Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

14 Haziran 2017 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #4

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“O adamlar kimdi?” diye sordu odasında provasını yaptığı gibi ellerini arkasında birleştirerek. Hanımefendi hızla gözyaşlarını sildi, eteklerini silkeleyip ayağa kalktı. Niyeti selam verip bir kez daha teşekkür ederek çekip gitmekti. Lakin gözleri, kendisi için açıkça endişelenen efendinin siyah gözlerine saplanıverdi.
Telaşlandı. Gece vakti, bir hanımın sokakta olması yetmiyormuş gibi bir de adamlardan kaçıyordu. Kendisini kurtaran efendiye de gözlerini dikip bakma cesaretinde bulunuyordu. Utanması yoktu. Böyle giderse kellesi de olmayacaktı.
Bu tuhaf sessizlik hiç yaşanmamış gibi başını çabucak eğdi. Teşekkür edeceğine özür diledi. Arkasını dönmeden önce başını kaldırınca yeniden göz göze geldiler. Kalbi çok hızlı çarpıyordu.
“Durun!” dedi Taekwoon arkasından. “Hiç olmazsa isminizi bağışlayın bana.” Bu sözler üzerine zaten zar zor yürüyen kızcağız tökezledi. Delikanlı ona doğru istemsiz bir adım attı. Küçük Hanım’ın karanlıkta parlayan gözleri onu durdurdu.
“Doyeon. İsmim Doyeon, beyim.”
Taekwoon’un aklında hanımefendinin ismi yankılanırken, gözlerinin görebildiği tek şey gecenin içinde uzaklaşan kırmızı kurdeleydi.
***
Efendi Lee’nin konağında büyük bir telaş vardı. Gecenin bir yarısı uyuklayan hizmetkârlara aniden emirler yağmıştı. Mutfakta tarifleri Efendi Lee’nin büyükannesi tarafından bizzat yazılmış olan yemekler özenle pişiriliyor, bahçede lambalar bir tanesi bile atlanmadan yakılıyordu.
Gelen bu önemli misafir için açık havada bir sofra kuruluyordu. O konakta, gökte yıldızlar parlarken dışarıda bir sofra kurulmayalı yıllar olmuş olmalıydı. Efendi Lee, küçük bir çocukken büyükbabasını ziyarete geldiği günlerde böyle şeyler olurdu ancak. Bunları hatırlayan birkaç hizmetkârdan başka kimse kalmamıştı artık.
Lee Hongbin’in geniş ailesi ülkenin dört bir yanına dağılmıştı. Büyükler karı koca baş başa kalmış, sessiz sakin ve aslında epey hüzünlü bir hayat sürmüşlerdi. Küçük Bey ticaretten başka bir şeyden bahsetmeyen ailesinden sıkılıp sık sık onların yanına gelirdi. Bu ziyaretlerinde fazlasıyla şımartılırdı. Son ziyaretinde büyükbabasının tapınağa yerleştiğini, büyükannesininse hasta olduğu için konakta kaldığını öğrenmişti.
Ailesine ziyaretinin uzayacağını bildiren bir mektup gönderdikten sonra büyükbabasını geri getirmek için çok uğramış, bir yandan da hasta büyükannesine bakmıştı. Lakin tüm uğraşları nafileydi. Büyükannesi de iyileşir iyileşmez kocasının peşinden tapınağa çıkmıştı.
Tüm bunlar olurken henüz çocuk sayılabilecek bir yaştaydı. Yine de en güzel günlerini geçirdiği bu evi bırakıp gitmek içine sinmemişti. Babası, ticaretin Hanyang kolunu yürütmesi ve evden göndereceği iki kâhyayı kabul etmesi şartıyla ona karşı çıkmamıştı. Genç yaşında hem bir konağın beyi olmuş, hem de başkentin hatırı sayılır tüccarları arasına girmişti.
Kraliçe Hazretleri ve kendi annesi çocukluk dostu sayıldıklarından daha veliaht prens olacağı bile belli olmadan önce tanışmıştı Prens Sanghyuk’la. Kılıç dövüşünü birlikte öğrenmiş, çayırlarda birlikte at koşturmuş, birlikte ava çıkmışlardı.
