Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

24 Kasım 2017 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #20

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Eunbyul akşamüstü gelmişti mektebe. Özellikle oğlanın dersi olduğu bir vakte denk getirmişti.
Peşinden sürüklediği hizmetkârı bu ziyaretten hiç memnun değildi. Oradan buradan kulağına çalınan fısıltıları duymamak için kulaklarını kesmek istiyordu. Prenses Hanım’ın saray bu denli karışıkken Âlim Efendi’nin inine gelmesi yeterince kötü değilmiş gibi, bir de kendisini dışarıda bırakarak şu bıyıklı herifin yanına yalnız başına girmişti. Çok büyük hataydı bu, çok.
Lakin genç kadının umurunda değildi bu. Abisinin dizinin dibinde oturup uzaklardan getirdiği o kara kahvesini içerken birkaç dakikalığına her şeyi unutmak iyi gelmişti. O da biliyordu bu görüşmenin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini. Şayet bir sonuç doğurmasa bile Osman Efe Bey’den birazdan duyacağı şeyler dahi yeterli bir sebep olabilirdi daveti geri çevirmesi için. Fakat yapamamıştı işte. Gönlü el vermemişti, onun da sormak istediği şeyler vardı ve son şansını kaçırmak istemiyordu.
Karşısındakine fırsat vermeden zarif parmaklarıyla tuttuğu küçük fincanı indirdi, hemen konuşmaya başladı. “Bugün, kardeşim Veliaht Prens’i ziyaret etmişsiniz.”
İri adam iç çekti. “Yahu önce ben söyleyecektim, yine kim gelip yetiştirdi sana?”
Gamzelerini göstererek gülümsedi Prenses. “Bilirsiniz sarayda malumat durduğu yerde durmuyor.”
“Bilmem mi? Evet ziyaret ettim delikanlıyı. Gitmeden söyleyeceklerim vardı.”
“Ne gibi?”
“Sabırsızlanma çocuğum. Onları ben söylemeden de öğrenirsin. Şimdi sen, senin duyman gerekenleri duyacaksın benden.”
Kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. Babası kral olmasaydı ne iyi olurdu! Bir köylünün kızı olarak doğsa belki bu kahveyi hiç tadamazdı, lakin belki biraz huzur bulabilirdi.
“Dinliyorum.”
Osman Efe Bey yaptığı bütün hazırlıkları unutur gibi oldu. Neresinden başlarsa başlasın aynı derecede karmaşık ve can sıkıcı olacaktı bu mesele. Alçak sesle aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Vakit kaybetmeden oğlunu mektepten alacaksın.”
İşte bu beklenmedik bir şeydi. Eunbyul’un parlak gözleri daha da parladı, kocaman oldu. “Nedenini de söyleyecek misiniz?”
“Burada hayırlı şeyler olmayacak. Kardeşimin evladını gözetmek benim boynumun bir borcu diye düşünüyorum. Geç kalma, hatta yapabilirsen bugünden sonra bir daha gönderme.”
“Oğlumla tanıştınız mı?” diye sordu kadın, sesi kavga etmeye hazır bir kedinin sesi gibi çıkmıştı.
“Bugün o şerefe nail oldum.”
“O halde ne denli zeki bir çocuk olduğunu anlamışsınızdır. Zira gözlerinde yazar zekâsı. Nasıl olup da onu mektebe gelmemeye ikna edebilirim? Bu konuda da bana öğüt vermek ister misiniz?”
“Görmeyeli daha da dişlenmişsin Eunbyul.”
Prenses Hanım kendini toparladı. Fincanını bıraktı. Sanki dağılmış gibi elleriyle topuzunu düzeltti. Aşikâr olanı dillendirmeye gerek yoktu. Hepsi büyümüştü işte, büyüyüp görmüşlerdi hayatta kalmanın öylece kendiliğinden gelişen bir şey olmadığını. İnsan rahat nefes almak için bile savaş vermek zorundaydı. Bir prenses bile böyle dişlenmek mecburiyetinde kalıyordu. Hatta bir prenses için çok daha zaruri bir şeydi bu. Abisi de neden böyle söyleyip üstüne geliyordu, anlayamıyordu.
