Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #22

Mavi-not: Yeey, yirmi gün olmadan yayınlıyorum bu bölümü :P Ön yargıyla başlamanızı istemem ama mükemmel bir bölüm olmadığının ben de farkındayım. Her neyse, şimdiden teşekkürler. Yarın okula gitmem gerek ve gecenin bu vaktinde hikaye yazıyorum. Sanırım limonun suyunu çıkardım. Görüşmek üzeree, yorumlarınızı esirgemeyin. Buing, buing ~~





Göğüs kafesimin aniden sıkılan bir yumruk gibi kapandığını hissettim. Kemiklerim bükülüyor; ciğerlerimi, kalbimi sıkıştırıyorlardı sanki. Korkuyla ayağa fırladığımda kafamı kitaplığın rafına çarptım. Eğer ses çıkmasaydı bunun farkında bile olmazdım.
Beynimde çalan zillerin arasından bir ses ona vurmak için bir şey bulmamı söyledi, keskin bir şey. Ama bakışlarımı ondan alamıyordum.
Her an yıkılabilirmiş gibi gözüküyordu. Loş ışıkta bile yorgun gözlerinin altındaki mor halkaları seçebiliyordum. Omuzları da çökmüştü.
Ağzımdan çıkan şeyle söylemek istediğim şeyin aynı olduğundan emin olamasam da burada ne aradığını sordum. Cevap verircesine içeri doğru iki adım attı. Kaçmak istedim, ama gidebileceğim bir yer yoktu. Yalnızca balkon... Tabii ölmek için hazırsam.
Elimle sırtımı yasladığım kitaplığı yokladım. Kalın bir kitap... Kalın bir kitap işimi görürdü. Kafasına atabilirdim. Hızla gezen parmklarımı durduran şey ismimi söylemesi oldu. Sayıklar gibi "İpek" demişti. Kıravatını çıkarıyordu. Bu noktada hafızam yeniden bana ihanet ediyor. Düşüncelerimi hatırlamıyorum -hiçbir şey düşünmemiş de olabilirim- olaylarsa kopuk kopuk.
Ceketiyle kıravatını koltuğa bıraktığından eminim. Bir sonraki resimdeyse odayı aşıp geldi, aramızda yalnızca yatak kaldı.
Neden bağırmadım bilmiyorum. Ama şimdi düşününce bağırsam da elime bir şey geçmeyecekti. Kim kurtaracaktı beni? Annemin mi gücü yetecekti? "Babam istediğini aldığı zaman sıkılır senden," diyen Demir mi koşacaktı yardımıma? Yoksa zavallı dostum Karam mı?
Hiç kimse.
Tam anlamıyla yapayalnızdım, o gece anladım.
Ben gözyaşlarımla savaşırken yatağın üzerinden uzanıp elimi kavradı. Bunu yaptığında sanki tüm sıkıntısı geçmiş gibi gülümsedi ve yavaşça yatağa yattı. Beni çekmesini bekledim. Çekmedi. Yalnızca elimi biraz daha sıkıp yatağın bana yakın olan tarafına kaydı.
Ne kadar uzun olduğunu kestiremediğim bir süre boyunca titreyerek bekledim. Gözlerimi yüzünden hiç ayırmadım. Elimi çekmeyi akıl etmek için çok çaba sarf etmem gerekti. Beynim iflas etmiş gibiydi.
Çektiysem de elimi bırakmadı. Aptallık bende olduğu için ısrarcı davrandım, onun daha ısrarcı olabileceğini hesaba katmamıştım. Huzurlu uykusunu bölüp gözlerini açtı. İki kan çanağı dümdüz bana bakıyordu.
"Sadece elini tutacağım," dedi. Sesi hırıltılı çıkıyordu. "Bütün gün o pisliklerle uğraştıktan sonra buna ihtiyacım var." Pes edip yatağın yanına, yere oturmak için kendi inadımla savaştım. Hareket ettiğimi hissettiğinde yeniden gözlerini açtı.
İçimde bunu tuttuğumu bile bilmiyordum ama birden "Bana bu evde hizmetçi olmadığını söylemiştiniz," deyiverdim. İşin garibi, sesim kırgın çıkıyordu.
Uykulu bir edayla derince iç çekti. "O gün yoktu," diye mırıldandı. "Çünkü o gün bütün hizmetçileri kovmuştum. Yediğin yemek de hazırladıkları son yemekti."
"Sabahki kahvaltıyı unutuyorsunuz sanırım."
"Sabahki kahvaltıyı yeni hizmetçiler hazırladı. Onlar da bu evde kalmıyorlar zaten."
"Artık öğrendiğime göre kalacaklar mı?"
Huzursuzca kıpırdandı. "Onları senin için kovmadım." Kelimelerinda yanlış bir şey yoktu, ama ses tonu benimle dalga geçer gibiydi. Bu beni öfkelendirdi.
"Neden kovdunuz o halde?"
"Güvenlik için. Yediğimi içtiğimi olduğu gibi polise anlatacak birileri şu aralar en son ihtiyacım olan şey."
Süleyman Bey haklıymış, diye düşündüm. Gerçekten pis işlere bulaşmıştı. "Polislerle aranız iyi zannediyordum," dedim elimde olmadan. Hala yüzüme bile bakmayan polisleri unutamıyordum.
"Para..." diye fısıldadı. "Para önemli şey. Yalnızca paraya göz diktiğinde büyüklerin aklı başına geliyor. Büyükleri memnun etmek de onların görevi sonuçta. Belki onların cebine de para giriyordur." Bana sırtını dönen polislerin cebini dolduran da oydu. İşte boktan toplum düzeninin zavallı bir kızın hayatını tepetaklak edişini izliyordunuz.
"Para çok önemli şey İpek," dedi yeniden. "Bu kadar önemli bir şeyi senin için çarçur ettiğimi görüyorsun değil mi?" Gözlerim farkında olmadan kitaplığa kaydı. Kalın kitaplar üst raflarda olmasalardı çoktan uzanıp almıştım. Sevgisini gösterme yolu gerçekten sinir bozucuydu.
"Ben en çok parayı severim," diye fısıldadı kayıp giden bir sesle. Biraz sonra uykuya dalmıştı.
Dizlerimi karnıma çekip kafamı yasladım. Atıf Bey'in yorgun nefes alış sesleri odayı doldururken kafamın içinde yankılanan soruyu duydum. Bu cehennem ne zaman bitecek diyordu. Keşke cevap verebilseydim.
Beni cehenneme atan adamın elini tutarak uyudum.
Sonra bir ara kapının gıcırdayarak açıldığını duydum, zihnim tetikte olduğu için uyanmakta güçlük çekmedim. Belli belirsiz bir siluet gördüm. Kucağında kuyruğunu sallayan bir kedi vardı. Belki de rüya görmüşümdür.
Ya da kabus.
Kim bilir.

