Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
“O adamlar kimdi?” diye sordu odasında provasını yaptığı
gibi ellerini arkasında birleştirerek. Hanımefendi hızla gözyaşlarını sildi,
eteklerini silkeleyip ayağa kalktı. Niyeti selam verip bir kez daha teşekkür
ederek çekip gitmekti. Lakin gözleri, kendisi için açıkça endişelenen efendinin
siyah gözlerine saplanıverdi.
Telaşlandı. Gece vakti, bir hanımın sokakta olması
yetmiyormuş gibi bir de adamlardan kaçıyordu. Kendisini kurtaran efendiye de
gözlerini dikip bakma cesaretinde bulunuyordu. Utanması yoktu. Böyle giderse
kellesi de olmayacaktı.
Bu tuhaf sessizlik hiç yaşanmamış gibi başını çabucak
eğdi. Teşekkür edeceğine özür diledi. Arkasını dönmeden önce başını kaldırınca
yeniden göz göze geldiler. Kalbi çok hızlı çarpıyordu.
“Durun!” dedi Taekwoon arkasından. “Hiç olmazsa isminizi
bağışlayın bana.” Bu sözler üzerine zaten zar zor yürüyen kızcağız tökezledi.
Delikanlı ona doğru istemsiz bir adım attı. Küçük Hanım’ın karanlıkta parlayan
gözleri onu durdurdu.
“Doyeon. İsmim Doyeon, beyim.”
Taekwoon’un aklında hanımefendinin ismi yankılanırken,
gözlerinin görebildiği tek şey gecenin içinde uzaklaşan kırmızı kurdeleydi.
***
Efendi Lee’nin konağında büyük bir telaş vardı. Gecenin
bir yarısı uyuklayan hizmetkârlara aniden emirler yağmıştı. Mutfakta tarifleri
Efendi Lee’nin büyükannesi tarafından bizzat yazılmış olan yemekler özenle
pişiriliyor, bahçede lambalar bir tanesi bile atlanmadan yakılıyordu.
Gelen bu önemli misafir için açık havada bir sofra
kuruluyordu. O konakta, gökte yıldızlar parlarken dışarıda bir sofra
kurulmayalı yıllar olmuş olmalıydı. Efendi Lee, küçük bir çocukken büyükbabasını
ziyarete geldiği günlerde böyle şeyler olurdu ancak. Bunları hatırlayan birkaç
hizmetkârdan başka kimse kalmamıştı artık.
Lee Hongbin’in geniş ailesi ülkenin dört bir yanına
dağılmıştı. Büyükler karı koca baş başa kalmış, sessiz sakin ve aslında epey hüzünlü
bir hayat sürmüşlerdi. Küçük Bey ticaretten başka bir şeyden bahsetmeyen
ailesinden sıkılıp sık sık onların yanına gelirdi. Bu ziyaretlerinde fazlasıyla
şımartılırdı. Son ziyaretinde büyükbabasının tapınağa yerleştiğini,
büyükannesininse hasta olduğu için konakta kaldığını öğrenmişti.
Ailesine ziyaretinin uzayacağını bildiren bir mektup
gönderdikten sonra büyükbabasını geri getirmek için çok uğramış, bir yandan da
hasta büyükannesine bakmıştı. Lakin tüm uğraşları nafileydi. Büyükannesi de
iyileşir iyileşmez kocasının peşinden tapınağa çıkmıştı.
Tüm bunlar olurken henüz çocuk sayılabilecek bir
yaştaydı. Yine de en güzel günlerini geçirdiği bu evi bırakıp gitmek içine
sinmemişti. Babası, ticaretin Hanyang kolunu yürütmesi ve evden göndereceği iki
kâhyayı kabul etmesi şartıyla ona karşı çıkmamıştı. Genç yaşında hem bir
konağın beyi olmuş, hem de başkentin hatırı sayılır tüccarları arasına
girmişti.
Kraliçe Hazretleri ve kendi annesi çocukluk dostu
sayıldıklarından daha veliaht prens olacağı bile belli olmadan önce tanışmıştı
Prens Sanghyuk’la. Kılıç dövüşünü birlikte öğrenmiş, çayırlarda birlikte at
koşturmuş, birlikte ava çıkmışlardı.