“Kızma bana. Ben yalnız senin ve evladının iyiliği için söylüyorum bunu. Dahasını da söyleyeceğim, böyle küsersen nasıl konuşayım?”
Bir eliyle fincanı tekrar alırken diğer elini bir şey verirmiş gibi uzattı. “Devam edin lütfen.”
“Doyeon’un sevdiği bir oğlan vardı Eunbyul.” Kadın fincanı aldığı gibi bırakmak zorunda kaldı. İçi kaynadı sanki bir anda. Ayağa kalkıp zıplamak istedi, ya da kusmak. İster istemez hafifçe öne doğru eğilmişti. Göğsüne iğneler batıyordu. “Bu oğlan Âlim Efendi’nin himayesindeydi. Kızcağız biliyormuş bunu, lakin oğlan ancak şölen günü kavrayabildi. Orada, sevdiği kızı hanedana gelin vermek niyetiyle gelmiş tarafın korumalığını yapmak göreviyle bulunuyordu.”
“Neler söylüyorsunuz böyle?”
“Cha Hakyeon her şeyi biliyordu.”
“Ne demek her şeyi?”
Osman Efe soruyu es geçti. “Kızla oğlan perişan, senin anlayacağın… Fakat bu kadarla kalmıyor bu durum, Âlim Efendi oğlanı kızına muhafızlık etsin diye görevlendirdi.”
Eunbyul elini yumruk yapıp göğsüne vurdu pat pat. Boynu yer yer kızardı, bir de alnında bir damar baş gösterdi.
“İyi misin? Yavrum?”
Kadın abisinin kendisine uzanan elini tutmak istercesine ileriye doğru atıldı. İri adam onu kucaklayıverdi. Sarıldılar. Çok kısa sürmüştü gerçi. Hemen toparlanıp ayrıldılar birbirlerinden. Kadının suratı da pancar gibi kızardı.
“Ne çok dilekler diledim, ne çok dualar ettim. Şu yeryüzünde benim gibi…” Durup nefes aldı. “Bizim gibi acı çekmesin insanlar diye. Gönlüm el vermiyor söylemeye, lakin bir kez daha gördüm dileklerin de duaların da bir işe yaramadığını.”
Osman Efe üzülüyordu. Kardeşi konuşsun, yarasındaki irini akıtsın istiyordu. Fakat zamanı kalmamıştı. Söyleyeceklerini acele yoldan söylemesi gerekiyordu. Yine de konuya tekrar girerken yarayı tırnaklayacak taraftan girmeyi ihmal etmemişti.
“Sen babana ne çok gönül koyduysan, o kızcağız daha çok gönül koydu. Çünkü en azından siz…”
“Uzaklaşmıştık. Haklısınız, onlar dip dibe… Göz gözeler bütün gün. İyileşemez insan.”
“İşte ben de onu diyorum. Bu adam iyileşmeyecek yaralar açmaya başladı. Fakat çocuğum bu iş bu kadarla kalmayacak.”
Eunbyul’un yüzünün kırmızısı hafif hafif buharlaşır gibiydi. Kaşlarını çattı. “Ne demek o öyle?”
Adam fincanını bırakıp bıyığını düzeltti sıkıntıyla. Sonra da fırsat bu fırsat diyerek girişti anlatmaya. Kardeşinin dehşete düştüğünü gördükçe sözlerini biraz daha özenle seçmeye çalışıyordu, lakin olan ortadaydı işte. Öyle de söylese, böyle de söylese nihayetinde aynı kapıya çıkıyordu.
Yapması gerekenleri bir bir tembihledi anlattıklarının sonunda. “Lakin Eunbyul, ilk işin o sabiyi bu mektepten uzaklaştırmak olacak. Söz ver bana.”
“Söz,” dedi Prenses Hanım. Bir süre az önceki meseleyi sindirmek için sessizce oturdular. Alacakaranlık başlamıştı. Eunbyul da soracaklarını acele yoldan sorması gerektiğini hatırladı. Ellerini gergin bir biçimde kavuşturdu kucağında, yere baktı. Yüzü kızarmasın, sesi titremesin, gözleri dolmasın diye söyleyeceklerini iyice kararlaştırdı.