***

Tekip eden bir hafta boyunca doğru dürüst insan yüzü görmedim. Annemle fazla görüşmemek konusunda gizli bir anlaşma yapmış gibiydik. Odasından çıkmıyordu, ben de yanına gitmiyordum. Atıf Bey'in eve gelip gelmediğini bile bilmiyordum. Bazen banyo aynasının ya da buzdolabının üstüne yapıştırdığı notları buluyordum. Çoğunu okumadım.
Demir'i okulda görüyordum yalnızca, ama birbirimizi görmüyormuş gibi davranıyorduk. Evdeyse hala hangi katta olduğunu çözemediğim odasına kapanıyordu, bazen hiç eve gelmiyordu.
Özetlemek gerekirse yalnızca Ufuk'la konuşuyordum. İlk tanıştığımız zamanlarda iki kelimeyi doğru dürüst bir araya getiremeyen bu sevimli çocuk artık çok değişmişti. Ölümüne korktuğu kız kavgalarından bile çekinmiyor, beni herkese karşı koruyordu. Üstelik normal konularda konuşabiliyorduk. Demir hakkında ağzını açıp tek kelime bile etmemişti.
Onun yanında gülüp birkaç saniyeliğine olsa hafızamı silebilsem de kendimi her dakika daha kötü hissediyordum.
İlkokuldayken palyaço olmak isterdim. İri, kırmızı burunlarını mı sevmiştim yoksa aptal makyajlarını mı bilmiyorum ama uzun süre boyunca en büyük hayalim buydu. Annemden yaşça biraz daha büyük olan bir kadın -kim olduğunu bile hatırlamıyorum- benimle dalga geçmişti. Evet, kendini bilmeyecek yaşta bir çocuğun hayalleriyle dalga geçmek gerçekten eğlenceli olmalı. Artık palyaçolardan nefret ediyorum.
Ortaokuldayken anne olmak istediğime karar vermiştim. Size her fırsatta söylediğim gibi her zaman ayıplanan çocuk ben olurdum. Kalabalık bir grupla koştururken içimizden biri düşüp dizini kanatırsa bana bağırırlardı. O yüzden olabildiğince anneme sığınmıştım o dönemlerde. Kararımdaki en büyük etken buydu galiba. Bir gün öğretmenim bana anneliğin bir meslek olmadığını söyledi ve ben de annelikten vazgeçmem gerektiğini düşünüp öyle yaptım.
Liseye başlarken daha gerçekçiydim. Birkaç meslek üzerine yoğunlaşmıştım. Ne olmak istediğim sorulduğunda her öğrencinin verdiği standart cevaplardan birini veriyordum. Bunlara hayal demek istemiyorum, çünkü hiçbir zaman hayal etmedim. O zaman bu standart gelecek planlarından bile şikayetçiydim.
Ama şimdi onları geri istiyordum.
Kendimi boşlukta süzülüyormuş gibi hissediyordum, bunun yerine üniversite sınavına çalışırken ölmeyi tercih ederdim.
O gün Ufuk'la bahçede oturmuş meyve suyu içerken bunları düşünüyordum. Basketbol oynayan bir çocuk, dokuzuncu sınıflardan bir kızın kafasına yanlışlıkla basketbol topunu fırlattığında ölmek için üniversite sınavına falan çalışmama gerek olmadığını fark ettim.
Korku yüreğime yayılmaya başlıyordu ki Ufuk dikkatimi dağıttı.
Akşam eve gittiğimde bu düşünceyle her ergen gibi depresyona girerek, gereksiz yere her şeye sinirlenip belki biraz ağlayarak savaşacağımı düşünmüştüm. Atladığım bir ayrıntı vardı; hayatımın normal bir ergenin hayatıyla uzaktan yakından alakası yoktu.
Araba eve yaklaşırken bir şeylerin yok olduğunu hissettim. Jenga gibi, birileri yüreğimden tahtaları çekiyordu sanki. Tıpkı o oyunun sonundaki gibi taşların hepsi döküldü. Üstelik çok geçmeden.
Evin önünde üstündeki ışıkları telaşla dalgalanan bir ambulans duruyordu. Kapımı açmak için inen şoför apal minibüsü görünce donup kaldı.
Sıradan bir minibüs değil, diye hatırlattım kendime. İnsanların hayatını kurtaran bir minibüs. Peki ama kimin hayatını gelmişti?
Kendimi dışarı atıp şoförün yanından geçmeye çalıştığımda iki kelime duydum: "İpek, annen..."
Evet, annem. Sedyenin üstünde yatan oydu. Ve kan... Kan gördüğümü hatırlıyorum.
Oraya doğru koştum, bağırarak. Duruma alışkın olan görevlilerden biri kollarını iki yana açarak annemi ambulansa bindiren insanlarla arama bir duvar oldu. Gözyaşlarımın arasından anlaşılmaz kelimelerle o kadının beni doğuran kadın olduğunu anlatmaya çalıştım. O beni dinlemedi, ben de onu. Yine de birisi kollarımdan tutup beni geri çekene kadar yüzüne doğru bağırmaya devam ettim.
"İpek, sakin ol," dedi. "Arabaya bin. Hastaneye gidelim. Bağırma artık!"
Süleyman Bey'in onu neden benim şoförüm olarak önerdiğini artık biliyordum. O da iyi bir adamdı, başı belada olan herhangi bir savunmasız kızın ihtiyaç duyacağı türden biri.
Beni arabaya sürüklemesine izin verdim. Normalde ön koltuğa oturmazdım, ama gözünün önünde olmamı istemiş olacak ki beni oraya oturttu. Bir bebekmişim gibi emniyet kemerimi bağladı ve usulca saçımı okşadı.
Hızla ilerlemeye başlayan ambulansın arkasından giderken evin bahçesinde Atıf Bey'i gördüm. Elleri ceplerinde can kurtaran minibüsün gidişini izliyordu. Yüzü duvar gibiydi, en ufak bir şey söylemiyordu.