O gece misafirin haberi konağa ulaştığında ay ışığının
altında oturmuş bunları düşünüyordu işte. Annesinin dostunun sarayın bir
köşesinde günden güne eriyişini görmüştü. Aynısı kendi dostuna da olacak diye
endişeleniyordu.
Kapıdan girip kendisine yorgun gözlerle bakınca yüreği
bir kuş gibi çırpınmıştı. Birbirlerini asırlardır görmüyorlarmış gibi sıkıca
kucaklaştılar.
Âlim Kim, bir gölge gelip kapısına not bıraktığında
içlikleriyle oturmuş bir şeyler karalıyordu. Fırçasının sapını çıkarıp ucundaki
bıçağı ileri doğru tutarak dışarı çıkmış, kimseyi görememişti. Gerçi bu şekilde
not bırakan yalnızca bir insan yaşıyordu bu ülkede, lakin kız kardeşinin
peşindeki sapıkların kapılarına dayanması ihtimaline karşı her zaman tetikte
olma ihtiyacı hissediyordu.
Hemen hazırlanıp yola koyuldu. Dostunun hediye ettiği
yelpazeyi de almayı ihmal etmemişti.
Kaç hediye kabul etmişti böyle? Kaç kitap, kaç yelek, kaç
pantolon, başlık, fırça, mürekkep takımı… Saymamıştı hiç, sayamazdı da zaten.
Bazen hep aldığını, lakin hiç veremediğini düşünürdü. Bunu sık sık dile
getirdiği de olurdu. Prens Hazretleriyse şöyle söylerdi: “Sen bana bambaşka bir
hayat verdin.”
Hongbin’le birlikte saraydan kaçarken görmüştü onları ilk
kez, daha doğrusu kaçmaya çalışırken. İkisi de fazla heyecanlı oldukları için
kılık değiştirmeyi unutmuşlardı. O gün Kim Wonsik sarayda çalışan babasının
yanındaydı ve elbette bu iki şımarık çocuğa yardım etmekten zevk duymuştu.
Veliaht Prens o gün ilk kez pazara inip soylu çocuklar
yerine, normal çocuklarla tozun toprağın arasında oynamıştı. Karnı acıktığında
koşa koşa Wonsik’in evine gidip annesinin yaptığı yemekleri yemişler, abisinin
kıskanç bakışlarına aldırmadan kız kardeşiyle çene çalmışlardı. Küçük Prens bu
kadar eğlendiği bir gün hatırlamıyordu, ama onu unutulmaz kılan yalnızca bu
değildi.
Yakalanmadan evvel gitmek için ayaklandıklarında annesi
onları tutmuş, üstlerini başlarını güzelce temizlemişti. Bir de “Canınız
sıkılınca yine gelin, yavrum,” demişti.
Kendi annesi her zaman işle meşgul olan Hongbin de bunu
unutamamıştı, lakin en çok etkilenen Kraliçe Hazretlerinin kendisine yavrum
deyişini hiç duymamış olan Prens Sanghyuk’tu. İşte ondan sonra her zaman
kucağında hediyelerle girmişti kapıdan ve hep gülümsemişti o evdeyken.
Muhtemelen bugün Efendi Lee’nin evinde toplanmak istemesi
de pek gülümsenecek hususlarda konuşmayacakları içindi. Zaten Âlim Kim’in de
onlara anlatacakları vardı. İyi olmuştu, ancak içindeki endişeyi silebilmek
için karşılarına oturup birkaç kadeh içmesi gerektiğini biliyordu.
Kapıya kendisini hemen içeri alması için bir hizmetkâr
dikmişlerdi. Onun peşinden girip bütün lambaları yanan bahçeyi geçti. Sofrada oturmuş
onu bekleyen dostlarını görünce yüzüne kederli bir gülümseme kondu.
***
Mektep dışardan boş ve karanlık gözüküyordu. Biraz
derinlerine inildiğindeyse iç odadan gelen fısıldaşmalar duyuluyor, odanın tam
ortasına konmuş mumun ince alevi kapının ardından belli belirsiz seçiliyordu.
