Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

24 Kasım 2017 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #20

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Eunbyul akşamüstü gelmişti mektebe. Özellikle oğlanın dersi olduğu bir vakte denk getirmişti.
Peşinden sürüklediği hizmetkârı bu ziyaretten hiç memnun değildi. Oradan buradan kulağına çalınan fısıltıları duymamak için kulaklarını kesmek istiyordu. Prenses Hanım’ın saray bu denli karışıkken Âlim Efendi’nin inine gelmesi yeterince kötü değilmiş gibi, bir de kendisini dışarıda bırakarak şu bıyıklı herifin yanına yalnız başına girmişti. Çok büyük hataydı bu, çok.
Lakin genç kadının umurunda değildi bu. Abisinin dizinin dibinde oturup uzaklardan getirdiği o kara kahvesini içerken birkaç dakikalığına her şeyi unutmak iyi gelmişti. O da biliyordu bu görüşmenin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini. Şayet bir sonuç doğurmasa bile Osman Efe Bey’den birazdan duyacağı şeyler dahi yeterli bir sebep olabilirdi daveti geri çevirmesi için. Fakat yapamamıştı işte. Gönlü el vermemişti, onun da sormak istediği şeyler vardı ve son şansını kaçırmak istemiyordu.
Karşısındakine fırsat vermeden zarif parmaklarıyla tuttuğu küçük fincanı indirdi, hemen konuşmaya başladı. “Bugün, kardeşim Veliaht Prens’i ziyaret etmişsiniz.”
İri adam iç çekti. “Yahu önce ben söyleyecektim, yine kim gelip yetiştirdi sana?”
Gamzelerini göstererek gülümsedi Prenses. “Bilirsiniz sarayda malumat durduğu yerde durmuyor.”
“Bilmem mi? Evet ziyaret ettim delikanlıyı. Gitmeden söyleyeceklerim vardı.”
“Ne gibi?”
“Sabırsızlanma çocuğum. Onları ben söylemeden de öğrenirsin. Şimdi sen, senin duyman gerekenleri duyacaksın benden.”
Kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. Babası kral olmasaydı ne iyi olurdu! Bir köylünün kızı olarak doğsa belki bu kahveyi hiç tadamazdı, lakin belki biraz huzur bulabilirdi.
“Dinliyorum.”
Osman Efe Bey yaptığı bütün hazırlıkları unutur gibi oldu. Neresinden başlarsa başlasın aynı derecede karmaşık ve can sıkıcı olacaktı bu mesele. Alçak sesle aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Vakit kaybetmeden oğlunu mektepten alacaksın.”
İşte bu beklenmedik bir şeydi. Eunbyul’un parlak gözleri daha da parladı, kocaman oldu. “Nedenini de söyleyecek misiniz?”
“Burada hayırlı şeyler olmayacak. Kardeşimin evladını gözetmek benim boynumun bir borcu diye düşünüyorum. Geç kalma, hatta yapabilirsen bugünden sonra bir daha gönderme.”
“Oğlumla tanıştınız mı?” diye sordu kadın, sesi kavga etmeye hazır bir kedinin sesi gibi çıkmıştı.
“Bugün o şerefe nail oldum.”
“O halde ne denli zeki bir çocuk olduğunu anlamışsınızdır. Zira gözlerinde yazar zekâsı. Nasıl olup da onu mektebe gelmemeye ikna edebilirim? Bu konuda da bana öğüt vermek ister misiniz?”
“Görmeyeli daha da dişlenmişsin Eunbyul.”
Prenses Hanım kendini toparladı. Fincanını bıraktı. Sanki dağılmış gibi elleriyle topuzunu düzeltti. Aşikâr olanı dillendirmeye gerek yoktu. Hepsi büyümüştü işte, büyüyüp görmüşlerdi hayatta kalmanın öylece kendiliğinden gelişen bir şey olmadığını. İnsan rahat nefes almak için bile savaş vermek zorundaydı. Bir prenses bile böyle dişlenmek mecburiyetinde kalıyordu. Hatta bir prenses için çok daha zaruri bir şeydi bu. Abisi de neden böyle söyleyip üstüne geliyordu, anlayamıyordu.
“Kızma bana. Ben yalnız senin ve evladının iyiliği için söylüyorum bunu. Dahasını da söyleyeceğim, böyle küsersen nasıl konuşayım?”
Bir eliyle fincanı tekrar alırken diğer elini bir şey verirmiş gibi uzattı. “Devam edin lütfen.”
“Doyeon’un sevdiği bir oğlan vardı Eunbyul.” Kadın fincanı aldığı gibi bırakmak zorunda kaldı. İçi kaynadı sanki bir anda. Ayağa kalkıp zıplamak istedi, ya da kusmak. İster istemez hafifçe öne doğru eğilmişti. Göğsüne iğneler batıyordu. “Bu oğlan Âlim Efendi’nin himayesindeydi. Kızcağız biliyormuş bunu, lakin oğlan ancak şölen günü kavrayabildi. Orada, sevdiği kızı hanedana gelin vermek niyetiyle gelmiş tarafın korumalığını yapmak göreviyle bulunuyordu.”
“Neler söylüyorsunuz böyle?”
“Cha Hakyeon her şeyi biliyordu.”
“Ne demek her şeyi?”
Osman Efe soruyu es geçti. “Kızla oğlan perişan, senin anlayacağın… Fakat bu kadarla kalmıyor bu durum, Âlim Efendi oğlanı kızına muhafızlık etsin diye görevlendirdi.”
Eunbyul elini yumruk yapıp göğsüne vurdu pat pat. Boynu yer yer kızardı, bir de alnında bir damar baş gösterdi.
“İyi misin? Yavrum?”
Kadın abisinin kendisine uzanan elini tutmak istercesine ileriye doğru atıldı. İri adam onu kucaklayıverdi. Sarıldılar. Çok kısa sürmüştü gerçi. Hemen toparlanıp ayrıldılar birbirlerinden. Kadının suratı da pancar gibi kızardı.
“Ne çok dilekler diledim, ne çok dualar ettim. Şu yeryüzünde benim gibi…” Durup nefes aldı. “Bizim gibi acı çekmesin insanlar diye. Gönlüm el vermiyor söylemeye, lakin bir kez daha gördüm dileklerin de duaların da bir işe yaramadığını.”
Osman Efe üzülüyordu. Kardeşi konuşsun, yarasındaki irini akıtsın istiyordu. Fakat zamanı kalmamıştı. Söyleyeceklerini acele yoldan söylemesi gerekiyordu. Yine de konuya tekrar girerken yarayı tırnaklayacak taraftan girmeyi ihmal etmemişti.
“Sen babana ne çok gönül koyduysan, o kızcağız daha çok gönül koydu. Çünkü en azından siz…”
“Uzaklaşmıştık. Haklısınız, onlar dip dibe… Göz gözeler bütün gün. İyileşemez insan.”
“İşte ben de onu diyorum. Bu adam iyileşmeyecek yaralar açmaya başladı. Fakat çocuğum bu iş bu kadarla kalmayacak.”
Eunbyul’un yüzünün kırmızısı hafif hafif buharlaşır gibiydi. Kaşlarını çattı. “Ne demek o öyle?”
Adam fincanını bırakıp bıyığını düzeltti sıkıntıyla. Sonra da fırsat bu fırsat diyerek girişti anlatmaya. Kardeşinin dehşete düştüğünü gördükçe sözlerini biraz daha özenle seçmeye çalışıyordu, lakin olan ortadaydı işte. Öyle de söylese, böyle de söylese nihayetinde aynı kapıya çıkıyordu.
Yapması gerekenleri bir bir tembihledi anlattıklarının sonunda. “Lakin Eunbyul, ilk işin o sabiyi bu mektepten uzaklaştırmak olacak. Söz ver bana.”
“Söz,” dedi Prenses Hanım. Bir süre az önceki meseleyi sindirmek için sessizce oturdular. Alacakaranlık başlamıştı. Eunbyul da soracaklarını acele yoldan sorması gerektiğini hatırladı. Ellerini gergin bir biçimde kavuşturdu kucağında, yere baktı. Yüzü kızarmasın, sesi titremesin, gözleri dolmasın diye söyleyeceklerini iyice kararlaştırdı.
“Abi,” dedi sonunda. Tam o anda kapı açılınca içi yeniden kaynar gibi oldu.
“Anne!” diyordu oğlu. Onun sesini duymak da pek iyi gelmemişti, yine kusmak istedi.
“Kwangjae! Hoş geldin delikanlı.” Osman Efe çevik bir hareketle yerinden kalkıp çocuğun başını okşadı. “Biz de nerede kaldın diye merak etmiştik.”
“Çok mu beklediniz?”
“Sohbet ettik, hasret giderdik annenle. Hadi gel, sen de katıl muhabbetimize.” Küçük, validesinin yanına oturdu. Kadın oğlunun başını okşadı, yine yuttu soracaklarını. Yüzünün kızarığını da, sesinin titremesini de, gözlerinin yaşını da içine attı oğluna bakarken.
“Anne!” Oğlan hevesle annesinin düşüncelerinden çıkıp kendisiyle ilgilenmesini bekliyordu. “Senin dostlarınla tanıştım ben de. Tıpkı sana benziyormuşum, öyle dediler!”
Eunbyul konuşamıyordu. Dostlar demişti çocuk. Bir tane değildi bu dostlar.
“Yaa, hem de nasıl benzi-”
Abisinin sözünü kesti. “Başka kimle tanıştın oğlum?” Sesi buz gibiydi.
“Wongeun Beyimle!”
Osman Efe araya girmekten vazgeçip kadının tepkisini izledi.
“Onunla da mektepte mi tanıştın?”
Oğlan kafasını salladı. “Hatta kapının önünde bekliyordu o da. Gel dedim, lakin gelmedi.” Eunbyul başını ağır ağır kaldırıp kapıdan tarafa baktı. Bir anlığına bir gölge görür gibi olup hızla ayağa fırladı, ne yaptığının farkında değildi. Çok yavaş hareket ediyordu. Kaçsın diyeydi belki, zaman veriyordu ona. Kapının tam önüne gelip iki eliyle yine ağır ağır açtı kapıyı.
Bir adımcık vardı aralarında. İşte oradaydı, kan çanağı olmuş gözleriyle Eunbyul’un parlak gözlerinin içine bakıyordu. Kadın oğlunun önünde ağlamamak için dişlerini sıktıysa da bir damlacık yaş kaçıverdi yanağına doğru.