***

Hastanede annemin merdivenlerden düştüğünü öğrendim. Bunu evde olan tek kişiden, yani Atıf Bey'den öğrenmiş olmalılardı, çünkü annem uzunca bir süre uyanmadı. Kafasını çarpmıştı ve sol bacağını kırmıştı.
Yeni dostum şoför Şahin Bey bir süre beni yalnız bırakmadı. Ama sonra gitti. Ben de tam on üç saat boyunca bununla kendi başıma savaşmak zorunda kaldım. Evet, saatleri saydım. Hatta dakikaları, saniyeleri...
Herkes bilir, kuzuları sayarken uyuyakalmak daha kolaydır. Ben de bu kabustan uyanmak için ona benzer bir şey denedim işte.
On üç saat boyunca kendi başıma savaşmak zorunda olduğumu söylemek başından beri yanımda oturan hayalete biraz haksızlık olacak sanırım. Aslında bir değil, bir sürü hayalet vardı o hastanede. Her biri kendine has kokusuyla salınıyordu koridorlarda. Yanımda olması gerekeni bulmak benim için hiç zor olmadı. Babamın kokusu içlerindeki en limonlu kokuydu.
Yanımda olduğunu hissettim, uzun zaman sonra ilk kez gerçekten. Böyle bir nimeti bulmuşken şikayet etmek ne kadar doğru bilmesem de yanımda olması yeterli değildi. Hayaletler konuşamazlardı, saçlarınızı okşayamazlardı, gözyaşlarınızı silemezlerdi, sizi teselli edemezlerdi. Yalnızca kokarlardı ve emin olun kokusu bana onun aslında orada olmadığını hatırlamaktan başka bir işe yaramadı. Kendimi, olduğumdan bin kat daha yalnız hissettim.
Sabah, güneş ışıkları hastanenin pencelerinden içeri dolarken görüşüm iyice bulanıklaşmıştı, en az aklım kadar. Koridorun başında tanıdık bir siluet gördüğümü sanıp ayağa kalktığımda yoğun bakım ünitesinden çıkan doktor kolumdan tutup beni kendine doğru çevirdi.
"Anneni odaya alıyoruz," dedi. Çok yorgun görünüyordu, o da benim gibi bütün gece uyumamıştı. "Baban... Gelecek mi?"
Annesi olan her insanın bir babası olduğunu düşünmek normal bir ailede yetişmiş bir insan için gayet doğal bir şeydir. Bana bu soruyu sorduğu için ondan nefret etmek acımasızlıktı, biliyorum. Ama ben bütün gece yalnızlığımla savaşmışken bunu öylece unutamazdım. O doktordan hala nefret ediyorum.
Yine de yüzüne tükürmemeyi, saygı göstermeyi inanılmaz bir azimle başardım. "Benim..." diye fısıldadım. "Benim babam yok." Hemen arkasından gelecek soruyu ezberlemiştim: Başka bir aile büyüğünü de mi bulamazdım? Bu yüzden o sormadan cevap verdim. "Bizim kimsemiz yok. Sadece ben ve annem."
Doktor ensesini kaşıdıktan sonra yarı şaşkın bir yüz ifadesiyle kafasını kaldırıp omzumun üstünden arkamda bir yere baktı. "Peki o kim?"
Kulağımın arkasında sıcacık, limonlu bir ses duydum. "Okul arkadaşıyım. Olanları duyunca yalnız bırakmak istemedim."
Ufuk'un ismi burnuma çarpan kokuyla örtüşmediği için sonunda o rahatsız edici oturakların üstünde uyuyakaldığımı, rüya gördüğümü düşündüm. Saatleri saymak işe yaramış olmalıydı. Öyle olmasını çok istemiştim, çünkü eğer öyle değilse kendimi bırakırdım.
Ama arkamı döndüğümde oradaydı, dimdik duruyordu. Bir elini omzuma koyup bana gülümsedi.
Neden gelmişti? Böyle bir zamanda bana yaklaşmanın kolay olduğunu bildiği için mi? Yine ne vardı aklında? Ne istiyordu benden? Ben oyuncak mıydım? Babadan oğula geçen, iki kuşağı eğlendirmiş bir oyuncak...
Doktor annemin odaya yatmasıyla ilgili bir şeyler daha söylerken o dinledi, bense yalnızca onun yüzüne baktım. Hayır, kolayca pes etmeyecektim.
Odaya alınmayı beklerken onunla konuşmadım, yüzüne bakmadım, bana yaklaşmasına izin vermedim. Yine de git demek gelmedi içimden. Yanımda bir hayaletten daha fazlasının olması iyi hissettiriyordu, inkar etmeyeceğim.
Sonunda uzanabileceğim bir koltuğu olan özel odaya geçtiğimizde kapıyı gururla yüzüne çarptım, çıkan gürültüyü umursamadan hem de. Bir yanım iyi yaptığımı söylese de aptal olan yanım bu çocukça hareketi önemsemeyeceğini, gitmeyeceğini umuyordu.
Annemin elini tutmuş ağlarken içeri girdi, saçlarımı karıştırdı.
Atıf Bey gelmiş olsaydı, daha az rahatsız olurdum. Ama Atıf Bey gelmiş olsaydı ölümüne yalnızlıkta boğulurken bulurdum kendimi.
Pes ettim.
Bana sarılmasına izin verdim. Hiç zor olmadı. Kafamı göğsüne yaslayıp ağlamaya kaldığım yerden devam ettim.
O gün hiçbir şey olmadı. Birbirimize yaslanıp oturduk ve arada bir içeri giren hemşirelere mekanik cevaplar verdik. Ben ağladım, o konuşmadı.
Vakit gece yarısı olduğunda Demir annemin uyanıp onu burada görebileceğini ya da Atıf Bey'in aniden çıkıp gelebileceğini düşünmeden uyuyakaldı. Annemle onun düzenli nefes alışları arasında yeniden saatin tiktaklarını saymaya başladım.
Üç bin altı yüz kırk beş saniye sonra, annemin dudağının seyirdiğini gördüm. Demir'in omzuma attığı kolundan tek hamlede sıyrılıp yatağa yanaştım. Elini tuttum.
Fısıldıyordu. Bunun normal olup olmadığından emin olmasam da ne dediğini duymaya çalıştım. kulağımı dudaklarına yaklaştırdım.
"Atıf..." dedi. "Beni..." Kaşları acı içinde çatıldı. "Atıf beni öldürdü."
Bilmiyor muydum sanki? Onu evin önünde gördüğümde anlamamış mıydım? Başından beri hep bunu beklemiyor muydum? Her şeyin farkındaydım ben de. Ama annemin ağzından duymak bana dün sabah Ufuk'un yanındayken düşündüğüm şeyi hatırlattı; ölmek için herhangi bir etkene ihtiyacım olmadığını.
Annemin eline minik bir öpücük kondurup Demir'in yanına gittim. Kollarımı beline dolayarak sıkı sıkı sarıldım ona.
Denize düşen yılana sarılır demişler.
Ya da öyle bir şey işte.

