Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Güneş gökyüzüne yeni gelmişti, henüz ay gitmemişti bile.
Kuşlar çılgınca ötüşüyor, ağaçlar ılık bir rüzgârla sallanıyordu.
Taekwoon bir bebek gibi kıvrılmış uyuyan Jaehwan’ı uyandırmadan
önce güzelce giyindi, dün yatmadan hancı kadından istediği pirinç toplarını
mutfaktan alıp sundurmaya getirdi. Bir an önce gitmek istiyordu, heyecandan
ziyade bıkkınlık hissediyordu.
Abisini uyandırmak zor oldu. Ortalığın daha tam
aydınlanmadığını görünce mızırdandı. Delikanlı açık ve net bir şekilde, eğer
hemen kalkmazsa onu burada bırakabileceğini söyledikten sonra ancak kendine
gelebildi. Olabildiğince hızlı bir şekilde yola çıktılar.
Köyün çevresinden dolaşıp kuzeyinden ormanlara girdiler.
Jaehwan beş saniyede bir şikâyet ediyor, kılıcının kınıyla rastgele ağaç
dallarına ve çalılara vurup sarsak sarsak yürüyordu. Taekwoon’un keyfi
olmadığını anlamıştı, onu konuşturmak için çabalıyordu. Lakin geri tepiyor
gibiydi, o sızlandıkça delikanlının yüzü biraz daha asılıyor, adımları biraz
daha hızlanıyordu.
Ağaçlar ve çalılıklar sazlıklara, kuş sesleri su ve
kurbağa seslerine karışmaya başladı.
“Dereye mi geldik, hani göle gidiyorduk?”
“Abi… Birazcık, çok azıcık sessiz olsan olmaz mı?”
“İyi be, tamam anladık.”
Su sesi gittikçe güçleniyor, serin ve nemli hava insanın
yüzünü okşuyordu. Birkaç dakika daha yürüdükten sonra Taekwoon sık sazlıkların
arasına daldı ve uzun kollarıyla bir kucak dolusu sazlığı ikiye ayırdı. Şimdi
tam karşıda, sık ağaçların ve sazlıkların gizlediği ufak bir şelale
gözüküyordu.
“Sen de amma kirli çıkısın ha,” derken kardeşini yana
ittiriyordu Jaehwan. Sazlıkların arasından geçirip şelalenin dibindeki küçük
göle yaklaştı. Derin değildi, ama sığ da sayılmazdı.
“Uykun açıldı bakıyorum da?”
“Nereden buldun sen burayı?”
“Âlim Efendi’nin yanında çömezken az dolaşmadım ormanda.”
“Aferin sana lan.”
Taekwoon yarım yamalak gülümsedi. “Eh müsaadenle o
zaman.” Hızlı hızlı üstündekileri çıkardı. Çıkının yanına, kılıcının üstüne
güzelce dizdi. Yalnızca çamaşırı kalmıştı.
“Onu da çıkar, onu da.” Jaehwan kıyafetlerini rastgele
etrafa atıyordu. Sırıtmaktan yanakları yarılacaktı. Delikanlı düşünmeden donunu
da çıkardı ve suya atlayıverdi.
Buz gibiydi. Lakin öylesine ferahtı ki insanın üşüyesi
gelmiyordu. Kafasını daldırıp saçlarını ıslatırken abisi de ağır ağır girdi
suya. Ellerini daldırıp su alıyor, omuzlarına çarpıyordu. Bir yandan da başını
kaldırmış etrafı izliyordu.
Dalmış olduğunu fark eden Taekwoon başlattığı su
savaşıyla onu hazırlıksız yakaladı. Neye uğradığını şaşırdı abisi. Ağzı açık
kaldı. En sonunda gözlerine çarpan sudan sıkılıp arkasını döndü.
Delikanlı o döner dönmez durdu. Jaehwan’ın sırtında
upuzun, geniş kılıç yaraları vardı. Gerçek gibi gözükmüyorlardı, sanki şöyle
ovalasa çıkıverecekmiş gibi. Delikanlı silmeyi denedi, ama gerçekti işte.