Wongeun başını eğdi. Sonra yine kaldırdı. “Kendinize iyi bakın Prenses Hazretleri,” diye fısıldadı. Sesinde dolu dolu özlem vardı. Selam verip hızlı adımlarla koridoru aştı ve gözden kayboldu.
Eunbyul oğluna dönmeden önce yüzündeki tek damlayı sildi. Gülümsüyordu Kwangjae’ye kalmasını işaret ederken. “O zaman bize müsaade,” dedi.
Osman Efe de onlarla birlikte ayaklandı. Önce çocuğa sıkıca sarıldı, çocuk şaşırtmıştı. “Seninle tanışmak çok güzeldi delikanlı. Umarım bizleri unutmazsın.”
“Siz de beni unutmayın beyim!”
“Müsaade verirsen anneciğine de bir defacık sarılabilir miyim? Kız kardeşimdir, bilirsin.”
Oğlan annesine baktı. “Validem de istiyorsa…”
Genç kadın oğlunun başını okşadı. Kollarını kocaman açan abisine bıraktı kendini. “Kendinize iyi bakın abi,” dedi çocuğun duyamayacağı bir sesle. “Ve rica ederim… Wongeun’a da…”
“Merak etme güzelim. Sen de kendine iyi bak. Söylediklerimi unutma e mi?”
Kwangjae yol boyunca ağlayan annesinin elinden sımsıkı tutarak yürüyordu. Ona şaşırarak bakan insanlara kaşlarını çatarak cevap veriyor, onu elinden geldiğince koruyordu.
Bir aralık hizmetkâr teyze duymasın diye fısıldayarak annesine şöyle dedi. “Wongeun Beyim seni seviyor mu anne?”
Eunbyul hıçkırıklarının arasından güldü oğluna. “Akıllı oğlum,” dedi. “Çocukken… Öyleydi.”
“Peki sen?”
Genç kadının gülümsemesi biraz söndü. “Ben de… Çocukken ben de öyleydim. Lakin çocukluk geçti artık. Şimdiyse seni ve kardeşini seviyorum.”
Çocuk annesine, babasını da sevip sevmediğini soramadı. Wongeun Beyinin çocukluğunun geçip geçmediğini de soramadı. Zira ikisinin cevabını da içten içe bilir gibiydi. Sustu. Validesinin elini biraz daha sıktı.
***
Saraya gidecekti. Annesi onu güzelce süslemiş, başının iki yanına çiçekli tokalar takmıştı. Doyeon sevmezdi böyle şeyleri, annesi de biliyordu. Lakin itiraz edecek gücü yoktu. Tüm dikkatini titremelerine verip durdurmaya çalışıyordu.
Pabuçlarını ablası giydirmiş, bahçeyi geçip dış kapıya gelene kadar elini tutmuş, pelerinini taşımıştı. Çıkmadan da pelerinini bağlama bahanesiyle yanaklarına bir sürü öpücük kondurmuş, yüzünü gözünü koklamıştı. Genç kız tepkisiz bir şekilde beklemekle yetinmişti.
Kapıda Taekwoon bekliyordu. Doyeon onun gitmiş olmasını umut ediyordu, fakat biliyordu da gitmeyeceğini. Gece kafasında ona hiç bakmadan önünden geçip gitmeyi tasarlamıştı. Sırf bunu düşünürken uyuyamamıştı.
Delikanlı etrafından dolaşmak isteyen kızın önüne doğru uzun bir adım atıp önünü kesince genç kız pişman oldu. Dün gece uyumadığı için, aniden titremeye başladığı için, yerinde sıçradığı için…
“Nereye gidiyoruz Küçük Hanım?” diye sordu delikanlı heyecanlı gözükmeye çalışarak. Ama o da bütün geceyi kapının önünde nöbet tutup üşüyerek geçirdiği için çok yorgundu. Gerçekten heyecanlı olsa bile sesi fazla çıkmazdı.
Doyeon titremesine hâkim olmaya çalışarak yanından geçti Taekwoon’un. Bu defa kendisine mani olmadığını hem üzülerek hem sevinerek gördü. Peşinden gelmesini umursamamaya çalıştı.
Yine de birkaç adım attıktan sonra “Dün gece vazgeçip gideceğinizi ummuştum,” dedi.
“Benim görevim bu Küçük Hanım. Hiçbir yere gidemem.”
Görev de görev! Genç kız bıkmıştı artık bu zırvadan. Utanmadan her seferinde hatırlatıyordu bir de.
Yolun geri kalanında önden önden gitmeye ve titrememeye çalıştı. Prens Hazretleri’nin karşısına rüzgârda kalmış yaprak gibi çıkmak istemiyordu. Güçlü gözükmeliydi.
Bilerek kalabalık yolları seçti. Fazla sessizlik olursa konuşmak isteyeceğinden korkuyordu. Kendisinden emin olamıyordu. Birlikte pazardan geçerken Taekwoon aralarındaki mesafeyi aşıp yakınından yürümeye başladı. Ensesinde nefesini hissetmiyormuş gibi yapmak çok zor geliyordu. Tırnaklarını avuç içlerine bastırdı.
Sarayda yürümek pazardan daha meşakkatliydi. Delikanlının varlığının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de insanların kendisini gösterip konuşmalarını, gizli gizli fısıldaşmalarını, dik dik bakmalarını sineye çekmek zorundaydı.
Doyeon çok zorlanıyordu. Yüreği çok yorgundu.
Dışarıdan üstüne bir çuval un konup dengelenmiş, incecik bir sopa gibi gözüküyordu. Her an yıkılacak gibi, her an kırılacak gibi, her an ortalığı toza dumana katacak gibi; lakin dimdik, yıkılmadan, kırılmadan ve her şeyi yerli yerinde tutarak yürüyordu.
Onu izlemek çok zor geliyordu Taekwoon’a. Üstündeki un çuvalını alıp sırtlamak istiyordu. Yapamazdı; biliyordu ki yapmaya çalışsa bile bu yalnızca Doyeon’u yıkardı, dengesini bozardı.
Şimdi Veliaht Prens’in… Yani nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanında onu görmek zorunda kalacak mıydı bilmiyordu. Kendini bu ihtimale hazırlamaya çalışıyordu. Kılıcını çekip birden o çocuğu öldürmemesi gerektiğini kendine telkin ediyordu. Doyeon onu delirtip kaçırmak için kendisiyle içeri girmesini isterse diye ödü kopuyordu.
Birlikte Veliaht Prens’in konutuna girdiler. Kâhya kibarlıkla eğilip Majestelerinin arka bahçede hava almakta olduğunu, hanımefendiye oraya kadar eşlik edeceklerini söylediler. Taekwoon bir emir almak için Küçük Hanım’a baktı. Doyeon sesini çıkarmayınca arkalarından yürüdü.
Genç Prens’i uzunca bir ağacın altında dikilirken buldular, dallarda ötüşen kuşlara bakıyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Buyurun Doyeon Hanım,” dedi kâhya eliyle ileriyi işaret ederek. Bu, sizin geldiğinizi haber vermeme gerek yok, demekti. Genç kız hiç durmadan ilerlemeye devam etti.
Delikanlı da peşine takılmaya niyetlenmişti ki kâhya az önceki kibarlığının zerresini göstermeyerek koluyla önüne set çekti.
“Bizim burada beklememiz daha münasip olur.”
Veliaht Prens’in Doyeon’un saçlarına, omzuna dokunup onunla içten bir şekilde sohbet edişini izlerken hep bu ‘biz’ lafını düşünmüştü Taekwoon. “Biz işte,” diyordu içinden. “Onlar gibi olmayanlar. Duyup da kulağı yokmuş gibi yapmak zorunda olan, görüp de körmüş gibi davranmak zorunda olan… Biz… Onların önünde eğilmekten belleri iki büklüm olanlar…”
Doyeon’un Prens Sanghyuk’un önünde ince bir sopa gibi değil de kalın ve sağlam bir kütük gibi gözüktüğünü içi ürpererek fark etti delikanlı. Saklamasını mı beceriyordu, yoksa sahiden daha kolay mı geliyordu onun yanında olmak? “Gerçi,” diye düşündü. “Öyle de böyle de o un çuvalı kadar yükü taşıyor işte sırtında.”
Kendini avutmaya çalışıyordu, ama Doyeon nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanından ayrılıp da onun yanına gelene kadar usul usul yine incelmişti işte. Hatta sabahkinden daha inceydi, daha çok titriyordu.
Yine tek kelime konuşmadan, kalabalık yollardan yürüdüler birlikte. Bu defa araya mesafeyi koyup arkadan arkadan yürüyen Taekwoon olmuştu. Zira genç kız çok yavaş yürüyordu. Üç adım atacağı zamanda bir adım atar gibiydi.
Pazarda, eskiden oyunlar oynadığı birkaç küçük çocuk tanıdı delikanlıyı. Etrafını sarıp laf attılar. Delikanlı gülmek istedi, şeker ısmarlamak istedi. Kafasını kaldırınca Doyeon’un bembeyaz olmuş suratını görüp her şeye pişman oldu. Mutlu olma isteğine, geçmişte mutlu olduğu günlere, sevdiğiyle mutlu olduğu zamanlara…
Genç kız başka bir yola döndü sonra. Geldikleri yoldan değil, ıssız bir yoldan gidiyordu bu defa. Titremesi yeniden sallanmaya çevirmişti. Elleriyle kollarını sımsıkı tutmuş, hiç olmazsa omuzlarının sarsılmasını durdurmaya çalışıyordu.
“Beyim,” dedi ansızın. Taekwoon gereğinden fazla yaklaştığını o zaman fark edip geriledi.
“Benim adım Taek-”
“Ben çok üşüyorum.”
Delikanlı olduğu yere çakıldı, kız yürümeye devam ediyordu.
“Çok üşüyorum beyim.”
“Ne-Ne-Ne yapa-”
“Hava neden böyle soğudu?” Taekwoon başını kaldırıp göğe baktı. Tam tepede parlıyordu güneş, hiç de soğuk değildi. Uzaktan elini uzatıp kıza dokunma isteğini bastırmaya çalıştı.
“Hava soğuk değil Küçük Hanım.”
“Adımı söyleyin.”
