Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Vekil Efendi’nin ulağı, Âlim Cha’yla birlikte ulaşmıştı
Prens Hazretleri’nin konutuna. Tuhaf bir sessizlikten sonra “İkisini de buyur
edin,” emri geldi.
Ulak yerlere kadar eğilerek selam verirken, Âlim Efendi
odanın bir köşesinde başını eğip bekledi. Dayısı, Prens’i o akşamki ziyafete
çağırıyordu. Basit bir ziyafet değildi bu: Hem Joseon’un, hem kendisinin, eh
haliyle bir de dayısının geleceği için oldukça önemliydi. Eğer Prens Hazretleri
onu teşrifiyle onurlandırırsa kudretini kanıtlamış olacak, Ming’le ilişkilerini
daha şimdiden sıkı tutacaktı. Vekil Efendi söz veriyordu, Veliaht Prens’i
temsile yaraşır bir ziyafet hazırlamıştı. Her şey eksiksizdi.
Prens Sanghyuk göz ucuyla hocasının hiçbir şey belli
etmeyen yüz ifadesine bakarken ulağın uzattığı kâğıdı aldı ve gidebileceğini
söyledi.
“Ne var?” Âlim Cha yere bakmaya devam ederek
Majestelerinin önüne geldi ve selam verdi.
“Özürlerimi iletmeye gelmiştim, Prens Hazretleri.”
“Hatalı olduğunuzu kabul etmek zor bir iş olmalı. Koskoca
Âlim Cha Hakyeon, hata yapacağınıza kim inanır?”
“Bağışlayın Majesteleri. Lakin o gece gözlerinizi görür
görmez anlamıştım hatamı. Yalnızca size kendimi nasıl affettireceğimi bulmak
biraz vaktimi aldı. Affınıza sığınıyorum.”
Arkalığa sırtını yaslayan Prens yüzünde yarım bir
gülümsemeyle yeri işaret etti. “Oturun da anlatın hadi.”
Hocası sakince bağdaş kurdu. “Aciz kulunuz sınavınızın
yanıtlarını bulurken size yardım etmek ister. Bugün dayınızın verdiği ziyafet…”
“Bilerek mi gelmiştiniz?”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Boşuna gelmişsiniz. Gitmeye niyetim yoktu zaten.”
“Hayır, efendim. Size gitmeniz gerektiğini söylemeye
gelmiştim.”
Prens Sanghyuk deminden beri oluşturmaya çalıştığı gergin
havayı bir kenara attı. Omuzlarını düşürdü ve önündeki masaya dirseklerini
dayayıp bir çocuk edasıyla dinlemeye başladı. Karşısında rahat davranabildiği
tek insana numaraları sökmüyordu.
“Bu da nereden çıktı şimdi hocam?”
Âlim Efendi gülümsedi. Böyle daha iyiydi. “Kral
Hazretleri size dayınızın davetlerine icabet etmeyin demedi.”
“Oraya gidip gülüp eğleneyim mi yani?”
“Siz Vekil Efendi’nin kozlarını bilmiyorsunuz, amaca
giden yola hangi taşları döşeyecek daha görmediniz. Bu yüzden teftişe
gitmelisiniz. Dayınızın yanında değil ensesinde olduğunuzu hissettirmelisiniz.
Onunla bağları koparmak, bu kulunuza göre akıl karı değildir. Kendi çıkarını
gözeten biri olsa bile, günü gelince ona da ihtiyacınız olabilir.” Prens
parmaklarıyla şakaklarını ovuştururken gözlerini kapattı. “Benim işim size ne
yapacağınızı söylemek değil, tavsiye vermektir. Gidip kendi gözlerinizle neyle
karşı karşıya olduğunuzu görmek sizin yararınıza olacaktır Majesteleri.”
“Siz bir şeyler biliyorsunuz, haksız mıyım?”
