Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Eunbyul akşamüstü gelmişti mektebe. Özellikle oğlanın
dersi olduğu bir vakte denk getirmişti.
Peşinden sürüklediği hizmetkârı bu ziyaretten hiç memnun
değildi. Oradan buradan kulağına çalınan fısıltıları duymamak için kulaklarını
kesmek istiyordu. Prenses Hanım’ın saray bu denli karışıkken Âlim Efendi’nin
inine gelmesi yeterince kötü değilmiş gibi, bir de kendisini dışarıda bırakarak
şu bıyıklı herifin yanına yalnız başına girmişti. Çok büyük hataydı bu, çok.
Lakin genç kadının umurunda değildi bu. Abisinin dizinin
dibinde oturup uzaklardan getirdiği o kara kahvesini içerken birkaç
dakikalığına her şeyi unutmak iyi gelmişti. O da biliyordu bu görüşmenin ne
gibi sonuçlar doğurabileceğini. Şayet bir sonuç doğurmasa bile Osman Efe
Bey’den birazdan duyacağı şeyler dahi yeterli bir sebep olabilirdi daveti geri
çevirmesi için. Fakat yapamamıştı işte. Gönlü el vermemişti, onun da sormak
istediği şeyler vardı ve son şansını kaçırmak istemiyordu.
Karşısındakine fırsat vermeden zarif parmaklarıyla
tuttuğu küçük fincanı indirdi, hemen konuşmaya başladı. “Bugün, kardeşim
Veliaht Prens’i ziyaret etmişsiniz.”
İri adam iç çekti. “Yahu önce ben söyleyecektim, yine kim
gelip yetiştirdi sana?”
Gamzelerini göstererek gülümsedi Prenses. “Bilirsiniz
sarayda malumat durduğu yerde durmuyor.”
“Bilmem mi? Evet ziyaret ettim delikanlıyı. Gitmeden
söyleyeceklerim vardı.”
“Ne gibi?”
“Sabırsızlanma çocuğum. Onları ben söylemeden de
öğrenirsin. Şimdi sen, senin duyman gerekenleri duyacaksın benden.”
Kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. Babası kral
olmasaydı ne iyi olurdu! Bir köylünün kızı olarak doğsa belki bu kahveyi hiç
tadamazdı, lakin belki biraz huzur bulabilirdi.
“Dinliyorum.”
Osman Efe Bey yaptığı bütün hazırlıkları unutur gibi
oldu. Neresinden başlarsa başlasın aynı derecede karmaşık ve can sıkıcı
olacaktı bu mesele. Alçak sesle aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Vakit
kaybetmeden oğlunu mektepten alacaksın.”
İşte bu beklenmedik bir şeydi. Eunbyul’un parlak gözleri
daha da parladı, kocaman oldu. “Nedenini de söyleyecek misiniz?”
“Burada hayırlı şeyler olmayacak. Kardeşimin evladını
gözetmek benim boynumun bir borcu diye düşünüyorum. Geç kalma, hatta yapabilirsen
bugünden sonra bir daha gönderme.”
“Oğlumla tanıştınız mı?” diye sordu kadın, sesi kavga
etmeye hazır bir kedinin sesi gibi çıkmıştı.
“Bugün o şerefe nail oldum.”
“O halde ne denli zeki bir çocuk olduğunu
anlamışsınızdır. Zira gözlerinde yazar zekâsı. Nasıl olup da onu mektebe
gelmemeye ikna edebilirim? Bu konuda da bana öğüt vermek ister misiniz?”
“Görmeyeli daha da dişlenmişsin Eunbyul.”
Prenses Hanım kendini toparladı. Fincanını bıraktı. Sanki
dağılmış gibi elleriyle topuzunu düzeltti. Aşikâr olanı dillendirmeye gerek
yoktu. Hepsi büyümüştü işte, büyüyüp görmüşlerdi hayatta kalmanın öylece
kendiliğinden gelişen bir şey olmadığını. İnsan rahat nefes almak için bile
savaş vermek zorundaydı. Bir prenses bile böyle dişlenmek mecburiyetinde
kalıyordu. Hatta bir prenses için çok daha zaruri bir şeydi bu. Abisi de neden
böyle söyleyip üstüne geliyordu, anlayamıyordu.
