Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #13

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Güneş gökyüzüne yeni gelmişti, henüz ay gitmemişti bile. Kuşlar çılgınca ötüşüyor, ağaçlar ılık bir rüzgârla sallanıyordu.
Taekwoon bir bebek gibi kıvrılmış uyuyan Jaehwan’ı uyandırmadan önce güzelce giyindi, dün yatmadan hancı kadından istediği pirinç toplarını mutfaktan alıp sundurmaya getirdi. Bir an önce gitmek istiyordu, heyecandan ziyade bıkkınlık hissediyordu.
Abisini uyandırmak zor oldu. Ortalığın daha tam aydınlanmadığını görünce mızırdandı. Delikanlı açık ve net bir şekilde, eğer hemen kalkmazsa onu burada bırakabileceğini söyledikten sonra ancak kendine gelebildi. Olabildiğince hızlı bir şekilde yola çıktılar.
Köyün çevresinden dolaşıp kuzeyinden ormanlara girdiler. Jaehwan beş saniyede bir şikâyet ediyor, kılıcının kınıyla rastgele ağaç dallarına ve çalılara vurup sarsak sarsak yürüyordu. Taekwoon’un keyfi olmadığını anlamıştı, onu konuşturmak için çabalıyordu. Lakin geri tepiyor gibiydi, o sızlandıkça delikanlının yüzü biraz daha asılıyor, adımları biraz daha hızlanıyordu.
Ağaçlar ve çalılıklar sazlıklara, kuş sesleri su ve kurbağa seslerine karışmaya başladı.
“Dereye mi geldik, hani göle gidiyorduk?”
“Abi… Birazcık, çok azıcık sessiz olsan olmaz mı?”
“İyi be, tamam anladık.”
Su sesi gittikçe güçleniyor, serin ve nemli hava insanın yüzünü okşuyordu. Birkaç dakika daha yürüdükten sonra Taekwoon sık sazlıkların arasına daldı ve uzun kollarıyla bir kucak dolusu sazlığı ikiye ayırdı. Şimdi tam karşıda, sık ağaçların ve sazlıkların gizlediği ufak bir şelale gözüküyordu.
“Sen de amma kirli çıkısın ha,” derken kardeşini yana ittiriyordu Jaehwan. Sazlıkların arasından geçirip şelalenin dibindeki küçük göle yaklaştı. Derin değildi, ama sığ da sayılmazdı.
“Uykun açıldı bakıyorum da?”
“Nereden buldun sen burayı?”
“Âlim Efendi’nin yanında çömezken az dolaşmadım ormanda.”
“Aferin sana lan.”
Taekwoon yarım yamalak gülümsedi. “Eh müsaadenle o zaman.” Hızlı hızlı üstündekileri çıkardı. Çıkının yanına, kılıcının üstüne güzelce dizdi. Yalnızca çamaşırı kalmıştı.
“Onu da çıkar, onu da.” Jaehwan kıyafetlerini rastgele etrafa atıyordu. Sırıtmaktan yanakları yarılacaktı. Delikanlı düşünmeden donunu da çıkardı ve suya atlayıverdi.
Buz gibiydi. Lakin öylesine ferahtı ki insanın üşüyesi gelmiyordu. Kafasını daldırıp saçlarını ıslatırken abisi de ağır ağır girdi suya. Ellerini daldırıp su alıyor, omuzlarına çarpıyordu. Bir yandan da başını kaldırmış etrafı izliyordu.
Dalmış olduğunu fark eden Taekwoon başlattığı su savaşıyla onu hazırlıksız yakaladı. Neye uğradığını şaşırdı abisi. Ağzı açık kaldı. En sonunda gözlerine çarpan sudan sıkılıp arkasını döndü.
Delikanlı o döner dönmez durdu. Jaehwan’ın sırtında upuzun, geniş kılıç yaraları vardı. Gerçek gibi gözükmüyorlardı, sanki şöyle ovalasa çıkıverecekmiş gibi. Delikanlı silmeyi denedi, ama gerçekti işte.
“Ne yapıyorsun?”
“Savaşa mı katıldın abi?”
“Ne savaşı, ne diyorsun?” Jaehwan kardeşine baktı. Şaşkındı.
Taekwoon’un işaret parmağı havadaydı. “O sırtındaki yaralar… Nasıl oldu?”
“Haa onlar mı?” Abisinin yüzündeki sırıtış rahatsız bir tebessüme dönüşmüştü şimdi. Temkinli adımlar atarak kardeşinin yanından geçip gölün ortasına doğru ilerledi. Su göğsüne kadar çıkmıştı şimdi. “Zamanında dövüşten galip çıkma hevesiyle arkamı dönmek gibi bir hata yapmıştım.”
“Tek seferde mi oldu bunlar yani? Hepsi?” Arkası yine kendisine dönük olan abisini izliyordu. Sanki birisi resim çizmişti, kılıcının ucuyla. “Nasıl oldu da sağ çıktın?”
“Tek seferde oldu, ama tek kişi değillerdi. Kılıcımı bırakmıştım bir de.”
“Taşak mı geçiyorsun?” Jaehwan sessizce güldü.
“Ne taşağı be? Kaç hafta kendime gelemedim sen biliyor musun?”
“Ölmediğine dua et. Hatta çok dua et. Seni orada bu ölmüştür diye bıraksalar şaşırtıcı olmazdı.”
Jaehwan’ın sesi aniden ciddileşti. “Bırakmadılar ama. Âlim Efendi’nin hanımı, kızları, birliğin kadınları başımda sabahladılar haftalarca. Bir daha ayağa kalkamasam bile beni bırakmayacaklarmış gibi baktılar bana.”
Taekwoon derin bir nefes aldı. Bu yolculuktaki her yarada bir minnettarlık, bir borç vardı sanki. Yorucuydu. Geri ödenmesi gereken şeyler çığ gibi büyüyordu.
“Ölmedim yani,” diye konuyu kapattı Jaehwan. “Kolay kolay ölmem ben oğlum. Koskoca ülkenin en iyi kılıç ustasıyım.” Gülüştüler.
Taekwoon, ağaç dallarının arasından süzülen güneş ışıklarının pırıl pırıl aydınlattığı gölün derinlerinde yüzerken, Jaehwan kenarda oturmuş kuşları dinliyor ve ötüşlerini taklit etmeye çalışıyordu. Hemen tepesine sarkan ağacın üstünde zamanla bir sürü kuş birikti, hepsi onunla ses yarıştırıyordu.
Ah, her şey ne güzeldi! Delikanlı çocukken bile böylesine sakin bir an yaşadığını hatırlamıyordu. Memleketinde belki Veliaht Prens için çabalamıyordu tabii, lakin ekmek peşinde koşmanın da bir farkı yoktu. Savaş gazisi olan babası, topal bacağının ağrısından çalışamadığı günlerde o giderdi çalışmaya. Aynı böyle güneş doğmadan uyanır, ayak işleri için koşturmaya başlardı. Babasının yerine onun geldiğini görüp surat asan insanları görmezden gelirdi. Ölecek kadar yorgun olsa da mutlaka kılıç talimi yapardı yatmadan.
İlk defa alacakaranlıkta evden çıktığı bir gün yolun sonu böyle güzel bir yere çıkmıştı.
Suyun üstüne kendisini bırakıp yaprak ve dallardan zar zor görünen gökyüzüne baktı. Tertemizdi. İçinde bulunduğu su gibi, yürüyüp geldiği yollar gibi, ötüşen kuşlar gibi tertemizdi.
Ölüp de tekrar gelirse ağaç olmalıydı, ya da bir bulut.
“Taekwoon, kardeşim.” Tuhaf, ne diye böyle demişti şimdi abisi? Kalktı, ona doğru gitti.
“Buyur, abi.”
“O resim var ya…”
Sonunda ikisinin de uyanık olduğu bir ana denk gelmişti bu konu. Konuşup hemen kapatmalıydılar.
“Evet?”
“Ben çizdim değil mi?”
“Evet.”
“Sensin o resimdeki. Yanındaki de… Sevdiğin hanım olmalı?”
“Evet abi.”
“O zaman bu hanım… Soylu bir evin kızı…” Taekwoon kalbinin boğazında attığını hissetti. Konuşunca ağırlığı gidecek miydi? Son zamanlarda konuşulan şeyler daha da ağırlaşmıyor muydu? “Seni de soylu bir beyefendi sanıyor? Öyle mi?” Delikanlı abisinin yanına oturup saçlarını örmeye başladı.