“Çok söyleyen çok yanılır, Prens Hazretleri. Emin olmadan
konuşmak ne kadar doğrudur?”
“Emin olmadığınız şeyler olmasa koşa koşa yanıma
gelmezdiniz, Âlim Efendi.”
“Akıllı öğrenciler yetiştirmekle hata mı ettim ne? Pek
çabuk yakaladınız.” Gülüştüler. Âlim Cha başını kaldırıp öğrencisinin gözlerine
baktı. Yumuşacık ve aynı zamanda kararlı bakışları vardı. Onu böyle görmeyi çok
severdi. “O vakit ipin ucunu vereyim sizin ellerinize. Geri kalan hiçbir şeyden
emin değilim, lakin bu sabah Vekil Efendi’nin evine çuval çuval erzakla
birlikte sandık sandık altın ve gümüşün girdiğini de gördüm. Kanımca gelen
misafirin bir tek karnı aç olmayacak.”
Prens parmağını şıklattı ve hızlıca ayağa kalktı.
“Kâhya! Hazırlık yapın! Akşama Vekil Efendi’nin evine
misafiriz!”
***
Plan belliydi. Veliaht Prens hediyeleri ve arkadaşlarıyla
gidecekti. Yanlarına muhafız değil de güçlü kuvvetli birkaç hizmetkâr
alacaklardı. Üç genç de kılıç dövüşünde oldukça başarılıydı, lakin yanına silah
alacak tek kişi Efendi Lee olacaktı çünkü en az bir kılıç ustası kadar
yetenekli olan tek kişi oydu. Elbette silahını uluorta taşımayacaktı.
Eğlence sırasında, dışarıda ve içeride Âlim Efendi’nin
güvenlik amaçlı konuşlandırdığı muhafızlar da olacaktı. Böylece üç arkadaş
birbirinden ayrılmaktan korkmadan evin içinde rahatça gezinebilirdi. Gerçi
Veliaht Prens dikkat çekmemek için yerinden kalkmayacaktı. Bütün gözlerin onun
üstünde olacağı aşikârdı.
Âlim Cha, Vekil Efendi’nin evine kendi hizmetkârlarını da
bir şekilde sokmuş bulunduğunu söylemedi Prens’e. Her ne kadar ona yardım etmek
istese de henüz oyun oynamakta ne denli kabiliyetli olduğunu bilmiyordu.
Saraydan çıkınca mektebe gidip görevi olanları
tertipledi, sonra kendisini kapıda bekleyeni peşine takıp neşeli adımlarla hana
indi. Yeninde yaverine vereceği hediye vardı.
Gökyüzündeki kızıl çizgiler birazdan çökecek olan
karanlığın habercisiydi. Lakin Âlim Efendi güneş doğmak üzereymiş gibi
hissediyordu.
Hancı kadın onları güler yüzle karşılayıp Taekwoon’un iç
odada dinlendiğini söyledi. Cha Hakyeon, yanındakine bahçede kalmasını işaret
edip hızla odaya girdi. Delikanlı karnının üstüne boncuklu bir başlık koymuş,
elleri başının altında, sırtüstü uzanmış uyuyordu.
Efendisi bağdaş kurup oturdu ve nice zamandır tanıdığı bu
güzel yüzlü çocuğu daha önce pek incelemediğini fark ederek incelemeye başladı.
Dümdüz inen bir burnu, etli dudakları, dik elmacık kemikleri vardı. Bir de
tıpkı bir kedi gibi bakan güzel gözleri… Teni de yüzlerine her gün bir sürü şey
süren ve güneşten saklanmak için geniş başlıklarından uzun peçeler sallandıran
hanımefendilerinki gibi süt beyazıydı. Sanki öz oğlunun güzelliğine bakıyormuş
gibi içi sıcacık oldu.
Biraz kulağına doğru eğilerek “Taekwoon,” dedi usulca.