“Hızlı yürürsek… Daha çabuk-”
“Bana Cha Hakyeon’un kızı demesinler artık.”
“Küçük Hanım? İyi misiniz?” Ağlamıyordu Doyeon, ama sesi bir tuhaf çıkıyordu. Sanki delikanlıyla konuşmuyordu da kendi kendine laf anlatıyordu. Hiç durmadan adım atıyor, ama aslında pek yürümüyordu. Taekwoon endişelenerek aradaki mesafeyi aşıp aşmaması gerektiğini düşünmeye başladı.
“Siz bana Doyeon deyin beyim. Doyeon’um deyin.”
“Doyeon… Hanım, iyi misiniz?”
“Çok… Üşüyorum… Beyim…” Kızın başı yere çarpmadan Taekwoon yetişip kucakladı iyice takatsiz düşen bedenini. Parmaklarıyla yüzünden süzülen terleri sildi. Pelerinini iyice sardı gövdesine. Kucaklamadan önce kendine hâkim olamayıp saçındaki aptal tokaları çıkardı ve yolun kenarına fırlattı.
***
Âlim Cha’nın baş müşavirlik görevinin ilk gününde saray oldukça hareketliydi. Dışarıdan bakan biri bunu doğal görebilir, sarayın her zamanki nefeslerini aldığını düşünebilirdi. Lakin surların içinde dolaşan ve görevlerini yerine getiren herkes biliyordu ki bu defaki yapay bir hareketlilikti.
Cha Hakyeon elini uzatabildiği her yere uzatıyor, saraydaki varlığını zorla ya da güzellikle, nasıl isterlerse öyle kabul ettiriyordu herkese.
Jaehwan da emredildiği üzere efendisinin peşinde dolanıyor, ayak işlerine koşturuyordu. Aklı Taekwoon’daydı, dalgındı. Fakat yine de beyefendinin bu durumunu dikkatle izliyor ve hiç hayra yoramıyordu. Bütün gün o kadar koşturduktan sonra sanki hiçbir iş yapmamış gibi, tüm işleri yarına ertelemiş gibi konuşması da cabasıydı.
Akşam karanlığı çökünce eve yollanmadan evvel mektebe uğrayıp arka bahçede sessizce Âlim Jang’la bir görüşme yapıldı. Akşam ayazında ve ayakta konuşmak için fazlasıyla uzun bir mesele geçti aralarında. Dilekçelerden bahsediyorlardı. Artık işleri daha da hızlandırmak gerektiğini, tahtı bekleyecek vaktimizin kalmadığını söylediler.
Jaehwan böyle meselelerin kendileriyle konuşulmadığını üzülerek fark etti. Gerçi neden üzüldüğünü kendisi de anlayamıyordu. Doğal olan buydu, dünya üzerinde her yerde efendiler işlerini birbirlerine danışarak hallederlerdi. Hizmetkârlara laf düşmezdi.
Sadece bu mektebin duvarları arasında, o karanlık iç odada, Âlim Cha’nın karşısında otururken fikirlerini beyan edebilirdi onlar gibi insanlar. Normal değildi zaten. İlk geldiğinde şaşırmamış mıydı? Şimdi her şey olması gerektiği gibi gidince tekrar şaşırması anlamsızdı.
Hele üzülmesi… Çok daha anlamsızdı. Değil mi?
Mektepten ayrılırken tıpkı kendisi gibi artık sözü geçmeyenlerden biri gelip Âlim Efendi'nin eline beyaz bir zarf sıkıştırdı.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!

19 Kasım 2017 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #19

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Elinde norigesi… Hayatında hiç görmediği, yalnızca Wongeun’ın anlattıklarından bildiği sarı, sapsarı kumlarla dolu; sıcak, ayaklarını pabuçlarının içindeyken yakacak kadar sıcak; uçsuz bucaksız bir çölde güneşe dimdik bakıyordu. Gözleri acımıyordu. Yalnızca avuçlarıydı acıyan.
Bakışlarını indirip elindeki kırmızı yuvarlağa baktı. Kırmızı bir çiçek, bir kamelya… Tahta olmasına tahta, lakin kılıcının ucu kadar keskin; öyle ki avuç içi paramparça olmuş, kırmızı kanı damlamıştı sarı kumların üstüne. Rüzgâr dağıtmıştı kan kokusunu çöllere.
Hiç düşünmeden ağzına atıverdi bu keskin yuvarlağı. Dilinin kesildiğini hissetti. Kanı ağzından taştı, hem içeri hem dışarı. Çiğnedi; şeker gibi, çiklet gibi çiğnedi. Artık kopan dilini mi yoksa norigesini mi çiğnediğini bilmiyordu. Her yanı kan olmuştu, kanı yüreğine kadar damlamıştı.
Bir damla bile gözyaşı dökmedi.
***
Uyandığında dişlerini sıkıyordu. Canının acısına uyanmıştı, gün henüz doğuyordu.
Başını kaldırdı. Abisi sırtını duvara yaslamış, önünde sirkeli su, elinde artık kurumuş bir bez, uyuyakalmıştı. Bütün gece başını beklemiş olmalıydı. Kendisinin cehennemi yaşadığı yetmiyormuş gibi, başkalarına da yaşatıyordu.
Kollarının kaskatı kesildiğini hissetti, yumruklarını göğsünün üstünde çaprazlamıştı. Gevşemeye çalıştı. Sıkmaktan uyuşmuş ellerinin birinde norigesi vardı. Ne ara belinden söküp eline aldığını hatırlamıyordu.
Bin bir zorlukla doğruldu. Abisi uyanmasın diye inlememeye çalışıyordu. Ayağa kalktığında başı döndü. Düşmemek için kapıya tutunmaya çalıştı, ama kapı hızlıca kayıp elinden kurtuldu. İçeri sis tabakasını aşıp gelen gün ışıklarıyla serin sabah havası doldu. Sonbahar mı geliyordu?
Tekrar düşmemek için bu kez emekleyecekmiş gibi durdu. Sundurmaya kadar sürünürcesine çıktı. Sonra bacaklarını nemli toprağa doğru salladı oturduğu yerden.
Kuş sesleri çalındı kulağına. Birden hatırladı.
Bugün yapması gereken bir şey vardı. Norigesini hala sımsıkı tuttuğunu fark etmeden tulumbadan su çekmeye çalıştı. Beceremeyince öfkelendi, kırmızı tahta parçasını bahçenin diplerine doğru fırlattı.
Rüyasında çöllerde dolaşıp kendi kanını içtikten sonra içi yanmıştı. Alabildiği kadar su içti. Yüzünü, başını yıkadı. Utanmasa çırılçıplak soyunup tulumbanın altına girecekti.
Kendini biraz daha rahatlamış hissedince içlikleriyle hancı kadının yanına, mutfağa girdi. Kadın onu görünce şaşkına döndü, elindeki tepsiyi düşürmemek için büyük çaba harcadı.
“Yavrum,” dedi acı dolu bir sesle. Tepsiyi münasip bir yere indirip Taekwoon’un yüzünü tuttu sıkıca. “Yavrum. İyi oldun mu?” Delikanlı cevap vermedi. Kadıncağız gece abisine yardım etmişti herhalde. “Ah kuzum, sabaha sağ çıkamazsan diye çok korktum. Sakat kalacaksın diye… İki hekim çağırdım koca gece.”
“Sağ olasın teyze.”
“Sen iyi ol da evladım… Sen iyi ol yeter.” Kısa kollarıyla zor yetiştiği o beyaz suratı tombul parmaklarıyla sıkıca tutup kendi dudaklarının hizasına çekti ve delikanlının alnına yumuşak, ıslak bir öpücük kondurdu.
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. İlk içgüdüsü dişlerini sıkmaktı, fakat yapamadı. Artık diş kökleri dayanılamayacak kadar çok ağrıyordu.
Onun yüzündeki acıyı gören kadın hemen anladı. “Sıkma şu dişlerini artık. Senin dilin yok mu be çocuğum? Söyle gitsin, dişlerine eziyet etme.”
Gülümsemek istedi, dolan gözlerinden yaşlar süzülür diye yapamadı. “Karnım aç,” dedi yalnızca. Sesi titremediği için içinden şükretti.
“Hemen, hemen sana ben güzelcik bir çorba hazırlayayım. Yanında istediğin bir şey var mı? Ne istersen…”
“Yok. Karnım doysun yeter.”
“Merak etme sana şifalısından yapacağım. Şunları vereyim de geleyim, hemen hazır olur. Hadi sen git giyin. İçlikle üşütürsün, havalar soğuyor bak.”
Başıyla hafif bir selam verip odaya gitti Taekwoon. İçeri girmeden toprağa tükürdü, ağzında kan birikmişti.
Abisini uyandırmadan giyindi. Saçlarını da gitmeden taramak üzere saldı, dışarı çıktı. Çorbası sahiden hemen hazır olmuştu. Tam üç tas içti. Dördüncüsünü de içmek istedi, ama onun yerine iştahını görüp biraz pilav getirmişti hancı kadın. “Yavaş ye kuzum,” diyordu. “Yine hastalanırsın sonra.”
Yemeği iyi çiğnemediği için hasta olsaydı keşke…
Tarak almak için odaya tekrar girdiğinde Jaehwan uyandı. Kadınınkine benzer bir sağlık kontrolü de o yaptı. Tek farkı, o alnına bir öpücük kondurmak yerine sımsıkı sarıldı kardeşine. Bir de teşekkür etti, karnını doyurduğu için.
Sonra onu küçük bir çocuk gibi önüne oturtup ağır ağır saçlarını taradı. Dilinde bir türkü vardı. Bu defa yanık değildi, neşeliydi. Taekwoon abisi kendisini idam sehpasına hazırlıyormuş gibi hissetti. Güldü. Saçlarının arasında gezinen tarak durdu.
“Ne gülüyorsun?”
Delikanlı başını iki yana salladı. Bir kez daha güldü.
“Karnın doyunca kendine gelmişsin belli.”
Gülüyordu yalnızca. Niye gülüyordu yahu?
“Çok mu komik lan?”
Yine başını salladı. Salyasının aktığını hissetti. Gözyaşları süzülüverdi yanaklarına.
“Al işte.”
Gülmeye devam etmek istiyordu. Haber vermeden akar mıydı gözyaşı? Adiydi bunlar.
“Yapma be Taekwoon.”