“Dürüstçe söyleyeceğim. O hanımın soylu bir evin kızı olduğu doğru. Hatta Vekil Efendi’nin kızıyla arkadaş olabilecek bir seviyede.”
“Taekwoon…”
“Sorunu sordun, izin ver de cevaplayayım. Başlarda, evet, beni soylu bir beyefendi sanıyordu. Onlar gibi giyiniyordum çünkü onlar gibi yürüyüp onlar gibi konuşuyordum.” Örgüsünü çaputuyla bağlarken iç çekti. “Lakin sonra beni bu eski püskü kıyafetlerimle, çaputlu saçımla da gördü. Sonra fark ettim ki her buluşmamızda yanımda kılıcım vardı. Hangi beyefendi ipek kıyafetleri içindeyken dahi kılıcını yanında taşır ki?”
“Anladı mı yani?”
Gülümsedi Taekwoon. “Bilmiyorum. Bana hiçbir şey söylemedi.”
“Bizim nasıl bir işe bulaştığımızı biliyorsun, değil mi?”
“Evet, farkındayım. Şüphelenmem gerekiyor, korkmam gerekiyor. Temkinli davranmam gerekiyor. Ama abi… O gün onu başkası sanıp kellesini almak isteyince… Ne kadar korktu biliyor musun? Dizlerinin üstüne çöküp ağladı, bebek gibi. Titriyordu. Hem ben ona hiçbir bilgi vermedim. O da bana. Yalnızca isimlerimizi paylaştık birbirimizle.” Abisine dönüp sırıttı. “Bir de sevgimizi.”
“Of Taekwoon! Midem bulandı, az ötede âşık ol git.”
İstediği tepkiyi almaktan memnun bir şekilde kahkahalarla yeni bir su savaşı başlattı delikanlı.
***
Bir hafta içinde Prens’in isteğiyle birçok devlet dairesinde düzenlemeler yapılması kararlaştırılmıştı. Ülkede savunma, tarım ve içişleriyle ilgili görevi olan pek çok çalışanın görev yerleri değişmiş, kimisi işten çıkarılmış ve yeni atamalar yapılmıştı.
Orduya yeni askerler alınması, ülkenin dışişleri ilgili yasa değişiklerine gidilmesi de birlik ve Veliaht Prens tarafından kararlaştırılan yeni adımdı. Lakin önce beklemeye karar verdiler. Hem Kral’ın hem de meclisin tepkisini ölçmek istiyorlardı.
Bu sırada Âlim Cha’nın gereksiz bir ayrıntıymış gibi araya sokuşturduğu Kraliyet Kütüphanesi düzenlemeleri gerçekleştirildi. Taekwoon, bu konu konuşulurken orada bulunduğu için, efendisinin en çok adam yerleştireceği yerin kütüphane olduğunu anlamıştı. Sebebini bilmiyordu, düşünmek istemiyordu. Ama Veliaht Prens’in düşünmek istemediğine inanamıyordu. Kütüphane değişiklikleri dile getirildiğinde ölgün bir sesle “Tabii, neden olmasın,” demiş. Kendisine uzatılan dilekçeyi yanında oturan Âlim Kim Wonsik’e uzatıp onun kontrol etmesini istemişti. Prens Hazretleri’nin sakin sakin otururken kâğıdı okuyan Wonsik’in gergin yüzünden terler aktığını görmek ürkütücüydü.
Diğer tüm değişiklikler de tereyağından kıl çeker gibi oluyordu. Kimse tüm bu dilekçelerin neden birdenbire Veliaht Prens’e yağmaya başladığını sormuyor gibiydi. Daha sonra efendisi Taekwoon’a Veliaht Prens’in gelecekte tahtını sağlamlaştırmak için yenilikler yapmasının doğal olduğunu, şimdiki Kral’ın da oğlu gibiyken böyle şeyler yaptığını açıklamıştı. Lakin öyle değildi. Veliaht Prens tahtını sağlamlaştırıyor gibi gözükmüyordu, daha çok yanından geçtiği otlara bile varlığını hissettirmeden usulca süzülen bir yılana benziyordu.
İnsanlar onun niyetini bilmedikleri için, Veliaht Prens başka bir Prens’e tehdit oluşturmadığı için, iş henüz onlara dokunmadığı için sessiz kalıyor olabilirlerdi. Hatta Yüce Kral, oğlunu devlet meseleleriyle ilgilenir gördüğü için seviniyor dahi olabilirdi. Lakin nasıl olur da Prens Sanghyuk önüne gelen her dilekçeye başını sallardı? Âlim Cha’ya nasıl olur da böylesine güvenirdi? Onu kendisine yalnızca danışmanlık yapan bir melek mi zannediyordu acaba? Yoksa karşı koyacak gücü mü yoktu?
Taekwoon için fark etmezdi. Ülkenin durumunun iyi olacağına dair beklentisi vardı elbet, yine de hiçbir şey olmazsa da şaşırmayacaktı. Lakin bir gün Veliaht Prens önüne koyulan bir dilekçeyi okumaya kalkışırsa, işler daha da büyüyünce gözlerini açarsa o zaman her şeyin sonucu ağır olacaktı. Yalnız kendisi için değil, herkes için.
Asıl komik olan Âlim Cha’nın da bu durumda aptal gibi gözükmesiydi. Şimdi ağzına bir parmak bal çalıp kandırdığı oğlanın bir gün uyanıp kendisini balda boğmayacağını nereden biliyordu?
Kimsenin korkusu yok muydu? Kimse düşünmüyor muydu? Eninde sonunda dünya hep aynı düzene oturuyor, birilerinin söylediğini diğerleri her halükarda onaylıyordu. Kimin yararına olduğu önemli değildi, dünya bunu umursamıyordu bile.
Kendisi de derin bir uykuya dalsa ne güzel olurdu. Kendisi de düşünmese, yalnızca yapsa ve ayırdına varamadan birinin kılıcının ucunda ölüp gitse ne güzel olurdu. Böyle düşündüğü pek sık oluyordu artık. Kılıcını belirsiz geleceğin boğazından geçirmek istediği de… Sonra hatırlıyordu. Uyumayı isterse yapabilirdi, lakin istemiyordu.
Haddi değildi delikanlının. Biliyordu. Sadece Veliaht Prens, Âlim Cha, Vekil Efendi gibiler hayal kurabilirdi. Sadece onların hayalleri için insanlar birlikler kurar, onların hayallerinde kendilerine yer bulmaya çalışırlardı. Taekwoon yerini Âlim Cha’nın hayalinde bulduğuna inanıyordu artık. Düşük vergi, ucuz toprak, elde etmek için yalnızca elin terinin yeteceği ekmek, eşit insanlar diyordu o adam. Delikanlının en çok istediği şey belki çocukçaydı, ama kimse kimseye “bey, hanım” demesin istiyordu. Gerek duyulmasın, isimler kalsın istiyordu ve tabii ki isteyen herkes bir soyadı alabilsin.
Böylece Doyeon Hanım’ın karşısına çıkıp “Doyeon,” diyebilirdi doya doya. “Doyeon’um… Doyeoncum…” Mümkün olabilirdi, Âlim Efendi ülkenin yarısını almıştı işte. O neden Doyeon Hanım’ı alamasındı?
Bir gün evlenirlerse kapılarına ikisinin soyadlarını yazdıracaktı Taekwoon. Kendisine babasının dileğiyle bir soyadı alırdı, Nüfus Dairesi’ne gidip kaydettirirdi ailesini. Sonra Doyeon’un da… Sahi Doyeon’un soyadı neydi?
İç çekti. “Ne saçmalıyorum ben? Kızlar gibi evlilik hayali de kurar olduk, iyi mi?”
Öğleden sonra birliğe girer girmez nöbete yollanmıştı. Sabahki serin suların yerini, tepesinde paralayan güneşin sıcağı alıvermişti. Vücudu dinlenmiş olmasına rağmen yorgun da hissediyordu. Hem artık Vekil Efendi’nin evinin etrafında yapacak işi de kalkmamıştı, çok sıkıcıydı. Son çare bir ağacın üstüne çıkmış, geleni geçeni izlemeye başlamıştı.