Normalde daha şu kapının önünde durunca sesini duyup kalkan bu genç adam şimdi
ona seslendiğinde bile hemen uyanamamıştı. Ağır ağır gözlerini aralayıp şaşkın
bir şekilde tavana baktı. Gereğinden fazla uyuduğu için uyuşmuş gözüküyordu.
Efendisini fark etmesi birkaç saniye aldı.
“Beyim,” derken çevik bir hareketle kalkıp diz çöktü.
İçinden kucağındaki şapkayı karşısındakine fark ettirmeden bir köşeye fırlatmak
geliyordu, lakin kıyamadı. Özenerek boncuklarını içine topladı ve yüklüğün
üstüne bıraktı.
“Nereden çıktı o?”
Delikanlı derin bir nefes aldı, göz ucuyla efendisinin
yüz ifadesini kontrol etti. “Yolda buldum,” dedi önce ve anında pişman oldu.
“Hayır, beyim. Pazardan aldım.”
“İyi yapmışsın, bir gün giy de ben de göreyim.” Dalga
geçmiyordu. Bugüne kadar hemen her kelimesinde olduğu kadar bu sözlerinde de
samimiydi. Taekwoon azarlanmayı beklemiyordu, tek beklediği ufacık bir “Neden?”
sorusuydu. Lakin o bile gelmemişti. Sadece bir onaylama duymuştu kulakları. Tam
da ihtiyacı olan şey…
Küçük bir çocuk gibi sağ gözünü ovuşturdu. Aniden gelen
rahatlama beden diline de yansımıştı. “Peki,” diye mırıldandı.
“Şimdi vaktimiz yok. Akşam Vekil Efendi’nin evinde
verilen ziyafette bulunmanı istiyorum.”
“Emriniz başım üstüne beyim.”
“Ziyafette koruman gereken insanlar var. Gerekirse
kılıcını çekmekten korkma, yine de mümkün olduğunda insanları yaralamaktan
sakın. Bir şey olacağını zannetmesem de tedbiri elden bırakmamak lazım.”
Delikanlı başıyla onayladı. “Bu gece yalnız olmayacaksın. Hatta bu geceden
sonra pek yalnız olmayacaksın desem daha doğru. Sana daha önce kılıç kardeşi
olmakla ilgili öğrettiklerimi hatırlıyor musun?”
“İkiz kılıç gibi olmak demektir. Ayrı bedende olsalar da
asla ayrı hareket etmezler, biri ölürse diğeri sağ kalmaz. Birinden kan akarsa,
diğerinden de akar. Öz kardeş olmaktan daha mühimdir.”
“Aferin sana, iyi bir öğrencisin.” Taekwoon gülümsedi.
“Bugün seninle tanıştırmak istediğim birini getirdim yanımda. Hadi gel.”
Birlikte hanın bahçesine çıktılar. Uzun boylu, geniş
omuzlu, mavi giyinmiş bir adam arkasını dönmüş, sokakta koşuşturan çocukları
izliyordu. Delikanlı yeni bir efendiyle tanışacağını düşünerek başı eğik
yaklaştı ona. Âlim Cha “Birbirinize selam verin,” dedi. Adam onlara döndü. Başı
eğik olduğundan, Taekwoon önce parmaklarındaki yüzükleri gördü. Sol elinde iki,
sağ elinde bir yüzük vardı. Çok tanıdıktı.
“İsmim Taekwoon beyim, emrinizdeyim,” derken başını
kaldırdı. Ezbere bildiği yüz hatlarını görünce şaşkına döndü. Daha yeni
uyandığı için mi yoksa bu kadar şaşırdığı için mi başı dönüyordu, anlayamadı.
Efendisine baktı. Sarhoş adam efendi miydi yani? Taekwoon onu mu koruyacaktı?
Korkmuştu, çünkü şu handaki tek arkadaşı o olmuştu hep ve sarhoş halleriyle
alay ettiği de çoktu. Hem arkadaşını kaybedip hem de sürekli diken üstünde
olmak istemiyordu.