O gece misafirin haberi konağa ulaştığında ay ışığının altında oturmuş bunları düşünüyordu işte. Annesinin dostunun sarayın bir köşesinde günden güne eriyişini görmüştü. Aynısı kendi dostuna da olacak diye endişeleniyordu.
Kapıdan girip kendisine yorgun gözlerle bakınca yüreği bir kuş gibi çırpınmıştı. Birbirlerini asırlardır görmüyorlarmış gibi sıkıca kucaklaştılar.
Âlim Kim, bir gölge gelip kapısına not bıraktığında içlikleriyle oturmuş bir şeyler karalıyordu. Fırçasının sapını çıkarıp ucundaki bıçağı ileri doğru tutarak dışarı çıkmış, kimseyi görememişti. Gerçi bu şekilde not bırakan yalnızca bir insan yaşıyordu bu ülkede, lakin kız kardeşinin peşindeki sapıkların kapılarına dayanması ihtimaline karşı her zaman tetikte olma ihtiyacı hissediyordu.
Hemen hazırlanıp yola koyuldu. Dostunun hediye ettiği yelpazeyi de almayı ihmal etmemişti.
Kaç hediye kabul etmişti böyle? Kaç kitap, kaç yelek, kaç pantolon, başlık, fırça, mürekkep takımı… Saymamıştı hiç, sayamazdı da zaten. Bazen hep aldığını, lakin hiç veremediğini düşünürdü. Bunu sık sık dile getirdiği de olurdu. Prens Hazretleriyse şöyle söylerdi: “Sen bana bambaşka bir hayat verdin.”
Hongbin’le birlikte saraydan kaçarken görmüştü onları ilk kez, daha doğrusu kaçmaya çalışırken. İkisi de fazla heyecanlı oldukları için kılık değiştirmeyi unutmuşlardı. O gün Kim Wonsik sarayda çalışan babasının yanındaydı ve elbette bu iki şımarık çocuğa yardım etmekten zevk duymuştu.
Veliaht Prens o gün ilk kez pazara inip soylu çocuklar yerine, normal çocuklarla tozun toprağın arasında oynamıştı. Karnı acıktığında koşa koşa Wonsik’in evine gidip annesinin yaptığı yemekleri yemişler, abisinin kıskanç bakışlarına aldırmadan kız kardeşiyle çene çalmışlardı. Küçük Prens bu kadar eğlendiği bir gün hatırlamıyordu, ama onu unutulmaz kılan yalnızca bu değildi.
Yakalanmadan evvel gitmek için ayaklandıklarında annesi onları tutmuş, üstlerini başlarını güzelce temizlemişti. Bir de “Canınız sıkılınca yine gelin, yavrum,” demişti.
Kendi annesi her zaman işle meşgul olan Hongbin de bunu unutamamıştı, lakin en çok etkilenen Kraliçe Hazretlerinin kendisine yavrum deyişini hiç duymamış olan Prens Sanghyuk’tu. İşte ondan sonra her zaman kucağında hediyelerle girmişti kapıdan ve hep gülümsemişti o evdeyken.
Muhtemelen bugün Efendi Lee’nin evinde toplanmak istemesi de pek gülümsenecek hususlarda konuşmayacakları içindi. Zaten Âlim Kim’in de onlara anlatacakları vardı. İyi olmuştu, ancak içindeki endişeyi silebilmek için karşılarına oturup birkaç kadeh içmesi gerektiğini biliyordu.
Kapıya kendisini hemen içeri alması için bir hizmetkâr dikmişlerdi. Onun peşinden girip bütün lambaları yanan bahçeyi geçti. Sofrada oturmuş onu bekleyen dostlarını görünce yüzüne kederli bir gülümseme kondu.