“Kızma bana. Ben yalnız senin ve evladının iyiliği için
söylüyorum bunu. Dahasını da söyleyeceğim, böyle küsersen nasıl konuşayım?”
Bir eliyle fincanı tekrar alırken diğer elini bir şey
verirmiş gibi uzattı. “Devam edin lütfen.”
“Doyeon’un sevdiği bir oğlan vardı Eunbyul.” Kadın
fincanı aldığı gibi bırakmak zorunda kaldı. İçi kaynadı sanki bir anda. Ayağa
kalkıp zıplamak istedi, ya da kusmak. İster istemez hafifçe öne doğru
eğilmişti. Göğsüne iğneler batıyordu. “Bu oğlan Âlim Efendi’nin himayesindeydi.
Kızcağız biliyormuş bunu, lakin oğlan ancak şölen günü kavrayabildi. Orada,
sevdiği kızı hanedana gelin vermek niyetiyle gelmiş tarafın korumalığını yapmak
göreviyle bulunuyordu.”
“Neler söylüyorsunuz böyle?”
“Cha Hakyeon her şeyi biliyordu.”
“Ne demek her şeyi?”
Osman Efe soruyu es geçti. “Kızla oğlan perişan, senin
anlayacağın… Fakat bu kadarla kalmıyor bu durum, Âlim Efendi oğlanı kızına
muhafızlık etsin diye görevlendirdi.”
Eunbyul elini yumruk yapıp göğsüne vurdu pat pat. Boynu
yer yer kızardı, bir de alnında bir damar baş gösterdi.
“İyi misin? Yavrum?”
Kadın abisinin kendisine uzanan elini tutmak istercesine
ileriye doğru atıldı. İri adam onu kucaklayıverdi. Sarıldılar. Çok kısa
sürmüştü gerçi. Hemen toparlanıp ayrıldılar birbirlerinden. Kadının suratı da
pancar gibi kızardı.
“Ne çok dilekler diledim, ne çok dualar ettim. Şu
yeryüzünde benim gibi…” Durup nefes aldı. “Bizim gibi acı çekmesin insanlar
diye. Gönlüm el vermiyor söylemeye, lakin bir kez daha gördüm dileklerin de
duaların da bir işe yaramadığını.”
Osman Efe üzülüyordu. Kardeşi konuşsun, yarasındaki irini
akıtsın istiyordu. Fakat zamanı kalmamıştı. Söyleyeceklerini acele yoldan
söylemesi gerekiyordu. Yine de konuya tekrar girerken yarayı tırnaklayacak
taraftan girmeyi ihmal etmemişti.
“Sen babana ne çok gönül koyduysan, o kızcağız daha çok
gönül koydu. Çünkü en azından siz…”
“Uzaklaşmıştık. Haklısınız, onlar dip dibe… Göz gözeler
bütün gün. İyileşemez insan.”
“İşte ben de onu diyorum. Bu adam iyileşmeyecek yaralar
açmaya başladı. Fakat çocuğum bu iş bu kadarla kalmayacak.”
Eunbyul’un yüzünün kırmızısı hafif hafif buharlaşır
gibiydi. Kaşlarını çattı. “Ne demek o öyle?”
Adam fincanını bırakıp bıyığını düzeltti sıkıntıyla.
Sonra da fırsat bu fırsat diyerek girişti anlatmaya. Kardeşinin dehşete
düştüğünü gördükçe sözlerini biraz daha özenle seçmeye çalışıyordu, lakin olan
ortadaydı işte. Öyle de söylese, böyle de söylese nihayetinde aynı kapıya
çıkıyordu.
Yapması gerekenleri bir bir tembihledi anlattıklarının
sonunda. “Lakin Eunbyul, ilk işin o sabiyi bu mektepten uzaklaştırmak olacak.
Söz ver bana.”
“Söz,” dedi Prenses Hanım. Bir süre az önceki meseleyi
sindirmek için sessizce oturdular. Alacakaranlık başlamıştı. Eunbyul da
soracaklarını acele yoldan sorması gerektiğini hatırladı. Ellerini gergin bir
biçimde kavuşturdu kucağında, yere baktı. Yüzü kızarmasın, sesi titremesin,
gözleri dolmasın diye söyleyeceklerini iyice kararlaştırdı.