İçerisi kalabalık olmalıydı.
Masalardan birine vuran Âlim Cha konuşmaları bıçak gibi
kesti. Herkes duruşunu dikleştirip ona baktı, kendisiyse muma bakıyordu.
Kararlı yüz çizgileri, gözlerinde parlayan ışıkla birlikte biraz ürkütücü bir
hal alsa da odadaki kimse korkmuş gözükmüyordu. İfadelerini gizlemeyi
hocalarından öğrenmişlerdi.
“Vekil Efendi’nin evine giren çıkan var mı?” diye sordu
önce.
Jang Sangshin hafifçe eğilerek söze girdi: “Bugün genç
bir hanım geldi. Lakin alelade birine benziyordu.”
Âlim Efendi ağır ağır kafasını salladı. “Evin dışında da
olağanüstü bir durum gözükmüyor.” Yeni bir şey olmadan buraya çağırılmış
olmaları herkesi şaşırtmıştı. Fısıltılar yeniden başladı. Hocanın çehresinin
usulca çatılmaya başladığını kimse fark etmiyordu.
Birden küçük bir çakı odanın ortasından uçtu, mumun
alevini söndürdü ve kâğıt kapıya saplanıverdi. Birkaç kişi yerinde sıçradı,
kimisi nefesini tuttu. Oda tamamen karanlığa gömüldü, kimse birbirini
seçemiyordu.
“Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diye
fısıldadı Âlim Efendi. Genç, yaşlı herkesin tüyleri diken diken olmuştu bile. “Artık
karanlıktayız. Karanlıkta yaşamaya alışın. Gayemiz ne olursa olsun, kimse
arkamızı kollamayacak.”
“Hocam…”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Kimse arkamızı kollamayacak da ne demek?”
Derin bir nefes duyuldu, ardından da kâğıt hışırtısı.
“Kral Hazretleri…” Herkes yerinde kıpırdandı. “Veliaht Prens’i sınava tabii
tutacak.”
“Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Âlim Cha şapkasını çıkarıp bir kenara atmak istiyordu.
Koşa koşa evine gidip karıcığının koynunda uyumak, kızlarıyla kitaplar okumak
istiyordu. Lakin yapması gereken şey başkaydı. Şimdi oturup kendisine güvenen
bu insanlara, bundan sonra evlerine gidip karılarının koynunda uyurken bile
tetikte olmaları gerektiğini anlatmalıydı. Çocuklarınızı çok sık görmeyin
artık, demeliydi.
Kâğıdı masanın üstüne yaydı ve esmer elleriyle şöyle bir
okşadı. “Bugün, Veliaht Prens’in konutundan kovuldum. Öyle sözle değil…”
Yutkundu, gururunu bir kenara bırakmalıydı. “Yaka paça attılar beni dışarı.”
Hayret dolu fısıltılar yükselmeye kalktı yine. “Bizler!”
derken ayağa kalktı hoca. Artık gözler
karanlığa alışmıştı, herkes uzun vücudunun odanın ortasına yürüdüğünü
görebiliyordu. “Kimiz biliyor musunuz?” Yıllardır her fırsatta dile getirdiği
şeyi bir kez daha hatırlatacaktı. “Bu ülke, bu heybetli Joseon bir masaysa
eğer… Biz o masanın üstüne koydukları çiçekleriz.”
Genç bir âlim toparlanıp dizlerinin üstüne oturdu. “Bu
ülkeyi güzel gösterecek olan, mis gibi kokutacak olan bizleriz. Lakin tek
işimiz bu değildir.”
Âlim Efendi öğrencisinin hafızasıyla gurur duyarak sözü
yeniden devraldı. “Masa devrilecek olursa biz de düşeriz. Bu sebepten dengeyi
korumalıyız, düşmemek için savaşmalıyız.” Hayatlarını buna adamış olan
adamların hepsi heyecanla sonucu bekliyordu. “Bu defa masanın bacaklarından
biri, masayı bırakıp yürümek istiyor. Lakin ben… Bu durumda ne yapmamız
gerektiğini bilmiyorum.” Âlim Efendi’nin bilmiyorum demesi herkesi rahatlattı.