***
Mektep dışardan boş ve karanlık gözüküyordu. Biraz derinlerine inildiğindeyse iç odadan gelen fısıldaşmalar duyuluyor, odanın tam ortasına konmuş mumun ince alevi kapının ardından belli belirsiz seçiliyordu. İçerisi kalabalık olmalıydı.
Masalardan birine vuran Âlim Cha konuşmaları bıçak gibi kesti. Herkes duruşunu dikleştirip ona baktı, kendisiyse muma bakıyordu. Kararlı yüz çizgileri, gözlerinde parlayan ışıkla birlikte biraz ürkütücü bir hal alsa da odadaki kimse korkmuş gözükmüyordu. İfadelerini gizlemeyi hocalarından öğrenmişlerdi.
“Vekil Efendi’nin evine giren çıkan var mı?” diye sordu önce.
Jang Sangshin hafifçe eğilerek söze girdi: “Bugün genç bir hanım geldi. Lakin alelade birine benziyordu.”
Âlim Efendi ağır ağır kafasını salladı. “Evin dışında da olağanüstü bir durum gözükmüyor.” Yeni bir şey olmadan buraya çağırılmış olmaları herkesi şaşırtmıştı. Fısıltılar yeniden başladı. Hocanın çehresinin usulca çatılmaya başladığını kimse fark etmiyordu.
Birden küçük bir çakı odanın ortasından uçtu, mumun alevini söndürdü ve kâğıt kapıya saplanıverdi. Birkaç kişi yerinde sıçradı, kimisi nefesini tuttu. Oda tamamen karanlığa gömüldü, kimse birbirini seçemiyordu.
“Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diye fısıldadı Âlim Efendi. Genç, yaşlı herkesin tüyleri diken diken olmuştu bile. “Artık karanlıktayız. Karanlıkta yaşamaya alışın. Gayemiz ne olursa olsun, kimse arkamızı kollamayacak.”
“Hocam…”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Kimse arkamızı kollamayacak da ne demek?”
Derin bir nefes duyuldu, ardından da kâğıt hışırtısı. “Kral Hazretleri…” Herkes yerinde kıpırdandı. “Veliaht Prens’i sınava tabii tutacak.”
“Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Âlim Cha şapkasını çıkarıp bir kenara atmak istiyordu. Koşa koşa evine gidip karıcığının koynunda uyumak, kızlarıyla kitaplar okumak istiyordu. Lakin yapması gereken şey başkaydı. Şimdi oturup kendisine güvenen bu insanlara, bundan sonra evlerine gidip karılarının koynunda uyurken bile tetikte olmaları gerektiğini anlatmalıydı. Çocuklarınızı çok sık görmeyin artık, demeliydi.
Kâğıdı masanın üstüne yaydı ve esmer elleriyle şöyle bir okşadı. “Bugün, Veliaht Prens’in konutundan kovuldum. Öyle sözle değil…” Yutkundu, gururunu bir kenara bırakmalıydı. “Yaka paça attılar beni dışarı.”
Hayret dolu fısıltılar yükselmeye kalktı yine. “Bizler!” derken ayağa kalktı hoca.  Artık gözler karanlığa alışmıştı, herkes uzun vücudunun odanın ortasına yürüdüğünü görebiliyordu. “Kimiz biliyor musunuz?” Yıllardır her fırsatta dile getirdiği şeyi bir kez daha hatırlatacaktı. “Bu ülke, bu heybetli Joseon bir masaysa eğer… Biz o masanın üstüne koydukları çiçekleriz.”
Genç bir âlim toparlanıp dizlerinin üstüne oturdu. “Bu ülkeyi güzel gösterecek olan, mis gibi kokutacak olan bizleriz. Lakin tek işimiz bu değildir.”
Âlim Efendi öğrencisinin hafızasıyla gurur duyarak sözü yeniden devraldı. “Masa devrilecek olursa biz de düşeriz. Bu sebepten dengeyi korumalıyız, düşmemek için savaşmalıyız.” Hayatlarını buna adamış olan adamların hepsi heyecanla sonucu bekliyordu. “Bu defa masanın bacaklarından biri, masayı bırakıp yürümek istiyor. Lakin ben… Bu durumda ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum.” Âlim Efendi’nin bilmiyorum demesi herkesi rahatlattı. Zira bu, aslında biliyorum demekti. Yalnızca onaya ihtiyacı vardı. “Bacağı yerinde tutamayacağız, artık anlamış vaziyetteyiz. Asıl soru başka: Yeni bir bacak mı bulmalıyız, yoksa yeni bir masa mı?”