Delikanlı ayağa kalktı, arka kapıdan fırladı. Bahçeye girdi, pabuçlarını giymeyi bile unutmuştu. Norigesi gölgede bile parlar gibiydi. Abisinin yanına dönerken tahta kamelyayı, eliyle balık yakalamış gibi havada tutuyordu. Yeniden yerine oturup abisinin işini bitirmesini bekledi.
Jaehwan saçlarını çaputla topladıktan sonra norigeyi tıpkı ceza almaya gittiği günkü gibi boynuna geçirdi. Abi engel olmaya çalıştı, ipi çekip çıkarmaya çalıştı. Taekwoon onu hafifçe ittirdi. İçliğine kadar gizledi norigesini. Kimse orada olduğunu bilmeyecekti, ağırlığını yalnızca boynunda taşıyan hissedecekti.
“Kılıcımı ver,” dedi. “Muhafız dediğin kılıçsız dolaşmaz.”
***
Oradaydı. Mavi üst ceketinin altındaki siyah eteğin etrafına bir önlük takmıştı. Çalıların içine girip öne eğilmiş, bahçe makasıyla bir şeyleri kesmeye uğraşıyordu. Bir ayağı havadaydı. Örgüsünün ucunda kırmızı kurdelesi, kurdelenin ucuna işlenmiş kamelya çiçeği görünüyordu.
Delikanlı emin adımlarla yaklaştı. Omuzları dimdikti.
Korkutmayacak bir mesafede durdu. Seslenip seslenmemesi gerektiğine karar vermeye çalışırken fazla düşünmesine gerek kalmadan hanımefendi onun varlığını hissedip birden yaptığı işi kesti.
Havadaki ayağını indirip doğruldu. Bahçe makasını bıçak gibi tutup arkasına döndü. Kendini savunmaya hazırdı, her zamanki gibi.
Göz göze geldiklerinde Taekwoon kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve anında pişman oldu. Evet, genç kız kendisinden yüz kat, bin kat daha perişan gözüküyordu. Yine de çok güzeldi.
Doyeon’un durumu idrak etmesi, titremeye başlaması, bahçe makasını dik şekilde ayağına düşürmesi, sonra arkasına bakmadan kaçması o kadar kısa sürmüştü ki delikanlı ne yapacağını şaşırmıştı.
Kız bir yarım daire çizerek bahçenin içinden geçmiş, bir odanın kapısını açıp içeri girmişti. Pabuçlarını rastgele fırlatmıştı.
Peşinden giderken sakindi, hatta yavaş. Ona biraz zaman vermek istiyordu. Gerçi ne kadar zaman verirse versin hiçbir işe yaramayacağı aşikârdı.
Kapıya kadar geldi, sundurmaya çıkmadan seslendi. “Küçük Hanım.”
Cevap yoktu. Hata yaptığını düşünmüyordu Taekwoon. En azından Doyeon uzunca bir süre bekledikten sonra kapıyı açıncaya kadar öyle düşünmüştü.
Lakin kapıyı açtığındaki bakışları delikanlıyı her şeye pişman etmişti, doğduğuna bile.
“Beyim,” dedi bir fısıltı gibi. O kadar çok titriyordu ki tuttuğu kapı da zangırdıyordu.
“İsmim Taekwoon, Küçük Hanım. Bundan böyle sizi korumakla yükümlü kılıç ustası olarak görevlendirildim.”
Genç kızın duyduklarını anlaması biraz vakit aldı. Sonunda gözleri kocaman açılmış, öncekinden daha çok titreyerek bir kez daha kapattı kapıyı.
Delikanlı sabredemeyeceğini hissetti. Hanımefendinin pabuçlarını düzeltip sundurmaya bıraktıktan sonra kendi pabuçlarını onunkinden çok uzağa koyup sundurmaya çıktı. Kapıyı tıklattı. “İçeri giriyorum Küçük Hanım.”
Doyeon odanın ortasında durmuş, elleriyle kollarını tutmuş derin nefesler alıyordu. Titremesi yetmiyormuş gibi sallanıyordu bir de. Taekwoon düşecek diye korksa da çok yaklaşamadı.
“Kaçmayın.”
Dişlerini sıkmaktan zaten yeterince ağrıyan çenesinde yeni bir sızı hissetti. O yumuşak elden böyle sert bir tokat nasıl çıkmıştı, inanamadı. Genç kız yaptığından utanır gibi sessiz bir çığlık atıp ağzını kapattı, ardını döndü. Sanki bedeni yere tutunmuyordu, sanki onun dünyasını birisi deli gibi sallıyordu. Ayakta durduğu her saniye mucize gibi gözüküyordu dışarıdan, öyle çok titriyordu.
“Bağışlayın.”
“Beyim,” dedi yeniden dönerken. “Neden? Ölüşümü izlemeye mi geldiniz?”
“Ben muhafızım,” diye hatırlattı Taekwoon tekrar. “Ben sizi korumaya geldim. Benimle resmi konuşmanıza gerek yok, Küçük Hanım.”
“İzlemeye değil, öldürmeye gelmişsiniz siz beni.”
“Önce ben öldüm. Faydasını göremedim hanımım. Siz ölmeyin.”
“Bir de dalga mı geçiyorsunuz?!”
Dalga geçmiyordu delikanlı. Sahiden yüreğinden geçeni söylemişti dili. Doyeon kendisine ikisine de yetecek kadar üzüldüğünü söylemişti ya, o da öyle bir şey demeye çalışıyordu işte. İkisi yerine de ölmüştü o.
“Babam istedi değil mi?” Sesindeki kırgınlık öyle büyüktü ki insan neden hep titrediğini anlıyordu. Paramparça olmuştu o kız, hiçbir parçası birbirini tutmuyordu artık. “Nasıl kandırdı sizi? Ne dedi? Sizden daha iyi… Kimse… Kimse… Koruyamaz… Öyle mi? Öyle mi dedi size?”
Taekwoon başını eğdi. Doyeon’un dudaklarından bir inilti koptu. “Kabul etmeseydiniz… Etmemeliydiniz. Kabul edilecek şey mi bu? Ne yaptığınızın… Farkında mısınız?” Cevap vermenin gereği yoktu, delikanlı her şeyin farkında olarak gelmişti. Genç kız sıktığı küçük yumruğuyla sevdiğinin göğsüne vurdu. “Artık ne işe yarar? Biri beni… Korumuş korumamış… Ne faydası var? İkimiz böyle… Ne ölü ne canlı… İkimiz böyle… Ne yapacağız? Nasıl? Aklınız alıyor mu? O kılıcı boynuma dayayın daha iyi. Ne yaptınız siz?”
“Doyeon’um…” dedi birden ve yeniden anında pişman oldu.
“Beyim. Gidin ne olur. Yalvarırım. Ayrı ayrı ölelim. Ne olur… Ne olursunuz gidin.”
“Gidemem. Gidemem Küçük Hanım. Görevimi layığıyla yerine getirmek boynumun borcudur.”
O sırada gözleri, genç kızın beyaz çoraplarına bulaşmış kana takıldı. Bahçe makası yara açmış olmalıydı, eğiliyordu ki Doyeon bir çığlık atarak dışarı fırladı.
Annesiyle ablası sundurmanın aşağısında yakaladılar onu. Takati iyice tükenmiş olan kızcağız kendini ablasının kollarına bıraktı. Hyeyeong Hanım odanın açık kapısına doğru baktı, delikanlıyla göz göze geldi. Taekwoon hiç düşünmeden Doyeon’un ayağını işaret etti.
Onu sundurmaya oturttular. Ablası hemen bez getirdi. Delikanlı az ötede dikilip kızın sayıklamalarla dolu, histerik ağlayışını görmezden gelip ayağını bağlayan annesinin soğukkanlılığını izliyordu.
“Anne,” diyordu genç hanımefendi. “Anne… Anne… Bana bak… Yüzüme baksana bir… Ne olur bak… Anne. Git de… İzin verme buna. Anne… Ne olur anne. Yapmayın… Yalvarırım anne.”
Sarma işi bitip de Hyeyeong Hanım kalkar kalkmaz Doyeon yeniden kalkıp koşmaya başladı. Ayağında yarası yok gibiydi. Ablası peşinden gitti.
Evin hanımı sessizce arkalarından izledi bir süre, Taekwoon da aynı şeyi yaptı.
“Darıldın mı bana oğul?”
Delikanlı inanamayan gözlerle baktı kadına. Aklını toplamak için bekledi.
“Ben çocuk değilim,” dedi sonra. “Size çocuk gibi darılmamı, sonra da affetmemi ümit eder gibisiniz hanımım. Lakin ben size zerre kadar dargın değilim.” Kadının yanakları utanç içinde kızardı. “Benden af beklemeyin o yüzden. Benim içim yalnızca ölünce soğuyacak.”
***
Wongeun çok öfkeliydi. En son ne zaman bir duyguyu böylesine canlı ve coşkun hissettiğini hatırlamıyordu. Yaşadığı andan öncesini yahut ötesini düşünemeyecek kadar gözü dönmüş haldeydi. Bu insanlar çıldırmıştı, çocukluğunu yaşadığı yer burası olamazdı.
Abisi bildiği adam gencecik çocukları, evladım dediği bir oğlanı ve öz evladı olan kızı harcayıvermişti. O gittikten sonra yerine koyduğu, kardeşi gibi sevdiği başka bir genci de onların arasında bırakarak, seçme hakkı vermeyerek harcamaya meylediyordu. Kimse de kalkıp sormuyordu, ne yapıyoruz biz diye.
Taekwoon’un özene bezene hazırlanıp Âlim Cha’nın evine elini kolunu sallaya sallaya gitmesini aklı almıyordu, düşündükçe kan beynine sıçrıyordu. Jaehwan da hazırlanmasına yardım etmişti, delilikti bu! Aklındaki tek resimleri, bebekliği ve şölen gecesi utançtan titreyen hali olan Doyeon’un durumunu düşünemiyordu bile.
Osman Efe’yi ah bir bulsa eşek sudan gelene kadar dövüş edecekti onunla. Kara muallim diye seve seve bitiremediği Âlim Efendi el kadar bebelere eziyet ederken kılını kıpırdatmıyordu adam yahu! Güya dürüsttü, merhametliydi. Alsın merhametini kıçına soksundu, o kavuğu deve bokuna düşsündü.