Zira bu, aslında biliyorum demekti. Yalnızca onaya ihtiyacı vardı. “Bacağı
yerinde tutamayacağız, artık anlamış vaziyetteyiz. Asıl soru başka: Yeni bir
bacak mı bulmalıyız, yoksa yeni bir masa mı?”
***
Prens Sanghyuk, arkadaşlarına hocasını nasıl kovduğunu
anlatmıştı. Sesinde öfkenin yanı sıra kimsenin uzun süredir duymadığı bir
şeyler vardı. Gizlemeye çalışıyordu bunu; çünkü bir prens, hele ki ileride kral
olacak bir veliaht prens asla pişman olmazdı.
Âlim Cha konusunda ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
Bildiği tek şey artık kendi başına hareket etmeyi öğrenmesi gerektiğiydi. Evet,
o ihtiyar haklı olabilirdi. Lakin kendisine bir çocuk gibi davranılmasından
bıkmıştı artık. Kendi tarafında olmasını istediği insanların babasından yana
olmasından, babasının da Veliaht Prens’i bir kuklaya çevirmek isteyen dayısına
fırsat vermesinden usanmıştı.
“Artık benim insanlarım diyebileceğim, sırtımı
yaslayabileceğim bir topluluk oluşturmalıyım,” dedi pirinç şarabından bir yudum
almadan evvel.
Efendi Lee derin bir iç çekti. “Nasıl yapacaksın?” Baş
başayken senli benli konuşuyorlardı.
“Bilmiyorum. Açıkçası dünyadan bihaberim.”
Sessizce oturan Kim Wonsik sanki konuşmuyormuş gibi
konuşmaya başladı. “Baban nasıl yaptı peki? Ya Âlim Efendi? Şu an aynı amaç
için uğraşan Vekil Efendi nasıl yapıyor?” Bakışlarını uyuklayan hizmetkârlardan
çekip dostlarına döndü. “Bu insanlar ne sundular halka? Ellerinde ne vardı
onları böyle muktedir kılan?” Genç Prens bardağı elinde kalakalmış, aniden söze
giren arkadaşına bakıyordu. “Sarayda Veliaht Prens’in safında olan kim kaldı?
Seni sinir küpü, toy bir çocuk zannediyorlar hala. Peki, sen onlara aksini
kanıtlamak için ne yaptın? Hayalin ne ki? Babanın oturduğu o görkemli altın
tahta oturunca neyi değiştireceksin de bu ülke Kral Sanghyuk’un ülkesi
diyebilecek insanlar? Düşündün mü hiç?”
Üstüne gelebilecek olan bütün öfkeyi göze alarak
söylemişti bunları. Veliaht Prens öfkelenmemişti. Havada kalan kolunu indirip
bardağı masaya bıraktı.
“Hayal mi?” Duraksadı. “Var elbette.” Hongbin ve Wonsik
kulak kesildiler. “Pazarda beni oyunda yenip ipek yelek isteyen o delikanlıyı
hatırlıyor musunuz?”
Efendi Lee güldü. “Hatırlamaz mıyım? Pek açıkgöz bir
şeydi.”
“Dileğini söylediğinde herkesin ne kadar korktuğunu
gördün mü peki?”
“Ben gördüm,” dedi Âlim Kim. “Senin öfkelenmenden
korktular.”
“Sonra nasıl rahatlayıp sevindiler bir de. Hâlbuki onlara
hiçbir şey vermedim.”
“İçlerinden birinin bile böyle bir şeye layık görülmesi
hoşlarına gitmiş olmalı.”
Prens başını eğdi. Bıraktığı içkiyi aldı. “Ben karşısına
geçtiğim her insan korkudan titremesin, anneler çocuklarını saklamasın, isteklerini
dile getirmekten korkmasın istiyorum.” İçkinin ekşisi boğazından geçerken
yüreğinin de ekşidiğini hissetti.
“Nasıl olacak?” diye sordu Hongbin. “Kaç kere gidin
uyuyun dediğim halde sırf siz buradasınız diye yataklarına dönmekten bile
korkan şu hizmetkârlarıma baksana.”