“Abi,” dedi sonunda. Tam o anda kapı açılınca içi yeniden kaynar gibi oldu.
“Anne!” diyordu oğlu. Onun sesini duymak da pek iyi gelmemişti, yine kusmak istedi.
“Kwangjae! Hoş geldin delikanlı.” Osman Efe çevik bir hareketle yerinden kalkıp çocuğun başını okşadı. “Biz de nerede kaldın diye merak etmiştik.”
“Çok mu beklediniz?”
“Sohbet ettik, hasret giderdik annenle. Hadi gel, sen de katıl muhabbetimize.” Küçük, validesinin yanına oturdu. Kadın oğlunun başını okşadı, yine yuttu soracaklarını. Yüzünün kızarığını da, sesinin titremesini de, gözlerinin yaşını da içine attı oğluna bakarken.
“Anne!” Oğlan hevesle annesinin düşüncelerinden çıkıp kendisiyle ilgilenmesini bekliyordu. “Senin dostlarınla tanıştım ben de. Tıpkı sana benziyormuşum, öyle dediler!”
Eunbyul konuşamıyordu. Dostlar demişti çocuk. Bir tane değildi bu dostlar.
“Yaa, hem de nasıl benzi-”
Abisinin sözünü kesti. “Başka kimle tanıştın oğlum?” Sesi buz gibiydi.
“Wongeun Beyimle!”
Osman Efe araya girmekten vazgeçip kadının tepkisini izledi.
“Onunla da mektepte mi tanıştın?”
Oğlan kafasını salladı. “Hatta kapının önünde bekliyordu o da. Gel dedim, lakin gelmedi.” Eunbyul başını ağır ağır kaldırıp kapıdan tarafa baktı. Bir anlığına bir gölge görür gibi olup hızla ayağa fırladı, ne yaptığının farkında değildi. Çok yavaş hareket ediyordu. Kaçsın diyeydi belki, zaman veriyordu ona. Kapının tam önüne gelip iki eliyle yine ağır ağır açtı kapıyı.
Bir adımcık vardı aralarında. İşte oradaydı, kan çanağı olmuş gözleriyle Eunbyul’un parlak gözlerinin içine bakıyordu. Kadın oğlunun önünde ağlamamak için dişlerini sıktıysa da bir damlacık yaş kaçıverdi yanağına doğru.
Wongeun başını eğdi. Sonra yine kaldırdı. “Kendinize iyi bakın Prenses Hazretleri,” diye fısıldadı. Sesinde dolu dolu özlem vardı. Selam verip hızlı adımlarla koridoru aştı ve gözden kayboldu.
Eunbyul oğluna dönmeden önce yüzündeki tek damlayı sildi. Gülümsüyordu Kwangjae’ye kalmasını işaret ederken. “O zaman bize müsaade,” dedi.
Osman Efe de onlarla birlikte ayaklandı. Önce çocuğa sıkıca sarıldı, çocuk şaşırtmıştı. “Seninle tanışmak çok güzeldi delikanlı. Umarım bizleri unutmazsın.”
“Siz de beni unutmayın beyim!”
“Müsaade verirsen anneciğine de bir defacık sarılabilir miyim? Kız kardeşimdir, bilirsin.”
Oğlan annesine baktı. “Validem de istiyorsa…”
Genç kadın oğlunun başını okşadı. Kollarını kocaman açan abisine bıraktı kendini. “Kendinize iyi bakın abi,” dedi çocuğun duyamayacağı bir sesle. “Ve rica ederim… Wongeun’a da…”
“Merak etme güzelim. Sen de kendine iyi bak. Söylediklerimi unutma e mi?”
Kwangjae yol boyunca ağlayan annesinin elinden sımsıkı tutarak yürüyordu. Ona şaşırarak bakan insanlara kaşlarını çatarak cevap veriyor, onu elinden geldiğince koruyordu.
Bir aralık hizmetkâr teyze duymasın diye fısıldayarak annesine şöyle dedi. “Wongeun Beyim seni seviyor mu anne?”
Eunbyul hıçkırıklarının arasından güldü oğluna. “Akıllı oğlum,” dedi. “Çocukken… Öyleydi.”