“Ne yapıyorsun?”
“Savaşa mı katıldın abi?”
“Ne savaşı, ne diyorsun?” Jaehwan kardeşine baktı.
Şaşkındı.
Taekwoon’un işaret parmağı havadaydı. “O sırtındaki
yaralar… Nasıl oldu?”
“Haa onlar mı?” Abisinin yüzündeki sırıtış rahatsız bir
tebessüme dönüşmüştü şimdi. Temkinli adımlar atarak kardeşinin yanından geçip
gölün ortasına doğru ilerledi. Su göğsüne kadar çıkmıştı şimdi. “Zamanında
dövüşten galip çıkma hevesiyle arkamı dönmek gibi bir hata yapmıştım.”
“Tek seferde mi oldu bunlar yani? Hepsi?” Arkası yine
kendisine dönük olan abisini izliyordu. Sanki birisi resim çizmişti, kılıcının
ucuyla. “Nasıl oldu da sağ çıktın?”
“Tek seferde oldu, ama tek kişi değillerdi. Kılıcımı
bırakmıştım bir de.”
“Taşak mı geçiyorsun?” Jaehwan sessizce güldü.
“Ne taşağı be? Kaç hafta kendime gelemedim sen biliyor
musun?”
“Ölmediğine dua et. Hatta çok dua et. Seni orada bu
ölmüştür diye bıraksalar şaşırtıcı olmazdı.”
Jaehwan’ın sesi aniden ciddileşti. “Bırakmadılar ama.
Âlim Efendi’nin hanımı, kızları, birliğin kadınları başımda sabahladılar
haftalarca. Bir daha ayağa kalkamasam bile beni bırakmayacaklarmış gibi
baktılar bana.”
Taekwoon derin bir nefes aldı. Bu yolculuktaki her yarada
bir minnettarlık, bir borç vardı sanki. Yorucuydu. Geri ödenmesi gereken şeyler
çığ gibi büyüyordu.
“Ölmedim yani,” diye konuyu kapattı Jaehwan. “Kolay kolay
ölmem ben oğlum. Koskoca ülkenin en iyi kılıç ustasıyım.” Gülüştüler.
Taekwoon, ağaç dallarının arasından süzülen güneş
ışıklarının pırıl pırıl aydınlattığı gölün derinlerinde yüzerken, Jaehwan
kenarda oturmuş kuşları dinliyor ve ötüşlerini taklit etmeye çalışıyordu. Hemen
tepesine sarkan ağacın üstünde zamanla bir sürü kuş birikti, hepsi onunla ses
yarıştırıyordu.
Ah, her şey ne güzeldi! Delikanlı çocukken bile böylesine
sakin bir an yaşadığını hatırlamıyordu. Memleketinde belki Veliaht Prens için
çabalamıyordu tabii, lakin ekmek peşinde koşmanın da bir farkı yoktu. Savaş
gazisi olan babası, topal bacağının ağrısından çalışamadığı günlerde o giderdi
çalışmaya. Aynı böyle güneş doğmadan uyanır, ayak işleri için koşturmaya
başlardı. Babasının yerine onun geldiğini görüp surat asan insanları görmezden
gelirdi. Ölecek kadar yorgun olsa da mutlaka kılıç talimi yapardı yatmadan.
İlk defa alacakaranlıkta evden çıktığı bir gün yolun sonu
böyle güzel bir yere çıkmıştı.
Suyun üstüne kendisini bırakıp yaprak ve dallardan zar
zor görünen gökyüzüne baktı. Tertemizdi. İçinde bulunduğu su gibi, yürüyüp
geldiği yollar gibi, ötüşen kuşlar gibi tertemizdi.
Ölüp de tekrar gelirse ağaç olmalıydı, ya da bir bulut.
“Taekwoon, kardeşim.” Tuhaf, ne diye böyle demişti şimdi
abisi? Kalktı, ona doğru gitti.
“Buyur, abi.”
“O resim var ya…”
Sonunda ikisinin de uyanık olduğu bir ana denk gelmişti
bu konu. Konuşup hemen kapatmalıydılar.
