişi vardı siz biliyor musunuz? Başka biri de pekâlâ çalmış olabilirdi o kâğıtları. Ama beni seçti, öfkesini döküp saçmak için sadece. Sonuçta ikimiz de insanız. Böyle birbirimizi utandırmak niye?”
Delikanlı da kılıcını ayaklarının dibine bırakıp yüzünü yıkadı. “Neden tuttunuz kendinizi?”
“Efendim?”
“Dişlerinizi sıkıyordunuz. Başka bir şeyi bilmem, lakin kendini tutmaya çalışan güçlü bir insan gördüm mü tanırım.”
“Ben mi güçlüymüşüm?” Küçük Hanım gülerek şakaya vurmaya çalıştıysa da bunun için fazla yorgundu. “Haklısınız. Kendimi tuttum.”
“Peki neden?”
“Orasının sizi alakadar ettiğini pek zannetmiyorum.” Ne kadar da sevimliydi böyle. Taekwoon onunla inatlaşmak için can atıyordu. “Beyim, peki siz ne yapıyordunuz orada?”
“Ben… Ben pazarda dolaşıyordum da hanımefendilerin konuşmasını işittim. Yakından bakmak isteyince de sizi gördüm.” Doyeon utançla bakışlarını uzaklara çevirdi yine. “Beni epey şaşırttınız. Yumruklarınıza hâkim olmanıza rağmen dilinize pek hâkim olamadınız.” Genç hanımefendi başını eğip alnını dizlerine yasladı. Delikanlı onun kulaklarının kızardığını gördü. “Pek havalıydınız. Takdir ettim.”
Başını aniden kaldırınca örgüsünün ucundaki kırmızı kurdelesi omzuna düştü. “Gerçekten mi?”
“Evet.” Gülüşmeleri derenin şırıltısına karışırken Taekwoon, hanımefendinin gözünün hemen altındaki çiziğe bakıyordu.
“Lakin babam sizin kadar havalı bulmayacak beni. Bir ton azar işiteceğim.” Şimdi de dudaklarını büzmüştü. Yüz ifadesi nasıl böyle çabuk değişiyordu?
“Olanları ona her şeyiyle anlatırsanız, eminim o da benimle aynı fikirde olacaktır. Öyle olmasa bile siz bu defalık ona kulak asmayın. Çirkin şeyler yaşadınız bugün.”
Doyeon başını salladı. Karşı taraftaki ağaçlarda uçuşan kuşlara bakarak gülümsüyordu şimdi de. Taekwoon onun saçlarını okşamak istiyordu. Bir de şu kamelya kokusunu içine çekmek…
Kızcağız kuşlara, o da kızcağıza dalıp gitmişken bir süre geçti. Kız aniden kalkıp onu şaşırtmasaydı böyle saatlerce oturabilirdi.
Aceleyle kılıcını aldı yerden ve kalktı. Küçük Hanım’ın selamını aldı. “Teşekkür ederim beyim,” deyişindeki mahcubiyeti duymazdan gelip sakinliği dinledi. “Beni ikinci kez kurtardınız.”
“Kim olsa aynı şeyi yapardı.”
Aynı fikirde olmadığını göstermek için kaşlarını çattı Doyeon. “Hayır, kimse yapmıyor,” dedi. “Sizinle yeniden karşılaşmayı dilerim.” Sonra arkasına bakmadan köy yoluna düşüp hızla ilerlemeye başladı.
“Bekleyeceğim!” diye bağırdı Taekwoon. “Sizinle karşılaşmayı dört gözle bekleyeceğim.”

Küçük Hanım neşeyle omuzlarını salladı.


mavinot: Lütfen yorum yapmayı unutmayın! Eleştiriye ve cesarete hala ihityacım var. Yorum yapmak için giriş yapmak zorunda değilsiniz teşekkür ederim hepinizee~

14 Haziran 2017 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #4

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“O adamlar kimdi?” diye sordu odasında provasını yaptığı gibi ellerini arkasında birleştirerek. Hanımefendi hızla gözyaşlarını sildi, eteklerini silkeleyip ayağa kalktı. Niyeti selam verip bir kez daha teşekkür ederek çekip gitmekti. Lakin gözleri, kendisi için açıkça endişelenen efendinin siyah gözlerine saplanıverdi.
Telaşlandı. Gece vakti, bir hanımın sokakta olması yetmiyormuş gibi bir de adamlardan kaçıyordu. Kendisini kurtaran efendiye de gözlerini dikip bakma cesaretinde bulunuyordu. Utanması yoktu. Böyle giderse kellesi de olmayacaktı.
Bu tuhaf sessizlik hiç yaşanmamış gibi başını çabucak eğdi. Teşekkür edeceğine özür diledi. Arkasını dönmeden önce başını kaldırınca yeniden göz göze geldiler. Kalbi çok hızlı çarpıyordu.
“Durun!” dedi Taekwoon arkasından. “Hiç olmazsa isminizi bağışlayın bana.” Bu sözler üzerine zaten zar zor yürüyen kızcağız tökezledi. Delikanlı ona doğru istemsiz bir adım attı. Küçük Hanım’ın karanlıkta parlayan gözleri onu durdurdu.
“Doyeon. İsmim Doyeon, beyim.”
Taekwoon’un aklında hanımefendinin ismi yankılanırken, gözlerinin görebildiği tek şey gecenin içinde uzaklaşan kırmızı kurdeleydi.