Kafasındaki evlilik mevzusuna da yoldan geçen hanımefendilerin konuşmalarını duyup da gelmiş olmalıydı. Yoksa kendisi düşünmezdi öyle şeyleri durup dururken. Kılıcı olan adam yalnızca canını düşünmeliydi.
Rahatsız bir yüz ifadesiyle başını kaldırıp dallara baktı. Bu ağaçta hiç kuş ötmez miydi yahu? Abisi yanında oturuyor olsa birkaç tanesini çağırıverirdi. Kendisi doğru dürüst ötmeyi beceremiyordu.
Dudaklarını büzüp üflemeyi denedi, lakin çabası sokağın başından gelen bağrışlarla bölünüverdi.
Şimdi eğlence çıkmıştı.
Yanındaki dala yasladığı kılıcını alıp üstünde oturduğu daldan iyice sarkıttı başını. İzlemeye başladı. Kısa boylu bir adam, arkasından gelen kalabalıktan çok daha hızlı ama çok daha komik bir şekilde koşuyordu. Bir yandan da bağırıyordu: “Adam öldürüyorlar! Yetişin haydut bunlar!” Sesi de… Bir değişikti bu adamın. Sanki şey gibiydi… “Yetişin! Öldürecekler! Canımı alacaklar diyorum!” Kadın gibi…
Adam hızla Taekwoon’un üstünde bulunduğu ağaca yaklaşıyordu. “Adam öldürüyorlar ahali!” Delikanlı daha fazla beklemeden aşağı süzüldü, diğeri birkaç adım daha ilerleyince onunla yüz yüze geliverdi.
“Çekilin! Adam öld-”
“Doyeon Hanım…”
“Beyim…” Durmuştu, lakin yerinde zıplamaya devam ediyordu hanımefendi. Hızla arkasına kaçamak bir bakış atıp yeniden önüne döndü. “Beyim? Nasıl…”
Cümlesini tamamlayamadan koşmaya devam etmeye karar verdi. Tek başına gitmek yerine, Taekwoon’un elini tutuvermişti. Hızlanıp bir sokaktan ötekine girerek aralarındaki arayı açmışlardı. Sonrası için Küçük Hanım’ın herhangi bir planının olmadığı her halinden belliydi.
Köyün en ucuna ulaştıklarında delikanlı dayanamayıp en sonunda onu kucaklamış, köhne bir evin duvarından atlamış, kilerine girmişti. O ana kadar Taekwoon hep kendisinin zinde ve idmanlı olduğunu düşünürdü, ama bu kadının gücü kendisininkini üçe dörde katlardı. Onu buraya çekmese koşmaya devam edecekti, Ming’e kadar koşabilir gibiydi.
Birkaç dakika nefeslerini dinlendirmek, arkalarından kimsenin gelmediğinden emin olmak için sessizce dikildiler. Hanımefendi takma bıyığını çıkardıktan sonra gözlerini kapatmıştı. Etrafı dinliyor gibi yapmasına rağmen Taekwoon’la göz göze gelmemek için böyle durduğu belliydi. Zaten delikanlı da ondan tarafa bakmaya cesaret edemiyordu.
Emin olduklarında Doyeon Hanım kilerin kapısını aceleyle ittirip dışarı çıktı.
“Küçük Hanım!”
Evin kapısına kadar peş peşe yürüdüler. Taekwoon onun ardına bile bakmadan gideceğini, onu takip etmek zorunda kalacağını düşündü. Genç kız onu şaşırtarak kapının önünde durup döndü.
“Peşimden gelmeyin.”
“Lakin Doyeon Hanım…” Sözünün devamını nasıl getireceğini bilmiyordu. Şu an neler olup bittiğinin ayırdına varamıyordu. Soru sorulmasından korktuğu için mi kendisinden kaçıyordu? O halde çenesini tutmalıydı. Ama bu noktada soru sorulmadan konuşulacak şeyler de olur muydu?
Ne yapacağını bilemese de olduğu yerde duran hanıma doğru yaklaştı. Ondan önce çıkıp gitse miydi?
“Bu defa karşıma çıkmamalıydınız.”
Delikanlı kulaklarına inanamadı. Gözlerini kırpıştırarak baktı. “Ne?”
“Gidecek bir yolum vardı. Sizin yüzünüzden kısa kesmiş bulundum. Şimdi devam da edemem. Başarısız olmuş sayılmasam da başarılı da olamadım.”
“Siz benim karşıma çıktınız hanımefendi, ben yalnızca Vekil Efendi’nin evinin önünde dikiliyordum.”
“Değil mi? Siz yine Vekil Efendi’nin evinin önünde bekliyordunuz. Her seferinde o evin önünde karşılaşmayı nasıl beceriyoruz acaba? Bir dahakine yolumu değiştirmeliyim.”
“Hanımefendi…” Sesindeki kırgınlığı gizlemeyi becerememişti Taekwoon.
Doyeon başını çevirdi. “Sizi de peşimden koşturup yordum, işinize de mani olmuş olmalıyım. Kusura bakmayın beyim.”
Delikanlı öne eğilip kaçmasından korkar gibi bir elini ona doğru uzattı. “Hayır,” dedi. “Hayır, Doyeon Hanım. Sizin elinizi tutup koşmak ne olursa olsun çok güzel. Lakin başınıza iş açıp kendinizi tehlike atmanızdan, sizi her görüşümde birilerinden kaçmanızdan bıktım usandım.”
Küçük Hanım’ın omuzları dikleşti. “Ben sizden yardım istemedim.” Ses tonu acı vericiydi.
“Evet, biliyorum Küçük Hanım. Bilmesine biliyorum da hep zor zamanlarımızda çıkıyoruz birbirimizin karşısına. Kafalarımızı çevirip gidelim mi o halde?”
“Öyle yapalım. Rica ediyorum, öyle yapalım bundan sonra.”
“Utanıyor musunuz benden?” Dayanamamıştı işte. Öylece çıkıvermişti ağzından. “Oysa bugün elimi tutan sizdiniz, hanımefendi.”
“Nasıl böyle lakırdılar edersiniz?” Hangisi daha çok kırılmıştı, anlaşılmıyordu. Sesleri kırgınlıklarını yarıştırırcasına birbiri ardına çatlıyordu.
“Ben sizinle kırlarda koşturmak istiyorum Küçük Hanım, eli kılıçlı adamlardan kaçmak değil.”
Doyeon gözle görülür biçimde sinirleniverdi. Diklenir gibi yüzünü delikanlının yüzüne yaklaştırdı. “Yaşamak böyle kolay bir iş mi sanıyorsunuz? Böyle çocukça hayallerinizi kendinize saklayınız! Sizi bilmem, lakin benim yapacak işlerim boyumu aşıyor.”
Bıyığını aceleyle takıp pantolonunu çıkarmaya girişti. Taekwoon neye uğradığını şaşırarak başını çevirdi, yine de kaçıp giderse diye gözünün ucuyla ne yaptığına bakıyordu. Pantolonun altından sönük bir etek çıkmıştı, ceketinin altında da ince bir kadın ceketi vardı. Bıyığı ve toplu saçlarının altında bu zarif kıyafetler belirince çok komik gözükmüştü.
Delikanlının içinden onun yüzünü sımsıkı tutup yanaklarını öpmek gelmişti. Boş bulunup “Doyeoncum…” diye fısıldadı.
Hanımefendi aniden çılgına dönmüş gibi başını kaldırdı. Göz kapakları bile titriyordu. Ufacık boyuyla bile uzanıp okkalı bir tokat patlatması zor olmadı. Elleri yumuşaktı, lakin acıtmıştı. Taekwoon tokadın geldiğini görmesine rağmen onu durdurmamıştı.
“Bir daha öyle seslenmeyin bana!” Böylesine yakınken, bıyığı ve öfkeli gözleriyle kendisine böyle diklenirken; delikanlının artık sürekli içlerinde bulunduğu o beyefendileri andırıyordu. Elbisesi olmasa eksiksiz olacaktı. Delikanlının onu böyle süzüşünü görmezden gelip “Öylesi sizin için de iyi olur,” diye devam ettirdi sözlerini.
“Neden?” diye sordu Taekwoon. “Küçük Hanım benim gibi birine ‘Beyim, beyim’ diye seslenmekten utanmıyorlar da ben onlara hanım diye hitap etmediğim için utanmalıyım, öyle mi?”