22 Mayıs 2014 Perşembe

#artıkgeçersiz EXO - Galaksi Kris Meselesi: Mavi Kartozu Üzgün

BU YAZI MAVİ KARTOZU'NDA ONU YAZDIĞI ANDAKİ HİSLERİ YARATMIYOR OLUP GEÇERLİLİĞİNİ KAYBETMİŞTİR. 
Merhaba dostlar.
Uzun zamandır k-pop veya k-drama üzerine herhangi bir yazı yazmıyordum. Arkadaşlarımdan biri -sağ olsun- bana blogun hikayeyle dolduğunu, amacından saptığını söyledi ve haklıydı da.
Keşke uzun bir aradan sonra yazacağım yazı böyle üzücü bir konu üzerine olmasaydı. Ama malesef bir haftadır düşünebildiğim tek şey bu.
Ve hala ilk anki kadar büyük bir boşluk var içimde.
Alışmak sözcüğünü unutmuş gibiyim.
Aslına bakarsanız söze nereden başlayacağımdan emin değilim. Olaylar başladığında uyuyordum, Türkiye saatine göre sabaha karşı olduğunu tahmin ediyorum. Yani uyanır uyanmaz kargaşanın arasına daldım, her fanın yaşadığı bir duygu olduğuna eminim. Az çok tahmin edersiniz şaşkınlığımı. 
İlk duyduğum şey üyelerin Kris'i Instagram'da takip etmeyi bıraktığı oldu. İdollerin sosyal medya hesaplarının hacklenmesi ilk kez duyduğumuz bir şey olmadığından kendimi bununla avutmaya çalıştım. Birisi hesapları ele geçirmişti ve bizimle dalga geçmek için Kris'i takip etmeyi bırakmıştı. Çok saçma biliyorum. Biliyorum. Düşünecek başka bir şeyim yoktu. Başka bir şey düşünmek istemiyordum. Ama kötü haber tez ulaştı.
Kris SM'e bir dava açmıştı. İngilizcem fena değildir ama bir dava haberini okuyup çeviremeyecek kadar tembel bir insanım. Önce davanın şirketten ayrılmak üzere açıldığı dedikodusu dolaştı fanlar arasında. Daha sonra bunun basit bir şey olduğunu, Taeyeon'un da bunu zamanında yaptığını falan söylediler.
Bu sırada diğer üyelerin yanı sıra Baekhyun Kris'i takip etmeye devam ediyordu. Komik olan nispet yaparcasına tüm bu olaylar olurken Heechul'u takip etmeye karar vermesiydi. Bilerek yapıp yapmadığını bilmiyorum, ama bilerek yapmadıysa zamanlama ilahi adalet tarafından ayarlanmış olmalı. Biliyorsunuz ki zamanında Hangeng'in olaylarında Heechul ona destek olmuştu, en yakın arkadaşını korumuştu. Biz fanlar olarak Baekhyun'un bununla bize bir mesaj vermeye çalıştığı üzerine senaryolar kurduk. Ben hala bu senaryoların gerçek olduğuna inansam da... Kim bilir?
Uyanıp bilgisayarı açtığım andan karnımın gurultusu odayı doldurana kadar bir sürü çılgın dedikodu duydum ve deli gibi ağladım. İnanın bana ağlıyor oluşumdan başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Sonra açlıktan ölmenin çocuklara bir yarar sağlamayacağına karar verip kendime yiyecek bir şeyler hazırladım. 
Döndüğümde kaos devam ediyordu. Söylenenlere göre şirket çocukların telefonlarını almış ve onlardan habersiz Kris'i takip etmeyi bırakmışlardı. Baekhyun'un telefonu hakkında yalan söylediğini bu yüzden tokat yediğini söylediler. Millet şimdi beni dikkatle söyleyin. BU BİR YALAN. Baekhyun tokat falan yemedi. Bir fanın böyle bir şeye şahit olması ancak filmlerde olur.
Sonra Tao ve Chanyeol Instagram hesaplarını güncellediler. Yanlış hatırlamıyorsam Chanyeol iyi olan ve kötü olanla ilgili bir şeyler söylemişti. Tao'nun güncellemesiyse daha üzücüydü. 11 üye olmaktan bahsediyordu. Gidene dur denmez gibi bir şeyler söylüyordu.
Hayranlar kafayı yediler. Biricik Taoris'lerini ayrı görmeye dayanamadılar ve hemen telefonların hala menajerde olduğunu, çocukların hiçbir şey söylemediğini falan yaymaya başladılar. Açık söylemek gerekirse bir Exo-stan olarak umuda ihtiyacım vardı ve çok kısa bir zaman dilimi için buna ben de inandım. Çünkü biliyorsunuz ki tüm dünya olarak SM'den nefret etmeye hazırız.
Ah bu arada tüm bu olaylar dönerken EXO-K olarak hala bir müzik programı yapmak zorundalardı ve birinci oldular o programda. Birazcık gülümsemek istediğim için birincilik videolarını izlemeye karar verdim. Yaptığım en büyük hatalardan biriydi. O an için o video zehirdi, ilaç değil.
Suho sahneye tek başına çıktı. Üyeler neden orada değillerdi bilmiyorum, herhangi bir fana sorsanız size kafasından uydurduğu milyonlarca teoriyi anlatabilir. Gerçi ne olduğu da önemli değil ki... Önemli olan Suho'nun o sahnede yalnız başına duruyor olmasıydı. Öyle bir günde tek başına "We are one!" demesiydi.
Zaten yıkılmıştım ama bu darbe tüm bu süreç içinde aldığım en büyük üç darbeden biriydi. Gerçekten kendimi kaybettim. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu başınıza gelmeden anlayamazsınız ve umarım anlamazsınız da. Biz orada fanlarla bugün fandomumuzun ne kadar yalnız, terkedilmiş olduğunu düşünürken bize sahip çıkmasını beklediğimiz koruyucu meleğimiz "We are one!" derkenki kırgın yüz ifadesi dışında hiç kimsesi olmadan çıktı o sahneye.
Anılarım kopuk kopuk gerçekten. Bir süre sonra -ne kadar olduğundan zerre kadar emin değilim- Kris Weibo ve Instagram'a bir gönderi bıraktı. İyi olduğunu, seslerimizi onun için yükselttiğimiz için teşekkür ettiğini söyledi. Büyük bir şeye karşı savaşan küçük bir topluluk olduğumuzu söylemeden de geçmedi.
Öte yandan Tao hesabında sürekli 11 üye olmaktan. Çok çalışmaktan bahsediyordu.
Fanlar hep hesapların şirket kontrolünde olduğunu söylediler. Kris'e inandıklarını söylediler.
Sonra ikinci darbe geldi. Üyeler o gece geç saatte şirketten çıktılar, menajerleri de. Üyelerin gözleri kızarıktı ve yorgun gözüküyorlardı. Ama Tao binada kaldı. Işıkları kapattı, pencereyi açtı ve şarkı söylemeye başladı. 