“Abi,” dedi sonunda. Tam o anda kapı açılınca içi yeniden
kaynar gibi oldu.
“Anne!” diyordu oğlu. Onun sesini duymak da pek iyi
gelmemişti, yine kusmak istedi.
“Kwangjae! Hoş geldin delikanlı.” Osman Efe çevik bir
hareketle yerinden kalkıp çocuğun başını okşadı. “Biz de nerede kaldın diye
merak etmiştik.”
“Çok mu beklediniz?”
“Sohbet ettik, hasret giderdik annenle. Hadi gel, sen de
katıl muhabbetimize.” Küçük, validesinin yanına oturdu. Kadın oğlunun başını
okşadı, yine yuttu soracaklarını. Yüzünün kızarığını da, sesinin titremesini
de, gözlerinin yaşını da içine attı oğluna bakarken.
“Anne!” Oğlan hevesle annesinin düşüncelerinden çıkıp
kendisiyle ilgilenmesini bekliyordu. “Senin dostlarınla tanıştım ben de. Tıpkı
sana benziyormuşum, öyle dediler!”
Eunbyul konuşamıyordu. Dostlar demişti çocuk. Bir tane
değildi bu dostlar.
“Yaa, hem de nasıl benzi-”
Abisinin sözünü kesti. “Başka kimle tanıştın oğlum?” Sesi
buz gibiydi.
“Wongeun Beyimle!”
Osman Efe araya girmekten vazgeçip kadının tepkisini
izledi.
“Onunla da mektepte mi tanıştın?”
Oğlan kafasını salladı. “Hatta kapının önünde bekliyordu
o da. Gel dedim, lakin gelmedi.” Eunbyul başını ağır ağır kaldırıp kapıdan
tarafa baktı. Bir anlığına bir gölge görür gibi olup hızla ayağa fırladı, ne
yaptığının farkında değildi. Çok yavaş hareket ediyordu. Kaçsın diyeydi belki,
zaman veriyordu ona. Kapının tam önüne gelip iki eliyle yine ağır ağır açtı
kapıyı.
Bir adımcık vardı aralarında. İşte oradaydı, kan çanağı
olmuş gözleriyle Eunbyul’un parlak gözlerinin içine bakıyordu. Kadın oğlunun
önünde ağlamamak için dişlerini sıktıysa da bir damlacık yaş kaçıverdi yanağına
doğru.
Wongeun başını eğdi. Sonra yine kaldırdı. “Kendinize iyi
bakın Prenses Hazretleri,” diye fısıldadı. Sesinde dolu dolu özlem vardı. Selam
verip hızlı adımlarla koridoru aştı ve gözden kayboldu.
Eunbyul oğluna dönmeden önce yüzündeki tek damlayı sildi.
Gülümsüyordu Kwangjae’ye kalmasını işaret ederken. “O zaman bize müsaade,”
dedi.
Osman Efe de onlarla birlikte ayaklandı. Önce çocuğa
sıkıca sarıldı, çocuk şaşırtmıştı. “Seninle tanışmak çok güzeldi delikanlı.
Umarım bizleri unutmazsın.”
“Siz de beni unutmayın beyim!”
“Müsaade verirsen anneciğine de bir defacık sarılabilir
miyim? Kız kardeşimdir, bilirsin.”
Oğlan annesine baktı. “Validem de istiyorsa…”
Genç kadın oğlunun başını okşadı. Kollarını kocaman açan
abisine bıraktı kendini. “Kendinize iyi bakın abi,” dedi çocuğun duyamayacağı
bir sesle. “Ve rica ederim… Wongeun’a da…”
“Merak etme güzelim. Sen de kendine iyi bak.
Söylediklerimi unutma e mi?”
Kwangjae yol boyunca ağlayan annesinin elinden sımsıkı
tutarak yürüyordu. Ona şaşırarak bakan insanlara kaşlarını çatarak cevap
veriyor, onu elinden geldiğince koruyordu.
Bir aralık hizmetkâr teyze duymasın diye fısıldayarak
annesine şöyle dedi. “Wongeun Beyim seni seviyor mu anne?”