Adamın baş müşavir olması da cabasıydı. Kendisi bunu bir ceza olarak görüyor olabilirdi, lakin bal gibi de yaptığı korkunç şeyler için ödüllendirilmişti işte. Kimse görmüyor muydu, kimse anlamıyor muydu? Dışarıdan baktığından mı gözleri bu kadar açıktı kendisinin? Yılmıştı, vallahi de billahi de yılmıştı. Kervanı toplayıp Osman Efe’yi burada bırakıp düşmek istiyordu yollara artık.
Mektebin bahçesinde başındaki bin bir türlü derdi düşürebilecekmiş gibi saçlarını çekiştirip volta atarken aniden birinin yenini çekeleştirdiğini hissetti. Öfkesini kusacak biri mi gelmişti? Hayhay buyursundu!
“Ne va-” Gamzeli bir ufaklık kendisine gülümsüyordu. Kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu, bu iç karartıcı atmosferin farkında değil gibiydi. Küçük Eunbyul, diye düşündü Wongeun. Öfkeden dikilmiş omuzları düşüverdi.
“Merhaba Wongeun Beyim.”
“Kwangjae,” diye selamladı onu yumuşacık bir sesle. “Seni gördüğüme çok sevindim.”
“Böyle kara kara ne düşünürsünüz, beyim? Arkadaşa ihtiyacınız var mı?”
Adam güldü. Anası gibi laf ebesiydi bu da.
“Evet yavrum. Bir arkadaşım olsa hiç fena olmazdı.”
“Müsaade buyurursanız size arkadaşlığımı teklif etmek isterim.”
“Müsaade ne kelime! Lütfen.”
Dertleşmediler aslında. Havadan sudan, mektepten, saraydan konuştular bol bol. Küçük aslan sürekli saray ve mektep arasındaki son durumu anlamaya çalışıyor, yaşının çok üstünde sorularla Wongeun’ı biraz sıkboğaz ediyordu gerçi. Eunbyul onu bu meselelerden olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı; hayatını özgürce yaşayabilecek bir âlim yetiştirmek istiyordu besbelli, bir siyaset adamı değil.
Ne yazık ki oğlan fazlasıyla zekiydi, tüm ilgisi validesinin onu uzaklaştırmaya çalıştığı konulara yönelikti. Wongeun elinden geldiğince masumane cevaplar vermeye çalıştıysa da o günkü sinirli hali sözlerine yansımıştı. Kwangjae bunları da kaçırmadı.
Sohbetleri uzadıkça uzuyor, asla bir sona yaklaşır gibi gözükmüyordu. İkisi de birbiriyle olmaktan hoşnut gözüküyordu.
En keyifli yerindeydiler. Birden davudi bir ses “Wongeun!” dedi. Bağırmamıştı, lakin bağırsa bu kadar etki yaratamazdı. Ufaklık yerinde sıçrarken sesin sahibini tanıyan Wongeun gözlerini devirdi ve ayağa kalktı.
Osman Efe kaftanını savurarak, gözlerinde öfkeli bakışlarla, her an birine bir tokat patlatacakmış gibi kocaman açtığı elleriyle onlara doğru geliyordu.
“Beyimiz teşrif etmişler,” dedi onu gören arkadaşı, Türkçe. Kwangjae söylenileni anlamamıştı, lakin kendisinden kat kat büyük biriyle o ses tonu ve beden diliyle konuşmaya nasıl cesaret ettiğine şaştı Wongeun’ın.
“Delikanlı nerede?”
“Soruyor musun bir de? Senin kara muallim öldürdü çocuğu.”
Kavuklu adam aniden durdu. Duruşu, ilerleyişinden daha çok korkuttu Kwangjae’yi. Oturduğu yerden kalkıp Wongeun’ın ardına saklanıverdi.
“Ne demek öldürdü? Ağzından çıkanı kulağın işitir mi?”
“Kızına muhafız olsun diye kendi evine soktu. Öldürmekten beter etti.”
Osman Efe’nin açık elleri de duruşu gibi aniden kapandı. Dişlerini sıktı, burun delikleri büyüdü. Her saniye biraz daha korkunç gözüküyordu.
Wongeun ardına gizlenen çocuğa bakıp gülümsedi. Bu, Kwangjae’yi rahatlatmadı. Müsaade isteyip gitmeye hazırlanıyordu ki iri adam öfkesini anında bir kenara bırakıp kara bıyıklarının altından ona gülümsedi.
“Yavrum, ürküttüysem kusuruma bakma.”
Çocuk saklandığı yerden çıkıp bir anlık cesaretle “Ürkütmediniz!” dedi. Osman Efe güldü.
“Sevindim öyleyse.”
Wongeun’ın gözleri iki arkadaşı arasında gidip geliyordu. Büyük bir beklenti içinde gibiydi. Osman Efe ilk başta kendisine bir şey söylemek istediğini sandı. Lakin sonra onun da gözleri çocuğun yüzüne takıldı. Tanıdıktı. Nefesi daraldı.
“Seni tanıyorum,” diyebildi yalnızca.
Kwangjae şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Şölende sizi görmüştüm.”
“Hayır, evladım. Öyle değil. Annen… Sen Eunbyul’un oğlu musun?” Wongeun başını öte tarafa çevirdi. Osman Efe’nin sesinde tıpkı kendi hislerine benzeyen hisler yatıyordu.
“Evet. Fakat siz validemi nereden tanıyorsunuz?”
“Annenle küçükken oyunlar oynardım. O da senin gibi korkusunu gizlemeyi iyi bilirdi.”
Çocuk Wongeun’a baktı. Kendisine söylemediği halde bu adamın da annesiyle küçükken oyunlar oynadığını anlamıştı artık. Annesinin dostlarıyla bugün dostluk ediyor olabilmek ilginçti. Bunu söylemek istedi. Lakin adamlar sessizce birbirlerine bakmaya başlamışlardı. İkisinin dudaklarında da silik bir gülümseme vardı. Konuşmadan anlaşır gibiydiler, Kwangjae de saygıyla sessizliğini korumaya karar verdi.
Başkaları onun kadar saygılı olamıyorlardı, hizmetkârlardan biri yaklaşıp Âlim Efendi’nin Osman Efe Bey’i istediğini söyledi.
İri adam elini öfkeyle sallayarak karşılık verdi. Ardından küçük muhatabına döndü. “Tanıştığıma çok memnun oldum Küçük Prens. İsminizi bana bağışlar mısınız?”
“Adım Kwangjae beyim. Sizin isminizi öğrenebilirsem ben de tanıştığıma çok memnun olacağım.”
“Osman Efe. Sizin dilinizde söylemesi zordur, bilirim. Sevgili anneciğin çok güzel söylerdi adımı. Sahi, annen bu akşam seni almak için mektebe uğrayacak. Kendisini ben davet ettim, vatanıma dönmeden önce son bir kez onu görebilmek istedim.” Son cümlesini Wongeun’a bakarak söylemişti. Çocuk bu tuhaf ortamda ne söyleyeceğini bilemeyerek başını salladı.
***
Cha Hakyeon iç odada değildi. Bu defa mektebin toplantı odasında kabul etmişti misafirini, üzerine yeni görevine uygun üniformasını giymişti. Masanın bir ucunda dimdik oturmuş, gözleri dalmış gibi diğer ucuna bakıyordu.
Hiç olmayacak bir sessizlik hâkimdi ortama. Ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, bu sessizliği bir türlü aşamıyor gibiydiler.
Osman Efe Bey öfkeliydi, tıpkı diğer herkes gibi. Lakin Âlim Cha diğerleri gibi değildi, o daha çok üzgündü ve yorgun. Yastaymış gibi gözüküyordu. Bu sebeple misafiri istediği gibi başlatamadı sohbeti, içindekileri sayıp dökemedi. Acıdı eski dostuna.
“Gitmeye niyetlisiniz yani,” derken sesi kırgın geliyordu Âlim Efendi’nin. Ürpertici denebilirdi.
“Artık burada bir işimiz kalmamıştır. Hasretimizi giderdik, üstümüze düşen vazifeyi yerine getirdik. Biz yolların adamıyız, bir yerde fazla kalamayız. Bilirsin.”
“Yine aptal yerine koyuyorsun beni. En azından dürüstçe söyle.”
“Ben seni hiç aptal yerine koymadım kara muallim. Bunca zaman seni kafasında biraz bile aptallık olmayan tek insan bildim. Lakin görüyorum ki yanılmışım. Sen de kendine fazla güvenmişsin.”
Nihayet bakışlarını kaldırıp eski dostuna baktı. Kaşları acı içinde çatılmış, gözlerinde yaşlar birikmişti.
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hep emin adımlarla ilerledin. Acele etmektense adım atmadan önce yıllarca bekledin. Merhametliydin, merhametinle topladın ya bu çocukları yanına, öyle değil mi? Bilmezdim değişeceğini, aklımın ucundan geçmezdi. Kaç insanın canını yaktın, saydın mı? Kendi can parçanı, evladını paramparça ettin. Cha Hakyeon… Buraya geri döneceğim diye ne kadar mutluydum biliyor musun? Yıllar önce bıraktığım gibi bulsaydım seni; o karısını çok seven, mutlu çocukları olan, mutlu delikanlılar yetiştiren âlim olarak bulsaydım… Keşke eskisi gibi kalsaydın…” Durup nefes aldı. Daha kötü şeyler söylemek istiyordu, fakat yapamıyordu. “Biz gideceğiz Âlim Efendi. Geçen gidişimiz gibi umut dolu olmayacağız bu defa. Wongeun sevdiğini ardında bıraktığından daha çok acı çekecek, biliyorum. Benim de gözüm arkada kalacak, sen de bilesin.”
Sustu. Dostunun başı önüne düşmüştü, savaş verir gibiydi. Ondan bir cevap bekledi, ama alamadı.
“Artık dur kara muallim. Daha fazla devam edersen şimdikinden çok daha fazla pişman olacaksın.” Sandalyesinden kalktı. Cha Hakyeon başını kaldırıp ona bakana kadar ayakta bekledi. Ona gülümsedi, elini omzuna koydu. “Vedalaşma vaktine daha var. Giderken sarılıp yalandan da olsa tebessümle vedalaşmak istiyorum seninle. Topla kendini.”

mavinot: biliyorum çok süper bir bölüm değil bu. ama elimden geleni yapıyorum. lütfen yorum bırakmayı unutmayın!