Âlim Efendi ve şu an hiç de sarhoş olmayan sarhoş adam
gülüştüler. Cha Hakyeon yumuşak elini kaldırıp yanındakinin omzuna koydu. “Bey
değil, kılıç kardeşim diyecektin herhalde. Daha doğrusu kılıç abim.”
Delikanlı hiçbir şey anlamamıştı. Kendini bir aptal gibi
hissediyor, bu yüzden öfkelenmeye başlıyordu. Diğeri bunu fark edince konuşmaya
dâhil oldu. “Memnun oldum Taekwoon,” dedi. “Ben Jaehwan. Tanıyorduk
birbirimizi, lakin tanışma fırsatımız olmadı. Bundan böyle birlikteyiz, kılıç
sallarken gülüp eğlenirken de.”
Kendisi tek bir kelime edemeden Âlim Cha gitmesi
gerektiğini söyledi. “Bir saate Vekil Efendi’nin evinde olun. Jaehwan sen planı
bizim oğlana anlatırsın. Hadi bakalım kaynaşın biraz.”
“Peki beyim.”
Arkasını dönmüş, küçük bir kuş gibi ilerlemeye başlamıştı
ki hemen geri döndü. “Ah Taekwoon… Sana şeyi vermeyi unuttum.” Elini yenine
soktu ve biraz karıştırdı. Aradığı her neyse, bulmakta zorlanmıştı. “İşte
burada. Al bakalım.” Küçük, kırmızı bir norige tutuyordu elinde. Delikanlı
yanına gidip almak için uzandı. “Bu norigeyi üstünden hiç çıkarma,” diye uyardı
efendisi. “Ne giyersen giy, bunu da takmalısın. Artık sen de birliğimizin bir
üyesi oldun.”
“Beyim…” Sesinde ufak bir dalgalanma oldu. Titremiş miydi
yoksa? “Teşekkür ederim. Yüzünüzü kara çıkartmayacağım. Minnettarım, beyim.”
Âlim Efendi yaverinin eğilip duran başını şöyle bir
sevdi. “Yarın gelirim. Dikkatli olun.”
Birkaç dakika sonra iki delikanlı sundurmada yan yana
oturmuş ne diyeceklerini bilmeden hancı kadının kazanlar ve içkiler arasında
koşuşturmasına bakıyorlardı. Hanın birkaç saat önce bir olan müşterisi şimdi
bin olmuştu. Gürültü başlıyordu. Şu kadına bir yardımcı lazımdı.
“Abi mi?” dedi Taekwoon birdenbire. “Oysa ben sana hep
amca demiştim.”
“Öyle mi?” diye güldü Jaehwan. “Bir kere amca deyişini
hayal meyal hatırlıyorum. Sarhoşken kafam pek yerinde olmuyor, yaşlı da
gözüküyor olabilirim.”
“O kadar içkiyi nasıl kaldırıyorsun? Ben seni hiç ayık
görmedim.”
“Ayıkken mektepte olurum ya da görevde.”
“Abi mi diyeceğim sana şimdi?”
“Niye, beğenmedin mi?”
“Ondan değil. Tuhaf sadece.” Aynı anda iç çektiler. “Ama…
Sahiden hatırlamıyor musun sarhoşken olanları?”
“Evet.”
“Hiç mi?”
“Hiç.”
“Çok şükür.”
“Neden? Hatırlamamam gereken bir şey mi var?”
Taekwoon odasındaki sandığa sakladığı resmi düşünerek
“Hayır,” dedi. “Ne olabilir ki?”
“İyi o zaman.”
“O değil de bu akşam kimden sorumluyuz, abi?” Bu
kelimenin getirdiği ağırlık havaya çöktü. Gerçekten tuhaftı. Bugüne kadar pek
kimseye böyle seslenmemişti.