Eunbyul hıçkırıklarının arasından güldü oğluna. “Akıllı
oğlum,” dedi. “Çocukken… Öyleydi.”
“Peki sen?”
Genç kadının gülümsemesi biraz söndü. “Ben de… Çocukken
ben de öyleydim. Lakin çocukluk geçti artık. Şimdiyse seni ve kardeşini
seviyorum.”
Çocuk annesine, babasını da sevip sevmediğini soramadı.
Wongeun Beyinin çocukluğunun geçip geçmediğini de soramadı. Zira ikisinin
cevabını da içten içe bilir gibiydi. Sustu. Validesinin elini biraz daha sıktı.
***
Saraya gidecekti. Annesi onu güzelce süslemiş, başının
iki yanına çiçekli tokalar takmıştı. Doyeon sevmezdi böyle şeyleri, annesi de
biliyordu. Lakin itiraz edecek gücü yoktu. Tüm dikkatini titremelerine verip
durdurmaya çalışıyordu.
Pabuçlarını ablası giydirmiş, bahçeyi geçip dış kapıya
gelene kadar elini tutmuş, pelerinini taşımıştı. Çıkmadan da pelerinini bağlama
bahanesiyle yanaklarına bir sürü öpücük kondurmuş, yüzünü gözünü koklamıştı.
Genç kız tepkisiz bir şekilde beklemekle yetinmişti.
Kapıda Taekwoon bekliyordu. Doyeon onun gitmiş olmasını
umut ediyordu, fakat biliyordu da gitmeyeceğini. Gece kafasında ona hiç
bakmadan önünden geçip gitmeyi tasarlamıştı. Sırf bunu düşünürken uyuyamamıştı.
Delikanlı etrafından dolaşmak isteyen kızın önüne doğru
uzun bir adım atıp önünü kesince genç kız pişman oldu. Dün gece uyumadığı için,
aniden titremeye başladığı için, yerinde sıçradığı için…
“Nereye gidiyoruz Küçük Hanım?” diye sordu delikanlı
heyecanlı gözükmeye çalışarak. Ama o da bütün geceyi kapının önünde nöbet tutup
üşüyerek geçirdiği için çok yorgundu. Gerçekten heyecanlı olsa bile sesi fazla
çıkmazdı.
Doyeon titremesine hâkim olmaya çalışarak yanından geçti
Taekwoon’un. Bu defa kendisine mani olmadığını hem üzülerek hem sevinerek
gördü. Peşinden gelmesini umursamamaya çalıştı.
Yine de birkaç adım attıktan sonra “Dün gece vazgeçip
gideceğinizi ummuştum,” dedi.
“Benim görevim bu Küçük Hanım. Hiçbir yere gidemem.”
Görev de görev! Genç kız bıkmıştı artık bu zırvadan.
Utanmadan her seferinde hatırlatıyordu bir de.
Yolun geri kalanında önden önden gitmeye ve titrememeye
çalıştı. Prens Hazretleri’nin karşısına rüzgârda kalmış yaprak gibi çıkmak istemiyordu.
Güçlü gözükmeliydi.
Bilerek kalabalık yolları seçti. Fazla sessizlik olursa
konuşmak isteyeceğinden korkuyordu. Kendisinden emin olamıyordu. Birlikte
pazardan geçerken Taekwoon aralarındaki mesafeyi aşıp yakınından yürümeye
başladı. Ensesinde nefesini hissetmiyormuş gibi yapmak çok zor geliyordu.
Tırnaklarını avuç içlerine bastırdı.
Sarayda yürümek pazardan daha meşakkatliydi. Delikanlının
varlığının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de insanların kendisini gösterip
konuşmalarını, gizli gizli fısıldaşmalarını, dik dik bakmalarını sineye çekmek
zorundaydı.
Doyeon çok zorlanıyordu. Yüreği çok yorgundu.
Dışarıdan üstüne bir çuval un konup dengelenmiş, incecik
bir sopa gibi gözüküyordu. Her an yıkılacak gibi, her an kırılacak gibi, her an
ortalığı toza dumana katacak gibi; lakin dimdik, yıkılmadan, kırılmadan ve her
şeyi yerli yerinde tutarak yürüyordu.
