Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Başları önde sundurmada bekleşiyorlardı. Bahçenin
ortasında, karşılarında duranlar ile aralarında sebepsiz bir gerginlik
esiyordu. Taekwoon’un bir çorabı yoktu, Jaehwan da başına çaput bağlamayı
unutmuştu.
“Çok mu yoruldunuz dün? Daha uyanamamışsınız bile,” dedi
Âlim Efendi gülerek. Yanında dikilen Wonsik onun kadar neşeli gözükmüyordu.
“Özür dileriz beyim.” Taekwoon yeterince eğik durmuyormuş
gibi, biraz daha eğilmişti. Abisi ona eşlik etmedi. Gözleri misafirlerdeydi.
“Sorun yok. Jaehwan sen Âlim Kim’le gideceksin bugün. Sen
de kendine gelince mektebe uğrayıver evladım.”
İki âlim birbirlerine döndü, bakışlarıyla anlaştılar ve
hoca olan arkasını dönüp uzaklaştı. Kalansa daha afyonu patlamamış olan iki
kılıç ustasına baktı. Taekwoon efendisi köşeyi döner dönmez başını hızlıca iki
yana salladı, tulumbaya koştu. O sırada abisi misafiri sundurmaya oturması için
davet ediyordu. Yan yana dizilip tas tas su içen, üstünü başını sırılsıklam
eden, bir de üstüne geğiren delikanlıyı izlediler. Birlikte güldüler.
“Kusura bakmayın Küçük Bey,” dedi odaya girmek için
yanlarından geçerken. “Hayatımda ilk defa bu kadar içtim.”
Jaehwan “Abisine benziyor git gide,” diye araya girdi
gururlu bir sesle. “Beyim kahvaltınızı ettiniz mi? Bir şeyler yemek ister
misiniz?”
“Evden çıkmadan yedim, siz doyurun karnınızı.”
Giyindikten sonra birlikte akşamdan kalma çorbası içip
çekişirlerken yeni arkadaşları onları ağzı kulaklarında dinliyordu. Böyle
dertsiz tasasız bir sohbet daha duymamıştı. Delikanlılar da kendilerine şaşıran
genç âlime sık sık gülümsüyorlardı.
İlk ayrılan gururla norigesini sallayan Taekwoon oldu.
Diğer ikisi tuhaf bir sessizlik içinde oturdular bir süre. Hancı kadın tam iki
kez gelip başka bir şey ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Anlaşılan bu yeni
efendiyle tanışmak istiyordu. Lakin Jaehwan’ın onları tanıştırmaya niyeti yok
gibiydi, o yüzden Wonsik yalnızca gülümseyerek selam vermekle yetindi.
“Beyim, öğlen olacak. Nereye gideceğimizi söyleyecek
misiniz?”
Genç âlimin suratı düştü. Ne güzel oturup sokaktan
geçenleri izliyorlardı, ne aceleleri vardı? Kendisi de manasız bir muhabbet
çevirmek istiyordu. Tuhaf tuhaf el şakaları yapmak istiyordu. Neydi bu
gerginlik?
“Saraya,” dedi huysuz bir sesle. “Veliaht Prens’le
görüşeceğim.”
Kılıç ustasının dudaklarında tükürüklü bir kahkaha
patladı. Ayağa kalkıp etrafına bakındı.
“Beyim siz benimle taşak mı geçiyorsunuz?”
“O nasıl lakırdı öyle?” Suratına öfkeli çizgiler
kondurmak istedi, lakin çekinmeden konuşmasının hoşuna gittiği belli oluyordu.
“Ben saraya gireceğim yani?”
“Evet.”
“Hem de Veliaht Prens’in konutuna kadar?”
“Evet.”
“Vay anasını ya…” Ellerini hayret içinde birbirine vurdu.
“Yok, vallahi inanamıyorum.”
“İnanamayacak ne var bunda? Hamallar bile her gün saray mutfağına
malzeme bırakmaya giriyor. Sen neden giremeyecekmişsin?”
“Beyim, benim elim kılıç olmuş artık. Kapısından
girebildiğim ne kadar az yer var siz biliyor musunuz? Ya duvardan atlarım ya
daldan sarkarım.”
“Kuş musun sen?”
Jaehwan bu soruyu duymazdan geldi. “Anam göreydi bari
girerken. Yok, yok görmesin ya da ağlar şimdi hep. Sahiden girecek miyim
içeri?”