“Evet?”
“Ben çizdim değil mi?”
“Evet.”
“Sensin o resimdeki. Yanındaki de… Sevdiğin hanım
olmalı?”
“Evet abi.”
“O zaman bu hanım… Soylu bir evin kızı…” Taekwoon
kalbinin boğazında attığını hissetti. Konuşunca ağırlığı gidecek miydi? Son
zamanlarda konuşulan şeyler daha da ağırlaşmıyor muydu? “Seni de soylu bir
beyefendi sanıyor? Öyle mi?” Delikanlı abisinin yanına oturup saçlarını örmeye
başladı.
“Dürüstçe söyleyeceğim. O hanımın soylu bir evin kızı
olduğu doğru. Hatta Vekil Efendi’nin kızıyla arkadaş olabilecek bir seviyede.”
“Taekwoon…”
“Sorunu sordun, izin ver de cevaplayayım. Başlarda, evet,
beni soylu bir beyefendi sanıyordu. Onlar gibi giyiniyordum çünkü onlar gibi
yürüyüp onlar gibi konuşuyordum.” Örgüsünü çaputuyla bağlarken iç çekti. “Lakin
sonra beni bu eski püskü kıyafetlerimle, çaputlu saçımla da gördü. Sonra fark
ettim ki her buluşmamızda yanımda kılıcım vardı. Hangi beyefendi ipek
kıyafetleri içindeyken dahi kılıcını yanında taşır ki?”
“Anladı mı yani?”
Gülümsedi Taekwoon. “Bilmiyorum. Bana hiçbir şey
söylemedi.”
“Bizim nasıl bir işe bulaştığımızı biliyorsun, değil mi?”
“Evet, farkındayım. Şüphelenmem gerekiyor, korkmam
gerekiyor. Temkinli davranmam gerekiyor. Ama abi… O gün onu başkası sanıp
kellesini almak isteyince… Ne kadar korktu biliyor musun? Dizlerinin üstüne
çöküp ağladı, bebek gibi. Titriyordu. Hem ben ona hiçbir bilgi vermedim. O da
bana. Yalnızca isimlerimizi paylaştık birbirimizle.” Abisine dönüp sırıttı.
“Bir de sevgimizi.”
“Of Taekwoon! Midem bulandı, az ötede âşık ol git.”
İstediği tepkiyi almaktan memnun bir şekilde kahkahalarla
yeni bir su savaşı başlattı delikanlı.
***
Bir hafta içinde Prens’in isteğiyle birçok devlet
dairesinde düzenlemeler yapılması kararlaştırılmıştı. Ülkede savunma, tarım ve
içişleriyle ilgili görevi olan pek çok çalışanın görev yerleri değişmiş, kimisi
işten çıkarılmış ve yeni atamalar yapılmıştı.
Orduya yeni askerler alınması, ülkenin dışişleri ilgili
yasa değişiklerine gidilmesi de birlik ve Veliaht Prens tarafından
kararlaştırılan yeni adımdı. Lakin önce beklemeye karar verdiler. Hem Kral’ın
hem de meclisin tepkisini ölçmek istiyorlardı.
Bu sırada Âlim Cha’nın gereksiz bir ayrıntıymış gibi
araya sokuşturduğu Kraliyet Kütüphanesi düzenlemeleri gerçekleştirildi.
Taekwoon, bu konu konuşulurken orada bulunduğu için, efendisinin en çok adam
yerleştireceği yerin kütüphane olduğunu anlamıştı. Sebebini bilmiyordu,
düşünmek istemiyordu. Ama Veliaht Prens’in düşünmek istemediğine inanamıyordu.
Kütüphane değişiklikleri dile getirildiğinde ölgün bir sesle “Tabii, neden olmasın,”
demiş. Kendisine uzatılan dilekçeyi yanında oturan Âlim Kim Wonsik’e uzatıp
onun kontrol etmesini istemişti. Prens Hazretleri’nin sakin sakin otururken
kâğıdı okuyan Wonsik’in gergin yüzünden terler aktığını görmek ürkütücüydü.
