Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #10

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Başları önde sundurmada bekleşiyorlardı. Bahçenin ortasında, karşılarında duranlar ile aralarında sebepsiz bir gerginlik esiyordu. Taekwoon’un bir çorabı yoktu, Jaehwan da başına çaput bağlamayı unutmuştu.
“Çok mu yoruldunuz dün? Daha uyanamamışsınız bile,” dedi Âlim Efendi gülerek. Yanında dikilen Wonsik onun kadar neşeli gözükmüyordu.
“Özür dileriz beyim.” Taekwoon yeterince eğik durmuyormuş gibi, biraz daha eğilmişti. Abisi ona eşlik etmedi. Gözleri misafirlerdeydi.
“Sorun yok. Jaehwan sen Âlim Kim’le gideceksin bugün. Sen de kendine gelince mektebe uğrayıver evladım.”
İki âlim birbirlerine döndü, bakışlarıyla anlaştılar ve hoca olan arkasını dönüp uzaklaştı. Kalansa daha afyonu patlamamış olan iki kılıç ustasına baktı. Taekwoon efendisi köşeyi döner dönmez başını hızlıca iki yana salladı, tulumbaya koştu. O sırada abisi misafiri sundurmaya oturması için davet ediyordu. Yan yana dizilip tas tas su içen, üstünü başını sırılsıklam eden, bir de üstüne geğiren delikanlıyı izlediler. Birlikte güldüler.
“Kusura bakmayın Küçük Bey,” dedi odaya girmek için yanlarından geçerken. “Hayatımda ilk defa bu kadar içtim.”
Jaehwan “Abisine benziyor git gide,” diye araya girdi gururlu bir sesle. “Beyim kahvaltınızı ettiniz mi? Bir şeyler yemek ister misiniz?”
“Evden çıkmadan yedim, siz doyurun karnınızı.”
Giyindikten sonra birlikte akşamdan kalma çorbası içip çekişirlerken yeni arkadaşları onları ağzı kulaklarında dinliyordu. Böyle dertsiz tasasız bir sohbet daha duymamıştı. Delikanlılar da kendilerine şaşıran genç âlime sık sık gülümsüyorlardı.
İlk ayrılan gururla norigesini sallayan Taekwoon oldu. Diğer ikisi tuhaf bir sessizlik içinde oturdular bir süre. Hancı kadın tam iki kez gelip başka bir şey ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Anlaşılan bu yeni efendiyle tanışmak istiyordu. Lakin Jaehwan’ın onları tanıştırmaya niyeti yok gibiydi, o yüzden Wonsik yalnızca gülümseyerek selam vermekle yetindi.
“Beyim, öğlen olacak. Nereye gideceğimizi söyleyecek misiniz?”
Genç âlimin suratı düştü. Ne güzel oturup sokaktan geçenleri izliyorlardı, ne aceleleri vardı? Kendisi de manasız bir muhabbet çevirmek istiyordu. Tuhaf tuhaf el şakaları yapmak istiyordu. Neydi bu gerginlik?
“Saraya,” dedi huysuz bir sesle. “Veliaht Prens’le görüşeceğim.”
Kılıç ustasının dudaklarında tükürüklü bir kahkaha patladı. Ayağa kalkıp etrafına bakındı.
“Beyim siz benimle taşak mı geçiyorsunuz?”
“O nasıl lakırdı öyle?” Suratına öfkeli çizgiler kondurmak istedi, lakin çekinmeden konuşmasının hoşuna gittiği belli oluyordu.
“Ben saraya gireceğim yani?”
“Evet.”
“Hem de Veliaht Prens’in konutuna kadar?”
“Evet.”
“Vay anasını ya…” Ellerini hayret içinde birbirine vurdu. “Yok, vallahi inanamıyorum.”
“İnanamayacak ne var bunda? Hamallar bile her gün saray mutfağına malzeme bırakmaya giriyor. Sen neden giremeyecekmişsin?”
“Beyim, benim elim kılıç olmuş artık. Kapısından girebildiğim ne kadar az yer var siz biliyor musunuz? Ya duvardan atlarım ya daldan sarkarım.”
“Kuş musun sen?”
Jaehwan bu soruyu duymazdan geldi. “Anam göreydi bari girerken. Yok, yok görmesin ya da ağlar şimdi hep. Sahiden girecek miyim içeri?”
“Gireceksin diyorum ya…”
“Kılıcımla birlikte mi?”
“Yanında ben olduğum için sorun çıkmaz.”
“Sevdiceğim de görecek yani içerisini.” Sesi şaşkından çok duygusal çıkmıştı şimdi. Küçük Bey kendini tutamayıp güldü artık.
“Dikkat et ama sevdiceğinin elini hiç bırakma orada.”
“Kolumu koparsalar vermem.”
Sarayın bahçesinden geçerken saray hanımları Âlim Kim’in peşinde dimdik yürüyen siyahlar kuşanmış bu delikanlıdan gözlerini alamadılar. O ise hem azami dikkatle hem de etrafına hayranlıkla bakınarak yürüyordu. Bir aralık önünde yürüyen efendisine eğilip “Aynı gökyüzü lakin kokusu bile farklı,” diye mırıldandı. Karşılığında sessiz bir gülüş duyuldu.
Konuta girdiklerinde Veliaht Prens başka bir arkadaşıyla hararetli bir tartışma içerisindeydi. Arkadaşı yerinden kalkmaya tenezzül etmedi. Prens de başını yana eğip onun omzunun üstünden gelenlere baktı.
“Kim Wonsik, gel de otur hadi.”
“Peki, Majesteleri.” Jaehwan aniden paniğe kapıldı. Efendisi gidip oturunca kendisi ne yapmalıydı? Çıkmalı mıydı? Yoksa o da oturup dinlemeli miydi?
“O kim?” Şimdi paniğe Âlim Kim de dâhil olmuş gibiydi. Başıyla selam vermesini işaret etti. Kılıç ustası eğildi. Sarayda böyle mi selam veriliyordu? Kendini tanıtması gerekir miydi? Tanıtsa ne diyecekti? Birliğin muhafızı olduğunu söylemesi doğru olur muydu?
“Birliğin muhafızlarından, Âlim Efendi’nin sağ kolu olur. İsmi Jaehwan, Majesteleri.”
“Hoş geldin.” Jaehwan kalkıp bir kez daha eğildi, başı neredeyse dizlerine yapışacaktı bu defa. Lakin ağzını açamıyordu. Biri tutkalla yapıştırmıştı sanki. Wonsik eliyle onun sırtını sıvazladı. O da doğruldu. Başını kaldırdığında herkesin gülümsediğini gördü. Şimdi dönmüş kendisine bakmakta olan Efendi Lee bile.
“Burada karşılaşacağımızı düşünmemiştim,” dedi.
“Evet, efendim.” Kendisi de düşünmemişti. Hayatında hiç saraya gireceğini de düşünmemişti, lakin buradaydı işte.
“Sen de otur.” Veliaht Prens’in karşısına mı oturacaktı? Kalbi güm güm atıyordu.
Efendilerin hemen ardına çöktü. İkisinin omuzlarının arasından Prens’in çehresini görüyordu. Ziyafet gecesi de inceleme fırsatı olmuştu. Yine de bu kadar yakından görebilmek adeta bir mucizeydi. Arada bir ciğerine vuran ağrılar diner miydi acaba uzun süre baksa? Böyle rivayetler duymuştu. Kralı görünce dili açılanından, sesini duyunca kalkıp yürüyen kötürümüne kadar…
Orada oturduğu süre boyunca duyduklarının yalan olduğunu anladı. Prens de tıpkı kendisi gibi bir insandı. Gülüyor, telaşlanıyor, öfkeleniyor, karnı acıkıyordu. Dostlarını seviyordu. Korumak istedikleri vardı, hırsları vardı, hayalleri vardı. Onun da uykusu geliyordu, kim bilir kaç kez esnemişti. Bu düşünce aklından geçtiği için korktu, duyan olursa kellesini alırlardı.
Gerçi… Birinin canına kıyabilecekmiş gibi gözükmüyordu Majesteleri. Laf arasında göz göze geldiklerinde, kendisine baktığı için kızmamış aksine gülümsemişti bile. Dostlarına yemek yiyip yemediklerini sormuştu. Hatta bir ara Jaehwan’a bir konu hakkında fikrini soracak olmuştu da son anda vazgeçmişti.
Âlim Cha’nın neden bu genç adama yardım etmek istediğini anlamıştı. Yüreğinde tuhaf bir his canlanmıştı. Güven gibi bir şeydi. Güven miydi? Bunca yıldır vaat edilenlerin gerçek olacağına dair umudu yeni bir meyve mi vermişti yoksa? Veliaht Prens’in herkesi koruyabileceğine inanmak istiyordu.
Evde dönmek üzere saraydan çıktıklarında dimdik tuttuğu omuzlarını salmış, tuttuğu nefesini bırakmıştı. Kahkahalarla gülüyordu.
“Saray düşündüğün kadar korkunç muymuş?” diye sordu yine kocaman gülümseyen Âlim Kim.
“Hayır, hem de hiç. Rüya gibiydi. Benimle cidden taşak geçmediğinize emin misiniz, beyim? O cidden…” durdu ve efendisine biraz daha yaklaşıp sesini alçalttı. “O cidden Veliaht Prens miydi? Nasıl o kadar cana yakın olabilir? Sanki… Sanki insan gibiydi.” Az önce düşünmekten bile korktuğu bu kelimeleri şimdi hiç düşünmeden yeni arkadaşına söyleyivermişti.
“Ne demek insan gibiydi? İnsan zaten, görmedin mi?”
“Hayır, öyle değil…”
Sessizlik. Birbirlerine gözlerinin ucuyla bakıp beklediler. Sonra aynı anda kahkahayı bastılar.
“Yaşadığın her şey gerçekti. Geçmiyorum… Taşak falan.”
“Ooo beyim…”
“Beni de kendine benzettin.”
“Sarayda söylemeyin bunu. Hele mektepte hiç söylemeyin, Âlim Efendi haşlar sizi.”
“Sadece sen duydun.”
“Sadece ben…”
“Sen kaç yaşındasın?”
“Sizden bir yaş büyüğüm, beyim.”
“Benim yaşımı nereden biliyorsun?”
Gururlu bir gülümseme belirdi yüzünde. “Ben her şeyi bilirim.”
“O zaman sana abi mi demem lazım?”
“Estağfurullah beyim.”
“Kendinden küçük birine bey demekten gocunmuyor musun? Üstelik dostuz artık.” Wonsik bunu gerçek bir cevap bekleyerek sormuştu, lakin sesi uzaklara doğru gitmişti sanki. Belki de darılmıştı Jaehwan.
Yolun geri kalanında konuşmadılar. Âlim Kim de kılıç ustasına, Prens’in her zaman böyle güler yüzlü olmadığını söyleyemedi.
***
Taekwoon mektepte yalnızca efendisine eşlik edeceğini düşünmüştü.
Gittiğinde kendisiyle aynı seviyede olan insanların ona selam verdiğini fark etti. Sanki önemli biriymiş gibi, efendisinin odasına kadar eşlik ettiler ona. Selamlaşma faslı bitmeden çay ikram ettiler.
Nihayet yalnız kaldıklarında kendisini daha iyi hissetti. Böyle bir ilgiye alışık değildi, kapının önünde laflayıp orada bırakmayı tercih ederdi.
Âlim Cha “Bugün epey işimiz var,” deyince rahatsızlığını bir kenara bırakıp dinlemeye başladı. “Akşam karargâha gidip kılıç talimi yaptıracaksın muhafızlarımıza.”
“Ben mi?”
“Sen tabii.”
“Jaehwan abim daha marifetlidir, beyim.”
“Senin bu işe daha uygun olduğunu biliyorum. Abin de benimle aynı fikirde.”
Başını eğdi. “Emredersiniz.”
Talimden önce daha da önemli bir işleri vardı. Efendi önüne kitaplar çıkardı, üst üste yere dizdi. Bir de önünde duran masanın üstüne genişçe bir kâğıt yaydı. Ezber yapacaklardı.
Kâğıtta birliğin bütün üyelerinin isimleri yazıyordu. Toplantıya gelenlerden çok daha fazla insan vardı birlikte. Taekwoon şaşırdı.
“Bazılarıyla hiç tanışmayacaksın belki,” dedi Âlim Efendi. “Lakin bir gün isimlerini duyduğunda onlardan yardım isteyebileceğini ya da onlara yardım etmekle yükümlü olduğunu bilmelisin. Hangi durumda olurlarsa olsunlar.”
Aslında böyle bir listenin hazırlanması tehlikeliydi. Yalnızca birkaç kişi için yapmıştı bunu, hepsini ezberledikten sonra kâğıdı yakmalıydı yaveri. Sonra o kitaplar… Ona okuma yazması olduğu için emanet edecekti. Renkli mürekkeple yazılan kelimelerden birlikle ilgili bilgiler çıkıyordu. Dikkatli okumak lazımdı. Taekwoon bunları da ezberleyip kitapları geri döndürmeliydi. Cha Hakyeon kendisi yazmıştı her şeyi. Hepsini kendi kızlarına bırakmak istiyordu.
Âlim Efendi dizlerinin sızısından oturamayacak hale gelene kadar nasıl çalışacağını öğrenmeye çabaladı delikanlı. Kendisinden önce hana varacak olan kitaplara eşlik edip bir an önce her şeyi bitirmek istiyordu, lakin görev beklemezdi.
Karargâh ormanın içlerine doğru, sık ağaçların ortasına kurulmuş genişçe bir barakaydı. İçeride yalnızca duvarlar boyunca dizilmiş sandıklar vardı, içlerinde kılıçlar var gibi duruyordu.
Taekwoon’un öğrencileri otuzdan fazlaydı. Kendisinden yaşça epey büyük olanlar da vardı, daha çocuk sayılabilecekler de. Kimisi hayatında eline hiç kılıç almamıştı. Hatta bazılarının bıçak tutmuş olabileceğinden bile şüpheliydi.
Saatlerce öfkesini bastırmaya çalışarak elinden gelen her şeyi yaptı. Bir arpa boyu yol alamamışlardı. Kendisi ezberde nasıl kötüyse, bu adamlar da kılıçta kötüydü. Efendisinin sabrettiği gibi sabretmeyi denedi.
Hanın yolunu tuttuğunda kendisini çok yorgun hissediyordu. Anlaşılan ödevini bu gece tamamlaması mümkün olmayacaktı.
Ellerini arkasında birleştirdi ve ağrıyan boynunu kaldırıp gökyüzüne bakmaya başladı. Şu güzel ay ışığının altında soyunup göle girmeyeli ne kadar zaman olmuştu? Abisiyle bir ara mutlaka gidip gölde yıkanmalıydılar.
Birden tüm bedeni kasıldı. Birkaç adım arkasından gelen ayak seslerini aklından önce vücudu fark etmişti. Ne zamandır takip ediyordu? Karargâhın yerini de görmüş müydü? Karargâhın gizli tutulması gerekir miydi? Bilmiyordu. Tek bildiği arkasından gelen kimse özellikle mesafeyi koruyarak ağır ağır yürüdüğüydü.
Daha fazla bekleyecek sabrı yoktu. Hemen kılıcını çekip arkasına savurdu.
Silik bir çığlık duyuldu. Pembe pelerinine sımsıkı sarınmış, yere çömelip kulaklarını kapatmıştı.
“Doyeon Hanım!” Kılıcı elinden kayıp yere düştü. “İyi misiniz?” Genç kızın omuzları titriyordu, yine de gülümsemeye çalıştı.
“Sizi korkutmak istememiştim, beyim.”
“Asıl ben sizi korkutmak istememiştim.”
Ellerini kulaklarından çekip yüzüne kapattı. Derin bir iç çekti, ama bu gözyaşlarını durdurmaya yetmedi. “Korktum,” dedi usulca.
Taekwoon ta karnından çiçeklerin büyüdüğünü, gırtlağına doğru fışkırdığını hissetti. Bedeni yerinde duramıyordu. Her hareketinde kendini durdurmaya çalıştıysa da yapamadı. Yere çöküp ağlamakta olan hanımefendiyi sımsıkı kucakladı. Doyeon da başını onun omzuna yaslayıp sakinleşmeyi bekledi.
Sanki hava aniden ısınmıştı. Genç kızın kurdelesinden gelen kamelya kokusu etraflarında dolaşıyordu.