“Peki sen?”
Genç kadının gülümsemesi biraz söndü. “Ben de… Çocukken ben de öyleydim. Lakin çocukluk geçti artık. Şimdiyse seni ve kardeşini seviyorum.”
Çocuk annesine, babasını da sevip sevmediğini soramadı. Wongeun Beyinin çocukluğunun geçip geçmediğini de soramadı. Zira ikisinin cevabını da içten içe bilir gibiydi. Sustu. Validesinin elini biraz daha sıktı.
***
Saraya gidecekti. Annesi onu güzelce süslemiş, başının iki yanına çiçekli tokalar takmıştı. Doyeon sevmezdi böyle şeyleri, annesi de biliyordu. Lakin itiraz edecek gücü yoktu. Tüm dikkatini titremelerine verip durdurmaya çalışıyordu.
Pabuçlarını ablası giydirmiş, bahçeyi geçip dış kapıya gelene kadar elini tutmuş, pelerinini taşımıştı. Çıkmadan da pelerinini bağlama bahanesiyle yanaklarına bir sürü öpücük kondurmuş, yüzünü gözünü koklamıştı. Genç kız tepkisiz bir şekilde beklemekle yetinmişti.
Kapıda Taekwoon bekliyordu. Doyeon onun gitmiş olmasını umut ediyordu, fakat biliyordu da gitmeyeceğini. Gece kafasında ona hiç bakmadan önünden geçip gitmeyi tasarlamıştı. Sırf bunu düşünürken uyuyamamıştı.
Delikanlı etrafından dolaşmak isteyen kızın önüne doğru uzun bir adım atıp önünü kesince genç kız pişman oldu. Dün gece uyumadığı için, aniden titremeye başladığı için, yerinde sıçradığı için…
“Nereye gidiyoruz Küçük Hanım?” diye sordu delikanlı heyecanlı gözükmeye çalışarak. Ama o da bütün geceyi kapının önünde nöbet tutup üşüyerek geçirdiği için çok yorgundu. Gerçekten heyecanlı olsa bile sesi fazla çıkmazdı.
Doyeon titremesine hâkim olmaya çalışarak yanından geçti Taekwoon’un. Bu defa kendisine mani olmadığını hem üzülerek hem sevinerek gördü. Peşinden gelmesini umursamamaya çalıştı.
Yine de birkaç adım attıktan sonra “Dün gece vazgeçip gideceğinizi ummuştum,” dedi.
“Benim görevim bu Küçük Hanım. Hiçbir yere gidemem.”
Görev de görev! Genç kız bıkmıştı artık bu zırvadan. Utanmadan her seferinde hatırlatıyordu bir de.
Yolun geri kalanında önden önden gitmeye ve titrememeye çalıştı. Prens Hazretleri’nin karşısına rüzgârda kalmış yaprak gibi çıkmak istemiyordu. Güçlü gözükmeliydi.
Bilerek kalabalık yolları seçti. Fazla sessizlik olursa konuşmak isteyeceğinden korkuyordu. Kendisinden emin olamıyordu. Birlikte pazardan geçerken Taekwoon aralarındaki mesafeyi aşıp yakınından yürümeye başladı. Ensesinde nefesini hissetmiyormuş gibi yapmak çok zor geliyordu. Tırnaklarını avuç içlerine bastırdı.
Sarayda yürümek pazardan daha meşakkatliydi. Delikanlının varlığının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de insanların kendisini gösterip konuşmalarını, gizli gizli fısıldaşmalarını, dik dik bakmalarını sineye çekmek zorundaydı.
Doyeon çok zorlanıyordu. Yüreği çok yorgundu.
Dışarıdan üstüne bir çuval un konup dengelenmiş, incecik bir sopa gibi gözüküyordu. Her an yıkılacak gibi, her an kırılacak gibi, her an ortalığı toza dumana katacak gibi; lakin dimdik, yıkılmadan, kırılmadan ve her şeyi yerli yerinde tutarak yürüyordu.
Onu izlemek çok zor geliyordu Taekwoon’a. Üstündeki un çuvalını alıp sırtlamak istiyordu. Yapamazdı; biliyordu ki yapmaya çalışsa bile bu yalnızca Doyeon’u yıkardı, dengesini bozardı.