“Gireceksin diyorum ya…”
“Kılıcımla birlikte mi?”
“Yanında ben olduğum için sorun çıkmaz.”
“Sevdiceğim de görecek yani içerisini.” Sesi şaşkından
çok duygusal çıkmıştı şimdi. Küçük Bey kendini tutamayıp güldü artık.
“Dikkat et ama sevdiceğinin elini hiç bırakma orada.”
“Kolumu koparsalar vermem.”
Sarayın bahçesinden geçerken saray hanımları Âlim Kim’in
peşinde dimdik yürüyen siyahlar kuşanmış bu delikanlıdan gözlerini alamadılar.
O ise hem azami dikkatle hem de etrafına hayranlıkla bakınarak yürüyordu. Bir
aralık önünde yürüyen efendisine eğilip “Aynı gökyüzü lakin kokusu bile
farklı,” diye mırıldandı. Karşılığında sessiz bir gülüş duyuldu.
Konuta girdiklerinde Veliaht Prens başka bir arkadaşıyla
hararetli bir tartışma içerisindeydi. Arkadaşı yerinden kalkmaya tenezzül
etmedi. Prens de başını yana eğip onun omzunun üstünden gelenlere baktı.
“Kim Wonsik, gel de otur hadi.”
“Peki, Majesteleri.” Jaehwan aniden paniğe kapıldı.
Efendisi gidip oturunca kendisi ne yapmalıydı? Çıkmalı mıydı? Yoksa o da oturup
dinlemeli miydi?
“O kim?” Şimdi paniğe Âlim Kim de dâhil olmuş gibiydi.
Başıyla selam vermesini işaret etti. Kılıç ustası eğildi. Sarayda böyle mi
selam veriliyordu? Kendini tanıtması gerekir miydi? Tanıtsa ne diyecekti?
Birliğin muhafızı olduğunu söylemesi doğru olur muydu?
“Birliğin muhafızlarından, Âlim Efendi’nin sağ kolu olur.
İsmi Jaehwan, Majesteleri.”
“Hoş geldin.” Jaehwan kalkıp bir kez daha eğildi, başı
neredeyse dizlerine yapışacaktı bu defa. Lakin ağzını açamıyordu. Biri tutkalla
yapıştırmıştı sanki. Wonsik eliyle onun sırtını sıvazladı. O da doğruldu.
Başını kaldırdığında herkesin gülümsediğini gördü. Şimdi dönmüş kendisine
bakmakta olan Efendi Lee bile.
“Burada karşılaşacağımızı düşünmemiştim,” dedi.
“Evet, efendim.” Kendisi de düşünmemişti. Hayatında hiç
saraya gireceğini de düşünmemişti, lakin buradaydı işte.
“Sen de otur.” Veliaht Prens’in karşısına mı oturacaktı?
Kalbi güm güm atıyordu.
Efendilerin hemen ardına çöktü. İkisinin omuzlarının
arasından Prens’in çehresini görüyordu. Ziyafet gecesi de inceleme fırsatı
olmuştu. Yine de bu kadar yakından görebilmek adeta bir mucizeydi. Arada bir
ciğerine vuran ağrılar diner miydi acaba uzun süre baksa? Böyle rivayetler
duymuştu. Kralı görünce dili açılanından, sesini duyunca kalkıp yürüyen
kötürümüne kadar…
Orada oturduğu süre boyunca duyduklarının yalan olduğunu
anladı. Prens de tıpkı kendisi gibi bir insandı. Gülüyor, telaşlanıyor,
öfkeleniyor, karnı acıkıyordu. Dostlarını seviyordu. Korumak istedikleri vardı,
hırsları vardı, hayalleri vardı. Onun da uykusu geliyordu, kim bilir kaç kez
esnemişti. Bu düşünce aklından geçtiği için korktu, duyan olursa kellesini
alırlardı.
Gerçi… Birinin canına kıyabilecekmiş gibi gözükmüyordu
Majesteleri. Laf arasında göz göze geldiklerinde, kendisine baktığı için
kızmamış aksine gülümsemişti bile. Dostlarına yemek yiyip yemediklerini
sormuştu. Hatta bir ara Jaehwan’a bir konu hakkında fikrini soracak olmuştu da
son anda vazgeçmişti.