mavinot: Okuyan herkese teşekkür ederim. Lütfen yorum bırakmayı unutmayın!!

26 Temmuz 2017 Çarşamba

şey

selam dostlar.
kafamın içinde olup biten bir şey var. uzun zamandır orada, blogu biraz karıştırdıysanız eğer tozlu satır aralarında denk gelmişsinizdir ona. ben bu şeyi her zaman inkar ettim. korkuyordum çünkü. kafamı takarsam büyüteceğimden korkuyordum. yok sayarsam gider diye düşünüyordum. bazen de aslında öyle bir şey olmadığına inandırıyordum kendimi. her boku kendimde aramamak için çırpınıyordum.
gerçekten denedim. ama bir gün artık kabul etmek zorunda olduğumu anladım. kafamın içinde bu korkunç şey var, beni yiyip bitiriyor, yoruluyorum, kötü şeyler düşünüyorum. böyle bir şey var. artık inkar etmiyorum.
bu kabulleniş durumu daha iyi bir açıdan görmeme, hatta pek çok açıdan görmeme yardımcı oldu diyebilirim. mutlu değildim, ama kötü de değildi.
işin yazıya dökülmesini istediğim kısmı şu ki bu kabullenişin ardından yeni bir savunma mekanizması geliştirdim. bu mekanizmayla aslında benim bir parçam olan, beni bir şekilde ben yapan bu "şeyin" hiç de benim parçam olmadığını sürekli tekrar eder hale geldim. bu sadece geçici bir şeydi, birisinden yardım alsam geçerdi, ilaç kullansam şıp diye atlatırdım, biraz ağlasam bugünü kurtarırdım. kısaca aslında kalıcı bir iz olan bu şeye tişörtümün üstünde duran basit bir leke gibi bakmaya başladım. bu tişörtü her gün giydiğimi ve asla çıkarıp yıkamaya tenezzül etmediğimi kabul etmek de oldukça sancılı bir dönem oldu. gerçi hala tam olarak tamamlanmış bir dönem olduğunu söyleyemem.
kafamın içinde, benliğimin ortasına yapışıp kalmış şeyin varlığını inkar ettiğim dönem yorucuydu. çünkü bir şey dokuzken yedi olduğunu söylemek, etrafımdaki insanların kendilerini yediye hatta altıya ayarlamasına sebep oluyordu ve ben gerçekten... gerçekten... parçalanıyordum, en basit ifadeyle. 
söylemediğiniz zaman insanlar ilerisini düşünmüyorlar. herkes kendisi için bir koruma alanı yaratmak ve onu öylece tutmakla sorumlu. bu yüzden kabul etmek her anlamda sorumluluğumu kolaylaştırmalıydı. plan bu yöndeydi, umudum bu yöndeydi.
şimdi... nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama deneyeceğim. bu şeyi giydiğim tişörtün üstünde bir leke olarak görüyorum, tişörtü her an çıkarabileceğime ve yıkayabileceğime inancım tam. hatta hiç düşünmeden atabileceğimden bile eminim. ve bu gereksiz özgüven... hayır özgüven değil... bu saçma yakıştırmama telaşesi dokuzken on bir olduğumu düşünmeme yol açtığı kadar, on birken sıfır olduğuma kendimi inandırma çabasına da yol açıyor.
doğru kelime bu: yakıştıramamak.
kazısam da derimi soysam da bu izin gitmeme ihtimali beni çok korkutuyor. hadi dürüst olayım. gitmeyeceğini biliyorum, ama bu bilgiyi günlük hayatıma işleyemiyorum. çünkü kimse göremiyor bu izi ve kabul ettiğim an, onlara kanıtlamak zorunda kalacağımı hissediyorum. insanlar görünen yerlerindeki izlerden bahsederken kafatasımı açıp bakın benimki de burada diyemem. kafatasımı açamam ki...
şimdi eskiden yedi olduğuma inandırdığım insanları aslında dokuz olduğuma inandıramayacağımdan korkuyorum. hatta sıfırken bile bana inanmayacaklarından korkuyorum.
çok korkuyorum.
dünyanın en klişe laflarından biri olabilir, ama gerçekten saçlarımı kestirince bütün kırıklarımın gidebileceğine inanmak istiyorum.
kolları bacakları koptuğunda ya da kesildiğinde, buna inanmak istemedikleri için olmayan organlarını kullanmaya çalışacak denli inkar aşamasında olan hastaların hikayelerini biliyorum. onlar kadar kötü durumda değilim bence, yine de iç açıcı bir tablo olmadığını anlıyorum.
çok fazla kötü anım var. bazılarını hiç kelimelere dökemedim, sadece kafamda o şeyin içinde kanayıp duruyorlar. o kadar acıtıyorlar ki anı olduklarını söylemekten bile nefret ediyorum. diken olmalılar, hatta kurşun. 
bazen öylesine inanıyorum ki "kurtulmak çok kolay" yalanına, zamanı ve yaşanmışlıkları silebileceğimi bile düşünüyorum. ama her bir oluşumda, iki, üç, dokuz, on bir oluşumda aklıma ilk gelen şeylerin, kimsenin tahmin bile etmediği bu korkunç şeyler olması aksini söylüyor bana. sürekli bunların etrafında dolaşıyorum, sürekli ayağıma dolanıyorlar. 
aslında bunları neden anlatıyorum bilmiyorum. bir sürü şey söyleyerek aslında hiçbir şey söylememyi ve içimi deli gibi dökmüş olmayı özledim galiba.
biraz da yazarken kendimi anlamak istediğimden olsa gerek. insan yazınca kalemini kontrol edemiyor, hiç düşünmediği şeyleri bile döküveriyor kağıda. gizlenmiş hislerini buluyor.
ben anladım sayılır, ama siz anladınız mı bilmiyorum.
bugün anlayan tek insanla konuşurken bundan sonra daha pozitif olmaya karar verdik. çok basit bir taktik. dokuzken bile neye gülebileceğimizi bulmaya; kafamda kanayıp duran, canımdan can götüren, irinli pis şeyin etrafına rengarenk çiçekler çizmeye; dibe batarken daha dibe gidip ayağımızı yere vurup yukarı çıkmaktansa var gücümüzle gökyüzüne doğru yüzmek için çabalamaya karar verdik. seviyorum bu fikri. ve biliyor musunuz, deneyeceğim de. 
kafamın içinde bir iz olduğu gibi, tişörtümde de bir sürü leke olduğunu kabulleneceğim. temizlenmek için uğraşacağım.
gerçekten.
bunu böyle güzelce bitirmek isterdim.
yine de kendime dağıtabilme rahatlığını vermek istiyorum.
yarın öbür gün gelip de hiçbir şey yapmayacağımı, yalnızca oturup ölümü bekleyeceğimi söylersem ne olur şaşırmayın. kafamın içindeki bu şey... sabit değil. kendini kafatasımın bir duvarından diğerine çarpıp duruyor. haliyle benim de başım dönüyor. biri başımı sımsıkı tutmuş da sallıyormuşçasına hem de... 
yine de o şeyi kolundan tutup oturtmak ve onunla konuşmak için çabalayacağım. gözlerine bakmaktan çok korkuyorum gerçi.
bu aralar büyük harflerden bile korktuğum için böyle minik minik döktüm içimi.
şimdi gidiyorum.
henüz ölmeye niyetim yok.
mavi kalın.