Başlarda ses çok kötü olsa da kaydın bir yerinde net olarak duyabilirsiniz. Tao ağlıyordu. Orada bulunan onlarca fan da bunu onayladı.
Çıkarken telefonunu hayranlara doğru salladığı söylendi. Çoğu insan bunu "telefonum bende" olarak yorumladı. Zaten çıktıktan sonra Weibosu'nu güncelledi. Şarkıları söylemek bana eski EXO'yu hatırlatıyor yazdı. Ağlamayın dedi hayranlara. Üzülmeyin, çok çalışacağız dedi.
İşte o zaman tamamen Kris'e odaklanmayı bırakıp aptal gibi kısa bir süre için de olsa sırtımı döndüğüm 11 üyeyi düşündüm.
Gerçekten kırılmış olamazlar mı? Aylardır solo konserlerinden bahsediyorlar, bunun için deli gibi çalışıyorlar. Bilmiyormuş gibi yapmayın lütfen. Çıkışlarından beri hayal ediyorlardı bunu. Sadece onların duracağı bir sahne. Ne kadar güzel bir şey olmalı!
Çalışanlardan biri Kris'in hiçbir şey söylemeden gittiğini söylemişti twitterda. Bakın. Tamam. Anlaşalım. Kris çocuklara haber verip gitmiş olsun. Kim ona git der ki? Kim onu destekler böyle bir zamanda? Konserlerine iki haftadan az zaman kalmışken kim davayı açmasını söyler? Kim Allah aşkına hangi üye birlikte kurduğu hayalleri çöpe atar düşünmeden? Mantıklı mı bu?
Üyeler ne kadar zorlanmış olmalılar. Tüm koreografileri değiştirip tüm şarkıları baştan düzenlemek zorunda kaldılar muhtemelen.
Kris'in kalp sorunları olduğunu söylüyorlar -ki bu benim inanıp inanmamak konusunda kararsız kaldığım bir şey- ve bunu bahane olarak kullanıyorlar. Dostum. Hayaller diyoruz, kardeşler diyoruz. Yıllarını vermiş adam o sahneye çıkmak için. İki hafta daha dayanamamış mı gerçekten?
Eğer üyeler Kris'e kızgınlarsa bunu anlayabilirim. Nasıl anlamam. Kendilerini yarı yolda bırakılmış, terk edilmiş gibi hissediyor olmalılar.
Ama Kris'in de her şeyi çöpe atacak kadar büyük bir mazereti olmalı diyorum ben.
İşte... Böyle her şey tam anlamıyla boka sardı.
Bir de üstüne Kris'in Çinli hayranlar tarafından deli gibi korunması var. 11 üye hakkında yalan yanlış haberler yaydılar, EXO'nun büyük fan sitelerini hacklediler ve hainler kalan üyelermiş gibi falan göstermeye çalışıyorlar. İşte bu olamaz. Kabul edilemez.
Kris Çinli olduğu için işlerin büyüyeceğini biliyordum. Kore halkının yabancı idollere tahammül gösteremediğini -özellikle Çinlilerse- biliyorum. Örneklerini çok gördüm. O yüzden Kris'in üstüne çok gideceklerini tahmin etmiş ve onun tarafında yer almak istemiştim.
Onun tarafı derken ASLA "11 vs. 1" savaşını kast etmiyorum. Kast ettiğim "Koreliler vs. Kris" savaşı. Ama Çinli fanlar bu duruma o kadar alışmışlar ki Koreliler atak yapmadan onlar atak yaptılar ve Koreli üyelerin üstüne gitmeye başladılar. Şu an her şey çığrından çıktı. Millet kavgasına dönüştü. Aslında çok komik. Tabii olayların ortasında değilseniz...
Bakın kendim için olayların ortasında olduğumu söyleyebilirim. Kalan 11 üyeyi ve Kris'i aynı anda ne olursa olsun destekleyen tüm fanların da olayların ortasında olduğunu söyleyebilirim. Düşünün artık, biz bile olayların ortasındaysak o zavallı 12 kişi neler çekiyordur.
Kris'ten nefret edilmesini ve "hain" olarak adlandırılmasını da doğru bulmuyorum.
Benim düşünceme göre eğer bir grubun fanı olduğunuzu söyleyecek cesaretiniz varsa ne olursa olsun her üyeyi koruyacak, onlara güvenecek cesaretiniz de olmalıdır.
Evet, Kris belki de zamansız gittiği için çok büyük bir soruna sebep olmuş olabilir ve üyeler ona kızmış olabilirler. Ama bu sizi ilgilendirmez, tamam mı? Beni de ilgilendirmez.
Biliyorum, kabul etmesi zor: Aranızda kocaman bir kıta olduğu halde her şeyleriyle ilgilenmeye çalışıyor, onlar için endişeleniyor, ağlıyor, geceleri uykusuz kalıyorsunuz. Biliyorum. Ama siz sadece bir fansınız, benim gibi. Bu demek oluyor ki onların yaşadığı hiçbir şeyi yaşamıyorsunuz. Size hesap vermek zorunda değiller, birbirlerine hesap vermek zorundalar. Siz hiçbirinin avukatı, annesi falan da değilsiniz ki birini diğerine karşı koruyasınız. Siz sadece fansınız.
Bunu biliyor olmanız gerekirdi. Onların fanı olduğunuzu kabul ettiğiniz an bunu onayladınız. Onları destekleyeceğinize söz verdiniz.
Şu an yapmanız gereken tek şey onları desteklemek. Her birini. Sizin sevmeyi kabul ettiğiniz insanlar onlar. Onlara güvendiniz. O halde her birinin bir sebebi olduğuna da inanmalısınız. İnsan olduklarını unutmamalısınız.
Kris'in Çin'de tek başına olduğunu biliyorsunuz değil mi?
Diğer 11 üyenin de yarınki konserlerine hazırlanmak için sabaha kadar prova odasında kaldığını biliyorsunuz.
Hiçbiri için kolay değil.
Sadece sevginizi gösterecek bir yol bulun ve kalplerinin iyileşmesini umut edin. Yapmanız gereken tek şey bu.
Bu arada söylemeden edemeyeceğim. Hala 12 kişi olmalarını bekleyenler var. Beklemeyin, lütfen. Kris geri gelmeyecek. Çünkü ilk gün, daha ilk gün Tao 11 kişi yola devam edeceğiz dedi. Hesapları şirketin kontrol ettiğini düşünüyor olabilirsiniz, tamam. Ama şirket kontrol ediyor olsa bile 11 kişi dediler. Buna hazırladılar kendilerini. Kris geri dönse bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Lütfen artık Kris geri dönecek demeyin. Yalvarıyorum.
Yukarıdaki video en son yayınladıkları video. Yarınki konserleri için.
Bu da üçüncü darbe. 
11 kişiler.
Sol taraftaki dev adamın yeri boş.
Henüz alışamadınız biliyorum. Ben de alışamadım.
Ama onları böyle görerek... Yani zamanla alışmak zorunda kalacağız, değil mi? 
Hayır. Vazgeçtim. Alışmayacağım.
EXO kağıt üstünde ister 11 kişi olsun, ister 111 kişi olsun. Benim kalbimde hep 12 kişi olarak kalacak.
Kris istediği yere gidebilir. Sorun değil. Sonuçta aynı Galaksi'deyız. Değil mi?

Ah. EXO hakkında yazdığım her yazı beni ağlatıyor, ama bu seferki gerçekten canımı acıttı.
Bu olaylar 15 Mayıs tarihinde başladı. Benim her şeyim olan adamın, Lee Jonghyun'un doğum gününde.
Tam bir hafta sonra, 22 Mayıs tarihinde bu yazıyı yazıyorum ve bugün koruyucu meleğimiz Suho'nun, Kim Junmyeon'un doğum günü.
Zamanlamam mükemmel değil mi? Biliyorum.
İkinizinde doğum günü kutlu olsun çocuklar. Sürekli ağladığım için özür dilerim.
Suho... O sahnede tek başına durduğunu. Tek başına "We are one!" diye bağırdığını asla ama asla unutmayacağım. Omuzlarında kim bilir ne kadar yük vardır. Anne olmak kolay değil sonuçta.
Yarın çocukların konserleri var. İlk kez 11 kişi olarak sahnede duracaklar. Hayranların şimdiden orada olması beni mutlu ediyor, onları destekleyeceklerini bilmek beni rahatlatıyor.
Ve 25'inde, pazar günü SM bir basın toplantısı düzenleyecek. Kris hakkında olduğunu söylediler. Ama bu DOĞRU DEĞİL. En azından haberin orjinalinde Kris'le ilgili bir şey olmadığını Koreli birinden öğrendim. Yalnızca basın toplantısı diyor. Umalım da Kris'le ilgili olsun ve güzel haberler alalım. Bu işin güzel bir tarafı kaldıysa tabii...

Kapanış şarkısı vermeyi özledim. Felaketlerin arasından çıkıp gelmiş, ama yine de çok başarılı olmuş olan albümümüzden bir parça gelsin o halde. Yarın bunu söylerken eğleneceklerini umuyorum: Love, Love, Love! ^^

Hadi biraz neşelenmeye çalışalım! Çocukların bize ihtiyacı var! Yarınki konser için tüm bu olaylara katlanırken çalıştılar. Onlar için siz güçlü olmalısınız, unutmayın.

WE ARE ONE!
EXO SARANGHAJA!
FIGHTING!