***
Efendi Lee’nin konağında büyük bir telaş vardı. Gecenin bir yarısı uyuklayan hizmetkârlara aniden emirler yağmıştı. Mutfakta tarifleri Efendi Lee’nin büyükannesi tarafından bizzat yazılmış olan yemekler özenle pişiriliyor, bahçede lambalar bir tanesi bile atlanmadan yakılıyordu.
Gelen bu önemli misafir için açık havada bir sofra kuruluyordu. O konakta, gökte yıldızlar parlarken dışarıda bir sofra kurulmayalı yıllar olmuş olmalıydı. Efendi Lee, küçük bir çocukken büyükbabasını ziyarete geldiği günlerde böyle şeyler olurdu ancak. Bunları hatırlayan birkaç hizmetkârdan başka kimse kalmamıştı artık.
Lee Hongbin’in geniş ailesi ülkenin dört bir yanına dağılmıştı. Büyükler karı koca baş başa kalmış, sessiz sakin ve aslında epey hüzünlü bir hayat sürmüşlerdi. Küçük Bey ticaretten başka bir şeyden bahsetmeyen ailesinden sıkılıp sık sık onların yanına gelirdi. Bu ziyaretlerinde fazlasıyla şımartılırdı. Son ziyaretinde büyükbabasının tapınağa yerleştiğini, büyükannesininse hasta olduğu için konakta kaldığını öğrenmişti.
Ailesine ziyaretinin uzayacağını bildiren bir mektup gönderdikten sonra büyükbabasını geri getirmek için çok uğramış, bir yandan da hasta büyükannesine bakmıştı. Lakin tüm uğraşları nafileydi. Büyükannesi de iyileşir iyileşmez kocasının peşinden tapınağa çıkmıştı.
Tüm bunlar olurken henüz çocuk sayılabilecek bir yaştaydı. Yine de en güzel günlerini geçirdiği bu evi bırakıp gitmek içine sinmemişti. Babası, ticaretin Hanyang kolunu yürütmesi ve evden göndereceği iki kâhyayı kabul etmesi şartıyla ona karşı çıkmamıştı. Genç yaşında hem bir konağın beyi olmuş, hem de başkentin hatırı sayılır tüccarları arasına girmişti.
Kraliçe Hazretleri ve kendi annesi çocukluk dostu sayıldıklarından daha veliaht prens olacağı bile belli olmadan önce tanışmıştı Prens Sanghyuk’la. Kılıç dövüşünü birlikte öğrenmiş, çayırlarda birlikte at koşturmuş, birlikte ava çıkmışlardı.
O gece misafirin haberi konağa ulaştığında ay ışığının altında oturmuş bunları düşünüyordu işte. Annesinin dostunun sarayın bir köşesinde günden güne eriyişini görmüştü. Aynısı kendi dostuna da olacak diye endişeleniyordu.
Kapıdan girip kendisine yorgun gözlerle bakınca yüreği bir kuş gibi çırpınmıştı. Birbirlerini asırlardır görmüyorlarmış gibi sıkıca kucaklaştılar.
Âlim Kim, bir gölge gelip kapısına not bıraktığında içlikleriyle oturmuş bir şeyler karalıyordu. Fırçasının sapını çıkarıp ucundaki bıçağı ileri doğru tutarak dışarı çıkmış, kimseyi görememişti. Gerçi bu şekilde not bırakan yalnızca bir insan yaşıyordu bu ülkede, lakin kız kardeşinin peşindeki sapıkların kapılarına dayanması ihtimaline karşı her zaman tetikte olma ihtiyacı hissediyordu.
Hemen hazırlanıp yola koyuldu. Dostunun hediye ettiği yelpazeyi de almayı ihmal etmemişti.
Kaç hediye kabul etmişti böyle? Kaç kitap, kaç yelek, kaç pantolon, başlık, fırça, mürekkep takımı… Saymamıştı hiç, sayamazdı da zaten. Bazen hep aldığını, lakin hiç veremediğini düşünürdü. Bunu sık sık dile getirdiği de olurdu. Prens Hazretleriyse şöyle söylerdi: “Sen bana bambaşka bir hayat verdin.”
Hongbin’le birlikte saraydan kaçarken görmüştü onları ilk kez, daha doğrusu kaçmaya çalışırken. İkisi de fazla heyecanlı oldukları için kılık değiştirmeyi unutmuşlardı. O gün Kim Wonsik sarayda çalışan babasının yanındaydı ve elbette bu iki şımarık çocuğa yardım etmekten zevk duymuştu.
Veliaht Prens o gün ilk kez pazara inip soylu çocuklar yerine, normal çocuklarla tozun toprağın arasında oynamıştı. Karnı acıktığında koşa koşa Wonsik’in evine gidip annesinin yaptığı yemekleri yemişler, abisinin kıskanç bakışlarına aldırmadan kız kardeşiyle çene çalmışlardı. Küçük Prens bu kadar eğlendiği bir gün hatırlamıyordu, ama onu unutulmaz kılan yalnızca bu değildi.
Yakalanmadan evvel gitmek için ayaklandıklarında annesi onları tutmuş, üstlerini başlarını güzelce temizlemişti. Bir de “Canınız sıkılınca yine gelin, yavrum,” demişti.