Onu izlemek çok zor geliyordu Taekwoon’a. Üstündeki un
çuvalını alıp sırtlamak istiyordu. Yapamazdı; biliyordu ki yapmaya çalışsa bile
bu yalnızca Doyeon’u yıkardı, dengesini bozardı.
Şimdi Veliaht Prens’in… Yani nişanlısının… Yani müstakbel
kocasının yanında onu görmek zorunda kalacak mıydı bilmiyordu. Kendini bu
ihtimale hazırlamaya çalışıyordu. Kılıcını çekip birden o çocuğu öldürmemesi
gerektiğini kendine telkin ediyordu. Doyeon onu delirtip kaçırmak için
kendisiyle içeri girmesini isterse diye ödü kopuyordu.
Birlikte Veliaht Prens’in konutuna girdiler. Kâhya
kibarlıkla eğilip Majestelerinin arka bahçede hava almakta olduğunu,
hanımefendiye oraya kadar eşlik edeceklerini söylediler. Taekwoon bir emir
almak için Küçük Hanım’a baktı. Doyeon sesini çıkarmayınca arkalarından yürüdü.
Genç Prens’i uzunca bir ağacın altında dikilirken
buldular, dallarda ötüşen kuşlara bakıyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Buyurun Doyeon Hanım,” dedi kâhya eliyle ileriyi işaret
ederek. Bu, sizin geldiğinizi haber vermeme gerek yok, demekti. Genç kız hiç
durmadan ilerlemeye devam etti.
Delikanlı da peşine takılmaya niyetlenmişti ki kâhya az
önceki kibarlığının zerresini göstermeyerek koluyla önüne set çekti.
“Bizim burada beklememiz daha münasip olur.”
Veliaht Prens’in Doyeon’un saçlarına, omzuna dokunup
onunla içten bir şekilde sohbet edişini izlerken hep bu ‘biz’ lafını düşünmüştü
Taekwoon. “Biz işte,” diyordu
içinden. “Onlar gibi olmayanlar. Duyup da
kulağı yokmuş gibi yapmak zorunda olan, görüp de körmüş gibi davranmak zorunda
olan… Biz… Onların önünde eğilmekten belleri iki büklüm olanlar…”
Doyeon’un Prens Sanghyuk’un önünde ince bir sopa gibi
değil de kalın ve sağlam bir kütük gibi gözüktüğünü içi ürpererek fark etti
delikanlı. Saklamasını mı beceriyordu, yoksa sahiden daha kolay mı geliyordu
onun yanında olmak? “Gerçi,” diye
düşündü. “Öyle de böyle de o un çuvalı
kadar yükü taşıyor işte sırtında.”
Kendini avutmaya çalışıyordu, ama Doyeon nişanlısının…
Yani müstakbel kocasının yanından ayrılıp da onun yanına gelene kadar usul usul
yine incelmişti işte. Hatta sabahkinden daha inceydi, daha çok titriyordu.
Yine tek kelime konuşmadan, kalabalık yollardan yürüdüler
birlikte. Bu defa araya mesafeyi koyup arkadan arkadan yürüyen Taekwoon
olmuştu. Zira genç kız çok yavaş yürüyordu. Üç adım atacağı zamanda bir adım
atar gibiydi.
Pazarda, eskiden oyunlar oynadığı birkaç küçük çocuk
tanıdı delikanlıyı. Etrafını sarıp laf attılar. Delikanlı gülmek istedi, şeker
ısmarlamak istedi. Kafasını kaldırınca Doyeon’un bembeyaz olmuş suratını görüp
her şeye pişman oldu. Mutlu olma isteğine, geçmişte mutlu olduğu günlere,
sevdiğiyle mutlu olduğu zamanlara…
Genç kız başka bir yola döndü sonra. Geldikleri yoldan
değil, ıssız bir yoldan gidiyordu bu defa. Titremesi yeniden sallanmaya
çevirmişti. Elleriyle kollarını sımsıkı tutmuş, hiç olmazsa omuzlarının
sarsılmasını durdurmaya çalışıyordu.
“Beyim,” dedi ansızın. Taekwoon gereğinden fazla
yaklaştığını o zaman fark edip geriledi.