“Söylediklerinizin ne denli manasız olduğunun ayırdında mısınız?”
“Hayır! Sen benim söylediğin şeylerin ne denli manidar olduğunu fark ediyorsun. Ben nasıl biriyim biliyorsun! Lakin nasıl olur da tek kelime etmezsin? Sormayan, söylemeyen insanlardan sıkıldım artık. Bu gerçek mi? Şimdi karşımda duruyor musunuz gerçekten, yoksa ben aklımı mı yitiriyorum Doyeon Hanım, söyleyin bana. Size bir efendi gibi yaklaşıp sizi kullanmadığımı nereden biliyorsunuz? Sizden sakladığım onca şey olduğu belliyken neden hala elimi tutup koşuyorsunuz? Neden sormuyorsunuz?”
Doyeon’un yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Hitap şeklini sürekli değiştirmesi açıkça bir oyundu; kendisini etkilemeye, dilini çözmeye çalışıyordu. “Çok komiksiniz,” dedi hiç de eğlenmeyen bir ses tonuyla. “Benim sizden sakladığım şeyler olmadığını mı düşünüyorsunuz? Belki de bir adamım ben, nereden biliyorsunuz? Sormayışım, söylemek istemeyişimdendir, bu böylesine belliyken neden hala elinize uzanan elimi kabul ediyorsunuz? Neden sormuyorsunuz da sormamı bekliyorsunuz? Ben anlatmayacağım beyim. Beklediğiniz buysa beklemeyi bırakabilirsiniz. İstediğinizi yapmadığım için özür dilemeyeceğim. Zor zamanımda karşınıza çıktığım için özür dileyebilirim belki. Bunun karşılığında bir daha bana ismimle seslenmemenizi isteyeceğim sizden.”
Delikanlı güldü. “Gücendiğim için öylesine söylemiştim. Lakin sahiden utanıyor olmalısınız benden. Yalnızca sizin gibiler size adınızla seslenebilir yani, öyle mi?”
Bu defa kesinkes gitmek üzere arkasını döndü Doyeon. “Hayır,” dedi. “İsmimi söyleyişinize alışırım da bir daha sizi görünce kafamı çeviremem diye…”
Taekwoon göğsüne bir yumruk yemiş gibi hissetti. Ölecekti sanki. “Doyeon!” diye bağırdı. “Bıyığını çıkarmayı unuttun! Doyeon… Ben bey değilim Doyeon. Ben… Doyeon…” Genç kız çoktan sonun sesini duyamayacak kadar uzaklaşmıştı. “Özür dilerim Doyeon.”

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Teşekkürler.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #12

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Park Chulhwan, sarayda olduğu kadar sokaklarda da ismi çok sık duyulan; zekâsı, serveti ve pek kabiliyetli oğullarıyla tanınan; Joseon’un belki de en tartışmalı vekillerinden biriydi.
Veliaht Prens daha çok küçük bir çocukken, babası Kral Hazretleri’nin özel ricası üzerine memleketi Gwangwon’daki evini bırakıp Hanyang’a yerleşmişti. Neredeyse bütün ev halkının göç ettiği yolculuk sırasında, zaten hasta ve zayıf olan kızı ölmüştü. Herkes karısına kötü davranmaya başlamasına bu talihsiz olayın sebep olduğunu söylese de yalnızca karısına karşı değil, neredeyse kendisinden aşağı gördüğü herkese karşı acımasızca davranan biri olduğu açıkça belliydi.
Kral Hazretleri onu saraya çağırdığında insanlar şaşkınlıktan ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Böyle merhametsiz birinden ne hayır gelebilirdi ki? Lakin işe yaramıştı. Yüce Kral her zamanki gibi başarmıştı. Liman kentlerinde çıkan anlaşmazlıklara sebep olan Ming soylu ailelerin ortadan kaldırılması bu acımasız adam sayesinde gerçekleşmişti. Katliam demeye cüret edenin de katledileceği bir iş başarılmıştı.
Ülkenin refahı için katkılarından dolayı sarayda vekil olması uygun görülmüştü. Sonuçta Kral, uğruna kızını verdiği bir yolculukla huzuruna gelen bir adamın geri gitmesini isteyemezdi. Gerçi tek sebep bu değildi. Piyonlara ne zaman ihtiyaç olurdu bilinmezdi, hem koskoca tahtın ve ülkenin sahibi ödül vermeden insanları kullanan biri olamazdı.
Piyon olarak kalmadı Park Chulhwan. Yerini sağlamlaştırdı, önüne çıkan engelleri kenara çekmek yerine yok ediyordu. En az Prens Hazretleri’nin dayısı kadar özerk olup büyük bir tehdit oluşturduğu gibi, onunla özel ilişkiler geliştirip dayının kızı ve kendi oğullarının en büyüğü arasında planlanan izdivaçla işbirliğine gitmeleri an meselesiydi.
Bu adamın, Kral ve saray gözündeki yeri sarsılamayacak kadar güçlü gözüküyordu. Lakin birliğin elindeki defter büyük bir sarsıntı yaratmayı başarabilmişti.
Aldığı, verdiği rüşvetler ve yaptığı yasadışı ya da ahlakdışı işler genel hatlarıyla ve kanıtlarıyla birlikte Kral Hazretleri’ne gizli bir mektupta sunulmuştu. O sırada huzurunda yalnızca emektar kâhya bulunuyordu. Yüce Kral’ın “İlk günden beri böyle bir şey bekliyordum,” diyerek iç çektiğini yalnızca o duymuş, yüksek tahtından mektubu uçak yapıp yere doğru uçururken yakalamak için o koşmuş, verilen emirleri o dinleyip gereken yerlere iletmek için o gitmişti.
Aynı gün içinde Park Chulhwan’ın rütbesi düşürüldü, vekillikten alınıp alt kademelere çekildi. Yolsuzluk yapmasını telafi olarak servetinin büyük bir kısmı devlet hazinesine geçirildi. Büyük oğlunun da memurluk seviyesi düşürülecek, hatta küçük oğlunun memurluk sınavına girmesi yasaklanacaktı. Lakin ülkenin her yanında insanların kanlarını damla damla döküp dağlar kadar servet biriktirmiş olan koskoca zalim Park Chulhwan Kral’ın konutunun önünde birkaç gün diz çökmüş, ağlanıp sızlanmıştı. Bunun üzerine oğullarına verilen cezalar kaldırıldı. Yine de zedelenen itibara bu ufak bağışlanma merhem olmamıştı.
Meclis makamında Vekil Efendi, müstakbel dünürünü savunmak istediyse de ağzının payını alarak evine dönmüştü. Onun her adımını takip eden Taekwoon, tahtırevanından inerken hamalların hepsine birer tokat patlattığını görmüştü. Jaehwan da evin alışverişi için dışarı çıkan hizmetçi kızlardan Vekil Efendi’nin gelecekteki izdivacı bozmak istediğini öğrenmişti.
Bu ilk hamlenin esas hedef üzerindeki etkileri tam da Âlim Cha’nın beklediği ve istediği gibi olmuştu. Kendisi de onunla Veliaht Prens’in konutunda karşılaşmıştı. Dayı olarak dert yanmaya mı yoksa yardım istemeye mi gelmişti, bilinmezdi. Lakin suratının hali Âlim Efendi’yi pek bir neşelendirmişti. Sıranın kendisine geleceğini anlamasa da hissediyordu yavaş yavaş. Kendisi gelmediğinde sık sık güvendiği kimseleri Prens’le arkadaşlık kurması için yolluyordu.
Saraydaki karışıklık tam anlamıyla durulmadan, ama hafif sönmüşken plan dâhilinde Veliaht Prens babası Yüce Kral’ın huzuruna çıktı.
“Bana bu gizli mektubu kimin gönderdiğini biliyor musun?” diye sordu Kral Hazretleri.
Genç Prens darılmış gibi görünerek “Majestelerinin bilmediği şeyi ben nasıl olur da bilebilirim?” diye karşılık vermişti.
“Belki üstündeki çamuru temizlemek, duvarın güzel gözükmesini sağlıyor olabilir… Lakin duvarı yaparken içine de çamur koyduk. Unutmayasın oğul, çamura da ihtiyacımız vardır.”
“Evet, baba.”
“Dayın Vekil Efendi sık sık konutuna girip çıkıyor diye duydum.”
“Evet.”