Kendi annesi her zaman işle meşgul olan Hongbin de bunu unutamamıştı, lakin en çok etkilenen Kraliçe Hazretlerinin kendisine yavrum deyişini hiç duymamış olan Prens Sanghyuk’tu. İşte ondan sonra her zaman kucağında hediyelerle girmişti kapıdan ve hep gülümsemişti o evdeyken.
Muhtemelen bugün Efendi Lee’nin evinde toplanmak istemesi de pek gülümsenecek hususlarda konuşmayacakları içindi. Zaten Âlim Kim’in de onlara anlatacakları vardı. İyi olmuştu, ancak içindeki endişeyi silebilmek için karşılarına oturup birkaç kadeh içmesi gerektiğini biliyordu.
Kapıya kendisini hemen içeri alması için bir hizmetkâr dikmişlerdi. Onun peşinden girip bütün lambaları yanan bahçeyi geçti. Sofrada oturmuş onu bekleyen dostlarını görünce yüzüne kederli bir gülümseme kondu.
***
Mektep dışardan boş ve karanlık gözüküyordu. Biraz derinlerine inildiğindeyse iç odadan gelen fısıldaşmalar duyuluyor, odanın tam ortasına konmuş mumun ince alevi kapının ardından belli belirsiz seçiliyordu. İçerisi kalabalık olmalıydı.
Masalardan birine vuran Âlim Cha konuşmaları bıçak gibi kesti. Herkes duruşunu dikleştirip ona baktı, kendisiyse muma bakıyordu. Kararlı yüz çizgileri, gözlerinde parlayan ışıkla birlikte biraz ürkütücü bir hal alsa da odadaki kimse korkmuş gözükmüyordu. İfadelerini gizlemeyi hocalarından öğrenmişlerdi.
“Vekil Efendi’nin evine giren çıkan var mı?” diye sordu önce.
Jang Sangshin hafifçe eğilerek söze girdi: “Bugün genç bir hanım geldi. Lakin alelade birine benziyordu.”
Âlim Efendi ağır ağır kafasını salladı. “Evin dışında da olağanüstü bir durum gözükmüyor.” Yeni bir şey olmadan buraya çağırılmış olmaları herkesi şaşırtmıştı. Fısıltılar yeniden başladı. Hocanın çehresinin usulca çatılmaya başladığını kimse fark etmiyordu.
Birden küçük bir çakı odanın ortasından uçtu, mumun alevini söndürdü ve kâğıt kapıya saplanıverdi. Birkaç kişi yerinde sıçradı, kimisi nefesini tuttu. Oda tamamen karanlığa gömüldü, kimse birbirini seçemiyordu.
“Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diye fısıldadı Âlim Efendi. Genç, yaşlı herkesin tüyleri diken diken olmuştu bile. “Artık karanlıktayız. Karanlıkta yaşamaya alışın. Gayemiz ne olursa olsun, kimse arkamızı kollamayacak.”
“Hocam…”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Kimse arkamızı kollamayacak da ne demek?”
Derin bir nefes duyuldu, ardından da kâğıt hışırtısı. “Kral Hazretleri…” Herkes yerinde kıpırdandı. “Veliaht Prens’i sınava tabii tutacak.”
“Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Âlim Cha şapkasını çıkarıp bir kenara atmak istiyordu. Koşa koşa evine gidip karıcığının koynunda uyumak, kızlarıyla kitaplar okumak istiyordu. Lakin yapması gereken şey başkaydı. Şimdi oturup kendisine güvenen bu insanlara, bundan sonra evlerine gidip karılarının koynunda uyurken bile tetikte olmaları gerektiğini anlatmalıydı. Çocuklarınızı çok sık görmeyin artık, demeliydi.
Kâğıdı masanın üstüne yaydı ve esmer elleriyle şöyle bir okşadı. “Bugün, Veliaht Prens’in konutundan kovuldum. Öyle sözle değil…” Yutkundu, gururunu bir kenara bırakmalıydı. “Yaka paça attılar beni dışarı.”
Hayret dolu fısıltılar yükselmeye kalktı yine. “Bizler!” derken ayağa kalktı hoca.  Artık gözler karanlığa alışmıştı, herkes uzun vücudunun odanın ortasına yürüdüğünü görebiliyordu. “Kimiz biliyor musunuz?” Yıllardır her fırsatta dile getirdiği şeyi bir kez daha hatırlatacaktı. “Bu ülke, bu heybetli Joseon bir masaysa eğer… Biz o masanın üstüne koydukları çiçekleriz.”
Genç bir âlim toparlanıp dizlerinin üstüne oturdu. “Bu ülkeyi güzel gösterecek olan, mis gibi kokutacak olan bizleriz. Lakin tek işimiz bu değildir.”
Âlim Efendi öğrencisinin hafızasıyla gurur duyarak sözü yeniden devraldı. “Masa devrilecek olursa biz de düşeriz. Bu sebepten dengeyi korumalıyız, düşmemek için savaşmalıyız.” Hayatlarını buna adamış olan adamların hepsi heyecanla sonucu bekliyordu. “Bu defa masanın bacaklarından biri, masayı bırakıp yürümek istiyor. Lakin ben… Bu durumda ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum.” Âlim Efendi’nin bilmiyorum demesi herkesi rahatlattı. Zira bu, aslında biliyorum demekti. Yalnızca onaya ihtiyacı vardı. “Bacağı yerinde tutamayacağız, artık anlamış vaziyetteyiz. Asıl soru başka: Yeni bir bacak mı bulmalıyız, yoksa yeni bir masa mı?”