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #9

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Mektebin bahçesini, sundurmayı ve koridorları kimseye selam vermeden geçti. Kalbi çok hızlı çarpıyordu.
İç odayı bulmaya çalışıyordu ki koridordaki odaların başında bekleyen iki hizmetkâr yolunu kesti. Biri başını arkaya çevirip “Kılıç ustası Taekwoon teşrif etti,” diye bağırdı. Önünde durdukları kapının arkasından homurtular duyuldu. Kalabalıklardı.
“İçeri alın.”
Kapının iki kanadı senkronize bir şekilde açıldı. Üç oda birleştirilip uzun bir sofra kurulmuştu. Delikanlı şaşkınlıkla insanlara baktı. Herhangi sıralama yoktu. Yaşlılar, gençlerle; saray görevlileri, tüccarlar, âlimler, öğrencilerle, kılıç ustalarıyla, hizmetkârlarla birlikte oturuyorlardı. Kadınlar… Kadınlar da vardı. Genç ve yaşlı… Sayıları erkeklerden az olmasına rağmen, onlardan eksik gözükmüyorlardı.
En başta oturan Âlim Cha’yla göz göze gelince hemen yere kapandı. “Biraz geç kaldın evladım,” dedi efendi.
“Bağışlayın beyim.”
“Ziyanı yok. Alelacele toplandık zaten. Yanıma gel hadi.” Kılıcını olabildiğince az sallamaya çalışarak sağ tarafta oturanların arkasından dolandı. Efendisinin yanına dikildi. “Kendini tanıt.”
Derin bir nefes aldı. “İsmim Taekwoon. Emriniz başım üstüne.” Yerle paralel olacak kadar eğdi gövdesini. Kalabalıktan rahatlatıcı sesler duyuldu.
“Norigeni takmadın mı?”
Panikledi. Pazarda düşmesin diye takmadığını söylese hata mı yapardı? “Özür dilerim.”
“Bir daha unutma. İnsanlar bir aileye mensup olduklarını hatırlamak, kavramak ve göstermek için soyadlarını taşırlar. Biz de simgemizi taşırız, tıpkı soyadımız gibi ölene kadar bizimle kalmalıdır.”
Taekwoon’un içinde ufak bir öfke alevlendi. Soyadı mı? Kendisinin bir soyadı yoktu. Bu yalnızca soyu değerli olanlara verilen bir şeydi. Âlim Efendi gibilere yani… Çenesini tuttu. “Aklımda bulunduracağım.”
“Hadi geç de abinin yanına otur.”
Jaehwan, Âlim Cha’nın sağ tarafındaki sırada, en başta oturuyordu. Yanında bir kişilik boşluk vardı. Sakin adımlarla onun yanına yerleşti, onun yaptığı gibi kılıcını arkasına bıraktı. O da kardeşine gülümseyerek dizine vurdu.
Karşıda Kim Wonsik oturuyordu. Delikanlı kadar gergin görünmesine rağmen birbirlerine gülümsediler. İkisi hariç, herkes çok eğleniyor gibi gözüküyordu. Çaylakların alışması zaman alacaktı.
Cha Hakyeon bardağını kaldırdı. Bütün sesler kesildi. “Kırmızı Kamelya’nın şerefine!” Herkes hep bir ağızdan söyleneni tekrar etti ve yemeğe başladılar.
Buraya yemek için mi toplanmışlardı? Birlik sadece kaynaşmak için böyle toplantılarda mı yapıyordu? Oysa efendisi, delikanlıya her hareketin bir anlamı olduğunu söylemişti. Asla amaçsız davranmayız, demişti. Kaynaşmak önemli bir amaç mıydı? Bilmiyordu. Önündeki pilavı kaşıkladı.
Yanında oturan kadın, gök mavisi üzerine beyaz çiçekli bir hanbok giymiş, başının etrafına doladığı örgüsüne kelebek süsleri takmıştı. Kitaplarda gördüğü prenseslere benziyordu. Yüksek elmacık kemikleri delikanlıya ablasını hatırlattı. Uzanıp pilavının üstüne balıketi koyunca içi bulanır gibi oldu. “Teşekkür ederim,” dedi. Kadın onun sırtını sıvazladı.
“Bol bol ye, bebeğim.” Taekwoon başını salladı. Diğer taraftan abisi ona bilgi vermeye başladı.
“Kimsesiz çocukları himayesine alıp yetiştiriyor o kadın. Kocası tüccardı, genç yaşta göçüp gitti. İşleri devraldı, bir başına kalınca da çocukları toplamaya başladı işte. İsmi Han Gongju.”
“Gongju mu, prenses gibi mi yani?” (Korecede gongju, prenses anlamına gelir.)
“Prenses olsa yanımıza oturur muydu sence?” Veliaht Prens’le beş taş oynadıktan sonra her şeyin mümkün olacağına inanıyordu delikanlı. Prenses kendisine yemek sunsa da şaşırmayacaktı artık.
“Bugün burada birliğimizin yönünü ve planlarını konuşmak üzere toplandık.” Kimse yemeğine ara vermedi, lakin herkesin can kulağıyla dinlediği anlaşılıyordu. “Vekil Efendi’ye karşı çok büyük bir koz yakaladığımızı hepiniz biliyorsunuz. Kendi kudretini göstermek için verdiği ziyafet pek çok yönden hem Veliaht Prens’in hem de birliğimizin yararına sonuçlandı. Prens Hazretlerinin yanında olacağımızı bir önceki toplantımızda konuşmuştuk. Majestelerinin de bizim yanımızda olacağının somut bir kanıtı var elimizde artık.” Âlim Efendi sol kolunu Wonsik’e doğru uzattı. Genç adam bunu bekliyormuş gibi gözükmeye çalıştı, lakin Taekwoon heyecandan omuzlarının titrediğini görebiliyordu. “Veliaht Prens pek kıymetli dostu, mektebimizin de âlimlerinden olan, Memur Kim’in oğlu Wonsik’i bizlere emanet ederek aramızda bir bağ kurdu.”
Sokakta izlediği kukla oyunları geldi aklına. Prens Sanghyuk canından çok sevdiği dostunu birliğe emanet etmişti demek. Basit bir kılıç ustasının bile bildiği şeyi görememiş miydi acaba? Yoksa herhangi bir hatada kellesinin uçacağını bilerek mi bırakmıştı Âlim Kim’i buraya? Lafı edildiği kadar mühim miydi bu genç âlim onun için? İçkisini isteksizce yudumlarken eski bir şarkıyı hatırladı.
“Tahtları kana bulanır,
Dostları düşmana atılır,
Bir kral yükselsin diye,
Halkı kendi canını alır.”
“Vekil Efendi bizim için yararlı olabilir. Onu bir tehditten ziyade evimizi korusun diye beslediğimiz bir köpek olarak görüyoruz. Bu yüzden kozumuzu, onu yerinden etmek için değil; hata yaptığı zaman kıçına bir şaplak atmak için kullanacağız.” Üyeler kahkahalarla güldüler. Sofranın sonlarında oturan uzun sakallı, şişman bir adam lokması boğazına kaçtığı için kıpkırmızı oldu. Diğerleri gülmeyi bırakmadan ona yardım ettiler. “Lakin bu, ona karşı elimiz kolumuz bağlı oturacağımız anlamına gelmez elbette. Veliaht Prens’i parmaklarının arasına alacak kadar güçlenmemesi için elimizden geleni yapmalıyız.”
Karşı sırada oturan genç bir gisaeng çekinmeden lafa karıştı. Sesi duru ve capcanlıydı. “Ziyafette Veliaht Prens’in Ming elçisiyle yürüyüşe çıktığını gördüm. Bahçenin bir köşesinde hararetli bir sohbet geçti aralarında. Sonra da elçi kalkıp gitti. Kızgın desem değil, üzgün desem değil… Seve seve ayrıldı. Ne konuştuklarını biz de öğrenebilir miyiz?”
Cha Hakyeon gülümsedi, yanakları ışıl ışıl parlıyordu. “Güzel evladım. Yine can alıcı sorular soruyorsun.” Gisaenglerin, müşterilerin ağzından laf almak için eğitildiği göz önüne alındığında bu durum pek de şaşırtıcı değildi. Genç kadın gülerek omuz silkti. “Tam olarak ne konuştuklarını elbette ben de bilemiyorum. Prens Hazretleri kendi kudretini göstermiş olmalı. Yalnızca en büyük çocuk olduğu için değil, vasıflı olduğu için veliaht makamına sahip olduğunu söylemiştir.”
