Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

26 Ocak 2016 Salı

Bubblegum - Mavi sakızın içinde kader ortağını buldu!

Merhaba dostlar! Günlerden bir gün lanet olası Twitter'da dolaşırken birinin bir diziden bahsettiğini gördüm! Aslında o kişinin dizi hakkında ne söylediğine dair en ufak bir şey hatırlamıyorum. Yalnızca diziden bahsederken kullandığı ekran görüntüsüne takılıp kalmıştı gözlerim.
O ekran görüntüsü şu an gördüğünüz görüntüdür efendim. Daha önce pek çok kez gördüğüm bir sahneydi bu açıkçası. Ama ilk kez o tweeti görünce "ben bu diziyi izleyeceğim" dedim. Bu kadar çok karşıma çıkıyorsa, demek ki izlemem gerekiyor diye düşündüm.
Velhasıl diziyi pek de uğraşmadan buldum: Bubblegum!
16 bölümlük olan bu dizi Kasım-Aralık 2015'de yayınlanmış. Birazdan uzun uzadıya anlatacağım güzelliğine rağmen pek de ses getirememiş olmasını tamamen tvN kanalında yayınlanmış olmasına bağlıyorum. Biliyorsunuz, özel kanal olan tvN'in meşhur diziler çıkarmasına izin vermeyen üç büyük kanal var Kore'de.
Bubblegum'da Kore dizisi izleyen hemen herkesin tanıdığı Lee Dongwook ve deli kızları seven herkesin  tanıdığı Jung Ryeowon oynuyor. Bu ikilinin canlandırdığı karakterler sırasıyla Park Rihwan ve Kim Haengah; ailelerinin tanışması sayesinde beraber büyümüş olan keratalar.
Rihwan evlilik dışı bir çocuk ve babasının kim olduğunu bilmiyor. Haengah'nın annesi de o çok küçükken ölmüş. (5 yaşında mıydı, 4 mü hatırlamıyorum.)
Rihwan'ın annesi ve Haengah'nın babası üniversiteden birbirlerini tanıdıkları için Rihwan'ın annesi karnında evlilik dışı bir çocuk taşıması sebebiyle evden atılınca, bu kadına Haengah'nın babası sahip çıkmış. Kadın bir doktor ve haliyle, Rihwan doğduktan sonra çok meşgulmüş. Bir nevi bu ikiliyi Haengah'nın babası büyütmüş işlettiği lokantanın bahçesinde. Birlikte ilkokula, ortaokula, liseye gitmişler.
Ortaokula giderken de Haengah'nın babası, annesiyle aynı hastalıktan ölüp gitmiş. Haengah, Rihwan'ın annesine ve babasının sahip çıktığı Prenses Teyze'yle Gangster Amca'ya kalmış.
Şimdi bu hızlıca anlatılmış hikayeden hiçbir şey anlamadığınızı sezdiğim için şöyle özetleyeceğim: Haengah hayatının büyük bir kısmını yapayalnız ve kimsesiz olarak geçirmiş. Onun kimsesi Rihwan olmuş.
Her ne kadar Haengah ondan büyük olduğunu iddia etmekten hoşlansa da Rihwan tam bir korumacı abi olarak büyütmüş bu kızımızı. Birlikte güzel güzel kavga ederek, oyunlar oynayarak, ağlayarak, gülerek büyümüşler daha doğrusu.
Haengah dişini tırnağına takıp radyocu olmuş, Rihwan'da annesine benzer bir şeyler yaparak alternatif tıp uzmanı. Çok başarılı, dürüst ve gülümsemesini bilen çocuklar bunlar.
Bu gördüğünü kare, dizinin sondan bir önceki bölümünde çekildi.
Dizi başlarda çok ama çok komikti. Her şey baştan sona aynı gidecek sanıyordum, hep bir aşk meselesi cart curt işte.
Ama sonra dizi hiç de beklemediğim bir yöne dönüverdi ve açıkçası böyle daha güzel oldu.
Öyle birkaç ayı konu alan, hemen aşkları oldubittiye getiren, ilişkilerin soyunu sopunu bilemediğimiz dizilerdense; böyle yıllar yıllar süren bir hikayeyi güzelce işleyen sıcacık dizileri izlemeyi tercih ediyorum gerçekten.
Size beni en çok etkileyen karakterlerden kısaca bahsetmek istiyorum. İlk olarak Taehee!