“Aklında ne var?”
Prens hafifçe başını kaldırıp tahtında dimdik oturan babasına baktı. Kalp atışları hızlandı. “Yeni duvarları dikerken kullanabileceğimiz kaliteli çamurlar seçmeye çalışıyorum. Tıpkı sizin öğrettiğiniz gibi…”
Âlim Efendi, daha sonra bu konuşmadan memnun kaldığını Prens’e söylese de Kral Hazretlerinin memnun olup olmadığından emin değildi Prens Sanghyuk. Yüz ifadesinden hiçbir şey anlamamıştı, belirsizlik onu korkutmuştu.
O gece Hongbin’le kılıç talimi yapmaya çıktılar. İşin renginin değişmesi uzun sürmedi. Yalnızca Veliaht Prens değil arkadaşı da gün geçtikçe büyüyen bir stresin altında küçüldüğünü hissediyordu. Korku ve hırs birleşip kılıçlarının uçlarında göstermişti kendini. Kıyasıya dövüşmüşlerdi.
Hongbin, az daha Prens’in omzuna kocaman bir sıyrık bırakıyordu ki kendine geldi. Kılıcını bırakıp dizlerinin üstüne çöktü. “Bağışlayın, Majesteleri.”
Genç Prens de kılıcını arkadaşınınkinin üstüne bırakıp yanına oturdu. “Olsun, abi. Ben de kendimi çok kaptırdım.”
Nefesleri düzene girince talim alanının ortasına uzanıp yıldızları izlediler.
“Keşke Wonsik de olsaydı,” dedi Efendi Lee. “Özledim keratayı.”
O sırada Jaehwan’la evine yürümekte olan Âlim Kim Wonsik, kendisinden oldukça uzakta söylenmiş bu sözleri hissetmişçesine titremişti. İkisi de bu titremenin üzerinde durmamıştı, zira konuşamayacak kadar yorgunlardı.
Jaehwan hana gidip bir uyku çekmek, Wonsik de odasına kapanıp bir şeyler yazmak istiyordu. Şiir değil, öykü de değil… Günlük gibi ama o da değil… İçini dökmek istiyordu yalnızca. Abisiyle vedalaşıp dış kapıyı örterken aklında sadece bu vardı. Sonra ardını döndü ve sundurmada oturmuş uykulu gözlerle kendisine gülümseyen Jiwon’u gördü. Zar zor gülümsemesine karşılık verirken ağır adımlarla yanına varıp oturdu.
“Akşam yemeklerine gelmeyişine alışamadım daha,” dedi genç kız. “Yemek ayırdım sana, odana bıraktım.”
“Kim Jiwon…”
“Efendim abi?”
“Teşekkür ederim.” Jiwon’un yüzündeki gülümseme, abisinin gözünden süzülen yaşları görünce siliniverdi. Kollarını açtı ve sanki büyük kardeş kendisiymiş gibi kucakladı Wonsik’i. İki kardeş uzun uzun ağlaştılar.
Âlim Kim’in ihtiyacı olan bir şeyler yazmak değildi, böyle sıcak bir kucaklama çok daha iyiydi.
En az onun kadar Taekwoon’un da sıcak bir kucaklamaya ihtiyacı vardı. Hayır, aslında Doyeon’un ağzından duyacağı bir kelime de yeterdi ona. Lakin bu iş bitinceye kadar hanımefendiyi hiçbir yerde aramayacağına ve görse de uzak duracağına dair kendisine söz vermişti. En son görüşmelerinde kızcağızın kafasını uçurmak üzere olduğuna hala inanamıyordu. Böylesi hem kendisi, hem de onun için daha iyiydi.
Yine de düşünmeden edemiyordu. Öyle ki abisine anlatmaya karar vermişti. Bu yüzden uzun süredir isteyip de yapamadığı göl banyosuna davet edecekti onu. Ancak önce efendisinden izin alması gerekiyordu.
Biraz dalgın, biraz da uykulu adımlarla talimden çıkıp mektebe yürümüştü. Kimseler yoktu, ışıklar sönüktü. Yine de efendisinin orada olduğunu biliyordu, birliğin taşradaki ayaklarından birini yürüten bir toprak sahibiyle görüşecekti.
Karanlık koridorları geçip iç odanın kapısına geldi. “Beyim, kulunuz Taekwoon geldi,” dedi usulca.
Âlim Efendi’nin sesi neşeliydi. “Taekwoon, içeri gel çocuğum.”
Konuk, kırmızı yanaklı ve kalın kaşlı, sevimli bir adamdı. Gülümseyince gözleri incecik birer çizgi halini alıyordu. Delikanlıya elindeki çay bardağını kaldırarak selam vermişti.
“Rahatsız ediyorum, affınıza sığınıyorum.”
“Ne rahatsızlığı?” dedi adam kahkaha atarak. “Görüşmemiz biteli çok oluyor.”
“Sohbet ediyorduk artık,” diye onayladı onu Âlim Efendi. “Geldiğin çok iyi oldu oğlum. Ben de sevincimi paylaşacak birini arıyordum.”
Taekwoon yalnızca bunu duyunca bile sevinmişti, ama heyecanla devamını duymak için bekledi. Âlim Cha kocaman bir Joseon haritası açtı masasının üstüne. Oldukça ayrıntılıydı, ilçeleri hatta küçük köyleri bile gösteriyordu. Ülkenin dört bir yanında kırmızı renkle işaretlenmiş yerler vardı. Delikanlı daha önce harita görmüştü, lakin böylesine ilk defa rastlıyordu.
“Bak şuna,” dedi efendisi. “Bunun ne olduğunu biliyor musun?”
“Joseon’un haritası, değil mi?”
Cha Hakyeon inci dişlerini göstererek gülümsedi. “Hayır, Taekwoon. Bu bizim zaferimizin garantisi.” Delikanlı dudağını büzdü, hiçbir şey anlamamıştı. “Şu kırmızılı yerleri görüyor musun? İşte oralar… Birliğimizin sahip olduğu topraklar.”
“Birliğin toprak hazinesi mi var?”
“Evet, yıllardır bulabildiğim her karış toprağı toplamaya çalışıyorum. Sonunda her şeyi garanti altına alabilecek kadarını elde ettim.” Tüm ülkenin neredeyse yarısı kırmızıya boyanmıştı. Şaşırtıcı, hatta korkunç bir tabloydu. “Planımızın son adımında… Her şeyi tamamladığımızda… İşte bu toprakları vereceğiz halka. Herkese eşit, herkese karnını doyuracak kadar vereceğiz. Sabırsızlanıyorum oğlum. İnsanların kendi ekmeklerini korkmadan yapabilecekleri gün için sabırsızlanıyorum. Lakin önce… Toprak vergilerini düşüreceğiz.”
Taekwoon anlamıştı. Asıl planlar Veliaht Prens tahta çıktıktan sonra başlayacaktı. Yalnızca başlangıçtı şimdikiler, uğraş hiç bitmeyecekti.
Omuzlarına biraz daha yük binmiş gibi hissetti. Cevap veremedi. Göz kapakları ağırlaştı. Neden geldiğini hatırlayarak konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Ben aslında… Yarın için izin almaya gelmiştim,” diye mırıldandı. Artık hevesi kaçmış gibiydi.
“Ne izni?”
“Jaehwan abimle… Göle… Şey yani… Gölde yıkanmak istiyoruz. Birkaç saat sürer yalnızca.”
Efendisi gülümseyerek başını salladı. “Öğlene kadar eğlenin bakalım. Dikkat et, Jaehwan yüzmeyi bilmez.”
“Peki, efendim. İyi akşamlar.” Konuğa ve Âlim Efendi’ye selam verip ayrıldı yanlarından. Geldiği zamandan daha yorgundu şimdi.

mavikartozu: Lütfen yorum bırakmayı unutmayın. Teşekkür ederiim!

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #11

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Günler birer birer değil de beşer beşer gider gibiydi. Taekwoon mektep, karargâh ve han arasında mekik dokurken; tüm hissedebildiği güneşin doğuşu ve batışıydı. Neredeyse kucak kucağa uyuduğu abisiyle bile iki çift laf edemiyordu.
Ezberleri hemen tamamlamıştı, lakin efendisi yeni yeni ezberler yüklüyordu sırtına. Karargâhta talim yaptırdığı beceriksizler ordusuna da her gün yeni yeni insanlar geliyordu. Beceriksiz oldukları kadar azimli olmaları işi kurtaran tek şeydi.