Âlim Cha’nın neden bu genç adama yardım etmek istediğini
anlamıştı. Yüreğinde tuhaf bir his canlanmıştı. Güven gibi bir şeydi. Güven
miydi? Bunca yıldır vaat edilenlerin gerçek olacağına dair umudu yeni bir meyve
mi vermişti yoksa? Veliaht Prens’in herkesi koruyabileceğine inanmak istiyordu.
Evde dönmek üzere saraydan çıktıklarında dimdik tuttuğu
omuzlarını salmış, tuttuğu nefesini bırakmıştı. Kahkahalarla gülüyordu.
“Saray düşündüğün kadar korkunç muymuş?” diye sordu yine
kocaman gülümseyen Âlim Kim.
“Hayır, hem de hiç. Rüya gibiydi. Benimle cidden taşak
geçmediğinize emin misiniz, beyim? O cidden…” durdu ve efendisine biraz daha
yaklaşıp sesini alçalttı. “O cidden Veliaht Prens miydi? Nasıl o kadar cana
yakın olabilir? Sanki… Sanki insan gibiydi.” Az önce düşünmekten bile korktuğu
bu kelimeleri şimdi hiç düşünmeden yeni arkadaşına söyleyivermişti.
“Ne demek insan gibiydi? İnsan zaten, görmedin mi?”
“Hayır, öyle değil…”
Sessizlik. Birbirlerine gözlerinin ucuyla bakıp
beklediler. Sonra aynı anda kahkahayı bastılar.
“Yaşadığın her şey gerçekti. Geçmiyorum… Taşak falan.”
“Ooo beyim…”
“Beni de kendine benzettin.”
“Sarayda söylemeyin bunu. Hele mektepte hiç söylemeyin,
Âlim Efendi haşlar sizi.”
“Sadece sen duydun.”
“Sadece ben…”
“Sen kaç yaşındasın?”
“Sizden bir yaş büyüğüm, beyim.”
“Benim yaşımı nereden biliyorsun?”
Gururlu bir gülümseme belirdi yüzünde. “Ben her şeyi
bilirim.”
“O zaman sana abi mi demem lazım?”
“Estağfurullah beyim.”
“Kendinden küçük birine bey demekten gocunmuyor musun?
Üstelik dostuz artık.” Wonsik bunu gerçek bir cevap bekleyerek sormuştu, lakin
sesi uzaklara doğru gitmişti sanki. Belki de darılmıştı Jaehwan.
Yolun geri kalanında konuşmadılar. Âlim Kim de kılıç
ustasına, Prens’in her zaman böyle güler yüzlü olmadığını söyleyemedi.
***
Taekwoon mektepte yalnızca efendisine eşlik edeceğini
düşünmüştü.
Gittiğinde kendisiyle aynı seviyede olan insanların ona
selam verdiğini fark etti. Sanki önemli biriymiş gibi, efendisinin odasına
kadar eşlik ettiler ona. Selamlaşma faslı bitmeden çay ikram ettiler.
Nihayet yalnız kaldıklarında kendisini daha iyi hissetti.
Böyle bir ilgiye alışık değildi, kapının önünde laflayıp orada bırakmayı tercih
ederdi.
Âlim Cha “Bugün epey işimiz var,” deyince rahatsızlığını
bir kenara bırakıp dinlemeye başladı. “Akşam karargâha gidip kılıç talimi
yaptıracaksın muhafızlarımıza.”
“Ben mi?”
“Sen tabii.”
“Jaehwan abim daha marifetlidir, beyim.”
“Senin bu işe daha uygun olduğunu biliyorum. Abin de
benimle aynı fikirde.”
Başını eğdi. “Emredersiniz.”
Talimden önce daha da önemli bir işleri vardı. Efendi
önüne kitaplar çıkardı, üst üste yere dizdi. Bir de önünde duran masanın üstüne
genişçe bir kâğıt yaydı. Ezber yapacaklardı.
Kâğıtta birliğin bütün üyelerinin isimleri yazıyordu.
Toplantıya gelenlerden çok daha fazla insan vardı birlikte. Taekwoon şaşırdı.
“Bazılarıyla hiç tanışmayacaksın belki,” dedi Âlim
Efendi. “Lakin bir gün isimlerini duyduğunda onlardan yardım isteyebileceğini
ya da onlara yardım etmekle yükümlü olduğunu bilmelisin. Hangi durumda
olurlarsa olsunlar.”