Taehee'den bahsetmek istememin sebebi, bana göre bu dizideki en havalı karakter olmasıdır. 
Şöyle ki erkeklere karşı duruşunu müthiş bir şekilde koruyup kalbini sımsıkı kapalı tutmasına rağmen, aslında pamuk gibi biri. Ayrıca soğukkanlı davranmasını bilip arkadaşına adam gibi tavsiyeler verebiliyor. "Kurtul o kadından" lafından tutun da "Herkes hasta, bir tek o mu" lafına kadar her söylediği şeye kafa salladığım gibi, sessiz sessiz güldüğümü de itiraf etmeliyim. Gerçekten onun gibi bir arkadaşım olmasını çok isterdim. Haengah'yla nasıl arkadaş olduğunu anlattığı sahneyi hiç unutmayacağım. Tabii ki Haengah'ya nasıl bağırdığını ve ofiste sessizce nasıl ağladığını da. Olmak istediğim kişisin Taehee!
 İkinci karakter ise Yiseul!
Neden ondan bahsetmek istedim?
Çünkü Yiseul benim hayatımın senaryolaştırılmış halini yaşadı birkaç bölüm boyunca.
Elbette onunki kadar üst düzey değil yaşadıklarım, ama neredeyse aynı.
Farklarımızsa onun ailesi çok zengin, benim annem daha iyi bir kadın ve... Üçüncü farkımızı söylemeyeceğim. Spoiler olduğu gibi, diziyi izlerseniz ne olduğunuzu bulmanızı istiyorum ehehehe. Yiseul dediğimiz bu kişi zengin bir ailenin "ben zengin olmak istemiyorum" diye direten asi kızı. Sürekli olarak evlendirme buluşmalarına gönderiliyor. Hiçbir şekilde hayatından memnun değil. Gözlerinin altında mor halkalar var ve suratı her zaman asık. Sürekli "çok şişmansın" lafını duymak zorunda. Kimseye inancı yok, özellikle erkeklere. Sığınabildiği tek kişi kardeşi, o da şirketin başında olduğu için arada sırada işte.
Yiseul'ı görmek beni rahatsız ediyordu çünkü çoğu sahnede hislerimi birebir yansıtan şeyler söyledi. Kendimi dışardan görmek korkunç bir şey T_T
Dizide her şey öyle doğaldı ki... Abartılmış "aşkımızın peşinden koşalım" lafları yoktu, darılmaca gücenmece yoktu. Herkes aile gibi davranıp aile gibi olmak için çabalıyordu yalnızca ve siz "ben olsam ben de öyle yapardım" diyordunuz. "Çok mantıklı aferin!"
Her şeyiyle çok güzel bir diziydi. Ancak itiraf etmeliyim ki hala diziyi bitirmedim. Sondan bir önceki bölümü izliyorum ve yazıyı bugüne yetiştirmek için sonunu izlemeden buraya koşmaya karar verdim.
Ama son anda bir şey olacağını sanmıyorum. Dizi buraya kadar geldiği gibi doğal bir şekilde bitecektir eminim ki.
Çok güldüren ve mutlu eden sahneler olduğu gibi; içime içime, böğrüme böğrüme, pat pat oturan sahneler de vardı ve anlatırsam bütün büyüsünün kaçacağını hissediyorum. O yüzden sustum.
Diziyle ilgili övmem gereken bir şey daha var: Yönetmen.
Gerçekten beyninize çaktırmadan sokuşturduğu gibi bunu estetik biçimde yapmayı da başarıyor. Sırf yönetmenin başarısı için bile izlemelisiniz bence bu diziyi.
Ah bir de eğer olur da izlerseniz "bu dizinin adı niye sakız ya" diye düşünmeyiniz. 9. bölümü izlediğiniz de anlayacaksınız. (kötü kadın gülüşü)
Bu yazıda anlatmayı planladığım şeylerin çoğunu anlatamadım, düşünün siz bu dizi ne kadar güzel ve bir şans verin. Özel kanalda yayınlanıyor diye pabucunu dama atmayın. Sevin onu. O da sizi sevecek, söz veriyorum.
Dizinin en güzel şarkısı Because I ile veda ediyoruz.
Mavi kalın ve mavileyin bu diziyi!
mavinot: analiz yazmayı unutmuşum T_T
mavinot2: 100. yazıyı okuyun <3