Diğer tüm değişiklikler de tereyağından kıl çeker gibi
oluyordu. Kimse tüm bu dilekçelerin neden birdenbire Veliaht Prens’e yağmaya
başladığını sormuyor gibiydi. Daha sonra efendisi Taekwoon’a Veliaht Prens’in
gelecekte tahtını sağlamlaştırmak için yenilikler yapmasının doğal olduğunu,
şimdiki Kral’ın da oğlu gibiyken böyle şeyler yaptığını açıklamıştı. Lakin öyle
değildi. Veliaht Prens tahtını sağlamlaştırıyor gibi gözükmüyordu, daha çok
yanından geçtiği otlara bile varlığını hissettirmeden usulca süzülen bir yılana
benziyordu.
İnsanlar onun niyetini bilmedikleri için, Veliaht Prens
başka bir Prens’e tehdit oluşturmadığı için, iş henüz onlara dokunmadığı için
sessiz kalıyor olabilirlerdi. Hatta Yüce Kral, oğlunu devlet meseleleriyle
ilgilenir gördüğü için seviniyor dahi olabilirdi. Lakin nasıl olur da Prens
Sanghyuk önüne gelen her dilekçeye başını sallardı? Âlim Cha’ya nasıl olur da
böylesine güvenirdi? Onu kendisine yalnızca danışmanlık yapan bir melek mi
zannediyordu acaba? Yoksa karşı koyacak gücü mü yoktu?
Taekwoon için fark etmezdi. Ülkenin durumunun iyi
olacağına dair beklentisi vardı elbet, yine de hiçbir şey olmazsa da
şaşırmayacaktı. Lakin bir gün Veliaht Prens önüne koyulan bir dilekçeyi okumaya
kalkışırsa, işler daha da büyüyünce gözlerini açarsa o zaman her şeyin sonucu
ağır olacaktı. Yalnız kendisi için değil, herkes için.
Asıl komik olan Âlim Cha’nın da bu durumda aptal gibi
gözükmesiydi. Şimdi ağzına bir parmak bal çalıp kandırdığı oğlanın bir gün
uyanıp kendisini balda boğmayacağını nereden biliyordu?
Kimsenin korkusu yok muydu? Kimse düşünmüyor muydu?
Eninde sonunda dünya hep aynı düzene oturuyor, birilerinin söylediğini
diğerleri her halükarda onaylıyordu. Kimin yararına olduğu önemli değildi,
dünya bunu umursamıyordu bile.
Kendisi de derin bir uykuya dalsa ne güzel olurdu.
Kendisi de düşünmese, yalnızca yapsa ve ayırdına varamadan birinin kılıcının
ucunda ölüp gitse ne güzel olurdu. Böyle düşündüğü pek sık oluyordu artık.
Kılıcını belirsiz geleceğin boğazından geçirmek istediği de… Sonra
hatırlıyordu. Uyumayı isterse yapabilirdi, lakin istemiyordu.
Haddi değildi delikanlının. Biliyordu. Sadece Veliaht
Prens, Âlim Cha, Vekil Efendi gibiler hayal kurabilirdi. Sadece onların
hayalleri için insanlar birlikler kurar, onların hayallerinde kendilerine yer
bulmaya çalışırlardı. Taekwoon yerini Âlim Cha’nın hayalinde bulduğuna
inanıyordu artık. Düşük vergi, ucuz toprak, elde etmek için yalnızca elin
terinin yeteceği ekmek, eşit insanlar diyordu o adam. Delikanlının en çok
istediği şey belki çocukçaydı, ama kimse kimseye “bey, hanım” demesin
istiyordu. Gerek duyulmasın, isimler kalsın istiyordu ve tabii ki isteyen
herkes bir soyadı alabilsin.
Böylece Doyeon Hanım’ın karşısına çıkıp “Doyeon,”
diyebilirdi doya doya. “Doyeon’um… Doyeoncum…” Mümkün olabilirdi, Âlim Efendi
ülkenin yarısını almıştı işte. O neden Doyeon Hanım’ı alamasındı?