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #21

Eve şoförle beraber döndüm. Beni üstüm başım dağılmış, kollarımda şu meşhur yarin yanakları kadar kırmızı çiziklerle ve patlamış bir dudakla gördüğünde oldukça şaşırdı. Ama tepki vermedi, benim için sessizce kapıyı açmakla yetindi.
Yoldayken neden her şey için suçlanan ilk kişinin ben olduğumu düşündüm. O an doğal olanın o olduğunu düşünsem de annem bile beni suçlamış, beni odama kilitlemişti. Hatta daha kötüsü, bana tokat atmıştı. Bazen her şeyin asıl suçlusu Atıf Bey bile davranışlarına tepki gösterdiğimde usulca beni suçlar, laflarıyla eksik eteğin biriymişim de onu baştan çıkarmışım gibi beni aşağılardı. Ayrıca tüm o adını hatırlamadığım -yani hatırlamak istemediğim- insanlar... Eskiden hayatımda olan ve her şeyi öğrendiklerinde kafa yormaya bile gerek görmeden beni suçlayan tonlarca insan. Şikayet etmek istiyordum, ama edemiyordum çünkü onları anlıyordum. Onların yerinde olsam ben de dişi köpek kuyruğunu sallamadıkça erkek köpek ardına düşmez diye düşünebilirdim. Belki. Muhtemelen.
Zaten umurumda olan onlar değildi, annem bile.
Sadece Demir... Demir böyle yapmamalıydı.  Her fırsatta kafasını omzuna yasladığı, parmaklarıyla oynamak için bahane aradığı, her acısını paylaşsın diye anlaşma imzaladığı kıza bunu yapmamalıydı.
Tüm bunları düşünmek yine ağlamama sebep oldu. Yine de bu defa dirençliydim. Gözyaşlarımla uzun süre savaştım. Kendimi sıktıkça Gökçe'nin kopardığı saçlarımın kökleri sızlasa da denedim. Gayet başarılıydım aslında.
Sonra hatırladım.
Demir'in yaptığı her şey zaten yalandı.
O hiçbir zaman başını omzuma isteyerek koymamıştı ki.
Hikayemi duyduğunda ilk yaptığı şey etek boyumu kontrol etmek olan kalabalığın içindendi o da. Eğer güven veren limon kokusunu yok sayarsam, ayırt bile edilemezdi.
Evet, başından beri 'diğerleri' kısmında yer alan biri için ağladım. Sesim çıkmasın diye elimi ağzıma kapatacak kadar çok hem de.
***

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Geçip geçmediğinden bile emin değildim. Sadece belirsiz bir süre sonra şoförün bana seslendiğini duydum, çekingen bir tavırla dikiz aynasından bana bakıyordu.
Gürültüyle burnumu çektim, çirkin bir şekilde surat asmaya devam ettim. "Efendim?"
"Anneniz..." dedi. Devam edip etmemesi gerektiğinden emin değil gibiydi.
"Ne olmuş anneme?" Sesim genzimden geliyordu ve sanırım kulaklarım tıkandığı için bağırıyordum.
"Şu an evde. Sizi bekliyor." Gözlerimi kapatıp sümükle dolan beynimi çalıştırmaya uğraştım. Annem evdeydi. Ona doğru gidiyordum, perişan bir halde.
"Kahretsin..." diye mırıldandım kabul edilebilir bir tarafım var mı diye camdaki yansımama bakarken. Yoktu.
"Atıf Bey bugün eve geç gelecek. Annenizi karşılayamadığı için sizden özür dilememi istedi. Muhtemelen Demir Bey de geç gelecektir, onu da almam gerekiyordu ama gelmek istemedi."
Derince iç çektim, bu durum bildirimi beni sinirlendirmişti. Kafamdan atmaya çalıştığım şeylerden bahsediyordu.
"Sizce şu an o ikisini umursayacak durumda mıyım?" diye fısıldadım. Duymasını istememiştim, ne yazık ki duymuştu. Çok şükür, sadece omuz silkti.
Elimi saçlarıma soktum. Lavaboda yıkadıktan sonra biraz daha kanamıştı, bu yüzden elime kurumuş kan damlaları ve taze kabuklar geldi. Yapacak bir şeyim yoktu, annemin karşısına bu şekilde çıkamazdım.
Yavaşça koltukta kaydım, kafamı omzuna doğru uzattım. "Makyaj..." Cümleye bu şekilde başlamanın yanlış olduğuna karar vermek bir saniyemi aldı. Yeniden denedim, kafamı iki yana salladıktan sonra. "Bakın ben... Ben eve bu halde gidemem."  Başıyla onayladı. "Beni temizlenip bu izleri yok edebileceğim bir yere götürebilir misiniz? Sizden istemek ne kadar doğru bilmiyorum ama... Yani... Eğer... Böyle annemin karşısına çıkarsam bunları... Atıf Bey'in yaptığını düşünür. Olacakları düşünmek bile istemiyorum."
İnsanlar çaresiz olduklarında saçmalarlar. Hayatım boyunca o kadar çok çaresiz kalmıştım ki ne dediğimden emin bile olmadan hiç tanımadığım insanlara yalvarmak yüzümü kızartmıyordu artık. Böyle durumlarda insanların sizinle alay etmek, canınızı daha fazla yakmak için fırsatları oluyordu. Bunun yanında bazen şansınız yaver de gidebiliyordu.
O gün şansımın yaver gittiği bir gündü. Şoför bunu bekliyormuş gibi arabayı kenara çekti ve birini aradı. Sessiz arabanın içinde karşıdan gelen sesi duymuştum, bir kadındı. Ona benim saçmaladığım şeyleri aynen iletip ne yapabileceğimizi sordu.
On beş dakika sonra kapısında kocaman, pembe harflerle "Güzellik Salonu" yazan bir yere gelmiştik. Basit kuaför dükkanlarına alışkın olan benim gibiler için orası cennet gibiydi. Beni orada bırakıp arabaya gittiğinde ilk kez "filmlerdeki gibi" bir şey yaşadığımı fark ettim. Sapkın aşığımın zenginliğinden yararlanma vaktim gelmişti sonunda...
Makyajla bütün çiziklerimi kapattılar, saçlarımı güzelce yıkadılar ve kopan tutamların açıklığı belli olmasın diye oldukça uğraştılar. Doğal görünmeyecek diye korkmama rağmen yanaklarımın normalinden biraz daha kırmızı gözükmesi dışında hiçbir sorun çıkmadı.
Bütün bunlar geçiçi çözümler olduğundan daha sonra kullanmam için bir de kapatıcı almıştı bana. Nasıl kullanmam gerektiğini benimle ilgilenen kadına sorduktan sonra yeniden arabaya bindim.
Camdaki yansımama bakarak iyice rahatlamaya çalışırken içimdeki mahcubiyetin giderek arttığını hissettim.
"Neden bana yardım ettiniz?" diye sormaktan kendimi alamadım.
Dudakları gülümsemek için belli belirsiz kıvrıldı. "Süleyman Bey sayesinde elim ekmek tutuyor. Durumunuzu biliyorum, ne zorluklar yaşadığınızı. Hepsini onun ağzından dinledim."
Kısaca sana acıyorum demişti. Şikayet etmiyorum, bana acıyan insanlara ihtiyacım olduğunu kabul etmemek aptallık olur. Yine de bu cümlenin gerçek anlamını görebilecek kadar çaresiz olmamayı dilerdim.