“Tehdit etti yani?”
“Hiç yakışmadı bu sözler. Elinin boş olmadığını gösterdi desek daha doğru olur.”
“El boş değil, lakin artık güçlendirmek gerekir. Doğru mu anladım?” Az önce boğulan adamın sırtına sert sert vuran başka bir adam söylemişti bunu.
Âlim Efendi başını ağır ağır salladı. “İşte bu yüzden toplandık. Veliaht Prens’i güçlendirirken, rakiplerini ve dayısını nasıl ona bağlı hale getirebiliriz? Uzun vadede etki edecek, kısa vadeli bir plan yapmalıyız. Küçük adımlar atmalıyız. Şimdi, hadi dökülün bakalım.”
Toplantı hava kararana kadar sürdü. Durmak bilmeyen fikir alışverişi, neşeli kahkahalar ve çubuk sesleriyle süslenirken zamanın nasıl aktığı anlaşılmamıştı. Basit hırsızlık planlarından, Veliaht Prens’in bizzat vermesi gereken ölüm emirlerine kadar her şey konuşulmuştu. Kararlar uzun bir liste halinde, Âlim Efendi’nin bu gece okuyup sabaha yakmak üzere yenine sokuşturduğu bir kâğıda yazılmıştı.
Sonuca varıldıktan sonra misafirler mektebin bahçesinde yakılan ateşin etrafına davet edildiler. Herkes rastgele bir çember halinde oturdu. Gisaengler şarkı söyleyip dans ettiler, sarhoş olanlar serin toprağın üzerine yatıp uyukladılar, genç adamlar şiirler okudular. Gongju Hanım bir yanına Taekwoon’u, bir yanına Wonsik’i almış onlarla sohbet ediyordu. Jaehwan yanık sesiyle bir türkü tutturuncaya kadar gürültü hiç durulmadı. Âlim Cha da dâhil olmak üzere, pek çok insanın gözünden yaşlar süzüldü.
Dönüş yolunda Taekwoon efendisine, abisi de Âlim Kim’e eşlik etmeye karar verdi.
“Nasıldı?” diye sordu Cha Hakyeon yaverine. “Birliğe duvarın arkasından değil, evin içinden bakıyorsun artık. Gördüğünü beğendin mi?”
Genç adam gülümsedi. Aslında duvarın arkasındayken aklına her geleni söylemekten korkmuyordu. Şimdi evin içinde kendisini koruyan hiçbir şey yoktu, tamamen savunmasızdı. Omuzlarında kocaman bir yük hissetti aniden. Yalnızca “Fena değil,” diyebildi.
“Hala güvenemiyor musun bize?” Cevap vermedi. Bu soruya cevap vermemeye yemin etmiş gibiydi. Onun yerine abisinin söylediği türküyü düşündü. Evini özlemişti. “Neden önemli olduğunu söylediğimi anladın mı şimdi? Bizim için önemli olmayan tek bir üye dahi yoktur.” Bilemiyordu Taekwoon. Dul kadını yalnızca parası için ya da gisaengi her akşam koynunda yattığı adamlardan aldıkları bilgiler için tutup tutmadıklarından emin olamıyordu. Lakin onu ve abisini, kendi canlarının yerine tuttuklarını biliyordu.
Ölmekten korkmuyorum, diye düşündü. Bize değer vermeyen insanlar için ölmek istemiyorum. Her şey için çok geçti.
Efendisi eve girmeden önce ellerini tuttu. Teşekkür etti. Taekwoon onun gözlerine bakamadığı için, arkasında aralık duran dış kapıdan gözüken kamelya çiçeklerine baktı.
***
“Beyim, sevdiniz mi birliğimizi?” diye sordu Jaehwan. Elleri belinde, biraz eğilmiş yürüyordu. Şaşırtıcı bir şekilde sarhoş değildi, biraz çakırkeyifti o kadar.
“Aslında biraz korkunç,” dedi Wonsik. Sesi çok uzaklardan gelir gibiydi.
“Biliyorum. Saraydan bile daha korkunç olduğunu duymuştum.”
“Duymuş muydun?”
“Sarayda bulunma fırsatım olmadı.”
“Benim ömrüm sarayda geçti. Kimden duyduysan doğru söylemiş, saraydan beterdi.” Kılıç ustası başını öte tarafa çevirip geğirdi. Hiçbir şey olmamış gibi yapmak niyetindeydi, lakin Âlim Kim bir kahkaha patlattı. “Fazla mı içtin ne?”
“Siz daha bu kulunuzu tanımıyorsunuz beyim. Sünger gibi çekerim ben içkiyi. Bu daha hiçbir şey değil. Size eşlik edeceğimi bildiğimden tuttum kendimi.”
Sessizce ilerlediler. Vakit gecenin derinliklerine ilerlemiş olmasına rağmen pazar yerinde büyük bir kalabalık vardı. Ateş püskürten, hokkabazlık yapan, şarkı söyleyen adamları izliyordu köylüler. Hiç düşünmeden yanlarına varıp onlara katıldılar.
Tam karşıda yere oturmuş annesinin kucağında uyuklayan çocuğa bakarken “Sen neden bu birliktesin?” diye sordu Wonsik.
Jaehwan derin bir iç çekti. “Tek bildiğim kılıç sallamaktır, beyim. Kılıç sallıyorum diye karnımı doyuracak birini ararken Âlim Efendi’yi buldum. Bana kalacak yer de verdi, cebime harçlık da verdi, bir gün olur da evime dönersem diye anamlara hediye bile getiriyor arada. Bunların hiçbiri karşılıksız olmayacaktı tabii. Bir bakmışım, o başköşede otururken ben de sağ yanında oturuyorum. Hepsi bu mu dersen, değil beyim. Birlik öyle şeyler vadediyor ki… Yeğenlerimi okula gönderebileceğim bir gelecekten söz ediyorlar. Kiremit çatılı evlerin şımarık küçük beylerinin babamı itip kakmayacakları bir dünya vereceklerini söylüyorlar. Umut fakirin ekmeği derler.”
Âlim Kim, yanında dikilen kılıç ustasının keskin yüz hatlarına uzun uzun baktı. Başını okşamak istedi. Dost olmak istedi. “Güveniyor musun onlara?”
“Kılıcıyla yaşayan bir adam, yalnızca kılıcına güvenir.”
“Yorulmuyor musun?”
Jaehwan nihayet bakışını çevirip Küçük Bey’in bakışlarına karşılık verdi. Dudaklarında ince bir gülümsemeyle gözleri hülyalı bakıyordu. “Çok yoruldum.”
***
Hana döndüğünde Taekwoon dışarıdaki tahta sofranın üstüne yatmış, gökyüzüne bakıyordu. Elinde boş bir şarap şişesi vardı.
Abisi fırsatı kaçırmayıp onun ters istikametine uzandı. Şimdi yuvarlak sofrayı ortadan kesen uzun bir çizgi gibi gözüküyorlardı.
“Hayırdır oğlum, niye içtin?” Delikanlı güldü. Yan döndü, uzanıp Jaehwan’ın yanağından sulu bir öpücük aldı. “Baya içmişsin.”
“Merak ettim acaba bir faydası olur mu diye.”
“Neye faydası olacak?”
“Uyuşmaya.”
Daha fazla soramadı. Onu kendisini nasıl anlıyorsa öyle anlamıştı. Evladını korur gibi kucaklamak, güzel uykulara dalsın diye pışpışlamak istiyordu.
“Taekwooncum,” dedi. “Sen de mi yoruldun?” Baygın bir kahkaha… Dizlerini karnına çekip ardını döndü.
“Korkuyorum abi,” diye fısıldadı. Sessizlik. Tek bir yaprak kımıldamıyordu, lakin sert rüzgârlar esiyormuş gibi hissettiler.
“Biliyorum kardeşim.”
“Ne biliyorsun ki? Hem… O resim… Hatırlıyorsan… Söylemiyo’sun. Neden? Komik mi? Bu kardeşinle… Dalga geçme…” Zaten parça pinçik olan kelimeleri aniden gelen bir hapşırıkla hepten dağıldı.
Jaehwan onun söylediklerini anlamlandırmaya çalışırken ayağa kalktı, onu da kaldırdı. Birlikte odaya girip yataksız yorgansız uyudular.