***
Prens Sanghyuk, arkadaşlarına hocasını nasıl kovduğunu anlatmıştı. Sesinde öfkenin yanı sıra kimsenin uzun süredir duymadığı bir şeyler vardı. Gizlemeye çalışıyordu bunu; çünkü bir prens, hele ki ileride kral olacak bir veliaht prens asla pişman olmazdı.
Âlim Cha konusunda ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey artık kendi başına hareket etmeyi öğrenmesi gerektiğiydi. Evet, o ihtiyar haklı olabilirdi. Lakin kendisine bir çocuk gibi davranılmasından bıkmıştı artık. Kendi tarafında olmasını istediği insanların babasından yana olmasından, babasının da Veliaht Prens’i bir kuklaya çevirmek isteyen dayısına fırsat vermesinden usanmıştı.
“Artık benim insanlarım diyebileceğim, sırtımı yaslayabileceğim bir topluluk oluşturmalıyım,” dedi pirinç şarabından bir yudum almadan evvel.
Efendi Lee derin bir iç çekti. “Nasıl yapacaksın?” Baş başayken senli benli konuşuyorlardı.
“Bilmiyorum. Açıkçası dünyadan bihaberim.”
Sessizce oturan Kim Wonsik sanki konuşmuyormuş gibi konuşmaya başladı. “Baban nasıl yaptı peki? Ya Âlim Efendi? Şu an aynı amaç için uğraşan Vekil Efendi nasıl yapıyor?” Bakışlarını uyuklayan hizmetkârlardan çekip dostlarına döndü. “Bu insanlar ne sundular halka? Ellerinde ne vardı onları böyle muktedir kılan?” Genç Prens bardağı elinde kalakalmış, aniden söze giren arkadaşına bakıyordu. “Sarayda Veliaht Prens’in safında olan kim kaldı? Seni sinir küpü, toy bir çocuk zannediyorlar hala. Peki, sen onlara aksini kanıtlamak için ne yaptın? Hayalin ne ki? Babanın oturduğu o görkemli altın tahta oturunca neyi değiştireceksin de bu ülke Kral Sanghyuk’un ülkesi diyebilecek insanlar? Düşündün mü hiç?”
Üstüne gelebilecek olan bütün öfkeyi göze alarak söylemişti bunları. Veliaht Prens öfkelenmemişti. Havada kalan kolunu indirip bardağı masaya bıraktı.
“Hayal mi?” Duraksadı. “Var elbette.” Hongbin ve Wonsik kulak kesildiler. “Pazarda beni oyunda yenip ipek yelek isteyen o delikanlıyı hatırlıyor musunuz?”
Efendi Lee güldü. “Hatırlamaz mıyım? Pek açıkgöz bir şeydi.”
“Dileğini söylediğinde herkesin ne kadar korktuğunu gördün mü peki?”
“Ben gördüm,” dedi Âlim Kim. “Senin öfkelenmenden korktular.”
“Sonra nasıl rahatlayıp sevindiler bir de. Hâlbuki onlara hiçbir şey vermedim.”
“İçlerinden birinin bile böyle bir şeye layık görülmesi hoşlarına gitmiş olmalı.”
Prens başını eğdi. Bıraktığı içkiyi aldı. “Ben karşısına geçtiğim her insan korkudan titremesin, anneler çocuklarını saklamasın, isteklerini dile getirmekten korkmasın istiyorum.” İçkinin ekşisi boğazından geçerken yüreğinin de ekşidiğini hissetti.
“Nasıl olacak?” diye sordu Hongbin. “Kaç kere gidin uyuyun dediğim halde sırf siz buradasınız diye yataklarına dönmekten bile korkan şu hizmetkârlarıma baksana.”
“Bilmiyorum.”
Kim Wonsik başka bir şey düşünmüştü. “Pazarın ortasında dayak yiyen kaç insan gördüm bu yaşıma kadar, bilmem. Halka güven aşılamak bir yana, efendilerin de bize kulak asmasını sağlamalıyız.”
Sanghyuk iç çekti. “Nasıl öğretebiliriz ki?”
“Biz nasıl öğrendiysek öyle…”
“Hongbin Bey, kafanız çalışmaya başlamış,” diye güldü genç âlim.
“Nasıl öğrendik biz?” diye sordu Prens.
“Ne demek nasıl öğrendik? Tabii ki Âlim Cha öğretti.” Veliaht Prens oturduğu yerde kasıldı. Dostlarının haklı olduğunu biliyordu, lakin öfkesi geçmemişti.
“Bir tek Âlim Cha’yla olacak iş mi?”
Hongbin’in sorusuna âlim arkadaşı kafa sallayarak yanıt verdi. “Âlimlere ve halkın içinden dostlara ihtiyacımız var. Elbette, sarayın içindeki efendilere de… Yalnızca burada değil, başka kentlerdeki insanlara dahi ulaşmalıyız.”
“Kim yardım eder ki bize?”
“Âlim Cha elini uzatır mı?” diye dâhil oldu Prens. “Boğazını sıktıktan sonra bile?”
Kim Wonsik omuzlarını silkti. Kendine biraz daha pirinç şarabı doldurup bir parça turp turşusu attı ağzına. “Başlangıçta ona ihtiyacımız olabilir.”
“Sonra?”