***
Prens Sanghyuk, arkadaşlarına hocasını nasıl kovduğunu anlatmıştı. Sesinde öfkenin yanı sıra kimsenin uzun süredir duymadığı bir şeyler vardı. Gizlemeye çalışıyordu bunu; çünkü bir prens, hele ki ileride kral olacak bir veliaht prens asla pişman olmazdı.
Âlim Cha konusunda ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey artık kendi başına hareket etmeyi öğrenmesi gerektiğiydi. Evet, o ihtiyar haklı olabilirdi. Lakin kendisine bir çocuk gibi davranılmasından bıkmıştı artık. Kendi tarafında olmasını istediği insanların babasından yana olmasından, babasının da Veliaht Prens’i bir kuklaya çevirmek isteyen dayısına fırsat vermesinden usanmıştı.
“Artık benim insanlarım diyebileceğim, sırtımı yaslayabileceğim bir topluluk oluşturmalıyım,” dedi pirinç şarabından bir yudum almadan evvel.
Efendi Lee derin bir iç çekti. “Nasıl yapacaksın?” Baş başayken senli benli konuşuyorlardı.
“Bilmiyorum. Açıkçası dünyadan bihaberim.”
Sessizce oturan Kim Wonsik sanki konuşmuyormuş gibi konuşmaya başladı. “Baban nasıl yaptı peki? Ya Âlim Efendi? Şu an aynı amaç için uğraşan Vekil Efendi nasıl yapıyor?” Bakışlarını uyuklayan hizmetkârlardan çekip dostlarına döndü. “Bu insanlar ne sundular halka? Ellerinde ne vardı onları böyle muktedir kılan?” Genç Prens bardağı elinde kalakalmış, aniden söze giren arkadaşına bakıyordu. “Sarayda Veliaht Prens’in safında olan kim kaldı? Seni sinir küpü, toy bir çocuk zannediyorlar hala. Peki, sen onlara aksini kanıtlamak için ne yaptın? Hayalin ne ki? Babanın oturduğu o görkemli altın tahta oturunca neyi değiştireceksin de bu ülke Kral Sanghyuk’un ülkesi diyebilecek insanlar? Düşündün mü hiç?”
Üstüne gelebilecek olan bütün öfkeyi göze alarak söylemişti bunları. Veliaht Prens öfkelenmemişti. Havada kalan kolunu indirip bardağı masaya bıraktı.
“Hayal mi?” Duraksadı. “Var elbette.” Hongbin ve Wonsik kulak kesildiler. “Pazarda beni oyunda yenip ipek yelek isteyen o delikanlıyı hatırlıyor musunuz?”
Efendi Lee güldü. “Hatırlamaz mıyım? Pek açıkgöz bir şeydi.”
“Dileğini söylediğinde herkesin ne kadar korktuğunu gördün mü peki?”
“Ben gördüm,” dedi Âlim Kim. “Senin öfkelenmenden korktular.”
“Sonra nasıl rahatlayıp sevindiler bir de. Hâlbuki onlara hiçbir şey vermedim.”
“İçlerinden birinin bile böyle bir şeye layık görülmesi hoşlarına gitmiş olmalı.”
Prens başını eğdi. Bıraktığı içkiyi aldı. “Ben karşısına geçtiğim her insan korkudan titremesin, anneler çocuklarını saklamasın, isteklerini dile getirmekten korkmasın istiyorum.” İçkinin ekşisi boğazından geçerken yüreğinin de ekşidiğini hissetti.
“Nasıl olacak?” diye sordu Hongbin. “Kaç kere gidin uyuyun dediğim halde sırf siz buradasınız diye yataklarına dönmekten bile korkan şu hizmetkârlarıma baksana.”