Aslında böyle bir listenin hazırlanması tehlikeliydi.
Yalnızca birkaç kişi için yapmıştı bunu, hepsini ezberledikten sonra kâğıdı
yakmalıydı yaveri. Sonra o kitaplar… Ona okuma yazması olduğu için emanet
edecekti. Renkli mürekkeple yazılan kelimelerden birlikle ilgili bilgiler
çıkıyordu. Dikkatli okumak lazımdı. Taekwoon bunları da ezberleyip kitapları
geri döndürmeliydi. Cha Hakyeon kendisi yazmıştı her şeyi. Hepsini kendi
kızlarına bırakmak istiyordu.
Âlim Efendi dizlerinin sızısından oturamayacak hale gelene
kadar nasıl çalışacağını öğrenmeye çabaladı delikanlı. Kendisinden önce hana
varacak olan kitaplara eşlik edip bir an önce her şeyi bitirmek istiyordu,
lakin görev beklemezdi.
Karargâh ormanın içlerine doğru, sık ağaçların ortasına
kurulmuş genişçe bir barakaydı. İçeride yalnızca duvarlar boyunca dizilmiş
sandıklar vardı, içlerinde kılıçlar var gibi duruyordu.
Taekwoon’un öğrencileri otuzdan fazlaydı. Kendisinden
yaşça epey büyük olanlar da vardı, daha çocuk sayılabilecekler de. Kimisi
hayatında eline hiç kılıç almamıştı. Hatta bazılarının bıçak tutmuş
olabileceğinden bile şüpheliydi.
Saatlerce öfkesini bastırmaya çalışarak elinden gelen her
şeyi yaptı. Bir arpa boyu yol alamamışlardı. Kendisi ezberde nasıl kötüyse, bu
adamlar da kılıçta kötüydü. Efendisinin sabrettiği gibi sabretmeyi denedi.
Hanın yolunu tuttuğunda kendisini çok yorgun
hissediyordu. Anlaşılan ödevini bu gece tamamlaması mümkün olmayacaktı.
Ellerini arkasında birleştirdi ve ağrıyan boynunu
kaldırıp gökyüzüne bakmaya başladı. Şu güzel ay ışığının altında soyunup göle
girmeyeli ne kadar zaman olmuştu? Abisiyle bir ara mutlaka gidip gölde
yıkanmalıydılar.
Birden tüm bedeni kasıldı. Birkaç adım arkasından gelen
ayak seslerini aklından önce vücudu fark etmişti. Ne zamandır takip ediyordu? Karargâhın
yerini de görmüş müydü? Karargâhın gizli tutulması gerekir miydi? Bilmiyordu. Tek
bildiği arkasından gelen kimse özellikle mesafeyi koruyarak ağır ağır
yürüdüğüydü.
Daha fazla bekleyecek sabrı yoktu. Hemen kılıcını çekip
arkasına savurdu.
Silik bir çığlık duyuldu. Pembe pelerinine sımsıkı
sarınmış, yere çömelip kulaklarını kapatmıştı.
“Doyeon Hanım!” Kılıcı elinden kayıp yere düştü. “İyi
misiniz?” Genç kızın omuzları titriyordu, yine de gülümsemeye çalıştı.
“Sizi korkutmak istememiştim, beyim.”
“Asıl ben sizi korkutmak istememiştim.”
Ellerini kulaklarından çekip yüzüne kapattı. Derin bir iç
çekti, ama bu gözyaşlarını durdurmaya yetmedi. “Korktum,” dedi usulca.
Taekwoon ta karnından çiçeklerin büyüdüğünü, gırtlağına
doğru fışkırdığını hissetti. Bedeni yerinde duramıyordu. Her hareketinde
kendini durdurmaya çalıştıysa da yapamadı. Yere çöküp ağlamakta olan hanımefendiyi
sımsıkı kucakladı. Doyeon da başını onun omzuna yaslayıp sakinleşmeyi bekledi.
Sanki hava aniden ısınmıştı. Genç kızın kurdelesinden
gelen kamelya kokusu etraflarında dolaşıyordu.
mavinot: Okuyan herkese teşekkür ederim. Lütfen yorum bırakmayı unutmayın!!