Jaehwan yüzünde şirin bir gülümsemeyle yanındakine baktı.
“Veliaht Prens,” diye fısıldadı. “Ve dostları.”
***
Efendi Lee en fiyakalı esvabını çekmiş, kılıcını sırtına
asmış, kasılarak girdi Prens’in konutuna. Âlim Kim çoktan gelmişti. Hongbin
içeri girer girmez, Prens Sanghyuk’un oldukça heyecanlı olduğunu ancak
Wonsik’in etrafından habersiz ve oldukça dalgın olduğunu fark etti. Prens
duygularına kapılıp gittiği için mi fark edememişti, yoksa görmezden mi
geliyordu emin olamadı. Kurcalamanın zamanı olmadığına karar verip şimdilik bir
şey sormaktan vazgeçti.
Planın üstünden bir kez daha geçip iki hizmetkârla
birlikte yola çıktılar. Ziyafet kalabalıktı ve üç arkadaşın sevmediği pek çok
insan vardı. Vekiller, saray görevlileri, tercümanlar, tüccarlar… Bu insanların
en aşina olduğu genç Veliaht Prens’ti elbette, lakin onlara en aşina olan işi
dolayısıyla sık sık aralarına karışmak durumunda kalmış olan Efendi Lee’ydi.
Âlim Kim de babasının saraydaki işinden dolayı orada bulunan pek çok adamı
tanıyordu. Bir de gisaengler dolaşıyordu ortalıkta. Onları kimse tanımıyordu,
tanımak da istemiyorlardı. Tek istedikleri kalabalık ve gürültü arasında bir
tanesini kapıp eteğinin altına girmekti.
Prens Sanghyuk büyük bir coşkuyla karşılandı. Başköşeye
oturtuldu. Arkadaşlarından işte o zaman ayrıldı, diğer gençler normal
misafirlerin arasına sıkışmak zorunda kalmıştı. Ne de olsa davet edildikleri
söylenemezdi…
Vekil Efendi aslında asık suratlı Ming elçisi ve onun
yanında bebek gibi gözüken Veliaht Prens’in muhabbet etmesi için sürekli bir
çaba gösteriyordu. Yakında sarayın sahibi, ülkenin kralı olacak kişinin dayısı
olmakla hava atıyormuş gibi bir hali de vardı. Çabası pek meyve vermedi, lakin
neşesini hiçbir şey eksiltemedi. Eğer Kim Wonsik kafasını o ana verebilseydi,
bu neşeyi gerginliğini örtmek için kullandığını söylerdi.
Lakin o, orada değildi. Önündeki mezeleri tane tane yiyor
ve uzun uzun çiğniyordu. İçkisini de azar azar içiyordu. Kafasını fazla
çevirmeden, daha çok gözlerini kullanarak bahçesinde oturdukları büyük evin
giriş çıkışlarını öğrenmeye çalışıyordu. Bir de düşünüyordu, yüzünü karartacak
kadar derin…
Gece ilerledikçe misafirler oraya buraya dağılmaya
başladılar. Birkaç sarhoş adam masaların ortasında gisaenglerle dans ederken,
onlardan biraz daha ayık olanları başka gisaengleri alıp bahçenin dip
köşelerine ya da odalardan birine götürmeye çalışıyordu. Henüz çakırkeyif
olanlar sohbet ediyorlardı. Efendi Lee onlardan biriydi. Tüccarlar ve saray
görevlilerinin tam ortasına oturmuştu. İki tarafın konuşmalarına da ayak
uyduruyor, onlardan biri gibi gözükebiliyordu. Zaten o gece bunu yapabilen tek
kişiydi.
Prens Sanghyuk çok içiyormuş gibi görünmesine rağmen az
içmiş, ama bolca yemek yemişti. Etrafında olup biteni iyi gözlemlemiş ve
arkadaşlarıyla sık sık göz teması kurup küçük işaret alışverişleri yapmıştı.