4 Kasım 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #18

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“Bu ne saçmalık?” Âlim Kim kapıda durmuş inanamayan gözlerle bakıyordu. “Neler dönüyor burada? Dışarıda kıyamet kopuyor, siz neredesiniz?!”
Jaehwan öne atıldı. “Ne kıyameti? Ne?”
“Vekil Efendi…” Sözünü bitirmesini beklemeden dışarı fırladı Taekwoon. Kılıcını gizlediği yerden alıp almaması gerektiğine karar veremiyordu. Yaklaşınca muhafızların soran bakışlarıyla karşılaştı. Perişan görünüyor olmalıydı.
Hiç düşünmeden Doyeon ve hanedanın bulunduğu alana yürüdü. Kendini gizleme gereği duyduğu söylenemezdi. Kalbi gümbür gümbürdü, göreceği şeyden korkuyordu yalnızca. Gerekirse genç kızı kolundan yakaladığı gibi kaçırabilirdi bile.
Kırmızılar içindeki hanımefendinin saygıyla eğilmiş olduğunu gördü önce. Omuzları bariz şekilde titriyordu. Hemen yanında lacivert ve pembe renklerle bezeli şaşalı ve şık elbisesiyle başka bir hanım duruyordu. Onun da başı eğikti, lakin Doyeon Hanım kadar itaatkâr gözükmüyordu. Konuşuyordu. Taekwoon onun ne dediğini anlayamayacak kadar sarhoş hissediyordu. Gerçi neler söylediğini anlamak için duymaya gerek yoktu, Vekil Efendi’nin sinsi suretine şöyle bir bakmak yeterliydi.
Ne yapmalıydı? Birden ortalığı dağıtmaya başlasa sevdiği kadının utancı son bulur muydu? Oracıkta diğer kadına ilan-ı aşk etse kurtulur muydu? Yoksa Kral’ın üstüne mi atılsaydı? Hem kısa yoldan ölmüş olurdu.
“Bu ne kepazelik! Yüce Kral’ın huzurunda böyle oyunlara kalkışmaya utanmıyor musunuz?” Herkes sesin sahibini arıyordu. Kalabalıktan biri değildi bunu söyleyen. Delikanlı sesin geldiği yönü de kimin söylediğini de çok iyi biliyordu: Wongeun.
İnsanların fısıldaşmalarından istifade edip birkaç adım geriye çekilerek karanlığa saklandı.
Jaehwan koşar adım kendisini yana yakıla arayan ama dışarıdan sakince oturuyormuş gibi gözüken beyinin yanına çıktı. Osman Efe Bey’in burun deliklerinden nefes değil de öfkeli alevler çıkıyordu sanki.
Âlim Kim de âlim dostları ve genç efendilerin yanına koşmuştu. Onlara Vekil Efendi’nin yaptığı şeyi gördüğünü, hocaları Âlim Cha’ya ile pek değerli ailesine Yüce Kral’ın huzurunda saygısızlık yapıldığını anlattı. Fısıltılar dışarıya taşmaya başladı.
Efendi Lee ise herhangi bir talimat olmadan durumu kavramış, etrafındaki yaşlı adamların aklına karpuz kabuklarını düşürmüştü. Kimisi şaşkın, kimisi huzursuz görünüyordu.
Jaehwan efendisine doğru eğildi. Âlim Cha öfke ve telaş içinde kısa talimatlar verdi. Bu sırada durumun gidişatından dolayı kafası karışmayan az sayıda kişiden biri olan Kraliçe; Hyeyeong Hanım’ın yaşlı gözlerle kızına bakışını izliyordu. Onun biraz ardındaki Veliaht Prens de bir dayısına bir de ağlamamak için kendisiyle harp eden çocukluk arkadaşına bakıyordu. Ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu.
Herkes karmakarışıktı. Bir tek Kral kılını dahi kıpırdatmadan izliyordu. Kalabalığın tepkisi onun için öncelikliydi. Saygısızlık kelimesi kulaktan kulağa dolaşmaya başladığında bile bir süre Vekil Efendi’nin getirdiği o arsız kızın konuşmasına müsaade etti.
Aldığı talimat üzerine koşup surlara doğru gitti Jaehwan. Orada bekleyen hizmetkârlar vardı, Cha Hakyeon’un adamı gibi değil de normal köylüler gibi gözüküyorlardı. Genç kılıç ustası onlara söylentilerin halk arasında yayılması için emir verdi.
O anki durum, Doyeon Hanım’ın ruhunda bıraktığı derin yara haricinde kolaylıkla bir fırsata çevrilebilirdi. Her şey yoluna koyulabilirdi; Âlim Efendi’yi utandırmak için yapılan bu hareket onun halk gözündeki sempatisini artırabilir, hatta sarayda yeni fırsatlar doğurabilirdi.
Öyle de oldu; ertesi gün toplanan mecliste herkes Vekil Efendi’den uzak duruyordu, birkaç şakşakçısı haricinde tabii.
Âlim Cha da o günkü meclis de bulunuyordu. Kral’a en yakın duran oydu, diğer vekillerden ayrı olarak hafif yan dönmüştü. Hiç kimseyle göz teması kurmak istemediği belliydi. Yaşanan olaylardan dolayı kendisine üzüntülerini iletmeye gelenlere basitçe başını sallayıp teşekkür ediyordu. Yorgun görünüyordu, esmer yüzünden daha esmer halkalar vardı gözünün altında.
Majesteleri teşrif ettiğinde gerginlik hat safhaya çıktı. Bütün vekiller hala pişkin pişkin sırıtan ihtiyar Vekil Efendi’nin meclisin ortasında çocuk gibi azarlanacağından emindi neredeyse. Lakin Kral Joseon’un güvenliği ve maliyesiyle ilgili raporları aldı önce. Ardından kalabalıklar tarafından saraya ulaştırılmış önemli arzuhalleri okudu. Herkes, özellikle gençler sabırsızlanırken Âlim Cha hiç başını kaldırmadan dinliyordu yalnızca.
Oylanabileceği kadar oyalandıktan, emirleri verdikten sonra tahtına iyice kuruldu Yüce Kral. Ellerini göbeğinin üstünde birleştirip tek tek karşısında el pençe divan duranları izledi. Bakışları Cha Hakyeon’da sabitlendi.
“Sen,” dedi. Vekiller irkildiler, hatta arkalardan birisi yerinde sıçradı.
Sürekli yere baksa da kendisine seslenildiğini anlayan Âlim Efendi “Emredin Yüce Kral Hazretleri,” dedi vakur bir sesle.
“Kaçıp gidecek gibi duruyorsun.”
“Kulunuz pek çok kez mecliste bulunmuştur, lakin asla kendisini buraya ait hissetmemiştir. Ben bir âlimim yalnızca Majesteleri. Affınıza sığınarak; bugün neden buraya çağırıldığımı da anlamış değilim.”
“O yüzden korkuyorsun, öyle mi?”
“Öyle gözüktüğüm için bağışlayın.”
“Yıllardan beri sarayın kapısını aşındırırsın, kaç prens kaç kral görmüş adamsın. Nasıl olur da dönüp meclise hiç bakmazsın? İnsanlar itler gibi birbirleriyle kapışırken, şurada durup zırvalamak için can atarken sen niye hiç istemezsin buraya gelmek?”
Salondakiler tokat yemişe döndüler. Kendilerine edilen hakareti sessizce hazmetmeye çalıştılar. Yüzleri kızaranlar oldu, Vekil Efendi hala gülümsüyordu.
“İzin verirseniz, durumu sizin dilinizden izah etmek isterim. Bendeniz, bu memleketin onurlu bir kulu olarak yaşamayı, bu insanların arasına girmeye tercih ederim. Burada bulunacağıma, çocuklar gibi sidik yarıştıracağıma, halkla bağımı koparacağıma, bir muallim olarak öğrenciler yetiştirmeye ve bağışlayın Kral Hazretleri, size içten önerilerle gelmeye daha istekliyim. Siyaset, benim gibi birini yalnızca köreltir. Bunu siz benden daha iyi bilirsiniz.”
Kral gırtlaktan gelen korkutucu bir sesle güldü. “Yine lafını esirgemedin. Köpeklerle kurdu yarıştırmaya niyetim yok, merak etme.”
Âlim Efendi sessiz kaldı. Aslında bu konuşmanın nereye gittiğini biliyordu. Duruşundan ve yüzünün asılışından gönülsüz olduğu seziliyordu. Vekil Efendi’nin gülümsemesi de söner gibiydi.
Majesteleri doğruldu, göbeğini içine çekerek omuzları dimdik ayağa kalktı. “Bundan gayrı Âlim Cha Hakyeon, sarayın ve bittabi meclisin baş müşavirliğine atanmıştır. Böyle biline.”
Meclis emrivakiyi sevmez, kral emri olsa dahi kendisine danışılmadan iş yapılmasını istemez; bu sebepten itirazı çabuktur. Lakin o gün kendisine bir hediye olarak sunulan bu görev için itiraz eden ilk kişi Cha Hakyeon’du.
Yere kapanıp “Majesteleri!” diye haykırdığında Vekil Efendi titriyordu.
“Ne istiyorsun be adam? Köpeklerin arasına koymadım işte seni. Tek fark âlim cübbeni çıkarıp memur cübbesi giymek olacak senin için. Şükürsüzlük etme.”
Âlim Efendi kendini hızlıca toparladı. Dizlerinin üstüne doğruldu. Elleri yumruk halindeydi, sesi neredeyse öfkeli çıkıyordu. Yine de kendisine yakışanı yaptı. “Lütfunuz ölçülemez, Kral Hazretleri.”
***
Efendi Lee bir eli kılıcında koşar adım girdi Veliaht Prens’in konutuna. Geldiğinin bildirilmesini bile bekleyemeden içeri daldı. Zaten dostları onu bekliyordu, saçma sapan göstermelik işlere gerek yoktu.
“Âlim Efendi baş müşavirliğe getirilmiş,” dedi girer girmez. “Doğru mu duydum?”
Wonsik başını sallarken Prens Sanghyuk oturmasını işaret etti.
“Bu işte bir iş var.”
“Değil mi? Ben de öyle düşünüyorum. Evden nasıl fırladım bir bilseniz…”
“Asıl tuhaf olan, bu atama hadisesi değil,” dedi Wonsik dalgın bir sesle. “Kendisini dünürü olarak kabul ettikten sonra böyle bir şey yapması kimseyi şaşırtmazdı. Lakin Kral Hazretleri bu konuda tek kelime etmemiş.”