Hem babasının yanında çalıştığı, hem de kendi kendine kılıç öğrenmeye uğraştığı günlerde bile bu denli yorulduğunu hatırlamıyordu. Özellikle boynu çok ağrıyordu, kitaplara eğilmeye alışık değildi.
Jaehwan ise Âlim Kim’in peşinde dolaşıyordu. Gidiş gelişleri sıklaştıkça saray da bütün cazibesini kaybetmeye başlamıştı. Güzel bahçeleri, kafası hep öne eğik şirin hizmetkârları, küçüklü büyüklü şakacı muhafızları olan fazlasıyla sessiz ve ciddi, kocaman bir eve benziyordu yalnızca. Aslında ev demek de yanlıştı. Ev dediğin sıcacık olurdu, insan içeri girince yüreği dinleniverirdi.
Mesela Âlim Kim’in evi tam da öyle bir yerdi. Bu süre zarfında en çok uğradıkları yerlerden biri de orası olmuştu. Kapıdan adımını atar atmaz, bahçesinde biraz şekerleme yapmak gelmişti içinden. Mutfaktan gelen iştah açıcı kokuları alınca tıka basa karnını doyurmak, sundurmada oturmuş resim yapan kızla şakalaşmak istemişti.
Kendine hâkim olmak için ayak tabanlarına yüklenmiş, toprağa sabitlenmişti.
“Abi,” demişti Kim Wonsik. Jaehwan bu şekilde rahat etmeyeceğini belli ettiği halde kendisine böyle seslenmeye başlamıştı. “Karnın acıktı mı?” Kılıç ustası yüzünde kocaman bir gülümseme belirmesine engel olamadı. “Jiwon, sen içeri geç.”
“Şunu bitirmeden hiçbir yere gitmeyeceğim.”
Âlim Kim’in hemen suratı asıldı. “Jiwon, lütfen.”
Genç kız başını kaldırdı, burnunun ucunda yeşil boya vardı. Gözünün ucuyla abisinin ardında duran adama baktı. “Bence bu kişinin bana karşı en ufak bir ilgisi yok.”
Jaehwan saygısızlığın dozunu kaçırmamak için tutamayacağını bildiği kahkahasını arkasını dönerek bıraktı. Wonsik homurdandı. “Kusura bakma.”
“Küçük Hanım haklılar, beyim. Şu an yalnızca bu nefis kokulu yemekler ilgimi çekiyor.”
O gün için bu yalan değildi. Sonraki günlerde Jiwon ve Jaehwan çok yakın arkadaş olmuşlardı. Wonsik açıkça bu durumu kıskanmasına rağmen abisinin kötü niyetli olmadığını anlaması uzun sürmedi. Birlikte resimlerden, şiirlerden bahsediyorlardı yalnızca. Kendisini de çekiştiriyorlardı arada. Lakin dinlerken o bile eğleniyordu.
Veliaht Prens ve Hongbin toplantıları sırasında odada dört kişi bulunmasına alışmakta zorlanmışlardı. Sürekli bir şeyler saklamaları gerekiyormuş gibi hissediyorlardı.
Prens Sanghyuk, hocasının çok çok kısa süren ziyareti sırasında bunu da dile getirmişti. “Şu yeni muhafızı göndermenize gerek yok sanırım.”
Âlim Cha’nın yüzünde o bilmiş ifadesi belirivermişti. “Majesteleri, birliğimiz zatıâlinize sadık kullardan oluşmakla beraber; şu an içinde bulunduğumuz durum iki tüccarın yaptığı ortaklıktan farksızdır. Siz nasıl değerli bir dostunuzu kulağınız olarak içimize soktuysanız, benim de değerli bir adamımı sizin yanınıza göndermeye hakkım vardır. Bu size güvenmiyor oluşumdan ziyade güvenmek isteyişimin bir göstergesidir.”
Genç Prens yine bozulduğunu belli etmemeye çalışarak başını sallamıştı yalnızca.
Her şey çok hızlı olup bitiyor gibi gözüküyordu. Lakin olan biten hiçbir şey yoktu ve süreç hızlı falan da değildi. Yine de herkes büyük bir hevesle tutunmuştu yaptıkları işe. Efendi Lee bile resmi olarak hiçbir işi olmamasına rağmen sabahları heyecanla uyanıp saraya koşuyordu.
Âlim Jang Sangshin gülerek “Sanki kocaman bir aileyiz de kızımızı prense veriyoruz,” demişti. Taekwoon da odadaydı ve bunu duyduğunda yüz ifadesini korumakta çok zorlanmıştı. Bu adam her zaman böyle patavatsızdı zaten, ama bu kadarı katlanılmazdı. Çocuklar bile bu kadar saçma lakırdılar etmiyordu.
Delikanlı en çok abisiyle Âlim Kim Wonsik’e üzülüyordu. Onlar iki taraf arasında bir köprü kurmuşlardı. En ufak bir sarsıntıda ilk parçalanacak olan onlardı. Üstelik bunu unutmuş gibiydiler. Birbirlerine gün geçtikçe daha sıkı tutunuyorlardı. Sanki zamanı gelince tüm dünya yıkılsa da hiçbir şeyden temel almadan ayakta kalabilecek tek şey onların kurduğu köprüymüş gibi…
Tüm bu zaman boyunca düşündüğü tek şey o ikisiydi belki de. Diğer her şeyi basit düşüncelerin ardına iteliyordu. Farkında olduğu binlerce ayrıntıyı yok sayıyordu. Böylesi daha rahattı. Her şey bitince ölmeyip de sağ kalırsa düşünecekti. Göğsünü bir şeyler sıkıştırırken kılıç sallaması mümkün değildi çünkü.
“Taekwoon, çocuğum.”
Delikanlı kaşığını hemen bırakıp ayağa kalktı ve ağzında kalan lokmayı hızlı hızlı yuttuktan sonra esas duruşa geçti. Son günlerde efendisi Cha Hakyeon’la ilişkisi daha da resmi bir hal almıştı, üstelik efendisi aksi için çabalarken.
“Buyurun beyim.”
Âlim Cha yorgun gözüküyordu. Giderek zayıfladığı için kaşık kadar kalan yüzünde, gözünün altındaki morluklar hemen göze çarpıyordu. Yine de her zaman gülümsemeyi ve omuzları dimdik yürümeyi ihmal etmiyordu.
“Sana verdiğim sözü hatırlıyor musun?”
“Hangi sözü?” Bunu söylemek istememişti. Bir sürü söz verip hiçbirini gerçekleştirmediğini yüzüne vurmuş gibi hissetti. Belki de farkında olmadan öyle yapmak istemişti. Efendisi duymazdan geldi.
“Seni Küçük Bey’le tanıştıracağımı söylemiştim.”
Delikanlının gözünün önünde beliren ilk şey ipek yeleği oldu. Onu almaya gitmeliydi. Aklındaki bütün düşünceler uçup gitmişti. Kılıcına sımsıkı tutunmuş, hana koşmaya hazır hale gelmişti.
“Evet, beyim,” dedi sakin kalmaya çalışarak.
“Birazdan saraya uğrayacağım. Bana eşlik etmek istersen tanışma fırsatı doğabilir.”
“Evet… Tabii… Olur… Ederim…” Gözleri boşluğa dalmış şaşkın bir ifadeyle lafları ağzında geveliyordu.
“E hadi o zaman. İşin varsa git hallet.”
“Ta-tamam…” Kafasını iki yana salladı ve bir anda gerçeğe döndü. Eğilebildiği kadar eğilip efendisine selam verdi. “Teşekkür ederim beyim. Lütfunuz ölçülemez.”
***
Jaehwan ve Âlim Wonsik saraydan çıkmış mektebe yürüyorlardı. Gergin bir toplantı olmuştu. Kim Wonsik başının ağrısından doğru dürüst düşünemiyordu bile. Arkadaşı ona yakın yürüyordu ki kendisine yaslanabilsin.
Genç âlim gözlüğünü çıkarıp yelpazesini salladı. “Keşke her şey bitse bir an önce.”
Jaehwan fikirlerini kendisine saklamaya alışıktı. Özellikle de anlamayacak ya da anlamak istemeyecek insanların karşısında. Lakin bu işte tek başına olmadığını bal gibi biliyordu. Hem yanındaki kendisini anlayacaktı, bundan emindi.