mavinot: Lütfen yorum bırakmayı unutmayın! Yorum yapmak için giriş yapmanıza gerek yok! Teşekkür ederiim!

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #8

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Taekwoon ne olduğunu anlamadan Jaehwan kılıcını çekmiş ve hasmına karşı koymaya başlamıştı bile. Lakin kendilerini izleyen gözlerin hissi hala etraftaydı. Biri daha vardı, tetikte olmalıydı.
Kendi etrafında ağır ağır dönerken arkasında aniden bir kılıç dövüşüne tutuşan adamlara bakıp kaçışan hanımefendileri, köşeden merakla izleyen çocukları ve hizmetkarları gördü. Jaehwan davetsiz misafire aman vermiyordu, lakin misafir de fena sayılmazdı. İkisi de oldukça hızlı hareket ediyor, sonuca ulaşmak istiyordu. Özellikle yabancı sabırsız davranıyordu ve bu onun hata yapmasına yol açtı.
Abisi adamı yere yatırmış, kılıcı boğazına yaslamış ve ayağını göğsüne bastırmış bir şekilde soluklanırken diğer gözlerin sahibini bulamamış olmanın huzursuzluğuyla yaklaştı onlara.
“Bırak beni!” dedi tanıdık bir ses. “Bırak diyorum sana öldürecek misin?!”
Delikanlının kafası anında inkara girişmesine rağmen gerçek gözlerinin önünde yatıyordu. Kendisini gördüğünde kılıcını çekmesini söyleyen o Küçük Bey, Veliaht Prens’in dostu şimdi toprağa bulanmış öfkeli bir şekilde yatıyordu.
Fısıldadı: “Abi çekil hemen.”
“Ne diyorsun sen be?”
“Çekil diyorum, baksana adamın yüzüne!” Onu ittirip hemen efendinin koluna çekingen bir tavırla uzandı. Hongbin yardımı geri çevirmedi, lakin suratını asmaya devam ediyordu. “Bağışlayın beyim, bir yerinizde bir şey yok ya.”
“İyiyim. Ama siz manyak mısınız?”
Jaehwan gösteriş yapar gibi kılıcını şöyle bir döndürüp kınına sokarken boğazını temizledi. “Beyim… Manyak olan siz olmayasınız?” Taekwoon telaşla abisinin bacağına vurdu. “Ne var be? Gündüz gözüyle iki kılıç ustasını takip edip bir de selamsız sabahsız kılıç çekivermek akıl karı mıdır, sorarım size?”
Efendi Lee’nin kalın kaşları çatıldı, kafasını yana eğip bu yeni adamı anlamaya çalıştı. “Kimsin sen?”
“Asıl siz kimsiniz?” Delikanlının kulağına fısıldadığı isim onu pişman etmemiş gibi gözüktü. “Neyse ki kardeşim sizi tanıdı, yoksa canınızı almak işten bile değildi.”
Dişlerini sıktığı halde güldü efendi. “Hala ismini söylemedin.”
“Jaehwan, beyim. Buraların en maharetli kılıç ustasıyım.”
“Öyle mi?”
“Az önce şahit oldunuz sanıyorum.”
“Siz abimin kusuruna bakmayın, efendim. Düşünmeden konuşmayı pek sever.”
“Belli oluyor.” İki adam bakıştılar. Nedense her an kahkahalara boğulacak gibi gözüküyorlardı. “Neyse, senin de adını öğrenemedim bir türlü.”
“İsmim Taekwoon, beyim.”
“Yeniden karşılaşmak güzel.”
“Evet, beyim.” Tuhaf bir sessizlik oldu. Bir efendi ve iki hizmetkâr nasıl sohbet ederdi ki? Bunu yapabilen tek insan Âlim Cha olmalıydı. O yüzden Taekwoon aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Lakin tek kişi değilsiniz sanırım beyim. Yaverinize çıkmasını söyleyebilirsiniz artık.” Hala birinin bakışlarını başının arkasında hissediyordu. Hatta omuzlarında, belinde… Ve hatta…
“Yaver mi? Benim yaverim yok ki…”
“Yok mu? O zaman bu…” Başını kaldırmadan, kendisini izleyeni şaşırtmak için hızla döndü ardına. İşte oradaydı bir duvarın arkasından bakıyordu. Bakışlarını popo hizasından kaldırıp Taekwoon’un yüzüne çevirdi. Göz göze geldiler. Yerinde sıçradı, telaşla pelerinini alnına kadar indirdi ve kaçmaya niyetlendi.
Delikanlı, hanımefendi düşüp de ince telden bir “Ah!” çekene kadar yalnızca kendi kalp atışlarını duyuyordu. Efendiye selam vermeyi unutarak koşmaya başladı. “Abi, Efendi Lee’ye evine kadar eşlik et lütfen.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Beyim kusuruma bakmayın!”
Duvarın diğer tarafına geçecek bir yol bulup hanımefendinin üstüne çıktığı çanaklara ulaştığında Doyeon daha yerinden kalkamamıştı bile. Parmaklarını bileğine bastırıyordu.
“Küçük Hanım!” dedi heyecanla.
“Beyim,” diye karşılık verdi genç kız ağlamaklı bir sesle. Esmer yanakları tatlı bir pembelikle ışıldıyordu.
“İyi misiniz?” İnce bileğine bakmak için eğildi.
“Neden hep çok utandığım zamanlarda görüyorum sizi?” Taekwoon gülümsedi. “Yerin dibine girsem daha iyi.”
“Utandığınız zamanlarda değil, yardıma ihtiyacınız olduğunda yanınızda olduğumu düşünmenizi isterdim.” Hanımefendi tuhaf bir “hii” sesi çıkardıktan sonra elleriyle ağzını kapattı. Birbirlerine baktılar, delikanlı dudaklarındaki gülümsemeyi söndüremediği için karşısındaki biraz daha utandı. Başını çevirdi. O sırada ayağındaki çorabı çıkarıp hafif kırmızılığı inceledi Taekwoon. Topuğunu tutup bileğini birkaç kez nazikçe döndürürken kendisi de kızardı.
“Önemli bir şeye benzemiyor, lakin çok ayakta kalmamalısınız.”
Doyeon iç çekti. “Hiç olmadı bu.” Giymek için delikanlının dizinde duran çorabına uzandı, ama diğeri daha hızlı davranmıştı. O sırada arka bacağındaki yaraları gördü. Bakmamak için çok çaba sarf etmesine rağmen cızlayan içi kendisine engel oluyordu.
“Babanız mı yaptı?” diye sordu usulca.
“Hayır,” diye cevap verdi Küçük Hanım biraz daha utanarak. “Babam asla almaz eline sopayı. Annem yaptı.”
“Her şeyi anlattığınız halde mi?”
“O yüzden yaptı zaten. Utanıp üzüldüğüm için… Bir de sizin beni alıp götürdüğünüzü duymuş.” Taekwoon düşünmeden, dünyanın en doğal olayıymışçasına onu kaldırmak için elini uzattı ve Doyeon da bir saniye bile tereddüt etmeden kavradı o eli. Ayağa kalktı, dengesini sağlamaya çalıştı.
“Özür dilerim.”
“Özür dilemeyin, beyim. Yanımdan geçip gitseydiniz darılırdım size, böylesi daha iyi. Biraz acıyor, biraz da zor yürüyorum gerçi. O yüzden düştüm, yoksa tavşan gibiyimdir.”
Gerçekten tavşan gibiydi, şirin ve heyecanlı. El ele tutuşmak kolay olmuştu, lakin bırakmak tuhaftı. Çünkü ancak parmakları birbirinden ayrılırken ne yaptıklarının farkına varmışlardı. Tamamen farklı yönlere bakarak aralarına mesafe koydular.
Şimdi ne yapacaklardı? Dengesini sağlayamadığında kendisine yaslanabilsin diye biraz daha yaklaştı delikanlı ve yürümeye başladılar.
“Geçen gün Vekil Efendi’nin evine bir hırsız girdiğini duydum.”
“Evet, ziyafet günü… Evin kızı asıl hırsızın siz olmadığını anlamıştır herhalde.”
Hanımefendi durup yanındakine baktı. Güzel kaşları meraklı bir ifadeyle çatıldı. “İki farklı hırsız olmadığını nereden biliyorsunuz?”
Taekwoon şaşırdı. “Kâğıt çalındı dememiş miydiniz? Bu seferki hırsızın da öyle bir şey çaldığını duydum.”
“Siz de ziyafette miydiniz, beyim?”
Ne demeliydi? “Hayır, ben onlar kadar yüksek mevkili değilim” mi? Yoksa “Evet, tabii ki oradaydım” mı? Öyle birine benzemiyordu, lakin böyle bir ziyafete katılamayacak bir mevkide olduğunu duyunca kendisini beğenmezse ne olurdu? Evet derse de ne iş yaptığını sormasından korkuyordu. Bunca zaman sormamış olması da bir mucizeydi.