“İhtiyarın aklında başka bir şeyler olmalı. Dayıma da mecliste hiçbir şey söylememiş.”
“İzdivacınız muallakta mı Prens Hazretleri? Siz ne düşünüyorsunuz?”
“Onu bilmiyorum da her şey çok tuhaf geliyor bana. Vekil Efendi’nin bu yaptığı bir tek Cha Hakyeon’a yaradı. Kendisi en ufak bir çıkar sağlamadı bu işten. Güzel bir kız çıkarıp ortaya attı diye babamın onu gelini olarak seçeceğini mi düşündü? Gerçekten aklım almıyor.”
“Bugün mecliste Âlim Efendi ağlayacak kadar üzülmüş diye çalındı kulağıma. Belki de amacı buydu.”
“Âlim Efendi saraya girmek istemiyor olabilir, lakin bu istenmedik durumun bile ona güç katacağı su götürmez bir gerçek. Yine dayımın eline hiçbir şey geçmedi.”
Sessizlik oldu. Wonsik kırmızı norigesinin püskülüyle oynuyordu, Hongbin şapkasını çıkardı.
Genç Prens iç çekti. “Doyeon nasıldır acaba şimdi?”
Dostları da başlarını sallayarak aynı endişeyi paylaştıklarını gösterdiler.
***
Wongeun’ın içmeye ihtiyacı vardı. Şu önünde duran gölde su değil de şarap olsa hepsini bir dikişte içerdi. Hatta hiç içmeden sarhoş olabilse o dakika olurdu.
Fakat o anda şelalenin tepesinde oturmuş, kılıcını bacaklarının arasına kıstırıp yüzünü avuçlarına gömmüş, saatlerdir hüngür hüngür ağlayan Taekwoon’u izlemekle meşguldü.
Gece aptalca bir şey yapmasın diye onu odasına almış, hiçbir şey yapmadan put gibi oturmasını izlerken uyuyakalmıştı. Sabah gözlerini açtığında çocuktan en ufak bir iz yoktu. Kime sorduysa yok, nereye baktıysa yok, buhar olup uçmuştu sanki.
Sonra Jaehwan’ın gönderdiği bir ulak delikanlının ormandaki şelalede olduğunu söyledi, yolu kendisine tarif etti. Jaehwan’ın nerede olduğu da belirsizdi. O gün kimseyi bulmak mümkün değildi, Osman Efe de saraydan dönmemişti bir türlü.
Kendisi de Eunbyul’u gördüğünü unutamıyordu, ama bu çocuk kadar içi yanmıyordu, ondan emindi. Bu durum onu biraz rahatlattı. Demek ki zaman gerçekten iyileştirebiliyordu. Yalan sanmıştı, hep içi yanacak sanmıştı. Ölüm hep kafasının arkasında bir yerlerde olacak sanmıştı. Nihayetinde öyle olmamıştı; yıllar sonra o gün, zamanında kendisinin hissettiği gibi hisseden bir gence yardım etmek istiyordu şimdi. Geçeceğini biliyordu artık, Taekwoon da bilsin istiyordu.
Taekwoon’un önünü göremediği açıktı. Ne gözleri görüyordu, ne de yüreği. Ya ölecekti, ya da öldürecekti. Ya öldürecekti, ya da öldürülecekti. Her halükarda kan istiyordu canı. Gövdesi kan kokuyordu, saçları, elleri, ayakları, kıyafetleri, yüzü, ağzı, en çok da şu norigesiyle kılıcı kan kokuyordu. Öldürmeye kimden başlarsa başlasın en sonunda kendisini öldürüyordu kafasında. Bir faydası yoktu. Yolun sonu burasıydı.
Doyeon’un haberi olur muydu? Babasını öldürse, tanıdığı insanları öldürse; ona, bunu seni seven o kılıç ustası yapmış derler miydi? Çok mu üzülürdü o zaman? Gidip ona elini uzatsa, gel benimle dese, ölelim seninle dese… Olmaz mıydı?
Ne önemi vardı sarayın, kralın, prensin, mektebin, çıkarların, davanın ne ehemmiyeti vardı? Onun kalbini böyle deşmişlerken… Onun her yanı böyle kan kokar, canı böyle kan isterken…
En çok abisinin yaptığını yediremiyordu kendisine. Göz göre göre izin vermişti. Güya yalvarmıştı efendisine, ne faydası olmuştu? Gelip “Kardeşim, sana sevdiğin kızın elbisesine kumaş aldıracaklar,” diyememişti işte. “Vazgeç bu sevdadan, o senin efendinin kızıdır,” diyememişti. Korkaktı abisi, alçaktı. Sırtından vurmuştu onu. Önce onu öldürmeliydi.
Öldürmeli miydi? Yoksa yalnızca kendisi mi ölmeliydi? O zaman Doyeon daha az üzülürdü belki. Söylemezlerdi ona; senin sevdiğin, o dolu dolu beyim diye sevdiğin delikanlı canına kıymış demezlerdi. Kimse kimseye bir şey söylemiyordu zaten bu birlikte. Kimsenin gözünde değeri de yoktu. Bir muhafızdı yalnızca, isimsiz ve ölmeye hazır.
Sahi Taekwoon biliyordu bunu. Kendine hep böyle söylemiyor muydu? İlk vazgeçilen olacaktı. Haberi vardı. Nasıl da unutmuştu. O esmer tavşan nasıl da aklını başından alıp her şeyleri unutturmuştu ona. Belki de ilk ölmesi gereken Doyeon’du.
Yapamazdı ama. Önce “seni seviyorum,” demesi lazımdı. Geçen sefer söyleyememişti. Bari bunu söyleyebilseydi. Evet, hiçbir şey söylenmiyordu bu cehennemde. Lakin bu çok önemliydi. En önemlisiydi.
Wongeun’dan rica etse iletir miydi ki sözlerini? Herkes Wongeun’a güvenirdi sonuçta. O yumuşacıktı, o içtendi, o insan içine girip de rahat etsin diye açılmış bir oyuktu sanki. Sözünün eriydi. Hem anlardı kendisini, onun da böyle içi ölmemiş miydi zamanında? Sevdiğine seviyorum diyemeden çekip gitmemiş miydi o da?
Yok yok, olmazdı. Doyeon gönül koyardı sonra ona. Kızardı neden gelip görmedi beni, neden sen söylüyorsun diye. Kızardı, değil mi? Yoksa “Neden o aptal muhafız çocuktan haber getiriyorsun bana?” diye mi kızardı? Adını duymak bile istemiyordu belki de.
Güvenecek, inanacak neyi kalmıştı ki?
İşte bu kılıcı vardı bir tek. Fazla uzatmadan öldürmeliydi kendini. Anası da oğlum dava uğruna öldü diye düşünürdü herhalde. Öyle olmasını umuyordu. Oğlunu böyle… Böyle eziyetle… Böyle işkenceyle öldürdüklerini duymasını istemiyordu. Gönlünü olmayacak birine kaptırdığını bilsin istemiyordu. Keşke anası da unutsaydı onu, bu birlikte olduğu gibi değersiz olsaydı onun gözünde de…
Kimse hatırlamasa kendini ne iyi olurdu.
Kılıcını kınından çıkardı. Etraftaki ağaçların yeşilliği kılıcın parlak yüzünden yansıyordu. Hafifçe kaldırınca kendi gözlerini gördü; şişmiş, kızarmış, feri gitmiş.
Kendi haline içi acıdı. Derin bir iç çekti, daha fazla görmemek için kılıcı indirecekti ki ardında bir şeyin hareket ettiğini gördü. Dinledi, ayak sesi duydu. Biri fark ettirmeden kendisine yaklaşmaya çalışıyordu.
Fazla beklemesine gerek yoktu, gelen her kimse hızlı davranıp hemen gelmişti. Kılıcını savurmasına karşılık verecek kadar hazırlıklıydı üstelik.
Taekwoon yorgun olmasına rağmen öfkeden gözü döndüğü için davetsiz misafirini alaşağı etmekte zorlanmadı. İntihar ederken bile rahat vermiyorlardı insana. Adamın üstüne çıkıp kılıcını boğazına dayadı.
“Abim dur, benim.” Delikanlı dün geceden beri kelimeleri zorlukla seçiyordu, bu sözleri algılamakta da zorlandı. Kılıcını bastırdı. “Lan dursana! Bu kadar mı nefret ettin ulan!”
Sonra fark etti, Jaehwan’dı gelen. Kılıcını yere ittirildiği an bırakmış, karşı koymadan öylece yatıyordu. Aslında iyi fırsattı delikanlı için, ama yapamadı. Geri çekildi. Ardını dönüp oturdu eski yerine.
“İyi değilsin,” dedi abisi tespit yapar gibi. Cevap alabilmek için bir süre bekledi.
“Sağ ol hatırlattığın için.”
“Tanıyamadın beni lan.”
“İyi olmadığımdan değil, seni ben hiç tanıyamamışım zaten.”
Jaehwan iç çekti. İyi bok yemişti. Herkes iyi bok yemişti, ama en iyisini kendisi.
“Taekwoon, bak yavrum-”
“Cenazemi anama göndermeye falan kalkma, buraya göm,” diye kesti onun lafını. “Aramaya gelecek güçleri yoktur, olur da gelirlerse şerefiyle öldü dersin.”
“Ne diyon lan salak?”
Delikanlı omzunun üstünden arkasında oturan abisine öfkeli bir bakış attı. “Öldüreceğim kendimi.”
“Herkes deliye hasret biz akıllıya.”
“Onu benim söylemem lazım.”
“Vay anasını ya… Evet, Taekwoon ben sıçtım, üstüne de sıvadım. Tamam mı? Ama bu durumda sadece seni düşünemezdim. Doyeon da benim kardeşim ulan. Bencilliğin sırası mı?”
“ONUN ADINI AĞZINA ALMA!”
Aşağıda onları izleyen Wongeun, delikanlının haykırışı yüzünden yerinde sıçradı. Bu iki aptal boğuşmaya falan kalkmasalardı bari. Yanlarına çıksa mıydı? Of ulan, her şey iyiden iyiye sarpa sarıyordu.
“Senden önce ona abilik yaptım ben. Eninde sonunda öğreneceğini biliyordu, olabildiğince ertelemeyi seçti o. Ben de elimden geleni yaptım onun için.”