“Bilmiyorum.”
Kim Wonsik başka bir şey düşünmüştü. “Pazarın ortasında dayak yiyen kaç insan gördüm bu yaşıma kadar, bilmem. Halka güven aşılamak bir yana, efendilerin de bize kulak asmasını sağlamalıyız.”
Sanghyuk iç çekti. “Nasıl öğretebiliriz ki?”
“Biz nasıl öğrendiysek öyle…”
“Hongbin Bey, kafanız çalışmaya başlamış,” diye güldü genç âlim.
“Nasıl öğrendik biz?” diye sordu Prens.
“Ne demek nasıl öğrendik? Tabii ki Âlim Cha öğretti.” Veliaht Prens oturduğu yerde kasıldı. Dostlarının haklı olduğunu biliyordu, lakin öfkesi geçmemişti.
“Bir tek Âlim Cha’yla olacak iş mi?”
Hongbin’in sorusuna âlim arkadaşı kafa sallayarak yanıt verdi. “Âlimlere ve halkın içinden dostlara ihtiyacımız var. Elbette, sarayın içindeki efendilere de… Yalnızca burada değil, başka kentlerdeki insanlara dahi ulaşmalıyız.”
“Kim yardım eder ki bize?”
“Âlim Cha elini uzatır mı?” diye dâhil oldu Prens. “Boğazını sıktıktan sonra bile?”
Kim Wonsik omuzlarını silkti. Kendine biraz daha pirinç şarabı doldurup bir parça turp turşusu attı ağzına. “Başlangıçta ona ihtiyacımız olabilir.”
“Sonra?”
“Aslında… Sana anlatmak istediğim bir şey vardı.” Doldurduğu şarabı içti. “Mektepte genç âlimler arasında fısıldaşmalar duyuyorum. Bir birlikten bahsediyorlar. Katılmak için yanıp tutuşuyorlarmış.”
“Ne birliği?”
“Kendileri de bilmiyor kanımca. Lakin birliğin üyesi olan birkaç insanı gösterdiler bana. Hepsi aklı başında, senin benim gibi düşündüğünü bildiğim, güvenilir âlim kardeşlerimden. Merhametli oldukları kadar güçlü gençler. İyi niyetli gibiler.”
“Yani?”
“Siyasete katılmak isteyeceklerini pek sanmam, fakat açlıktan ölen halk için bir şeyler yapmaya hayır demeyeceklerdir.”
Hongbin gözlerini devirdi. “Konfüçyanizm’de düzenin ve sınıfların korunması öğretilir,” dedi. “Düzenini sarsacağımızı söyleyince köstek olmak isteyeceklerine şüphem yok.”
“Hayır. Yanılıyorsun. Her biri Âlim Cha’nın gözde öğrencilerinden.”
Cha Hakyeon bir Konfüçyan âlimi olsa da her zaman adaletten yana olmuştu. Şimdi kocaman adamlar olmuş bu delikanlıları ve daha nicesini de bu düşünceye göre yetiştirmişti. Bu sebepten çokça eleştirilirdi de.
“İlk ikna etmemiz gereken bu birlik o zaman, öyle mi demek istiyorsun?”
“Evet, kesinlikle.”
“Adı ne bu birliğin?” Prens Sanghyuk heyecanlanmıştı. Pazardaki delikanlıdan aldığı saman başlığı çıkarıp bir kenara koydu.
“Orasını bilmiyorum. Üyeler kırmızı, yuvarlak bir norige takıyorlar. Tahta mühür gibi gözüküyor, yakından hiç görmediğim için şekli de seçemedim.”
Üç arkadaş ufak bir düşünme molası verdiler. Birkaç dakika sonra sofranın toplanmasını emrettiler ve hususi meselelerde konuşacaklarını söyleyerek hizmetkârları gidip uyumaya ikna ettiler.