Onun rolü yalnızca oturmaktı, lakin çok daha fazlasını yapmak için yanıp
tutuşuyordu.
Bir ara kafasını çevirip baktığında Wonsik’i yerinde
bulamadı. O sırada Hongbin de buna şaşırmış durumdaydı. Birbirlerine bakıp omuz
silktiler.
Misafirlerden bazıları gitti, çok az bir kısmı. Etraf
hala oldukça kalabalık gözüküyordu. Vekil Efendi, Prens iştahla bir çorbayı
başına dikerken elçiye doğru eğilip kulağına bir şey fısıldadı. Efendi Lee
başıyla onları işaret edince çorba kâsesini ağır ağır bırakıp ellerini karnının
üstüne koydu Veliaht Prens. Demek zamanı gelmişti.
“Biraz vaktinizi almak isterim,” dedi asık suratlı adama.
“Bahçede biraz yürüyüş yapmaya ne dersiniz?”
Hem dayısı, hem de elçi oldukça şaşırdılar. Yürüyüş için
ayaklandıklarında Vekil Efendi de onlara katılmak istedi. Lakin Prens Sanghyuk
gelmemesi gerektiğini hiç dolandırmadan açık açık söyledi. Ming elçisi
sinirlenmişti, yine de sesini çıkartmadı. Hongbin de Wonsik’in nerede olduğunu
merak ederek onları uzaktan takip etmek üzere ve yanındakilere helaya uğraması
gerektiğini söyleyerek kalktı.
Aslında Âlim Kim evin içine girişinin bu kadar ani
olmasını planlamamıştı. Daha çok göstere göstere, arkadaşlarına haber vererek
yapmak istemişti. Ancak korkmuştu. Birden kalkmazsa, asla kalkamayacağını
hissetmişti. Sofradan yürüyüp en uzak kapıdan içeri nasıl girdiğini kendisi de
pek hatırlamıyordu bu yüzden.
Evin içi karanlıktı. Bir tek mutfaktan sesler geliyordu.
Ne yapması gerektiğini tam olarak bilmiyordu, kendisine söylenen odayı bulup
hemen dalmalı mıydı, yoksa biraz daha araştırıp beklenenden daha fazla şey
bulmak için mi uğraşmalıydı? Ürkek adımları bu sorunun cevabıydı. Üç kapı sayıp
soldaki dördüncü odanın kapısının önünde durdu.
Nefeslerinin çok gürültülü olduğunu fark edip ciğerlerini
havayla doldurdu ve tuttu. Parmaklarını kâğıt kapıları aralamak için uzattı.
Birden çok yakından gelen bir kadın sesi duydu. Yüksek sesle kitap okuyordu.
Hayır, şiirdi bu. Hüzünlü kelimelerle bezenmiş, uzun mısraları olan bir güz
şiiriydi. Lakin okuyan kadının sesi öfke doluydu. Sanki dili bir kılıçtı da
gözleri kararmış halde dinleyene doğru savurup duruyordu.
Wonsik odaya girip dağıtmadan etrafı aramaya başladı. Her
yere baktı; masalara, çekmecelere, pencere kenarlarına, yüklüğün içine, hatta
masaların altına elini sokup orayı bile kontrol etti. Yoktu. Telaş ve hüsran
içinde ayağa kalkıp kendi çevresinde döndü. Belki de bu kadar derin aramamalıydı.
Birden ayağının altındaki döşemenin gıcırdadığını fark etti. Tabii ya…
Eğildi ve yelpazesinin içine sakladığı bıçaklardan birini
çıkarıp döşemenin ucunu kaldırdı. Koyu kahverengi kapaklı bir defter orada
duruyordu. Kalbi üç kat daha hızlı çarpıyordu şimdi. Defteri alıp beceriksizce
yeleğinin içine sokuşturdu, bıçağı da yelpazeye yeniden sıkıştırdı. Kadının
sesinin kesildiğini fark etmemişti. O kadar heyecanlıydı ki döşemeyi hızlıca
yerine oturtmak gibi bir hata yaptı.