“Bilmiyorum.”
Kim Wonsik başka bir şey düşünmüştü. “Pazarın ortasında
dayak yiyen kaç insan gördüm bu yaşıma kadar, bilmem. Halka güven aşılamak bir
yana, efendilerin de bize kulak asmasını sağlamalıyız.”
Sanghyuk iç çekti. “Nasıl öğretebiliriz ki?”
“Biz nasıl öğrendiysek öyle…”
“Hongbin Bey, kafanız çalışmaya başlamış,” diye güldü
genç âlim.
“Nasıl öğrendik biz?” diye sordu Prens.
“Ne demek nasıl öğrendik? Tabii ki Âlim Cha öğretti.”
Veliaht Prens oturduğu yerde kasıldı. Dostlarının haklı olduğunu biliyordu,
lakin öfkesi geçmemişti.
“Bir tek Âlim Cha’yla olacak iş mi?”
Hongbin’in sorusuna âlim arkadaşı kafa sallayarak yanıt
verdi. “Âlimlere ve halkın içinden dostlara ihtiyacımız var. Elbette, sarayın
içindeki efendilere de… Yalnızca burada değil, başka kentlerdeki insanlara dahi
ulaşmalıyız.”
“Kim yardım eder ki bize?”
“Âlim Cha elini uzatır mı?” diye dâhil oldu Prens.
“Boğazını sıktıktan sonra bile?”
Kim Wonsik omuzlarını silkti. Kendine biraz daha pirinç
şarabı doldurup bir parça turp turşusu attı ağzına. “Başlangıçta ona
ihtiyacımız olabilir.”
“Sonra?”
“Aslında… Sana anlatmak istediğim bir şey vardı.”
Doldurduğu şarabı içti. “Mektepte genç âlimler arasında fısıldaşmalar
duyuyorum. Bir birlikten bahsediyorlar. Katılmak için yanıp tutuşuyorlarmış.”
“Ne birliği?”
“Kendileri de bilmiyor kanımca. Lakin birliğin üyesi olan
birkaç insanı gösterdiler bana. Hepsi aklı başında, senin benim gibi
düşündüğünü bildiğim, güvenilir âlim kardeşlerimden. Merhametli oldukları kadar
güçlü gençler. İyi niyetli gibiler.”
“Yani?”
“Siyasete katılmak isteyeceklerini pek sanmam, fakat
açlıktan ölen halk için bir şeyler yapmaya hayır demeyeceklerdir.”
Hongbin gözlerini devirdi. “Konfüçyanizm’de düzenin ve
sınıfların korunması öğretilir,” dedi. “Düzenini sarsacağımızı söyleyince
köstek olmak isteyeceklerine şüphem yok.”
“Hayır. Yanılıyorsun. Her biri Âlim Cha’nın gözde
öğrencilerinden.”
Cha Hakyeon bir Konfüçyan âlimi olsa da her zaman
adaletten yana olmuştu. Şimdi kocaman adamlar olmuş bu delikanlıları ve daha
nicesini de bu düşünceye göre yetiştirmişti. Bu sebepten çokça eleştirilirdi
de.
“İlk ikna etmemiz gereken bu birlik o zaman, öyle mi
demek istiyorsun?”
“Evet, kesinlikle.”
“Adı ne bu birliğin?” Prens Sanghyuk heyecanlanmıştı.
Pazardaki delikanlıdan aldığı saman başlığı çıkarıp bir kenara koydu.
“Orasını bilmiyorum. Üyeler kırmızı, yuvarlak bir norige
takıyorlar. Tahta mühür gibi gözüküyor, yakından hiç görmediğim için şekli de
seçemedim.”
Üç arkadaş ufak bir düşünme molası verdiler. Birkaç
dakika sonra sofranın toplanmasını emrettiler ve hususi meselelerde
konuşacaklarını söyleyerek hizmetkârları gidip uyumaya ikna ettiler.