“Neden?”
“Bana son ana kadar gelmedi bile Taekwoon. Onca zaman tek başına çekti acısını. Üstelik emin ol, senden daha büyük bir fedakârlık yapıyor. Senden daha çok eziyet ediyorlar ona. Öz kızlarını paramparça ediyorlar. Senin bu yaşadığın, onun yaşadıklarının yanında hiçbir şey değil. Utanmadan kendimi öldüreceğim diyorsun bir de. O kız ne yapsın? O da öldürsün mü kendini? Ne istiyorsun anlamıyorum ki…”
Yine Taekwoon suçluydu.
“Ben sana suçlusun demiyorum,” dedi Jaehwan onun düşüncelerini duymuş gibi. “Sadece biraz düşün diyorum. Ben göz göre göre sana böyle şerefsizlik yapacak insan mıyım? Hiç mi güvenin yokmuş arkadaş, ilk dakikadan kılıç çekmeler falan. Hadi anladık dövdün, bir de öldüresin mi var? Ne garezmiş ya…”
Delikanlı sakinleşmeye çalıştı. Abisi haklı olabilirdi. Gerçekten bencillik yapmıştı, sevdiceğinin yüreğinden geçenleri hiç düşünmemişti. Acaba giydiği kumaşı onun seçtiğini biliyor muydu? Belki hiçbir şeyden haberi yoktu. Beyim diye sevdiği adamın it kadar değer görmediğini duymamıştı henüz belki.
“Bak abicim… Her şey çok zoruna gidiyor anlıyorum. Neresinden tutayım da düzelteyim bilmiyorum. Benim de yanlışlarım oldu, evet. Ama ben de aziz falan değilim ki canım, kafama en çok yatan şeyi yaptım işte. Düşün bak, kafama en yatan şey buysa diğer seçenekler nasıldı, sen düşün.” Derin bir nefes aldı. Arsız kadınlar gibi arkasından sarıldı Taekwoon’a. Başını omzuna yaslayıp göğsünü sıvazladı. “Affet abini,” dedi. “Bari bana olan öfken yakmasın şu yüreğini. Hata ettim, başka çıkar yol yoktu. İnan bana.”
Bir süre öyle kaldılar. Delikanlı birisinin kendisine sarılmasına ihtiyaç duyduğunu o an fark etmişti. İçten bir kucaklama, daha içten bir özür… Hiçbir şey düzelmemişti, lakin bir yudum su içmiş gibi hissetti.
Jaehwan onun rahatladığından emin olana kadar bırakmadı onu. Sonra kollarını çözdü, kendisine dönsün diye omzundan çekiştirdi. Taekwoon gönülsüzdü, yine de isteğine boyun eğdi.
“Doyeon’u senden önce tanıdım diye, önce ona abilik ettim diye senin pabucunu dama attım sanma. Her şeyin bir sırası var. Şimdi yine hiddetlenirsin diye korkuyorum, ama önceden bilmen lazım. Bu iş olmayacak, içinde umut varsa önce onu öldür.” 
Sessizlik.
Umut kalmamıştı içinde. Bu saatten sonra umut mu olurdu? Umuda fırsat mı olurdu?
“Yok gibi geliyor değil mi? Sen yine de kendine hep böyle söyle. Olmaz bu iş, olmaz, de.”
Olmaz bu iş, diye tekrarladı delikanlı içinden. Olmaz.
“Ben bundan sonra sana acını kalbine göm diye yardım edeceğim. Başka bir şey bekleme benden.”
Başka bir şey bekleme. 
“Şimdi iyi dinle bak. Âlim Efendi seni çağırdı yanına.” Taekwoon belli belirsiz bir hareket yaptı. Kendisi de anlamamıştı, galiba şelaleye doğru atlamak istemişti. Abisi yakaladı. “Dur evladım, lafım bitsin ya. Senin şimdi ne düşündüğünü bilmiyor o, anlamıyor seni.”
Ne zaman anladı ki…
“Onun tarafını tuttuğumdan değil, ama şu an evladının acısını çeker gibi bir hali var. Orada bir hata yapma diye söylüyorum…”
“Gideceğimi nereden çıkardın?” Sonunda dilini kullanmıştı.
“Gideceksin. Ben git demeyeceğim, ama sen koşarak gideceksin.”
“Bir daha ölmeye mi gideceğim yani? Ağzından çıkanı kulağın duysun.”
“Bir daha ölmeye gideceksin. Hatta bin defa daha gideceksin Taekwoon.”
***
“Ne dedin lan çocuğa?” Önlerinde düşünceli bir edayla yürüyen delikanlıya bakarak sormuştu Wongeun. “Kaplandı, kedi kesildi.”
“Olanı söyledim. Bir daha gizlemem bir şeyi artık. Dersimi aldım.”
“Geç kalmadın mı biraz?”
“Yahu bari siz yapmayın.”
“Tamam tamam, bir şey demedik. Bu çocuk bir daha gözümün önünde öyle ağlamasın, gerisi beni bağlamaz. Kendine bir şey yapacak diye ödüm koptu.”
Jaehwan yanındakinin kulağına doğru eğildi. “Tam zamanında yetiştim ben. Yoksa öldürecekti kendini, kılıcını çekmişti tam,” diye fısıldadı.
“Yuh anasını.”
“Siz de öyle uzaktan izlemeyin. Bundan sonra da ne yapacağının garantisi yok.”
Wongeun başını salladı. Çocuk utanmasın diye uzakta oturuyordu, lakin durum o kadar vahimse azıcık utanıversindi. Bir şey olmazdı.
Mektebin girişine gelince Taekwoon durdu. Sımsıkı tuttuğu kılıcına baktı. “Abi,” dedi. Jaehwan uzun zamandır ilk kez duyduğu bu kelime karşısında sevinçten sarhoşa dönüverdi.
“Abi diyen dilini yesinler, söyle abisinin gülü.”
“Sen kılıcımı al. Elimden bir kaza çıkmasın.”
“Haklısın, ver bakalım. Sonra benden istemeyi unutma. Sen isteyene kadar saklarım ben bunu.”
Wongeun da “En iyisi,” diye karıştı lafa.
Delikanlıya Âlim Efendi’nin odasına kadar eşlik ettiler. Ellerinin titrediğini görüyorlardı. Geldiklerini Jaehwan haber verdi. Yalnızca delikanlının içeri girmesi emredilince Wongeun onun elini tutup korkmamasını söyledi. Gerçi delikanlının korkar gibi bir hali yoktu. Asıl korkması gereken Cha Hakyeon’du.
İçeri girince selam vermedi. Efendisinin yüzüne de bakmadı. Öylesine, geçerken girmiş gibi girdi; sanki yokmuş gibi, öylesine durdu. Konuşmadı, yere bakıyordu.
“Otur.”
Sesini duymak, önündeki masaya bir tekme savurma isteği doldurdu içine. Lakin kendisine hâkim oldu. Sabretmeliydi. Sabredecekti. Oturdu.
“Seni himayeme almakla en doğru kararı verdiğimi görüyorum oğlum.”
Oğlum? Oğlum demişti. Taekwoon acaba yüzü kızarmış mıdır diye başını kaldırınca en az kendisininki kadar yorgun gözüken bir yüzle karşılaştı. Öfkesini bastırmaya çalıştı.
“Senden isteyeceğim şeyi duyup da geldiğini düşünüyorum. Yoksa gelmezdin. Haksız mıyım?”
İyi ki kılıcımı bırakmışım, diye düşündü delikanlı. En azından yaşlı bir adamı yumrukla dövmeyi içi almıyordu.
“Benim evladım… Acı çekiyor Taekwoon.” Delikanlının sıkmaktan parmakları kırılacak, dişleri dökülecek gibiydi. “O gün yaşadığı utanç onu perişan etti. Durumu gerçekten iyi değil.”
İyi olmazdı tabii. Sadece o utanç mıydı yaşadığı şey? Ondan öncekileri kimse saymıyordu nedense.
“Lakin asıl mesele… Seni istememin sebebi bu değil. Benim ağzımdan da duy. Doyeon… Benim küçük kızım artık tehlikede ve kendisini koşulsuz şartsız koruyacak birine ihtiyacı var.”
Daha fazla dayanamadı. Kedi numarasını bir kenara bırakıp kaplan gibi masanın üstünden efendisine doğru atıldı. Yakasına yapıştı. Kafasını yere vura vura olsa da öldürmek istiyordu.
Sesi duyan, gölgelerini gören abileri içeri daldılar. “Taekwoon!” diye bağırdı Jaehwan. “Kendine gel!”
“Çıkın,” diye emretti Âlim Efendi kesin bir sesle. “Sizi çağıran olmadı.”
“Abi ateşle oynuyorsun,” diye yalvardı Wongeun. “Yapma.”
“Çıkın dedim size!”
İki adam; kendi minicik, gücü kocaman olan bu adama itaat ederek dışarı çıktılar. Zaten Jaehwan onun birkaç yumruğu hak ettiğini düşünüyordu.
“Bize ne yaptığınızı görüyor musunuz Âlim Efendi?” diye hırladı delikanlı. İhtiyarın yüzünü ısıracak kadar yakındı.
“Sen benim ne demek istediğimi anlıyor musun evlat?”
“Sizin evladınız değilim ben. İnsan evladına bile yapmaz bunu diyeceğim ama sizin maşallahınız var.”
“Kızımın senin himayene ihtiyacı var Taekwoon. Duyuyor musun beni?”
“Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?”
“Senden başka kimseye emanet edemem onu.”
“Efendi! Gözünüzün önünde yavaş yavaş ölelim mi istiyorsun!”
“Kabul edeceksin. Biliyorum. Etmeyecek olsan, gelmezdin ki… Kızdığından yapıyorsun yalnızca. Ama anlıyorsun sözlerimi. Sen de istiyorsun.”
O akşam Taekwoon, handaki odada, abisinin kucağına bir çocuk gibi kıvrılarak hüngür hüngür ağladı sabaha kadar. “Kılıcımı ver,” diye sayıklıyordu. “Sabaha çıkmama izin verme abi. Kılıcımı ver yalvarırım, gücüm kalmadı artık.”

mavinot: telefondan yayınladığım ilk blog yazısı olarak tarihe geçsin ehehe. çabalarımı takdirsiz bırakmayın lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!