Doğrulurken kapının önünde ince bir siluet gördü. Bir
kadın… Evin hanımı olmadığı belliydi. Dimdik duruşundan ve kabarık eteğinden
Vekil Efendi’nin kızı olduğunu düşündü. Işık nereden geliyordu? Kendisinin
gölgesi de dışarıdan gözüküyor muydu?
Arkasına baktı. Bahçeye açılan bir kapı vardı. Şimdi
kaçmak mantıklı mıydı? Belki de hanımefendi gidene kadar beklemeliydi,
kendisini görüp görmediğini bilmiyordu sonuçta. Evet, öyle yapmalıydı.
Nefesini tuttu ve kıpırdamadan durdu. Lakin siluet de
aynı şekilde bekliyordu. Âlim Kim’in kulaklarında bir uğultu başladı. Ön
kapıdan çıkıp onu şaşırtsa daha mı kolay olurdu?
“Kim var orada?” Delikanlı hareketsizlik kararını elinde
olmadan bozup yerinde sıçradı. “Çıkın dışarı! Kim var orada?” Anlaşılan odadaki
yabancı, okuduğu şiirden daha çok öfkelendirmişti Küçük Hanım’ı. Kapıya doğru
uzandı.
Artık düşünecek vakti kalmayan Wonsik arka kapıyı açıp
dışarı atlayıverdi. Arkasından içeri giren hanımefendi “Yakalayın! Hırsız var!”
diye çığlık çığlığa bağırıyordu.
Âlim Kim bahçe duvarlarının yakınında koşup alçak bir
noktadan diğer tarafa atlamayı düşünürken, kadının çığlıklarını misafirlerden
kimsenin duymayacağını umut ediyordu.
Arkasında ayak sesleri ve “Dur!” emirleri çok geçmeden
duyulmaya başlandı. Onlar daha fazla yaklaşmadan duvara tırmandı. Tam atlarken
birinin ayağına dokunduğunu hissetti. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı ya
da böyle bir durumun ortasında kalmamıştı. O hep sakin bir çocuk ve aklı
başında bir genç adam olmuştu. Gözleri doldu ve görüşü bulanıklaştı. Kendini
nasıl açıklayacaktı dostlarına? Keşke her şeyi gelmeden anlatsaydı.
Karşısına çıkan ilk köşeden döndü. Böylesine titreyen
bacaklarla koşmak çok zordu. Zaten zar zor görüyordu.
Sonra birinin toprakta kayarak biraz ilerisinde durduğunu
gördü. Yüzünü görmesin diye başını eğdi. Arkaya dönemezdi, dönerse yakalanırdı.
Hasmı kılıcını çekti. Boğazına takılan yumruyu yutmaya
çalıştı. Anlaşılan bir hırsız olarak ölmesi gerekecekti. Yine de son ana kadar emaneti
vermemeliydi. İçindeki bıçaklardan birini alıp yelpazesini yeleğinin içindeki
deftere bastırdı. Öne doğru atılıp şansını deneyecekti. Tam o anda yan evin
çatısından bir gölgenin atladığını gördü. Bu gölge ikisinin arasına bir kuş
kadar zarif ve bir kaplan kadar sağlam bir biçimde konuverdi. Kılıcını çekti.
“Başınızı eğin beyim,” dedi tanıdık bir ses. “Ve arkamdan
ayrılmayın.”
mavinot: Bayram sebebiyle gereğinden fazla gecikmiş yeni bölümü beğenmiş olmanızı umuyorum!!! Lütfen yorum bırakın, yorum bırakmak için giriş yapmanıza gerek yok. Yorumlara gerçekten ihtiyacım var. Teşekkür ederim! Eleştirilerinizi bekliyorum~