“Benim adım Taek-”
“Ben çok üşüyorum.”
Delikanlı olduğu yere çakıldı, kız yürümeye devam
ediyordu.
“Çok üşüyorum beyim.”
“Ne-Ne-Ne yapa-”
“Hava neden böyle soğudu?” Taekwoon başını kaldırıp göğe
baktı. Tam tepede parlıyordu güneş, hiç de soğuk değildi. Uzaktan elini uzatıp
kıza dokunma isteğini bastırmaya çalıştı.
“Hava soğuk değil Küçük Hanım.”
“Adımı söyleyin.”
“Hızlı yürürsek… Daha çabuk-”
“Bana Cha Hakyeon’un kızı demesinler artık.”
“Küçük Hanım? İyi misiniz?” Ağlamıyordu Doyeon, ama sesi
bir tuhaf çıkıyordu. Sanki delikanlıyla konuşmuyordu da kendi kendine laf
anlatıyordu. Hiç durmadan adım atıyor, ama aslında pek yürümüyordu. Taekwoon
endişelenerek aradaki mesafeyi aşıp aşmaması gerektiğini düşünmeye başladı.
“Siz bana Doyeon deyin beyim. Doyeon’um deyin.”
“Doyeon… Hanım, iyi misiniz?”
“Çok… Üşüyorum… Beyim…” Kızın başı yere çarpmadan
Taekwoon yetişip kucakladı iyice takatsiz düşen bedenini. Parmaklarıyla
yüzünden süzülen terleri sildi. Pelerinini iyice sardı gövdesine. Kucaklamadan
önce kendine hâkim olamayıp saçındaki aptal tokaları çıkardı ve yolun kenarına
fırlattı.
***
Âlim Cha’nın baş müşavirlik görevinin ilk gününde saray
oldukça hareketliydi. Dışarıdan bakan biri bunu doğal görebilir, sarayın her
zamanki nefeslerini aldığını düşünebilirdi. Lakin surların içinde dolaşan ve
görevlerini yerine getiren herkes biliyordu ki bu defaki yapay bir
hareketlilikti.
Cha Hakyeon elini uzatabildiği her yere uzatıyor,
saraydaki varlığını zorla ya da güzellikle, nasıl isterlerse öyle kabul
ettiriyordu herkese.
Jaehwan da emredildiği üzere efendisinin peşinde
dolanıyor, ayak işlerine koşturuyordu. Aklı Taekwoon’daydı, dalgındı. Fakat
yine de beyefendinin bu durumunu dikkatle izliyor ve hiç hayra yoramıyordu. Bütün
gün o kadar koşturduktan sonra sanki hiçbir iş yapmamış gibi, tüm işleri yarına
ertelemiş gibi konuşması da cabasıydı.
Akşam karanlığı çökünce eve yollanmadan evvel mektebe
uğrayıp arka bahçede sessizce Âlim Jang’la bir görüşme yapıldı. Akşam ayazında
ve ayakta konuşmak için fazlasıyla uzun bir mesele geçti aralarında.
Dilekçelerden bahsediyorlardı. Artık işleri daha da hızlandırmak gerektiğini,
tahtı bekleyecek vaktimizin kalmadığını söylediler.
Jaehwan böyle meselelerin kendileriyle konuşulmadığını
üzülerek fark etti. Gerçi neden üzüldüğünü kendisi de anlayamıyordu. Doğal olan
buydu, dünya üzerinde her yerde efendiler işlerini birbirlerine danışarak
hallederlerdi. Hizmetkârlara laf düşmezdi.
Sadece bu mektebin duvarları arasında, o karanlık iç
odada, Âlim Cha’nın karşısında otururken fikirlerini beyan edebilirdi onlar
gibi insanlar. Normal değildi zaten. İlk geldiğinde şaşırmamış mıydı? Şimdi her
şey olması gerektiği gibi gidince tekrar şaşırması anlamsızdı.
Hele üzülmesi… Çok daha anlamsızdı. Değil mi?
Mektepten ayrılırken tıpkı kendisi gibi artık sözü geçmeyenlerden biri gelip Âlim Efendi'nin eline beyaz bir zarf sıkıştırdı.
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!