Bir gün evlenirlerse kapılarına ikisinin soyadlarını
yazdıracaktı Taekwoon. Kendisine babasının dileğiyle bir soyadı alırdı, Nüfus
Dairesi’ne gidip kaydettirirdi ailesini. Sonra Doyeon’un da… Sahi Doyeon’un
soyadı neydi?
İç çekti. “Ne saçmalıyorum ben? Kızlar gibi evlilik
hayali de kurar olduk, iyi mi?”
Öğleden sonra birliğe girer girmez nöbete yollanmıştı.
Sabahki serin suların yerini, tepesinde paralayan güneşin sıcağı alıvermişti.
Vücudu dinlenmiş olmasına rağmen yorgun da hissediyordu. Hem artık Vekil
Efendi’nin evinin etrafında yapacak işi de kalkmamıştı, çok sıkıcıydı. Son çare
bir ağacın üstüne çıkmış, geleni geçeni izlemeye başlamıştı.
Kafasındaki evlilik mevzusuna da yoldan geçen hanımefendilerin
konuşmalarını duyup da gelmiş olmalıydı. Yoksa kendisi düşünmezdi öyle şeyleri
durup dururken. Kılıcı olan adam yalnızca canını düşünmeliydi.
Rahatsız bir yüz ifadesiyle başını kaldırıp dallara
baktı. Bu ağaçta hiç kuş ötmez miydi yahu? Abisi yanında oturuyor olsa birkaç
tanesini çağırıverirdi. Kendisi doğru dürüst ötmeyi beceremiyordu.
Dudaklarını büzüp üflemeyi denedi, lakin çabası sokağın
başından gelen bağrışlarla bölünüverdi.
Şimdi eğlence çıkmıştı.
Yanındaki dala yasladığı kılıcını alıp üstünde oturduğu
daldan iyice sarkıttı başını. İzlemeye başladı. Kısa boylu bir adam, arkasından
gelen kalabalıktan çok daha hızlı ama çok daha komik bir şekilde koşuyordu. Bir
yandan da bağırıyordu: “Adam öldürüyorlar! Yetişin haydut bunlar!” Sesi de… Bir
değişikti bu adamın. Sanki şey gibiydi… “Yetişin! Öldürecekler! Canımı
alacaklar diyorum!” Kadın gibi…
Adam hızla Taekwoon’un üstünde bulunduğu ağaca
yaklaşıyordu. “Adam öldürüyorlar ahali!” Delikanlı daha fazla beklemeden aşağı
süzüldü, diğeri birkaç adım daha ilerleyince onunla yüz yüze geliverdi.
“Çekilin! Adam öld-”
“Doyeon Hanım…”
“Beyim…” Durmuştu, lakin yerinde zıplamaya devam ediyordu
hanımefendi. Hızla arkasına kaçamak bir bakış atıp yeniden önüne döndü. “Beyim?
Nasıl…”
Cümlesini tamamlayamadan koşmaya devam etmeye karar
verdi. Tek başına gitmek yerine, Taekwoon’un elini tutuvermişti. Hızlanıp bir
sokaktan ötekine girerek aralarındaki arayı açmışlardı. Sonrası için Küçük
Hanım’ın herhangi bir planının olmadığı her halinden belliydi.
Köyün en ucuna ulaştıklarında delikanlı dayanamayıp en
sonunda onu kucaklamış, köhne bir evin duvarından atlamış, kilerine girmişti. O
ana kadar Taekwoon hep kendisinin zinde ve idmanlı olduğunu düşünürdü, ama bu
kadının gücü kendisininkini üçe dörde katlardı. Onu buraya çekmese koşmaya
devam edecekti, Ming’e kadar koşabilir gibiydi.
Birkaç dakika nefeslerini dinlendirmek, arkalarından
kimsenin gelmediğinden emin olmak için sessizce dikildiler. Hanımefendi takma
bıyığını çıkardıktan sonra gözlerini kapatmıştı. Etrafı dinliyor gibi yapmasına
rağmen Taekwoon’la göz göze gelmemek için böyle durduğu belliydi. Zaten
delikanlı da ondan tarafa bakmaya cesaret edemiyordu.