Uzunca bir süre susunca başka bir soru geldi. Kuşlarla ilgili bir şeydi ya da belki güneşle ilgili. Ne tarafa yürüdüklerini yalnızca Doyeon biliyordu. Köyden uzaklaştılar, yine dereye gidiyorlardı.
Taşların arasından aşağı inmek için pelerininin iplerini bağladı. Eteklerini kaldırdı. Lakin ilk adımında bedeni sağa sola sallanınca vazgeçti. Az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi arkasını dönüp delikanlıya baktı. “Geri dönelim,” dedi.
“Neden? Dereye inmeye gelmemiş miydik?”
İnanılır bahaneler uydurmakla sık sık övünen Küçük Hanım kendisinden beklemediği bir hızla “İnemiyorum,” diye doğruyu söyledi. “Düşeceğime eminim.”
“Yardım edeyim.”
“Nasıl?”
“Sizi kucaklayabilirim.” Kelimeler ağzından çıkar çıkmaz pişmanlık bütün bedenini ele geçirdi. Kızarmıyordu, morarıyordu. Gözlerini kocaman açıp etrafa bakındı. Söylediği şeyi en azından kendisine unutturmak istiyordu. Neredeydi kuşlar? Bir anda hepsi kaybolmuştu.
“Pek… Uygun düşmez sanırım.”
“Evet, evet haklısınız. Bağışlayın.” Hanımefendi kıkırdadı.
“Mühim değil. Belki… Başka bir zaman kucaklayabilirsiniz beni.” Biri yakasından içeri ateş topu atmıştı sanki. Terlemeye başladı, esen rüzgâr fayda etmiyordu. Gülerken koyu dudaklarının arasından gözüken beyaz dişleri de hiç yardımcı olmuyordu.
“Şey… Tabii… İsterseniz…”
“Bana pazara kadar eşlik etmeye ne dersiniz?”
“Aslında evinize gitmeniz daha iyi olur. Yürümek çok iyi bir fikir değil.”
Yürüdüler, çarşıya kadar. Doyeon dile getirmedi, lakin beyefendiyi evinin önüne kadar götürme fikrini sevmemişti. Pazar yerinden kendi başına yürüyecekti. Taekwoon anlayışla karşıladı.
Sık sık dinlenmek için duruyor, bir adım ardında duran delikanlıya yaslanıyordu. Delikanlı da örgüsünün ucunda dalgalanan ve güzel kokular yayan kurdelesine bakıp gülümsüyordu. Pazarın ortasında, şeker tezgâhının önünde vedalaşırken bunu dile getirmeden edemedi.
“Aile yadigârı,” diye gülümsedi genç kız. “Annem içine çiçek yaprağı koyar benim için.”
“Kırmızı saçlarınıza yakışıyor.”
“Teşekkür ederim.”
***
“Hayırdır?” diye sormuştu Lee Hongbin.
“Kız meselesi var onun. Kaç gündür arıyor, sonunda gördü herhalde.” Karşılıklı kahkahalarla gülüştüler.
Beyefendinin evi yakın olmasına rağmen hemen muhabbeti kurdular. Sanki birkaç dakika önce birbirlerinin canını almak istercesine dövüşen onlar değilmiş gibi şakalaşıp eğleniyorlardı.
Jaehwan, efendi kılıcının ucuyla işaret edene kadar norigesinin belinde olduğunun farkında değildi. “Sen de mi birliktensin?”
“Siz nereden biliyorsunuz beyim?”
“Nasıl bilmem. En yakın dostlarımdan biri sizin yüzünüzden canından oluyordu.”
“Beyim…”
“Tamam, latife yaptım. Sen de ziyafette miydin?”
“Evet. Dostunuzun canını kurtaranlardan biri bendim.”
Efendi Lee gülümsedi. Ellerini arkasında birleştirip karnını dışarı çıkardı. “Diğeri de Taekwoon muydu o zaman?”
“Bu bilgi sizden dışarı çıkacak mı?”
“İyi sır tutarım.”
“O halde cevabınızı aldınız.”
Jaehwan kime güvenip güvenmemesi gerektiğini Âlim Cha’nın yanında geçirdiği yıllarda iyice öğrenmişti. Ayrıca bu genç adamlar hakkında gerçekleştirilecek planları da biliyordu. Gönül rahatlığıyla selam verip hana geri dönmek üzere arkasını döndü.
Taekwoon’u merak etti. Başına bir iş açmadan döneceğini umuyordu. Lakin pek de emin değildi. Hiç kendisi gibi davranmıyordu o kız söz konusu olunca. Üstelik abisine bile tek kelime etmiyordu. Jaehwan birkaç kez laf açmayı denemiş, yalnızca denediğiyle kalmıştı. Sanki onunla konuşmaktan özellikle korkuyor gibiydi.
Hancı kadından kendisine bir çorba getirmesini isteyip odaya girdi. Delikanlının ipek yeleği ve başlığı yüklüğün üstüne özenle bırakılmıştı. Gülümsedi, kılıcından başka değer verdiği tek eşyaları bunlardı. Gözü gibi bakıyor, arada giyip odada turluyordu. “Veliaht Prens’le görüşürken de giyeceğim,” demişti bir keresinde. “Bizzat hediye ettiği yelekle karşısına çıkınca nasıl şaşırır kim bilir?” Abisi Prens’in onu hatırlayacağını bile düşünmüyordu, tabii ona bunu söylemedi.
Başlığa bakmak için kaldırınca altında kırmızı norigeyi gördü. Yanına almamıştı demek… Biraz azarlamalıydı onu. Emirleri sallamaması herkes için iyi olurdu. Elindekini bırakıp yere çöktü.
“Resmen sattı beni elin kızı için,” diye söylendi. “Bir daha gitmem onunla pazara falan.” Sonra kıkır kıkır güldü. Taekwoon’u öyle heyecanlı görmeyi sevmişti. Hep böyle olacaksa sık sık satılmaya razıydı. Boylu boyunca uzanıp ellerini karnına vurdu. Aklından hızlıca delikanlı evlenirse düğününde içeceği çanak çanak şarabın ve hep beraber memleketlerine dönecekleri günün hayali geçti. Öyle bir şey olursa ayrılmak zorunda kalırlardı gerçi. Yine de önemli değildi. İçleri huzur dolu, kılıçlarını arkalarında bırakıp analarının kucaklarına dönmelerine değerdi ayrılık. Taekwoon da böyle düşünürdü, emindi.
Boğazının kuruduğunu hissetti. Çorbadan önce birkaç kadeh bir şeyler mi içseydi? Kalkmak için doğrulmuştu ki kapı vuruldu. Kılıcını çekmeye hazırlanarak ayaklandı. “Kimsin?”
“Mektepten geliyorum.”
“İçeri gel.” Ulak beli bükük girdi içeri. “Hayırdır?”
“Âlim Efendi mektebe gelmenizi emretti. İkinizin de…”
“Taekwoonie yok ama…”
“Ben burada bekleyip onu da getiririm.” Jaehwan kafasını iki yana salladı.
“Yok, öyle yapmayalım.” Odaya şöyle bir baktı. Yorganların arasından bir kâğıt parçasının ucunu gördü. Yeninden hokkasıyla fırçasını çıkarıp kâğıdı da durduğu yerden aldı. Üstünde mürekkeple yapılmış bir resim vardı. Bir hanımefendi ve bir beyefendi dar bir sokakta saklanıyorlardı. “Kerataya bak sen,” dedi Taekwoon’un çizmiş olduğunu varsayarak.
Resim içte kalacak şekilde kâğıdı ikiye katlayıp kısaca gelir gelmez mektebe koşması gerektiğini yazdı. Altına resimlere attığı imzasını kondurdu, efendi ressamlar gibi mührü yoktu. Notu masaya bırakıp çıktı.
“Teyze! Çorba kalsın, ben gidiyorum!”
***
Delikanlı dans edercesine, neşe içinde girdi hana. O da abisi gibi bir çorba söyleyip odaya girdi. Masadaki kâğıdı görünce kalbinin söküldüğünü hissetti. Ayak tabanları uyuştu, dizleri titredi.
Cesaretini toplayıp notu okudu ve aklından geçen şeyin doğru olup olmadığını kontrol etmek için katlanmış kâğıdı açtı. Evet, oydu. Görmemiş gibi yapması imkânsızdı, lakin yine de belki bir şansı olur diye az önceki yerine bıraktı. Hiç dokunmamış gibi gözüksün diye düzeltti.

Hancı kadına çorbadan vazgeçtiğini söylemeyi unutarak karıncalanan ayak tabanlarıyla mektebe doğru koştu.

mavinot: Lütfen yorum bırakmadan geçmeyiin!! Teşekkür ederim.