“Aslında… Sana anlatmak istediğim bir şey vardı.” Doldurduğu şarabı içti. “Mektepte genç âlimler arasında fısıldaşmalar duyuyorum. Bir birlikten bahsediyorlar. Katılmak için yanıp tutuşuyorlarmış.”
“Ne birliği?”
“Kendileri de bilmiyor kanımca. Lakin birliğin üyesi olan birkaç insanı gösterdiler bana. Hepsi aklı başında, senin benim gibi düşündüğünü bildiğim, güvenilir âlim kardeşlerimden. Merhametli oldukları kadar güçlü gençler. İyi niyetli gibiler.”
“Yani?”
“Siyasete katılmak isteyeceklerini pek sanmam, fakat açlıktan ölen halk için bir şeyler yapmaya hayır demeyeceklerdir.”
Hongbin gözlerini devirdi. “Konfüçyanizm’de düzenin ve sınıfların korunması öğretilir,” dedi. “Düzenini sarsacağımızı söyleyince köstek olmak isteyeceklerine şüphem yok.”
“Hayır. Yanılıyorsun. Her biri Âlim Cha’nın gözde öğrencilerinden.”
Cha Hakyeon bir Konfüçyan âlimi olsa da her zaman adaletten yana olmuştu. Şimdi kocaman adamlar olmuş bu delikanlıları ve daha nicesini de bu düşünceye göre yetiştirmişti. Bu sebepten çokça eleştirilirdi de.
“İlk ikna etmemiz gereken bu birlik o zaman, öyle mi demek istiyorsun?”
“Evet, kesinlikle.”
“Adı ne bu birliğin?” Prens Sanghyuk heyecanlanmıştı. Pazardaki delikanlıdan aldığı saman başlığı çıkarıp bir kenara koydu.
“Orasını bilmiyorum. Üyeler kırmızı, yuvarlak bir norige takıyorlar. Tahta mühür gibi gözüküyor, yakından hiç görmediğim için şekli de seçemedim.”
Üç arkadaş ufak bir düşünme molası verdiler. Birkaç dakika sonra sofranın toplanmasını emrettiler ve hususi meselelerde konuşacaklarını söyleyerek hizmetkârları gidip uyumaya ikna ettiler.
Bol duraklı, ancak hararetli bir planlama sürerken yıldızlar gökyüzünü terk etti, güneş geleceğinin haberini verdi. Sanghyuk arkadaşlarıyla birlikte birkaç saat uyuyabilmeyi isterdi. Zaten başı da ağrıyordu. Lakin yakalanması, bilhassa bu günlerde büyük bir sıkıntı yaratırdı. Onu yalnız göndermeye gönlü elvermeyen Âlim Kim de kalktı.
Efendi Lee onları dış kapıya kadar geçirdi. Her birinin gözlerinden uyku akıyordu.
Eşikten dışarı birkaç adım atmışlardı ki ani bir kararla geri döndü. Hem Hongbin’in hem de Wonsik’in elini tuttu.
“Bu geç vakitte bizi ağırladığın için teşekkür ederim Hongbin abi,” dedi sessizce. “Ve bu geç vakitte sual etmeden koşup geldiğin için sana da teşekkür ederim Wonsik abi.”
İkisi, ondan büyük olmalarına rağmen yalnızca bir kez abi lafını duymuşlardı ağzından. Onda da yalnızca ikisi azarlanmış, Prens’e abi dedirtmenin cezasını sopa yiyerek ödemişlerdi. Oysa bunu onlar istememişti, bir abinin ihtiyacını duyan Prens’in lütfuydu yalnızca. Sonra bir daha da söylememişti işte. O güne kadar asla…
***
Taekwoon, yorgun argın gelip görevinin bittiğini söyleyen Âlim Jang’a evine kadar eşlik ettikten sonra hana geri dönmüştü.
Küçük Hanım gittikten sonra ilk işi saçlarını çözmek olmuştu, yeleğini ise mecburen üstünde bırakmıştı. Neyse ki efendi yarı açık gözleriyle parlak kumaşı fark etmemişti.
Kılıç ustası kendini çok yorgun hissediyordu. Bir gecede birkaç sene uyuyacak kadar yorulmuştu adeta. Kılıcını zorla taşıyarak, ağır ağır girdi boş ve sessiz hana.
Sarhoş adam sundurmaya yatmış, bir elini ayakkabıların üstüne atmış, göğsünde bir kâğıtla uyuyordu. İşaret parmağı ve burnunun ucu mürekkep lekesi olmuştu. Yanına oturup “Amca,” diyerek omzuna dokundu. Soğuğu hissederek elini yüzüne değdirdi. Buz gibiydi.
Uyandırmaya kalkarsa bir çocuk gibi huysuzlanacağını bildiği için odadan yorganını ve yastığını alıp geldi. Yastığı başının altına sıkıştırdı. Yorganı örtmeden önce kâğıdı göğsünün üstünden aldı. Katlayıp cebine sokuşturacaktı aslında, lakin gözü takıldı. Bir resimdi bu.
Dar bir sokakta, koşan gölgelerden saklanan siyah yelekli bir efendi ve telaşlı bir hanımefendiyi çizmişti.
Kağıdı hızlıca buruşturup yakasından içeri soktu.