Emin olduklarında Doyeon Hanım kilerin kapısını aceleyle
ittirip dışarı çıktı.
“Küçük Hanım!”
Evin kapısına kadar peş peşe yürüdüler. Taekwoon onun
ardına bile bakmadan gideceğini, onu takip etmek zorunda kalacağını düşündü.
Genç kız onu şaşırtarak kapının önünde durup döndü.
“Peşimden gelmeyin.”
“Lakin Doyeon Hanım…” Sözünün devamını nasıl getireceğini
bilmiyordu. Şu an neler olup bittiğinin ayırdına varamıyordu. Soru
sorulmasından korktuğu için mi kendisinden kaçıyordu? O halde çenesini
tutmalıydı. Ama bu noktada soru sorulmadan konuşulacak şeyler de olur muydu?
Ne yapacağını bilemese de olduğu yerde duran hanıma doğru
yaklaştı. Ondan önce çıkıp gitse miydi?
“Bu defa karşıma çıkmamalıydınız.”
Delikanlı kulaklarına inanamadı. Gözlerini kırpıştırarak
baktı. “Ne?”
“Gidecek bir yolum vardı. Sizin yüzünüzden kısa kesmiş
bulundum. Şimdi devam da edemem. Başarısız olmuş sayılmasam da başarılı da
olamadım.”
“Siz benim karşıma çıktınız hanımefendi, ben yalnızca
Vekil Efendi’nin evinin önünde dikiliyordum.”
“Değil mi? Siz yine Vekil Efendi’nin evinin önünde
bekliyordunuz. Her seferinde o evin önünde karşılaşmayı nasıl beceriyoruz
acaba? Bir dahakine yolumu değiştirmeliyim.”
“Hanımefendi…” Sesindeki kırgınlığı gizlemeyi
becerememişti Taekwoon.
Doyeon başını çevirdi. “Sizi de peşimden koşturup yordum,
işinize de mani olmuş olmalıyım. Kusura bakmayın beyim.”
Delikanlı öne eğilip kaçmasından korkar gibi bir elini
ona doğru uzattı. “Hayır,” dedi. “Hayır, Doyeon Hanım. Sizin elinizi tutup
koşmak ne olursa olsun çok güzel. Lakin başınıza iş açıp kendinizi tehlike atmanızdan,
sizi her görüşümde birilerinden kaçmanızdan bıktım usandım.”
Küçük Hanım’ın omuzları dikleşti. “Ben sizden yardım
istemedim.” Ses tonu acı vericiydi.
“Evet, biliyorum Küçük Hanım. Bilmesine biliyorum da hep
zor zamanlarımızda çıkıyoruz birbirimizin karşısına. Kafalarımızı çevirip
gidelim mi o halde?”
“Öyle yapalım. Rica ediyorum, öyle yapalım bundan sonra.”
“Utanıyor musunuz benden?” Dayanamamıştı işte. Öylece
çıkıvermişti ağzından. “Oysa bugün elimi tutan sizdiniz, hanımefendi.”
“Nasıl böyle lakırdılar edersiniz?” Hangisi daha çok
kırılmıştı, anlaşılmıyordu. Sesleri kırgınlıklarını yarıştırırcasına birbiri
ardına çatlıyordu.
“Ben sizinle kırlarda koşturmak istiyorum Küçük Hanım,
eli kılıçlı adamlardan kaçmak değil.”
Doyeon gözle görülür biçimde sinirleniverdi. Diklenir
gibi yüzünü delikanlının yüzüne yaklaştırdı. “Yaşamak böyle kolay bir iş mi
sanıyorsunuz? Böyle çocukça hayallerinizi kendinize saklayınız! Sizi bilmem,
lakin benim yapacak işlerim boyumu aşıyor.”
Bıyığını aceleyle takıp pantolonunu çıkarmaya girişti.
Taekwoon neye uğradığını şaşırarak başını çevirdi, yine de kaçıp giderse diye
gözünün ucuyla ne yaptığına bakıyordu. Pantolonun altından sönük bir etek
çıkmıştı, ceketinin altında da ince bir kadın ceketi vardı. Bıyığı ve toplu
saçlarının altında bu zarif kıyafetler belirince çok komik gözükmüştü.