6 Temmuz 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #7

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Kim Wonsik donup kaldı. Arka sokaktan onlara doğru koşan en az on beş adam vardı. Karşılarında duran adam da kendisini korumaya gelen bu isimsiz kılıç ustasından çok daha iriydi. Biraz daha dikkatli baktığında tanıdı. Ming elçisinin muhafızlarından biriydi.
“Sakın ona zarar verme,” dedi hızlı nefeslerinin arasından. “Bedelini ne senin canın, ne de benim canım ödeyebilir.”
Sokağın başında diğerlerinden daha silik ve kararsız ayak sesleri olan biri belirdi. Kafası karışmış gözüküyordu, uykudan uyanmış gibiydi. Bizimkilere hiç bakmadan arka sokaktan gelenlere doğru yürüdü ve şöyle söyledi: “Pazara doğru gitti!” Ne kılıç ustası, ne de Âlim Kim bunun işe yaracağına inanıyordu; lakin hayret verici bir şekilde her şey yolunda gitti. Kalabalık hızla ters yöne doğru uzaklaştı.
Yabancı, kandırdığı insanlara gülüp hakaret ederek geldiği yere yürüdü, duvarından arkasından kınsız bir kılıç aldı. Sanki kolları güçten düşmüş gibi, ucunu toprakta sürüyerek ve sallanarak, ağır ağır, kımıldamadan duran diğerlerine yaklaştı. Kim Wonsik kendisiyle muhafız arasına girmiş olan delikanlının nasıl olup da tehlikeli olabilecek bu yabancıya gözünün ucuyla bile bakmadığına şaşırıyordu ki onu çok daha fazla şaşırtan başka bir şey oldu.
Kılıcını elinde sanki saman çöpüymüş gibi döndürdükten sonra yerinde zıplayıp bir bacağını duvara yasladı yabancı. Aslında zıplamamıştı, havalanıvermişti. Birkaç saniye içinde havada birkaç takla atmış, kimse ne olduğunu anlamadan elindekiyle muhafızın kılıcını etkisiz hale getirmiş ve bir kaplumbağanın kabuğu gibi sırtına yapışıp onu yere çekmişti. Şimdi kendisi altta, muhafız üstte yatıyorlardı ve yabancı parmağındaki gümüş yüzükleri adamın gırtlağına bastırıyordu.
Sürekli ağrılardan şikâyet eden yaşlı bir adam gibi “Of of,” dedi başını geriye atarak. Sonra da kafasını kaldırıp kendisine gülen delikanlıya göz kırptı. Beriki kılıcını indirdi ve sakince kınına soktu. Efendiye yaklaştı. “Buyurun beyim.” Arka sokağı işaret ediyordu.
Âlim Kim şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu, çok terliyordu. Bir süre öylece dikildi, kendine gelmesi zaman aldı. Yabancı bu bekleyişten rahatsız olmuş gibi içini çekti. “Biraz çabuk olun yahu, şarabım yarım kaldı.”
Efendi yürümeye başladı. “Sağ olasın.” Delikanlıyla birlikte ara sokaklardan sessizce ilerlediler. Mektebin kapısına gelene kadar hiç konuşmadılar. Birbirlerine bakmadılar bile.
İçeri girmeden önce Wonsik alnındaki teri koluna sildi ve tam bir adım arkasında duran delikanlıya döndü. Önce norigesi çarptı gözüne. Sonra da kedilerinkine benzeyen o gözleri… “Sen o pazardaki çocuksun,” dedi. “Sen de mi birliktensin?”
“Evet, beyim.”
“Ben değilim.” Bu ani itiraf ikisini de şaşırtmıştı. “Yani girmeye çalışıyorum. Bu ilk görevimdi.”
“Sizi biraz… Zorlamışlar sanırım.”
“Fazlasıyla zorladılar. Pek güvenilir değilim onların gözünde.”
“Başardınız öyleyse.”
“Umarım. Umarım başarmışımdır. Muhafız bizi görmese çok iyi olacaktı.”
Taekwoon gülümsedi. “Siz onu merak etmeyin. Abim icabına bakar.”
***
O akşam Veliaht Prens’in elçiyle tam olarak ne konuştuğu ikisinin arasında bir sır olarak kaldı. Lakin konuşulan her ne idiyse elçinin gönüllü olarak erkenden gitmesini sağlamıştı. Zaten eve giren hırsız yüzünden eğlenceli kalabalık yavaşça dağılmış, ev ahalisi de telaş içinde bir tek Veliaht Prens’e gereken saygıyı gösterip bir tek onu yolculayabilmişti.
Genç Prens yüzünü güçlü ve kaygısız gösteren maskeyi sıyırmak için evden olabildiğince uzaklaşmayı beklemişti. Arkalarında yürüyen hizmetkârlara şöyle göz ucuyla bir baktıktan sonra telaşla Hongbin’e dönmüş, “Sence o Wonsik miydi?” diye sormuştu. Arkadaşı da o anda omuzlarını dik tutan sahte iskeleti çıkarıvermişti benliğinden.
“Bilmiyorum. Lakin hayatımda ilk kez bir hırsız yakalanmadığı için sevindim.”
“Ne geçiyordu aklından anlamıyorum. Neyse ki dayım ortalıkta yoktu da onsuz ayrıldığımızı görmedi. Yengem de fark etmemiştir herhalde.”
“Dayınızın orada olmaması çalınan şeyin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.”
“Acaba neydi?”
“İçten içe hırsızın Kim Wonsik olmasını diliyorum.”
“Hayır,” dedi Prens korkuyla. “Elçinin muhafızı peşinden gitti. Eğer oysa ve yüzünü gösterdiyse o zaman onu ben bile koruyamam.”
Efendi Lee ne demesi gerektiğini bilemiyordu. Kendisi korkmadan, bir saniye düşünmeden canını verirdi Sanghyuk için. Âlim Kim de öyle yapardı, biliyordu. Hatta Prens de… Öyle yapmak isterdi. Lakin istese de yapamazdı. Ona çok üzülüyordu. Her şeyini vermek isterken kılını bile kıpırdatamıyordu. İşte bu yüzden daha çok çabalıyordu, kendisini eksik hissetmesin diye… Eğer bir Veliaht Prens kendisini eksik hissederse yalnızca elinin altında tuttuğu taht değil, omuzlarının üstünde tuttuğu baş da tehlikeye düşerdi. Arkadaşlarını koruyamadığı için üzülmemeliydi, onun yerine kendisi ve Wonsik üzülecekti. Böylece o tahta çıkacak ve tüm hayatının boşa gitmediğinden emin olacaktı. İçinde yükselen sarılma hissini bastırdı. Başkaları izlerken onunla aynı hizada yürümesi bile sakıncalıydı.
“Yarın sarayda konuşmalar başlayacak,” diyerek onun düşüncelerini dağıttı dostu.
“Ziyafete teşrif ettiğiniz için mi?”
Prens Sanghyuk güldü. “Hayır, ziyafete tahtırevan ya da muhafız olmadan gittiğim için. Hatta sizi yanımda getirdiğim için.”
“Üzgünüm, efendim.”
“Ne diyorsun yahu? Üzgün olacak ne var? Elçinin saraydan önce dayıma gidişini konuşmak yerine, benim neden ayaklarımı kullanmayı tercih ettiğimi konuşacak insanlar üzülsün. Zamanı gelince onların ayaklarını kesip kesmeyeceğimden korksunlar. Sen boş ver.”
Bu güzel yüzlü, iyi kalpli ama şımarık çocuğu birinin ayaklarını keserken hayal edemedi. Dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşti.
Varana kadar bir daha konuşmadılar. Konutun kapısında telaşlı bir gölge duruyordu. Gürültülü nefes alışlar, sessiz avluda yankılanıyordu. Hizmetkârlar irkildiler, lakin Prens ve Efendi Lee adımlarını hızlandırdı. Birbirlerini gölgelerinden bile tanırlardı.
“Hop, Kim Wonsik!” dedi Hongbin neredeyse bağırarak. Âlim Kim öyle hızlı döndü ki başı döndü. Durduğu yerde hafifçe sallandı. İki dostuna da uzun uzun baktıktan sonra dizlerinin üstüne çöktü. Ay ışığıyla parlayan yaşlar akmasın diye gözlerini kapattı ve yere kapandı.
“Ölmeyi hak ettim Majesteleri,” dedi usulca. “Büyük bir günah işledim.”
Prense fırsat vermeden arada girdi Efendi Lee. “Ne diyorsun sen be?”
“Canım sizindir, lakin önce anlatmama izin verin.”
Veliaht Prens oldukça telaşlanmıştı ama dayısının evinde taktığı maskeyi yeniden yüzüne yerleştirmeyi başarabildi. Yerde duran arkadaşının başına dimdik dikilip yukardan baktı. Öfkeyle çenesini diğer tarafa çevirip içeri girdi. Diğeri, biraz bekleyip mecalsiz genci kollarından tutup kaldırdı ve içeri sürükledi.
Koridoru ağır ağır yürüdüler. Wonsik, yanında destekleyen biri olmasa düşüp bayılacakmış gibi görünüyordu.
Kâhya ortalıkta görünmüyordu, muhtemelen gitmesi emredilmişti. Kapıyı kendileri açıp içeri girdiler. Prens başlığını çıkarmış ayakta bekliyordu.
“Ne oldu?”
“Bendim, Majesteleri. Dayınızın evindeki hırsız…”
“Orasını anladık zaten. Sadede gel.”
Hongbin kılıcını ve başlığını çıkarıp yeleğini çözmüş, iç gömleğini gevşetmişti. Yere oturdu. Aslında yan gelip yatmak istiyordu, lakin bu gergin havada cesaret edemedi.
Âlim Kim yutkundu. “Mektepteki birliğe girmek için yaptım.”
“Birliğe mi?” Genç Prens çok kısa bir an hayal kırıklığına uğradığını inkâr edemezdi. Zaten bir sonraki cümlesinde bu yüzüne ve sesine de yansıdı. “Benden habersiz mi?”
“Bana güvenmediler efendim. Sizi şaşırtmalıydım, yoksa başarısız olacaktım.”
“Baştan anlat şunu.”
Hongbin, Prens’e oturmasını işaret etti. O oturmazsa, Wonsik de oturmayacaktı ve gerçekten bayılacaktı.
Herkes aynı hizaya geldikten sonra Kim Wonsik biraz süre yüzündeki terleri silerek ve nefesini kontrol altına alarak düşündü. Kendini hiç iyi hissetmiyordu. “Mektepteki kardeşlerden birine birliği sordum. Tek yaptığım buydu. Beni iç odaya götürüp bir şeyler anlattı, lakin eminim ki bahsettiği şeyler birlik için çok basit şeylerdi. Birliğin adının Kırmızı Kamelya olduğunu öğrendim.” Parmaklarını aceleyle yenine soktu ve kırmızı norigeyi çıkardı. “İşte burada Majesteleri… Kamelya çiçeği sadakatlerinin simgesiymiş. Halka ve halkı hor görmeyenlere sadıklarmış.”
Prens uzun parmaklarıyla yuvarlak tahta parçasını tuttu. Elinin uyuştuğunu hissetti. “Bunun sende ne işi var?”
“Kabul edildim, efendim. Artık ben de birliğin üyesiyim.”
“Yuh ulan,” diye bağırdı Hongbin. Sonra sarayın içinde böyle konuşmaması gerektiğini hatırlayarak kendi ağzına vurdu.
“Tek seferde mi kabul ettiler seni? Bana hiç mantıklı gelmiyor bu söylediğin.”
“Öyle değil Majesteleri… Aslında… Bu yalnızca başlangıç olacaktı. Daha uzun bir süre birliğe girebileceğimi düşünmüyordum, bana görevi veren de böyle söyledi. Lakin sonra…”
“Sonra ne?”
“Bugünkü görevim dayınızın rüşvet kayıtlarını içeren defterini çalmaktı.”
“Kim Wonsik senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet, Hongbin. Doğru söylüyorum. Daha önce birlikten birisi, bir şekilde eve girip defterin birkaç sayfasını çalmayı başarmış. Lakin gerçek bir koz olabilmesi için tamamına ihtiyaç olduğunu söylediler. Ben de yaptım.”
“Yüzünü gören oldu mu?”
“Olmadı, efendim. Az daha yakalanıyordum gerçi, neyse ki birliğin muhafızları etraftaydı. Eğer onlar olmasaydı elçinin muhafızıyla karşı karşıya kalacaktım.”
“Elçinin muhafızı mı?”
“Herkes peşimden koşarken bir anda önümde beliriverdi. Onu etkisiz hale getirdiler. Mektebe gittiğimde her yer çok sessizdi. Avluyu ve koridoru yürürken öleceğim sandım. İç odada bana bu görevi veren âlim kardeşim ve… Âlim Cha vardı.”
Dinleyenler nefeslerini tuttular. Zavallı küçük norige Veliaht Prens’in sımsıkı kapanmış avucunda parçalanmak üzereydi. Wonsik devam edip etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Sadece uyumak istiyordu.
“Durma.”
Emir onu bir süreliğine kendine getirdi. “Birliğin kurucusu olduğunu öğrenmek beni şaşırtmadı. Söylediğim gibi birliğin gördüğüm bütün üyeleri, onun en gözde öğrencileri. Titreyen ellerimi tutup bana teşekkür etti. Gelip size her şeyi anlatmamı istedi. Tomurcuklanan çiçekler açmaya mecburdur, dedi.”
Veliaht Prens eskilerde kalmış bu cümleyi duyunca irkildi. Gözlerini karşısındakinden çekip yanında oturan Hongbin’e çevirdi. “Yuh ulan.”