Bol duraklı, ancak hararetli bir planlama sürerken
yıldızlar gökyüzünü terk etti, güneş geleceğinin haberini verdi. Sanghyuk
arkadaşlarıyla birlikte birkaç saat uyuyabilmeyi isterdi. Zaten başı da
ağrıyordu. Lakin yakalanması, bilhassa bu günlerde büyük bir sıkıntı yaratırdı.
Onu yalnız göndermeye gönlü elvermeyen Âlim Kim de kalktı.
Efendi Lee onları dış kapıya kadar geçirdi. Her birinin
gözlerinden uyku akıyordu.
Eşikten dışarı birkaç adım atmışlardı ki ani bir kararla
geri döndü. Hem Hongbin’in hem de Wonsik’in elini tuttu.
“Bu geç vakitte bizi ağırladığın için teşekkür ederim
Hongbin abi,” dedi sessizce. “Ve bu geç vakitte sual etmeden koşup geldiğin
için sana da teşekkür ederim Wonsik abi.”
İkisi, ondan büyük olmalarına rağmen yalnızca bir kez abi
lafını duymuşlardı ağzından. Onda da yalnızca ikisi azarlanmış, Prens’e abi
dedirtmenin cezasını sopa yiyerek ödemişlerdi. Oysa bunu onlar istememişti, bir
abinin ihtiyacını duyan Prens’in lütfuydu yalnızca. Sonra bir daha da
söylememişti işte. O güne kadar asla…
***
Taekwoon, yorgun argın gelip görevinin bittiğini söyleyen
Âlim Jang’a evine kadar eşlik ettikten sonra hana geri dönmüştü.
Küçük Hanım gittikten sonra ilk işi saçlarını çözmek
olmuştu, yeleğini ise mecburen üstünde bırakmıştı. Neyse ki efendi yarı açık
gözleriyle parlak kumaşı fark etmemişti.
Kılıç ustası kendini çok yorgun hissediyordu. Bir gecede
birkaç sene uyuyacak kadar yorulmuştu adeta. Kılıcını zorla taşıyarak, ağır
ağır girdi boş ve sessiz hana.
Sarhoş adam sundurmaya yatmış, bir elini ayakkabıların
üstüne atmış, göğsünde bir kâğıtla uyuyordu. İşaret parmağı ve burnunun ucu
mürekkep lekesi olmuştu. Yanına oturup “Amca,” diyerek omzuna dokundu. Soğuğu
hissederek elini yüzüne değdirdi. Buz gibiydi.
Uyandırmaya kalkarsa bir çocuk gibi huysuzlanacağını
bildiği için odadan yorganını ve yastığını alıp geldi. Yastığı başının altına
sıkıştırdı. Yorganı örtmeden önce kâğıdı göğsünün üstünden aldı. Katlayıp
cebine sokuşturacaktı aslında, lakin gözü takıldı. Bir resimdi bu.
Dar bir sokakta, koşan gölgelerden saklanan siyah yelekli
bir efendi ve telaşlı bir hanımefendiyi çizmişti.
Kağıdı hızlıca buruşturup yakasından içeri soktu.
mavinot: Norige, Joseon döneminde kullanılan bir süs eşyasıdır. Görmek için buraya tıklayın. VIXX Dowonkyung promosyonları boyunca sahne kostümlerinde norige kullanmıştır. Görmek için buraya tıklayın.
mavinot: Yorum yapmak için giriş yapmanıza gerek yok, o yüzden lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Bir cümlecik de olsa bana ne kadar büyük bir güç verdiğini hayal bile edemezsiniz! Teşekkür ederim ^^
Sevgili Prens Hazretleri yavaş yavaş elini taşın altına koymaya karar veriyor anlaşılan ama beni hala Hakyeon biraz tırstırıyor ilerki bölümlerde ne çıkar bilmem ama bu böylümde de tırstım ondan
YanıtlaSilDeyeon da hoş gelmiş hikayeye bakalım o nelere sebep olacak .
Daha neler çıkacak bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum .
Tekrar tekrar farkediyorum ki elin tarihi kurguya da çok yatkın
Teşekkür ederim yorumun için :') valla ben de heyecanla bekliyorum neler olacağını ahahaha :D
Sil