***

Annemi gördüğüm zaman "yüreğine su serpilmek" deyimini yaşadım. Kollarını bana sıkı sıkı sarıp yanaklarımdan öptü. Sanki yirmi dört saattir değil de yirmi dört yıldır görüşmüyormuşuz gibi hasret giderdik. Ev Karam'ın pofuduk patilerinin parkenin üstünde gezinirken çıkarttığı sesle dolarken biz sessizce odamda oturduk. Annem usulca ağladı, ben de dizine yatıp kıymetli gözyaşlarını yüzüme damlatmasına izin verdim. Bugünkü kavganın yorgunluğundan sonra bu çok iyi gelmişti. Hatta birlikte güldük bile, karnım gürültüyle guruldadığı zaman.
İşte bu kısa zaman içinde annemin burada olmasının beni o kadar da rahatsız etmeyeceğini düşündüm.
Elbette yanıldım.
Koridora çıktığımızda Karam hızla merdivenleri tırmandı, neşeyle bana doğru koştu ve üstüme atladı. Annem yüzünü buruşturarak "Bırak şu mendeburun kedisini," diye homurdandı. "Şeytan gibi suratı var, alıştırma kendine."
Karam bu yakıştırmalardan memnun olmadığını uzun, acı dolu bir miyavlamayla dile getirdi. Güzel tüylerinin altında bir şeytan saklayıp saklamadığından emin olmak istercesine dikkatle baktım minik suratına. Bu sevimli şey nasıl bir şeytan olabilirdi ki? Üstelik bu evdeki tek arkadaşımdı.
Az önceki huzurlu dakikaların hafif bir rüzgarla uçup gittiğini hissettim.
Yine de yüz ifademi korumaya çalıştım. Birlikte mutfağa indik. Buzdolabının üstünde Atıf Bey'in bıraktığı bir not vardı. Bugün yemek yapamadığı ve annemi karşılayamadığı için -yine- özür diliyordu. Bu not olayı bana her şeyin nasıl başlattığını hatırlattı. Annemin gereksiz çıkışının üstüne bir de bu gelince sinirlenmiştim. Kağıdı bir hışımla buruşturup çöpe attım.
Yemeğin hazırlanması çok sürmedi. Yani kısa süre içinde havada dolaşan korkutucu bir huzursuzluk eşliğinde yemeğimizi yedik. Annem bulaşıkları makineye dizerken ben de üstümü değiştirme bahanesiyle yukarı çıktım. Tabii ki yalnız kalmamızı dört gözle bekleyen Karam da bu fırsatı kaçırmayarak peşimden koşturdu.
Kapıyı kilitledikten sonra bahçeyi gören koltuğumda oturduk birlikte. O süre zarfında kafamın içinde ne düşünceler dolaştığını hatırlamıyorum. Aslına bakılırsa belli bir zamandan sonra düşündüğüm hiçbir şeyi şu an hatırlayamıyorum, hatırlamaya çalışmak bile işkence. Yine de gerçek işkence yaptıklarımı anılarım arasında kolayca bulup izleyebilmek, buna rağmen neden o şekilde davrandığımı bilememek.
Şimdi bana kocaman bir boşlukmuş gibi gelen "Karam'la Keyif Saati"nin sonuna doğru uyuklamaya başladım. Kucağımı ısıtmıştı ve sessiz mırıltıları odayı daha uyunabilir bir yer haline getiriyordu. Gözkapaklarım yer çekimine tamamen kendilerini bırakıyorlardı ki zil sesi evin içini doldurdu. Korkutucu bir sesle yankılanmasaydı, rüyamda şirin bir kanarya gördüğümü zannedebilirdim.
Karam'ı nazikçe kollarımın arasına alıp ayağa kalkarken, ona bu kapı zilinin neden bu kadar tanıdık olduğunu sordum. Bu evden başka bir yerde mutlaka duymuş olmalıydım.
Merdivenlerden hiç de hevesli olmayan adımlarla inerken annem çoktan kapıyı açmıştı bile. Eşikte bütün heybeti ve dazlak kafasıyla gülümseyen bir adam belirdi: Süleyman Bey.
Nazik bir tavırla annemle selamlaştılar. Ben de gerisin geri odama döndüm, yüzüne bile bakmadan. Çünkü kahramanımla en son konuştuğumda birbirimize çılgın gibi bağırıyorduk. Bana aptallığım yüzünden zavallı annemi de Atıf Bey'in evine sürüklediğimi söylemişti. Onunla konuşmak istemiyordum, özellikle bu evdeki her hareketime çamur atmaya hazır olan annemin yanında.
Odama girerken kapıyı hızla çarptım, keşke kilitlemeyi de akıl etseymişim. Selamlaşma faslı bitince doğruca yanıma geldi. Benim yanıma, yatağımın kenarına oturdu. Kucağımdaki Karam'ın kulaklarının arkasını kaşıdı.
"Bu eve geldiğine mutlu musun?" diye sordu. Siz olsaydınız cevap verir miydiniz? Yenilmiştim, biliyordum ben de. Bunu tekrar dile getirmenin ne anlamı vardı? "Sana Demir'e güvenmemeni söylemiştim İpek."
Farkında olmadan masum kediyi kollarımın arasında sıkıştırdım, sanırım biraz fazlaca. Kaçıp gitti. Tek arkadaşım da.
"İpek bana bakmadığın halde yüzündeki ifadeden benden nefret ettiğini çıkarabiliyorum."
"İnsan sarrafı olmalısınız, galiba övünmeye geldiniz." Çenemin sinirle kasıldığını hissettim.
"İnsan sarrafı değilim, ama senden oldukça büyüğüm. Üstelik seni tanıyorum. Demir'i de, Atıf Bey'i de."
"Sizde olmayan bir özellikle övünmeye çalışıyorsunuz yani? Sizce de çok kaba değil mi?"
"Düşündüğün gibi yaptığın şeyi başına kakmaya falan gelmedim."
"O zaman ne halt yemeye hala bu konudan bahsediyorsunuz?"
"Çünkü henüz kapanmadı. Kapandığını düşünme sakın. Buraya gelmekten daha büyük bir hata olur bu."
"Başıma kakmayacağınızı söylemiştiniz sanki."
"Başına kakmıyorum. Hiçbir şey bitmedi diyorum İpek, daha yeni başladı. Şu an daha kötü ne olabilir diye düşünüyor olman bile hala Demir'e güvendiğini gösteriyor." Güvenmiyordum. Güveniyor olamazdım. O kadar aptal değildim... Değil mi? "Bak İpek. O çocuk seni yarı yolda bıraktı. Sana yalan söyledi. Ona güvenemezsin, tamam mı? Gözlerini dört açmak zorundasın. Demir babasının oğlu, bu lafımı ciddiye al."
"Ben... Zaten... Ona güvenmiyorum ki?" Sesim elimde olmadan soru sorar gibi çıkmıştı.
"Güveniyorsun, farkındayım. Seni bunun için suçlamıyorum, bu çok normal. Beynin uzun zaman boyunca ona güvenmeye ayarlıydı, bütün verileri birdenbire silemezsin." Durdu. Derin bir nefes aldı. Kafamdan oldukça yüksekte olan omuzları biraz daha yükseldi. "Tamam, diyelim ki ona güvenmiyorsun. Yine de onu anladığını düşüneceksin. O adam babası, sadece babasının sevgisini istiyor diyeceksin. İyi kalpli birisin, kafandan geçenlerin bunlar olduğuna eminim." Bu adam nasıl oluyor da her şeyi biliyordu?