“Bitse de bitmeyecek.” İçini çekti. “Siz de biliyorsunuz.”
Üstüne söylenecek bir şey yoktu. Sessizlik içinde yürümeye devam ettiler. Mektebin kapısında bir hanımefendi bekliyordu. Sıkılgan bir edayla ayağını yere vuruyor, etrafına bakınıyordu.
“Küçük Hanım,” diye seslendi Jaehwan.
Genç hanımefendi dönüp gelen adamlara baktı. Nezaketen bir gülümseme yakalamaya çalıştı, lakin beceremedi. Başını eğip selam verdi.
Bu defa neredeyse çocukluktan beri tanışık olduğu Âlim Kim konuştu. “Hangi rüzgâr attı sizi buraya?”
“Babama bakıyordum,” dedi kız.
Mektebin hizmetkârlarından biri koşarak kapıya geldi. “Âlim Cha saraya gitmiş, Küçük Hanım. Ne zaman döneceğini de söylememiş.”
“Sağ ol amca.”
“Bir sorun mu var Küçük Hanım?” Jaehwan genç kızı kolundan tutup oturtmak istiyordu. Lakin kendi dostu ondan daha yorgun gözüküyordu, bırakamazdı.
“Sorun yok, abi.” Söyledikleri ve sesi farklı anlamlar içeriyordu. “Siz babamın ne zaman döneceğini biliyor musunuz?”
“Bilmiyoruz.”
Küçük Hanım içini çekti. Omuzları her saniye biraz daha düşüyordu. “Teşekkür ederim o zaman. Ben eve döneyim. Gelirse benim uğradığımı söylersiniz olur mu?”
“Tabii, söyleriz.”
Genç kız acele bir selamla arkasını dönüp uzaklaştı. Tavşanınkileri andıran adımlarında bile sıkkınlığı görülüyordu.
İki adam onun arkasından uzun süre baktılar; ikisinin de gözleri dalgın, zihinleri bomboş kaldı bir an için. Yorgunlukları hanımefendinin dalgalarından sıyrılıp yüzeye çıkmadan önce, bedenleri bu boşluğun tadını çıkardı.
Kendine ilk gelen ve hafifçe aşağı kayıp açılmış alt çenesini toparlayan Wonsik oldu. Açıkça başka bir şey düşünmekte olan Jaehwan’ın kolunu tutup kendisine bakması için uğraştı.
“O sana abi deyince oluyor da ben deyince olmuyor mu?”
Genç âlim bir çocuk gibi dudaklarını büzerken abisi kahkahalarla gülüyordu.
***
Taekwoon heyecanlıydı. Kılıcını tutan parmaklarını sürekli hareket ettiriyor, ölçüsüz adımlar atıyor, nefesini kontrol etmekte zorlanıyordu. Saç tellerine kadar, bedeninin her karışında minik minik çimdikler hissediyordu. Bir de karnında kocaman bir boşluk varmış gibiydi, ağır bir boşluk.
Yeleğini giyip norigesini özenle bağlamıştı. Başlığını kullanmamaya karar vermişti, sonuçta beyefendi rolü oynamaya gitmiyordu. Yine de çıkmadan önce Jaehwan’ın tarağıyla saçlarını taramıştı.
Âlim Efendi onu görünce gözleri parlamıştı.
“Çok yakışmış… Çok yakışmış oğlum. Çok güzelsin.” Sırf ona dokunmuş olmak için uzanıp yakasını düzeltmiş, gözlerinin içine bakmıştı. Taekwoon efendisinin gözlerinin yaşardığına yemin edebilirdi.
Giderken delikanlı hiçbir şey soramadı, öğrenmesi gereken çok şey olduğunu biliyordu lakin efendisi de hiçbir şey söylemedi. Taekwoon’un da usul usul delirmek için uzunca bir zamanı oldu.
Yalnızca kapıya yaklaştıklarında Âlim Cha yaverine dönüp baktı. “Sarayda kılıcını daha sıkı tut, ne olacağı belli olmaz.”
Delikanlı bunu söylemenin bir çeşit adet olduğunu biliyordu, Âlim Kim de abisini saraya götürürken aynı şeyi söylemişti. O yüzden bunu duymaya kendisini çok önceden hazırlamıştı, lakin ayakları dolaşırcasına heyecanlıyken aklından çıkmıştı ve yaptığı hazırlık boşa gitmişti. Belki de altında hiçbir anlamı olmayan bu cümle onu korkuttu.
Sarayın bahçesinde yürürken “Acaba beni hatırlayacak mı?” diye düşünüyordu. “Beni hatırlamazsa hiç olmazsa şu yeleği hatırlar. Şaşırır mı ki? Alelade bir kılıç ustasının Âlim Cha’nın yaveri olduğuna inanır mı? Sevinir mi beni görünce? Neden sevinsin, koskoca Prens Hazretleri sonuçta.”
Prens’in konutundaki hizmetkârlar çaktırmadan başlarını kaldırıp Taekwoon’u süzüyorlar, kızlar aralarında gülüşüyorlardı. Lakin o bunların hiçbirini fark edemedi. İçeri kabul edildiklerinde eşiği geçtikten sonra büyülü bir dünyaya gireceğini hissetti.
Öyle bir şey olmadı.
Süssüz, sade, hatta neredeyse karanlık bir odanın ortasında; ihtişamlı, altın rengi nakışlarla bezenmiş lacivert kaftanının içinde; dimdik, geniş omuzlarıyla oturan aydınlık yüzlü bir genç adamla göz göze geldi yalnızca.
Bu genç adamı tanıması birkaç saniye sürdü. Kolları heyecanla titrerken ellerini önünde birleştirip selama durmuş efendisine katıldı. Ağzı kupkuruydu. Konuşmasını isterlerse yapamayacağından korktu.
Prens iç çekti. “Aramıza birini daha sokmak niyetinde misiniz?”
“Majesteleri…”
Söze girmeye çalışan Âlim Cha’nın sesinin üstüne heyecanlı başka bir ses bindi. Odada başka biri olduğu ancak o zaman anlaşıldı. “Aa! Sen pazarda Prens Hazretlerini üten çocuksun.”
Taekwoon’un midesi ağzına geldi. Dişlerini sımsıkı sıkmasa birkaç saat önce yediklerini şuracıkta çıkarabilirdi. Gözlerini kocaman açıp efendisine yardım dilenir gibi baktı.
“Başını kaldır,” diye emretti Prens Hazretleri. Delikanlı hemen itaat etmek istediyse de bir şey boynunu yakalamış gibi ağırlaşmıştı kafası, kaldırmakta zorlandı.
Nihayet başardığında Prens de Efendi Lee de gülümsüyorlardı. Kendisi de yarım yamalak bir tebessüm yerleştirdi yüzüne.
“Seni yeniden görmek ne güzel…”
“Bilmukabele Prens Hazretleri… Cemalinizi yeniden görme şerefine erişmiş olmaktan mutluluk ve onur duyuyorum.”
“Beni?” diye atladı Hongbin. “Beni görmekten de mutluluk duyuyor musun?”
Delikanlının yüzündeki yarım tebessüm bütün bir gülümsemeye dönüştü. “Elbette beyim.”
“Nasıl oldu da hedeflerime temel atmamı sağlayan çocuk, amaca gitmem de bana yardım edecek duruma geldi? Yoksa biz sokakta oynadıktan sonra mı aldınız onu yanınıza, Âlim Efendi?”
Cha Hakyeon da neşelenmişti. Tatlı tatlı güldü. “Sizden epey evvel ben keşfettim onu. Böyle kıymetli bir şeye vesile olacağını bilseydim daha erken getirirdim karşınıza.”
Tüm bunların komik olduğunu düşünüyordu Taekwoon. Gülecek hali yoktu, ağlamak istedi. Demek kendisi koskoca krallığı değiştirecek planların yapılmasına vesile olmuştu. O halde en ufak bir aksilikte ilk uçacak kelle yine kendisininki oluyordu.
“Kendini tanıtmayacak mısın?”
Delikanlı daha önce Efendi Lee’ye kendisini tanıttığı için, Prens Hazretleri’nin de mutlaka ismini öğrenmiş olduğunu düşünmüştü. Demek ki Efendi Lee abisine verdiği sözü tutup kimseye tanıştıklarını söylememişti.