Şimdi Veliaht Prens’in… Yani nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanında onu görmek zorunda kalacak mıydı bilmiyordu. Kendini bu ihtimale hazırlamaya çalışıyordu. Kılıcını çekip birden o çocuğu öldürmemesi gerektiğini kendine telkin ediyordu. Doyeon onu delirtip kaçırmak için kendisiyle içeri girmesini isterse diye ödü kopuyordu.
Birlikte Veliaht Prens’in konutuna girdiler. Kâhya kibarlıkla eğilip Majestelerinin arka bahçede hava almakta olduğunu, hanımefendiye oraya kadar eşlik edeceklerini söylediler. Taekwoon bir emir almak için Küçük Hanım’a baktı. Doyeon sesini çıkarmayınca arkalarından yürüdü.
Genç Prens’i uzunca bir ağacın altında dikilirken buldular, dallarda ötüşen kuşlara bakıyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Buyurun Doyeon Hanım,” dedi kâhya eliyle ileriyi işaret ederek. Bu, sizin geldiğinizi haber vermeme gerek yok, demekti. Genç kız hiç durmadan ilerlemeye devam etti.
Delikanlı da peşine takılmaya niyetlenmişti ki kâhya az önceki kibarlığının zerresini göstermeyerek koluyla önüne set çekti.
“Bizim burada beklememiz daha münasip olur.”
Veliaht Prens’in Doyeon’un saçlarına, omzuna dokunup onunla içten bir şekilde sohbet edişini izlerken hep bu ‘biz’ lafını düşünmüştü Taekwoon. “Biz işte,” diyordu içinden. “Onlar gibi olmayanlar. Duyup da kulağı yokmuş gibi yapmak zorunda olan, görüp de körmüş gibi davranmak zorunda olan… Biz… Onların önünde eğilmekten belleri iki büklüm olanlar…”
Doyeon’un Prens Sanghyuk’un önünde ince bir sopa gibi değil de kalın ve sağlam bir kütük gibi gözüktüğünü içi ürpererek fark etti delikanlı. Saklamasını mı beceriyordu, yoksa sahiden daha kolay mı geliyordu onun yanında olmak? “Gerçi,” diye düşündü. “Öyle de böyle de o un çuvalı kadar yükü taşıyor işte sırtında.”
Kendini avutmaya çalışıyordu, ama Doyeon nişanlısının… Yani müstakbel kocasının yanından ayrılıp da onun yanına gelene kadar usul usul yine incelmişti işte. Hatta sabahkinden daha inceydi, daha çok titriyordu.
Yine tek kelime konuşmadan, kalabalık yollardan yürüdüler birlikte. Bu defa araya mesafeyi koyup arkadan arkadan yürüyen Taekwoon olmuştu. Zira genç kız çok yavaş yürüyordu. Üç adım atacağı zamanda bir adım atar gibiydi.
Pazarda, eskiden oyunlar oynadığı birkaç küçük çocuk tanıdı delikanlıyı. Etrafını sarıp laf attılar. Delikanlı gülmek istedi, şeker ısmarlamak istedi. Kafasını kaldırınca Doyeon’un bembeyaz olmuş suratını görüp her şeye pişman oldu. Mutlu olma isteğine, geçmişte mutlu olduğu günlere, sevdiğiyle mutlu olduğu zamanlara…
Genç kız başka bir yola döndü sonra. Geldikleri yoldan değil, ıssız bir yoldan gidiyordu bu defa. Titremesi yeniden sallanmaya çevirmişti. Elleriyle kollarını sımsıkı tutmuş, hiç olmazsa omuzlarının sarsılmasını durdurmaya çalışıyordu.
“Beyim,” dedi ansızın. Taekwoon gereğinden fazla yaklaştığını o zaman fark edip geriledi.
“Benim adım Taek-”
“Ben çok üşüyorum.”
Delikanlı olduğu yere çakıldı, kız yürümeye devam ediyordu.
“Çok üşüyorum beyim.”