***
“Taekwoon! TAEKWOON! TAEKWOON KİME DİYORUM HUU!” Omzuna inen yumrukla kendine geldi delikanlı. Gözlerini kırpıştırdı. Yıldızlar kafasını karıştırmıştı.
“Efendim, abi?”
“İçen benim sarhoş olan sensin. Hayırdır?”
“Gülersin söylersem.” Sadece bu bile Jaehwan’ı güldürmeye yetmişti. Taekwoon’un hevesi kaçtı.
“Tamam tamam. Söyleyince gülmeyeceğim.”
“İşin gücün dalga geçmek…”
“Bu hayat koca bir şakadan ibaret. Gülmeyip de ne yapacağım, senin gibi alınıp bozulacak mıyım? Uğraşamam vallahi. Sen de uğraşma.” Delikanlı elindeki çöple toprağa şekiller çizmeye başladı. “Söyle hadi. Gülmeyeceğim. Sözüm söz.”
“Veliaht Prens var ya…” dedi Taekwoon. “Onu düşünüyordum.”
Karşılık çok ciddi bir sesle geldi: “Neden? Hoşlanıyor musun yoksa?”
Delikanlı iç çekip abisinin elindeki testiye vurdu. Jaehwan bu hareketi bir hakaret olarak algılamış gibi bozuldu. “Kadınları seviyorum ben.”
“Bir şey demedik be, ne vuruyorsun? Anlat hadi.”
“Ben tanıştım onunla. Pazarda.”
“Pazarda Prens’le mi tanıştın?” İçkisi dökülmesin diye sıkı sıkı tutarken kahkahalarla güldü. “Hiç güleceğim yoktu!”
“Doğru söylüyorum! İddialaştık. Beş taş oynadık, ben kazandım. Ödül olarak bana ipek yelek diktirdi.”
“Taşak mı geçiyorsun benimle?”
“Yalan borcum mu var sana ya? Kazanırsa başlığımı alacaktı, ama ben kaybetmesine rağmen verdim. Normal bir efendi sanmıştım. Şimdi ziyafette görünce anladım, kılık değiştirmiş o zaman. Zaten normal bir efendinin elin köylüsüne ipek yelek lütfettiği nerede görülmüş?”
“Ciddisin sen.”
“Öyleyim diyorum ya! Sarhoşsun diye mi geç basıyor kafan?”
“Kelleni almadığına dua et, üstüne bir de yelek vermiş! Hem de ipek!”
“Biliyorum. Benimle şakalaştı bir de. İyi bir kral olacak bence.”
“Yelekle şakayla olacak işler değil bunlar. Âlim Efendi eliyle yetiştirdiği iyi yürekli çocukların güç delisi hasta ihtiyarlara dönüşmesini izledi ömrü boyunca. Ama bana sorarsan benim temennim de odur. Kim olduğu önemli değil; memlekette bıraktıklarımın karınlarını doyurabilecekleri bir dünya versin bize, yeter.”
“Eve dönmeyi düşünüyor musun?”
Jaehwan gülümsedi, Taekwoon da “İstiyorum,” cevabına aynı tepkiyi verdi. “İstiyorum da… Fazla hayalini kurmamaya çalışıyorum. Yarına kim öle kim kala…”
***
Ming elçisi Hanyang’daki işlerini bitirip gitti. Bu süre zarfında Taekwoon kendisine göklerden bir hediye gibi gelen abisiyle kılıç talimi yapıyor; ondan yeni teknikler ve ağzıyla kuş sesleri çıkarmayı öğreniyordu. Birkaç kez ay ışığının altında oturup mürekkeple resim yapmayı bile denemişlerdi, lakin delikanlı fırçayı kılıç kadar maharetli tutamıyordu. Komik şekiller çizmekten başka bir şey yapamadığı ve öğretmeni onunla fazlaca dalga geçtiği için çok hevesli değildi.
Arada bir de pazara iniyorlardı. Taekwoon kendisine bile itiraf edemiyordu Doyeon Hanım’ı görmek istediğini. O yüzden hiç almadığı eşyaların ve yiyeceklerin arasında dolaşmaktan başka bir şey yapmadığı gezintilere olan düşkünlüğü alakasız gözüküyordu. Bu alakasızlığı kullanarak durumu az buçuk çözmüştü Jaehwan, yine de sesini çıkarmıyordu.
O gün hemen hedefe ulaşmak yerine, köyün ara sokaklarından yürüyerek gidiyorlardı. Sabah emir vermek ya da kontrol etmek için gelen giden olmamış, onlar da bunu tatil izni olarak düşünüp vakit öldürmeye karar vermişlerdi. Jaehwan yol boyunca çocukluk anılarını anlattı; kimi zaman kahkahalarla güldüler, kimi zaman ciğer dolusu iç çektiler.
Kiremit çatılı evlerin olduğu sokağa girdiklerinde delikanlının içini bir huzursuzluk aldı. Bir süre hiçbir şey yokmuş gibi yürümeye devam etti, lakin kılıcını tutan eliyle birlikte bütün vücudu hızla kasıldı. Konuşmaya devam eden abisine eğildi ve sessizce “Fark etmedin mi?” diye sordu. Kesinlikle peşlerinde birisi vardı.
“Senden önce fark ettim.”
“Ne yapacağız?”
“Şaşırtmamız laz-…” Cümlesi kınından çekilen bir kılıcın sesiyle yarım kaldı.

mavinot: Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen. Eleştirilerinizi de bekliyorum. Bu hikayeden beklentileriniz nedir, sizce ilerleyen bölümlerde neler olacak? Teşekkür ederim okuduğunuz için!!