“İsmim Taekwoon, Majesteleri. Emrinize amadeyim.”
“Haydi, gelin de oturun madem. İpek yeleğin çok yakışmış.”
“Sayenizde Prens Hazretleri…”
Sohbetleri oldukça kısa ve ilginçti. Taekwoon olası planları yalnızca bir veya iki kez duymuştu, neye karar verildiğini dahi tam olarak bilmiyordu. Her zamanki gibi bulutlar kadar havada ve kuşlar kadar hafif kalan, filozofik ve anlaşılmaz bir konuşma yapıldı. Birkaç gün sonra somut bir şekilde dile getirilmeyen bu şeyler için kılıcını sallamaya başlamayacak olsa, kendisinden bir şeyler gizlendiğini bile düşünebilirdi. Sarayda da birlikte de herkes gereksiz lakırdılar etmeye, şairliğini yarıştırmaya bayılıyordu.
Yalnızca Prens’in huzurunda olduğu için anlama çabası gösterdiği bu sohbet yüzünden oldukça yorgun düşmüş, üstelik gerçekten hiçbir şey anlamadan ayrılmıştı. Eve dönüş yolunda, abisinin de her gün böyle şeyler dinleyip dinlemediğini merak etti. Sonra herhalde dinlemediğine karar verdi, o daha çok Âlim Kim’le birlikte stratejik kararlar almaya gidiyordu çünkü. Kendisi gibi kim çekerse onun peşinden giden bir zavallı değildi abisi. Şu aptallara kılıç öğretme işini neden Jaehwan’a değil de kendisine verdiklerini de anlıyordu artık.
Tam içinden gelen esneme isteğini bastırmaya çalışıyordu ki “Yarın istirahat et,” dedi efendisi. “Acil bir iş olmadıkça seni çağırmayacağım. Çok az zaman kaldı. Dinlenmiş olman önemli.”
“Lakin beyim… Talim yaptırmamı istediğiniz ekip hala çok yetersiz. Bir gün bile çok önemli.”
“Merak etme sen, koskoca birlikte bir gün seni idare edecek adam mı yok.” Başını eğerek kabul ettiğini belli etti. Zaten böyle bir şeye fazlasıyla ihtiyacı vardı. “Hatta…” diyerek devam etti Âlim Cha. “Bugünden başla istirahatine, ben de öyle yapacağım. Zaten akşam oldu.”
“O halde sizi evinize bırakayım.”
“Öyle yap madem.”
Âlim Efendi’nin evinin olduğu sokağa girince adımları hızlandı. Kapının önünde evin ve Âlim Efendi’nin hanımı gözlerini gökyüzüne dikmiş, bekliyordu. Ayak seslerini duyunca onlara doğru döndü.
Taekwoon, hanımefendinin güzelliği karşısında bir an için şaşkına döndü. Zarif boynunun üstündeki simsiyah mütevazı topuzu, neredeyse şeffaf olan yüz hatlarıyla nefes kesici bir tezat oluşturuyordu. Pembe dudaklarına da, uzun kirpiklerinin altındaki neredeyse yaprak rengi olan gözlerinin çevresine de hiç boya sürmemişti. Eteği de cepkeni de soluk sarıydı. İnce kolları iki yanından sarkıp belinin de olabildiğince ince olduğunu gösteriyorlardı. Öyle zayıf değildi, dolgun bir incelikti onunkisi.
Lakin delikanlıyı en çok etkileyen şey bu zarif, hatta masum güzelliğin altından yeşil gözlerle ve eteğinin hafifçe arkasına sakladığı ince sopayla kendisini belli eden güçtü. Öfkeli gözükmüyordu, insanı korkutmuyordu. Lakin insan bu hanımefendinin karşısında, kendi yerini hemen anlıyordu. Büyük bir güven ve saygıyla dolmamak elde değildi. Tam da Âlim Cha Hakyeon’a göre bir eşti o.
“Hyeyeong? Bir şey mi oldu hayatım?”
Hanımefendi kaşlarını çattı. Bir elini ileri doğru uzattı, tıpkı kocasının elleri gibi yumuşacık görünüyordu bu el. Âlim Cha son adımlarını biraz daha hızlı atıp kendine uzanan eli tuttu hemen.
“Senin ufaklık yine sorun çıkaracak gibi. Bütün gün seni bekledi, mektebe bile gitmiş.”
Âlim Efendi’nin omuzları her saniye biraz daha düşüyordu. O otoriter havası da usul usul dağılıyordu. Güvenli sığınağına gelmişti işte, hatta elini tutuyordu. Bundan daha iyi istirahat mı olurdu? “Yine ne yaptı?”
Onun sorusunu görmezden geldi hanımefendi. Delikanlıya baktı başını hafifçe yana eğerek. Böyle durunca burnu insanı gereğinden fazla heyecanlandırıyordu.
Taekwoon selam vermekte gecikmedi. “İyi akşamlar, hanımım.”
“Anlata anlata bitiremediği o oğlan sensin öyle mi?” Delikanlı utandı, bakışlarını hanımefendinin parlak pabuçlarına indirdi. “Memnun oldum Taekwooncum.”
İsmini onun dudaklarından duymak ne büyük bir lütuftu. “B-ben… Ben memnun oldum hanımım.”
“Akşam yemeğine kalmak ister misin? Ne zamandır davet etmek istiyordum seni.”
“Teşekkür ederim, lakin gitsem daha iyi olacak. İstirahatimin bir saniyesini bile harcamak istemiyorum.” Bunu şaka olsun diye söylemişti, fakat ardından gelen birkaç saniyelik sessizlikte hem efendisini, hem de hanımefendiyi gücendirmiş olmaktan korktu.
Âlim Efendi de Hyeyeong Hanım da gülünce midesinin büzüştüğünü hissetti. Bugünkü duygu karmaşaları ona cidden ağır gelmeye başlıyordu.
“Hadi git bakalım oğlum,” dedi Cha Hakyeon onun omzuna vurup. “Git de dinlen biraz. Ben de şu akılsız kızımla istirahatimi ziyan edeyim bari.”
“Ne kadar ayıp,” diye kızdı hanımefendi. “Böyle lakırdılar etme.”
“Latife ediyorum yahu.”
Delikanlı bu neşeli ve sıcacık tablodan yüzünde engel olamadığı bir sırıtışla ayrılıp hanın yolunu tuttu. Efendisinin kızlarını görmeden bile, koruması gereken şeylerin ağırlığını anlamıştı artık. Âlim Cha onca zamandır istediği Taekwoon’un güvenini biraz kazanmış olabilirdi o gün.
Jaehwan, kardeşi hana vardığında odada yatıyordu. Uyumadığı her halinden belliydi, lakin uyuyormuş gibi gözükmek için gözlerini sımsıkı yummuştu.
“Abi, Prens’le tanıştım bugün,” dedi Taekwoon. Abisinin gözleri hemen açıldı.
“Sahi mi?”
“Sahi ya! Hem de tanıdı beni. İpek yeleği de hatırladı.”
“Vay anasını, tosunuma bak be. Unutulacak çocuk musun sen? Tabii hatırlayacak.”
Gülüşmelerin ardından Taekwoon soyunup dökündü, Jaehwan’ın yanına uzandı. Kılıçları da odanın iki yanında onlara paralel olarak yatıyordu.
“İstirahat edeceğim yarın.”
“Ben de.”
“Uyuruz.”
“Olur.”
Delikanlı abisine sırtını verip kılıcına doğru döndü. İyice uyku bastırıyordu, bugün çok yorucu olmuştu. Birkaç gün içinde her şey başlayacaktı. Ne zaman sonuçlanacaktı, bilmiyordu. Lakin bitti dediklerinde ilk işi Doyeon Hanım’la konuşmak olacaktı. Zira konuşmaları gereken çok şey vardı.
Gözleri Doyeon’un hayaliyle kapanmaya başlarken abisi seslendi.
“Taekwoon…”
“Hı?” Cevap veremeyecek kadar girmişti bile uyku sularının içine.
“O resim…”
“Hıı?”
“Ben çizdim onu değil mi?”
Delikanlı çoktan dalmıştı.

mavinot: Uzuun gecikme için çok özür dilerim. Her şeye rağmen hala takip eden okuyucularıma da çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız! Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!!