Bol duraklı, ancak hararetli bir planlama sürerken yıldızlar gökyüzünü terk etti, güneş geleceğinin haberini verdi. Sanghyuk arkadaşlarıyla birlikte birkaç saat uyuyabilmeyi isterdi. Zaten başı da ağrıyordu. Lakin yakalanması, bilhassa bu günlerde büyük bir sıkıntı yaratırdı. Onu yalnız göndermeye gönlü elvermeyen Âlim Kim de kalktı.
Efendi Lee onları dış kapıya kadar geçirdi. Her birinin gözlerinden uyku akıyordu.
Eşikten dışarı birkaç adım atmışlardı ki ani bir kararla geri döndü. Hem Hongbin’in hem de Wonsik’in elini tuttu.
“Bu geç vakitte bizi ağırladığın için teşekkür ederim Hongbin abi,” dedi sessizce. “Ve bu geç vakitte sual etmeden koşup geldiğin için sana da teşekkür ederim Wonsik abi.”
İkisi, ondan büyük olmalarına rağmen yalnızca bir kez abi lafını duymuşlardı ağzından. Onda da yalnızca ikisi azarlanmış, Prens’e abi dedirtmenin cezasını sopa yiyerek ödemişlerdi. Oysa bunu onlar istememişti, bir abinin ihtiyacını duyan Prens’in lütfuydu yalnızca. Sonra bir daha da söylememişti işte. O güne kadar asla…
***
Taekwoon, yorgun argın gelip görevinin bittiğini söyleyen Âlim Jang’a evine kadar eşlik ettikten sonra hana geri dönmüştü.
Küçük Hanım gittikten sonra ilk işi saçlarını çözmek olmuştu, yeleğini ise mecburen üstünde bırakmıştı. Neyse ki efendi yarı açık gözleriyle parlak kumaşı fark etmemişti.
Kılıç ustası kendini çok yorgun hissediyordu. Bir gecede birkaç sene uyuyacak kadar yorulmuştu adeta. Kılıcını zorla taşıyarak, ağır ağır girdi boş ve sessiz hana.
Sarhoş adam sundurmaya yatmış, bir elini ayakkabıların üstüne atmış, göğsünde bir kâğıtla uyuyordu. İşaret parmağı ve burnunun ucu mürekkep lekesi olmuştu. Yanına oturup “Amca,” diyerek omzuna dokundu. Soğuğu hissederek elini yüzüne değdirdi. Buz gibiydi.
Uyandırmaya kalkarsa bir çocuk gibi huysuzlanacağını bildiği için odadan yorganını ve yastığını alıp geldi. Yastığı başının altına sıkıştırdı. Yorganı örtmeden önce kâğıdı göğsünün üstünden aldı. Katlayıp cebine sokuşturacaktı aslında, lakin gözü takıldı. Bir resimdi bu.
Dar bir sokakta, koşan gölgelerden saklanan siyah yelekli bir efendi ve telaşlı bir hanımefendiyi çizmişti.
Kağıdı hızlıca buruşturup yakasından içeri soktu.


mavinot: Norige, Joseon döneminde kullanılan bir süs eşyasıdır. Görmek için buraya tıklayın. VIXX Dowonkyung promosyonları boyunca sahne kostümlerinde norige kullanmıştır. Görmek için buraya tıklayın.
mavinot: Yorum yapmak için giriş yapmanıza gerek yok, o yüzden lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Bir cümlecik de olsa bana ne kadar büyük bir güç verdiğini hayal bile edemezsiniz! Teşekkür ederim ^^

2 yorum:

  1. Sevgili Prens Hazretleri yavaş yavaş elini taşın altına koymaya karar veriyor anlaşılan ama beni hala Hakyeon biraz tırstırıyor ilerki bölümlerde ne çıkar bilmem ama bu böylümde de tırstım ondan
    Deyeon da hoş gelmiş hikayeye bakalım o nelere sebep olacak .
    Daha neler çıkacak bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum .
    Tekrar tekrar farkediyorum ki elin tarihi kurguya da çok yatkın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim yorumun için :') valla ben de heyecanla bekliyorum neler olacağını ahahaha :D

      Sil