Delikanlının içinden onun yüzünü sımsıkı tutup
yanaklarını öpmek gelmişti. Boş bulunup “Doyeoncum…” diye fısıldadı.
Hanımefendi aniden çılgına dönmüş gibi başını kaldırdı.
Göz kapakları bile titriyordu. Ufacık boyuyla bile uzanıp okkalı bir tokat
patlatması zor olmadı. Elleri yumuşaktı, lakin acıtmıştı. Taekwoon tokadın
geldiğini görmesine rağmen onu durdurmamıştı.
“Bir daha öyle seslenmeyin bana!” Böylesine yakınken,
bıyığı ve öfkeli gözleriyle kendisine böyle diklenirken; delikanlının artık
sürekli içlerinde bulunduğu o beyefendileri andırıyordu. Elbisesi olmasa
eksiksiz olacaktı. Delikanlının onu böyle süzüşünü görmezden gelip “Öylesi
sizin için de iyi olur,” diye devam ettirdi sözlerini.
“Neden?” diye sordu Taekwoon. “Küçük Hanım benim gibi
birine ‘Beyim, beyim’ diye seslenmekten utanmıyorlar da ben onlara hanım diye
hitap etmediğim için utanmalıyım, öyle mi?”
“Söylediklerinizin ne denli manasız olduğunun ayırdında
mısınız?”
“Hayır! Sen benim söylediğin şeylerin ne denli manidar
olduğunu fark ediyorsun. Ben nasıl biriyim biliyorsun! Lakin nasıl olur da tek
kelime etmezsin? Sormayan, söylemeyen insanlardan sıkıldım artık. Bu gerçek mi?
Şimdi karşımda duruyor musunuz gerçekten, yoksa ben aklımı mı yitiriyorum
Doyeon Hanım, söyleyin bana. Size bir efendi gibi yaklaşıp sizi kullanmadığımı
nereden biliyorsunuz? Sizden sakladığım onca şey olduğu belliyken neden hala
elimi tutup koşuyorsunuz? Neden sormuyorsunuz?”
Doyeon’un yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Hitap şeklini
sürekli değiştirmesi açıkça bir oyundu; kendisini etkilemeye, dilini çözmeye
çalışıyordu. “Çok komiksiniz,” dedi hiç de eğlenmeyen bir ses tonuyla. “Benim
sizden sakladığım şeyler olmadığını mı düşünüyorsunuz? Belki de bir adamım ben,
nereden biliyorsunuz? Sormayışım, söylemek istemeyişimdendir, bu böylesine
belliyken neden hala elinize uzanan elimi kabul ediyorsunuz? Neden
sormuyorsunuz da sormamı bekliyorsunuz? Ben anlatmayacağım beyim. Beklediğiniz
buysa beklemeyi bırakabilirsiniz. İstediğinizi yapmadığım için özür
dilemeyeceğim. Zor zamanımda karşınıza çıktığım için özür dileyebilirim belki.
Bunun karşılığında bir daha bana ismimle seslenmemenizi isteyeceğim sizden.”
Delikanlı güldü. “Gücendiğim için öylesine söylemiştim.
Lakin sahiden utanıyor olmalısınız benden. Yalnızca sizin gibiler size adınızla
seslenebilir yani, öyle mi?”
Bu defa kesinkes gitmek üzere arkasını döndü Doyeon. “Hayır,”
dedi. “İsmimi söyleyişinize alışırım da bir daha sizi görünce kafamı çeviremem
diye…”
Taekwoon göğsüne bir yumruk yemiş gibi hissetti. Ölecekti
sanki. “Doyeon!” diye bağırdı. “Bıyığını çıkarmayı unuttun! Doyeon… Ben bey
değilim Doyeon. Ben… Doyeon…” Genç kız çoktan sonun sesini duyamayacak kadar
uzaklaşmıştı. “Özür dilerim Doyeon.”
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Teşekkürler.