mavinot: Norige, Joseon döneminde kullanılan bir süs eşyasıdır. Görmek için buraya tıklayın. VIXX Dowonkyung promosyonları boyunca sahne kostümlerinde norige kullanmıştır. Görmek için buraya tıklayın.
mavinot: Yorum yapmak için giriş yapmanıza gerek yok, o yüzden lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Bir cümlecik de olsa bana ne kadar büyük bir güç verdiğini hayal bile edemezsiniz! Teşekkür ederim ^^

9 Haziran 2017 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #3

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Güneş, sarayın ok meydanının tepesinde parlıyordu. Heybetli omuzlarıyla, uzun kollarını germiş ok talimi yapan Veliaht Prens’in arkasında hizmetkârlardan oluşan bir kalabalık, hedeflerin yanında durup sonucu ileten askerin sözlerine göre ya alkış tutuyor ya da sessizce bekliyordu.
Prens’in attığı her ok hedefin tam ortasına saplanıyordu. Kâhyanın neşeli naraları bile gülümsetmiyordu gerçi onu. Kaşları çatık, yalnızca ileriye bakıyordu. Yüzünü kim görse saray erkânının bugünkü toplantısını düşündüğünü anlardı. Dün gece de yatağında dönüp durmaktan başka bir şey yapmamıştı.
Dayısı Wonshik’in söylediği gibi onu ziyarete geldiğinde Ming’den gelecek mühimmatla ilgili bir şeyler gevelemişti. İçi içini yiyordu.
Bir hizmetkâr meydana “Prens Hazretleri! Prens Hazretleri!” diye koşarak girdiğinde, yayı kollarını titretecek kadar uzun süredir gergin tuttuğunu fark edip ağır ağır bıraktı.
Sesindeki öfkeyi gizleyemeden “Ne var?” dedi.
Zavallı adam korkusundan neredeyse yerlere kadar eğildi. “Majesteleri… Ming’den gelecek mühimmatla alakadar olma görevi dayınız Vekil Min’e verilmiş.”
Korktuğu başına gelmişti. Az önce bıraktığı oku yeniden alıp yayı sakince gerdi. Öfkeden gözü dönmüş halde nişan aldı. Hedefi haberi getiren hizmetkârdı.
Etrafındakiler biçare kulunu bağışlaması için yalvarmaya başladılar, adam da çaresizce dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya.
Ok, onun başlığının hemen üstünden geçip arkasındaki ağacın gövdesine saplandı. Veliaht Prens’in omuzları uyuşmuştu.
***
“Majesteleri!” diye haykırdı Âlim Cha. “Böyle alelacele gidip de ne yapmayı düşünüyorsunuz?!” Genç prens hocasının sözlerini duymak istemiyordu. Öfkeden iri elleri titriyor, gözleri kararıyordu. Yerin kulağını bile fark edemiyordu.
“Böyle oturup da ne yapacağım?!” diye kükredi. “Bu adamların tek istediği bu değil mi zaten?! Veliaht Prens sussun, otursun! Elime koluma ip bağlamış, kukla gibi oynatıyorlar beni diyorum size!”
Âlim Efendi korkmuyordu, lakin korkmuş gözükmesi gerektiğini biliyordu. Daha fazla ayakta duramıyormuş gibi oturdu. Alelade bir kul gibi, Prens’in önünde yere kapandı. “Dinleyin Majesteleri!” dedi. “Bu sizin sınavınız!”
Hocasının sözleri Prens Sanghyuk’u olduğu yere mıhladı. Az önce öfkeyle arkasını döndüğü adama doğru çevirdi başını ağır ağır. O an dışarıda bekleşen gölgeleri gördü, fısıldaşmaları duydu ve yerin kulağını hatırladı. Bu, onu sakinleştireceğine biraz daha öfkelendirdi, ayağının dibindeki masayı tekmeleyecek kadar.
“Ne saçmalıyorsun sen!”
“Cüretimi bağışlayın, lakin biliyorum Prens Hazretleri. Bu sadık kulunuz, Kral’ı tanıyor.” Karşısındakini heyecanlandırmak için bilerek tane tane konuşuyordu. “Başta düşündüğümüz gibi, dayınız Vekil Bey’e yahut anneniz Kraliçe Hazretleri’ne değil; bizzat size gönderilmiş bir sınav sorusu bu.”
“Doğru dürüst anlat!”
Cha Hakyeon başını yerden kaldırıp öğrencisinin titreyen ellerine baktı. “Kral Hazretleri size güvenip güvenemeyeceğini öğrenmek istiyor. Dayınıza destek verecek misiniz diye gözlüyor. Sonuçta siz… Veliaht Prens’siniz.”
‘Veliaht’ kelimesi, zamanı ve mekânı bıçak gibi kesmişti. Duyulan tek ses genç prensin gürültülü nefesleriydi. Âlim Efendi beceriksizce alt üst olan masayı toplamaya girişti.
“Yani ne yapmamı istiyor benden?” diye fısıldadı ona bakarken Prens Sanghyuk.
“Aciz kulunuz bu sorunun yanıtını nereden bilebilir ki?”
Güldü Prens. “Aciz mi?” Ağır ağır topladığı masaya hafif bir tekme daha vurdu. “Sen mi? Sen acizsin öyle mi?”
“Majesteleri…”
“Üç nesil yetiştirmiş olan Âlim Efendi mi bunu söyleyen? Neydi? İnsan her şeyi düşünebilir, lakin her şeyi dillendirmemelidir.”