“Ne-Ne-Ne yapa-”
“Hava neden böyle soğudu?” Taekwoon başını kaldırıp göğe baktı. Tam tepede parlıyordu güneş, hiç de soğuk değildi. Uzaktan elini uzatıp kıza dokunma isteğini bastırmaya çalıştı.
“Hava soğuk değil Küçük Hanım.”
“Adımı söyleyin.”
“Hızlı yürürsek… Daha çabuk-”
“Bana Cha Hakyeon’un kızı demesinler artık.”
“Küçük Hanım? İyi misiniz?” Ağlamıyordu Doyeon, ama sesi bir tuhaf çıkıyordu. Sanki delikanlıyla konuşmuyordu da kendi kendine laf anlatıyordu. Hiç durmadan adım atıyor, ama aslında pek yürümüyordu. Taekwoon endişelenerek aradaki mesafeyi aşıp aşmaması gerektiğini düşünmeye başladı.
“Siz bana Doyeon deyin beyim. Doyeon’um deyin.”
“Doyeon… Hanım, iyi misiniz?”
“Çok… Üşüyorum… Beyim…” Kızın başı yere çarpmadan Taekwoon yetişip kucakladı iyice takatsiz düşen bedenini. Parmaklarıyla yüzünden süzülen terleri sildi. Pelerinini iyice sardı gövdesine. Kucaklamadan önce kendine hâkim olamayıp saçındaki aptal tokaları çıkardı ve yolun kenarına fırlattı.
***
Âlim Cha’nın baş müşavirlik görevinin ilk gününde saray oldukça hareketliydi. Dışarıdan bakan biri bunu doğal görebilir, sarayın her zamanki nefeslerini aldığını düşünebilirdi. Lakin surların içinde dolaşan ve görevlerini yerine getiren herkes biliyordu ki bu defaki yapay bir hareketlilikti.
Cha Hakyeon elini uzatabildiği her yere uzatıyor, saraydaki varlığını zorla ya da güzellikle, nasıl isterlerse öyle kabul ettiriyordu herkese.
Jaehwan da emredildiği üzere efendisinin peşinde dolanıyor, ayak işlerine koşturuyordu. Aklı Taekwoon’daydı, dalgındı. Fakat yine de beyefendinin bu durumunu dikkatle izliyor ve hiç hayra yoramıyordu. Bütün gün o kadar koşturduktan sonra sanki hiçbir iş yapmamış gibi, tüm işleri yarına ertelemiş gibi konuşması da cabasıydı.
Akşam karanlığı çökünce eve yollanmadan evvel mektebe uğrayıp arka bahçede sessizce Âlim Jang’la bir görüşme yapıldı. Akşam ayazında ve ayakta konuşmak için fazlasıyla uzun bir mesele geçti aralarında. Dilekçelerden bahsediyorlardı. Artık işleri daha da hızlandırmak gerektiğini, tahtı bekleyecek vaktimizin kalmadığını söylediler.
Jaehwan böyle meselelerin kendileriyle konuşulmadığını üzülerek fark etti. Gerçi neden üzüldüğünü kendisi de anlayamıyordu. Doğal olan buydu, dünya üzerinde her yerde efendiler işlerini birbirlerine danışarak hallederlerdi. Hizmetkârlara laf düşmezdi.
Sadece bu mektebin duvarları arasında, o karanlık iç odada, Âlim Cha’nın karşısında otururken fikirlerini beyan edebilirdi onlar gibi insanlar. Normal değildi zaten. İlk geldiğinde şaşırmamış mıydı? Şimdi her şey olması gerektiği gibi gidince tekrar şaşırması anlamsızdı.
Hele üzülmesi… Çok daha anlamsızdı. Değil mi?
Mektepten ayrılırken tıpkı kendisi gibi artık sözü geçmeyenlerden biri gelip Âlim Efendi'nin eline beyaz bir zarf sıkıştırdı.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!

2 yorum:

  1. Hani ilk başlarda derdim ya Hakyeon beni tedirgin ediyor diye şimdi durum tedirginliği geçti o beni korkutuyor
    Taekwoon ile Doyeon'un durumu ise içimi dağlıyor

    YanıtlaSil
  2. Hakyeon umarım ne yaptığını biliyorsun tahmin ettiğim gibi

    YanıtlaSil