"Ama... Zaten öyle değil mi?"
"Değil İpek. Gözünde Demir o kadar geri zekalı mı gerçekten? Onu neden bu kadar küçük görüyorsun?"
"Ne? Nerden çıktı şimdi bu?"
"Atıf Bey'in ona neler yaptığını biliyorsun. Ankara'ya gelmeden önce daha kötüydü. Dayak atardı, aç bırakırdı, eve almazdı. Sence Demir böyle birinin peşinden "baba, baba" diye koşacak kadar yarım akıllı mı?"
İnanamayarak bağırdım: "Ama o babası!"
Bir çocuğun babasına duyduğu sevgi bunlara karşı gelemez miydi gerçekten? Bunu size soruyorum, çünkü bilmiyorum. Benim babam yok ki.
"Ah İpek... Ah güzelim. O adama baba demeye bin şahit ister."
Ona bu yaşına kadar bir dilim ekmek bile kesmemiş olan birine baba demesi imkansız mıydı yani? Ama yine de... Babaydı o.
"Atıf Bey bana kahvaltı hazırladı. Sonra Demir kendisi için hiç böyle bir şey yapmadığını söyledi. Nasıl kendimi kötü hissetmem ki?"
"Atıf Bey sana kahvaltı mı hazırladı? Kahvaltıları hizmetçi hazırlar."
"Evde hizmetçi mi var?" Süleyman Bey yüzünü elleriyle kapattı. Sabır çektiğini duyar gibiydim. "Bana bu evde Karam'dan başka kadın olmadığını söylemişti."
"İşte bu yüzden sana ona inanmamanı söylüyorum. Atıf Bey'in tüm yaşamı boyunca bir kere bile mutfak işleriyle ilgilenmediğine adım gibi eminim. Ayrıca Demir de bunun farkında, sana kahvaltı hazırlamadığını benden daha iyi biliyor olmalı. Bu evde iki tane hizmetçi var. Birisi temizlikten, diğeri de mutfaktan sorumlu. Bir de bahçıvan, tabii ki. Her söylediğine inanıyorsun. Bu eve gelmemeliydin, seni bağlayıp kaçırmalıydım. Ne kadar aptalım."
Bir sürü şey söylemişti, ama aklım yalnızca birine takılmıştı. "Yani... Demir biliyordu. Peki... Neden öyle-"
"Allah aşkına İpek, hala onun yaptıkları seni hayal kırıklığına mı uğratıyor?"
Uzun bir sessizlik oldu. Hayır, ağlamadım. Artık ağlayacak bir şey yoktu. 
"İpek," dedi inler gibi bir sesle Süleyman Bey. Dakikalar süren suskunluktan sonra bu beni yerimde sıçrattı. "Yalvarırım, onlara inanma. Özellikle Demir'e. Neden babasının yanında kalmaya çalıştığını düşünme, bir sebebi olduğunu bil yeter. Ayrıca..." Devam etmesini bekledim, ama gözleri boşluğa daldı. Kafasında bir şeyleri tartıyor gibiydi.
"Ayrıca ne?"
"Bunu sana söylemem ne kadar mantıklı bilmiyo-"
"Söyleyin gitsin işte," diye homurdandım.
"Atıf Bey'in uğraştığı şu önemli iş..."
"Evet?"
"Bu konuda dikkatli ol. Şu an ihtimalleri gözümde canlandıramıyorum ama sana bulaşma ihtimalinin olduğunu düşünürsen eğer arkana bakmadan kaçmak zorundasın. Ne olur ne olmaz diye kendine bir acil durum çantası hazırlasan fena olmaz."
Kendimi tutamayıp güldüm. "Dalga geçiyorsunuz, değil mi?"
"Hayır. Dalga geçer gibi bir halim mi var?"
Dikkatle yüzüne baktım. "O kadar ciddi olamaz."
Gözlerini devirdi. "Evet ciddi. Her türlü pisliğe bulaştı." Çenemin vidaları gevşedi ve ağzım açık kaldı. Hiçbir şey söyleyemedim, bu yüzden yeni bir sessizliğe yuvarlandık.
Söylediklerini hazmetmeye çalıştım, ama onun dışında ne düşündüğümü hatırlayamıyorum. Gözlerimi kapattım. Bedenimi yavaşça eğip koca gövdesine yaslandım. Hiç tereddüt etmeden kolunu omuzlarıma doladı.
"Bugün kavga ettiğini duydum."
"Evet, ettim. Üstelik suçsuz taraf olduğum halde savunma yazmak zorunda kaldım."
"Ne yazdın o zaman?"
"Kavgayı benim başlattığımı, kötü biri olduğumu falan yazdım. Bir de fahişeyim yazmak istedim, ama öğretmenlerin tepkisinden korktum."
Derince iç çekti. "Öğretmenlerin tepki gösterebiliyor muydu ya senin?"
"Bilmiyorum ki... Hiç görmedim aslında öyle bir şey yaptıklarını." Sessizce güldü. İkimizde komik olmadığının farkındaydık, acınasıydı. Yaşadığımız dönemde hayatlarını çocuklara adamak üzerine eğitim görmüş insanlar çocuklardan birinin namusu, hatta belki hayatı tehlikedeyken biraz parayla ya da uzaktan gözüken bir silahın namlusuyla şereflerini kenara atabiliyorlardı. Polisler bile ağlayarak onlara peşimde bir sapık olduğunu anlattığımda umursamamışlardı. Çünkü onun kim olduğunu, bir elinde para diğerinde de silah tuttuğunu biliyorlardı.
Bunu düşünmeye alıştığımı sanmıştım, yanılmışım. Kalbime büyük bir acı saplandı yeniden. Tesadüf ya "Canın acıdı mı peki?" diye soruyordu Süleyman Bey tam o sırada.
"Evet," dedim. "Ama emin olun canımı en az yakan şey o kavgaydı."

***


Süleyman Bey biraz daha benimle oturduktan sonra gitti. O gittikten bir saat sonra Demir'in geldiğini duydum. Sahibi gelince Karam bir daha yanıma uğramadı. Annemle işe yaramayan, daha çok can sıkan bir sohbet girişiminde bulunduk. Sonra da kaçtım.
Pijamalarımı giyip yattım. Aklımdaki düşünceler maratonuyla yatakta dönüp durdum.
Süleyman Bey'i anladığımdan emindim. Onlara inanmayacak, güvenmeyecektim. Bunu yapabilirdim, değil mi? O kadar zor olmasa gerekti. Sadece gözümü dört açmam yeterliydi.
Ama daha baştan kaybettim.
Dikkatli olmanın ilk adımını atladım.
Kapıyı kilitlemeyi unuttum.
Gecenin ortasında o lanet olası kapı açıldı ve içeri Atıf Bey girdi.



Mavi-not: Biliyorum, şu bekletme işinin biraz suyunu çıkardım. Ama son zamanlarda kafamı toplamak çok zor. Ayrıca şu an deli gibi uykum var, o yüzden yazım hataları bol olabilir. çok özür dilerim. Sabırla beklediğiniz için teşekkürler, lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin!! ^^