“Bağışlayın…”
Uzun parmaklarıyla ihtiyarın yakasına yapıştırıp onu ayağa kaldırdı. “Sen öğrettin bunu bana. Şimdi gelmiş… Her düşündüğünü önümde utanmadan söylüyorsun öyle mi? Bu ne cüret?!”
“Bağışlayın Prens Hazretleri. Yalvarırım bağışlayın.” Cha Hakyeon’un gözleri yaşarmıştı. Ancak bunun boğazını sıkıştıran el yüzünden mi, yoksa korkudan mı olduğu anlaşılmıyordu.
Güçlü kollarıyla hocasını şöyle bir silkeleyip fırlatıverdi Prens. Adam hemen toparlanıp yeniden yere kapandı, af diliyordu.
Dışarıda korkuyla bekleşen gölgelere “bu aciz adamı” alıp götürmeleri emredildi. Döşemelere yumuşak elleriyle tutunmaya çalışan Âlim Cha, kapıdan çıkarıldığı an ayağa kalkıp dimdik yürüyerek Prens’in konutundan ayrıldı.
***
Taekwoon ipek yeleğini teslim almaya gideceği günün tamamını Vekil Efendi’nin evinin etrafında geçirmişti. Efendisi “bundan sonraki hareketlerinin çok önemli olduğunu” söylemişti. Lakin harekete geçmeye izni yoktu, yalnızca izleyebiliyordu.
Bu yüzden küçük hizmetçi kız eteklerine takılıp bulaşık suyunu mutfağın ortasına döktüğü için dayak yediğinde de izlemekle yetinmek zorunda kalmıştı. İçeri dalmamak için kendini zor tutmuştu, aklını o mutfağın bir köşesinde bırakıvermişti.
Bu aralar dikkati fazla dağılıyordu. Kendisi de farkındaydı. Siyah gözleri sık sık boşluğa dalıyor, elinin altındaki kılıcı böyle zamanlarda hissedemez oluyordu. Bu yüzden bazen… Korkuyordu. En çok da efendisinin sesini tanıyamadığı zamanlarda…
Bunların üstüne düştükçe daha kötü oluyordu. Düşünmeden yaşamalıydı. Bunca yıldır yaptığı gibi, kafasını yormadan hareket etmeliydi. Nasılsa o yalnızca bir emir kuluydu.
Çatlağın sorumlusu başkası olsa bile bütün yıkıntıyı üstüne alması gereken bir emir kulu…
Birden burnuna tatlı bir koku çarptı. Çiçek kokusuydu bu. Hatta… Şakayık mıydı ne? Çok kısa bir an için gözlerini kapattı ve ciğerlerini doldurdu. Hoşuna gitmişti. Sol kulağının arkasındaki derin sızıyı da hafifletmiş gibiydi.
Gözlerini açtığında kendisi de anlamadan başını eğmiş olduğunu fark etti. Perçemlerinin altından yanından geçen hanımefendinin kurdelesini gördü. Nedense kokunun o kurdeleden geldiğini düşündü. Vekil Efendi’nin kapısına doğru ilerlemekte olan hanımefendiye doğru istemsizce elini uzattı.
“Taekwoon!” Yerinde sıçradı. Efendisi olmasa da tanıdığı bir sesti bu da.
Âlim Jang Sangshin bir emir getirmiş olmalıydı. “Buyurun beyim,” diye cevap verdi usulca. Önünde ilerleyen hanımefendinin bu konuşmayı işitmeyeceğini umuyordu. Adımlarını hızlandırıp onu geçmeyi düşündü.
Lakin Küçük Hanım kapıdan girerken dönüp bakmıştı işte. Kendi yüzünü göstermişti ama hızlı yürüdüğü için delikanlının yüzünü göremedi. Taekwoon şaşırdı. Gözlerini kocaman açışını ve telaşla kafasını çevirişini tam önünde durduğu Âlim Efendi fark etti.
“Kimdi o?”
“Bilmiyorum, efendim. Vekil Efendi’nin kızının arkadaşlarından olmalı.”
Efendinin huzursuzlukla kasılışını görmezden gelmeye çalışıyordu. “Âlim Cha gidip yemek yemeni söyledi. Karanlık çökünce dönecekmişsin.”
“Burayı kim-”
“Başkasını ayarlamış. Ben de bilmiyorum.”
“Peki, beyim.”
Alim, başını eğmiş kendisinin gitmesini bekleyen kılıç ustasının kulağına doğru eğildi. “Sadece işimizi yapalım,” diye fısıldadı ve herhangi bir tepki vermesine izin vermeden arkasını dönüp uzaklaştı.
Taekwoon yemek yemeden önce bu rahatsızlık verici durumun etkisinden çıkabilmek için ipek yeleğini almaya gitti. Yeleği terzide denemek istememişti, yalnız başına heyecanını bastırmadan giymek istiyordu ilk önce. Bohçayı sımsıkı tutarak hızlı adımlarla hana yürüdü.
Önüne koyulan yemekleri büyük bir iştahla yerken hanın sahibi kadın onu hayret dolu bir tebessümle izledi. Bir kâse pilav daha isteyip istemediğini sorarken de başını okşadı ve kendini tutamadan sordu: “İyi bir şey mi oldu? Güzel bir haber mi aldın yoksa?”
Delikanlı ağzı dolu olmasına rağmen kocaman gülümsemekten alamadı kendini. “Yemek çok güzel olmuş,” dedi.
“Bol bol ye evladım.”
Efendisi Veliaht Prens’le tanışması konusunda o günden sonra başka bir şey söylememişti. Ama bizimkinin bunu kafasına taktığı yoktu. Doğru zaman gelince elbet buluşacaklarına inanıyordu. Bir güzel dayak yemeyi, hatta boynunu vurdurmayı bile göze alarak o ipek yeleği diktirmişti ya işte… Tanışmak zorundalardı artık. Başka çare yoktu.
Kendini Prens’e beğendirmeliydi. Sadık bir kul olduğunu kanıtlamalıydı. Hem böylece belki sarayda… Hayır, Âlim Cha’yı bırakmayı düşünemezdi. Sonuçta karnını doyuran oydu. Onu kurtaran da…
Bohçasını alıp hanın odalarından birine girdi. Büyük bir dikkatle hareket ediyordu. Kumaş yumuşacıktı. Daha önce hiç böyle bir şey dokunmamıştı tenine. Kalbi küt küt atarak kollarını geçirdi, yakasını düzeltti. Tam üstüne göre olmuştu, terzi işinin ehli olmalıydı.
Kendisini uzaktan görebilseydi, inanamazdı. Uzun ince vücudu, ışıltılı ve yumuşak siyah ipeğin içinde hem heybetli hem de bir kuş kadar zarif gözüküyordu. Saçlarını toplayıp, bir de o boncuklu başlıklardan taksaydı pazarda caka satarak dolaşan o genç efendilerden hiçbir farkı kalmazdı. Yaptığından biraz da utanarak alnını saran çaputu çözdü ve parmaklarını uzun saçlarından geçirip taradı. Sanki ani bir hareket yapsa yelek yırtılacakmış gibi davranıyordu. Ağır ağır topladı saçlarını, çaputla bağladı. Keşke bir aynası olsaydı şimdi… Belki de yelekten artan parayla bir tane almalıydı.
Kapıyı aralayıp dışarı baktı. O sarhoş adamı arıyordu. İtiraf edemese de birinden biraz iltifat duymak isterdi. Ne yazık ki, adam orada değildi.
Kafasını içeri sokup kapıyı kapattı ve efendiler gibi yayılarak oturdu yere. Sonra tekrar ayağa kalkıp onlar gibi ellerini arkasında birleştirdi, olmayan göbeğini çıkarmaya çalışarak birkaç adım attı. İşte, tıpkı bir Küçük Bey olmuştu.
Yeleğinin etekleri buruşmasın diye düzelttikten sonra uzandı. Yattığı yerden arka kapıyı açtı ve ağaçların arasından gözüken turuncu gökyüzünü izlemeye başladı.
Kendini tüy gibi hafif ama aynı zamanda çok güçlü hissediyordu. Şimdi uykuya dalsa bir daha uyanmak istemezdi.
Hayallerin içinde bir tavşan gibi zıplayarak geçirdiği zamanın çok fazla olduğunu gökte parlayan yıldızları fark edince anladı. Telaşla kılıcını kaptığı gibi dışarı fırladı. Hanın sahibi koşarak geçen delikanlıya fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıyordu.
Taekwoon yolu yarılayana kadar yeleğin hala üstünde olduğunu görememişti. Bir kez daha hata yapmıştı ve hatası ona bu önemli ayrıntıyı dahi unutturmuştu. Geri dönecek vakti yoktu. Oraya gidince bir hal çaresine bakardı.
Eve yaklaştıkça yavaşladı, dikkat çekmemeliydi. Nefesini kontrol altına almaya çalıştı. Lakin hızlı nefeslerinin arasına bir koku karışmıştı. Etrafına baktı, kimseleri göremedi. Hayal ediyor olamazdı.
Ayak sesleri duydu, hafif ama hızlı. Nefesini tutup iyice dinledi. Çok yakındaydı. Başını çevirip arkasına baktı. Ancak Küçük Hanım ondan daha hızlıydı. Taekwoon’un sırtına çarpmıştı. Gözlerinde yaşlar vardı.
Korkuyla başını eğdi. “Bağışlayın beyim,” dedi.
Delikanlı bir an için aklını kaçırdığını sandı. Kamelya kokuyordu. Hanımefendi yerinde duramıyordu. Sürekli arkasına bakıyor, bir yandan da siyah yelekli efendiyi geçmeye çalışıyordu.
Ayak sesleri duyuluyordu. Bir sürü insan, muhtemelen bir sürü erkek… Bu tarafa geliyorlardı.
Taekwoon emri hatırladı. Yalnızca izle, hiçbir şey yapma.
Lakin artık kendini tutabileceğini zannetmiyordu. Küçük Hanım’ın koluna dokunup onu karanlık bir sokağa çekme cüretinde bulundu. Bir kolunu ona siper ederek evlerin arasında koşan kalabalık grubu izledi. Hepsi gittikten sonra da biraz beklediler.
Tamamen sessizlik çökünce Küçük Hanım dizlerinin üstüne çöküp içli içli ağlamaya başladı. “Teşekkür ederim beyim,” diyordu. “Hayatımı kurtardınız.”
Kılıç ustası, efendilerden olmadığını söyleyemedi.


mavinot: Yorum yapmak için giriş yapmanıza gerek yok. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Eleştiriye ve cesarete ihtiyacım var! Teşekkür ederim ^^