17 Ocak 2016 Pazar

Really Really Like You - Gerçekten Gerçekten Mavi Dizi

Hızlı bir giriş yaptığımız bu seneye, bir dizi analiziyle merhaba diyoruz dostlarım!
Bu diziyi neden aradım bilmiyorum, hatırlamayacağım kadar uzun süre oldu başlayalı, hayır aslında uzun süre olmadı. Sadece başladığımdan beri çok fazla şey oldu.
Benim yüzyıllardır hiç güncellemediğim ve yaptığımdan beri hiç ciddiye almadığım bir "bu dizileri izlemelisin" listem vardır. Dizi bulamadığım için o listeyi açıp bu dizinin ismini gördüğümde bir şans verebilir miyim diye düşündüm. Konusuna, oyuncularına, bölüm sayısına bile bakmadan yalnızca insanların yorumlarını okuyarak çok da büyük şeyler beklemeden indirdim Really Really Like You'yu.
Bu posterler ve başrolün bütün dizi boyunca şiveli konuşuyor olması da büyük bir etki oldu başlamam için açıkçası.
Çünkü şunların sevimliliğine bakar mısınız yahu?
Baktığınıza göre gelin dizinin konusundan basitçe bahsedelim.
Başrol oyuncumuz Eugene, ki kendisi dünyalar güzeli bir anne şimdi, Yeo Bongsoon karakterini canlandırmış bu dizide.
Yeo Bongsoon köyde büyükannesiyle beraber yaşayan, oldukça saf ve temiz kalpli ama bir o kadar da açıkgözlü ve çenesi hiç durmayan bir kızımız.
Bir gün köyün yakınlarında kaybolmuş, yaralanmış bir adam bulup onu eve taşıyor. Ona güzelce bakıyor, yaralarını sarıyor. Sonradan anlıyoruz ki bu adam ülke için önem taşıyan biri, Jang Joonwon. Başlarda kendisini çapkın ve güvenilmez bir adam zannedip sonradan pek çok sebeplerle iyi ama aynı zamanda şerefsiz biri olduğu kanaatine vardım. Mesleğinde çok iyi olan bu doktor beyefendiyi almak için görevlendirilmiş bir koruma gönderiliyor köye.
Geldiği ilk dakikadan Yeo Bongsoon'la itişip kakışan bu koruma, Nam Bonggi. Kendisini pek sevgili oyuncumuz Lee Minki canlandırıyor.
Bu üçlü (aslında büyükanneyi de sayarsanız dörtlü) birlikte köyde kısa bir dönem geçiriyorlar. Bol kavgalı ama eğlenceli bir dönem oluyor bu. Daha sonra maalesef Bongsoon'un bir tanecik büyükannesi vefat ediyor ve işte dizi tam anlamıyla o zaman başlıyor.
Yeo Bongsoon köyde varı yoğu savuşturup pılını pırtını toplayıp mecburi olarak Seul'e gidiyor bir süre ağırladığı misafirlerinin peşinden.
Gerisini tahmin edebiliyor olmalısınız. Ortaokul mezunu, köyünden hiç çıkmamış, kimsesiz ve çenesinden başka hiçbir şeyi olmayan bir genç kızın koskoca Seul sokaklarında neler çektiğini az çok tahmin edebiliyorsunuzdur diye tahmin ediyorum ehehe.
Evet arkadaşlar, gelelim acı gerçeğe.
Bu dizi 2006 yapımı ve inanın bana klişeden bol bir şey yok.
Üstelik görüntü kalitesi düşük ve internette ekran görüntüsü namına bir şey bulmanız imkansız.
Daha da dürüst olmam gerekirse dizide spoiler vermeden anlatılacak hiçbir şey yok.
Ama bu dizi benim için özel.
Çünkü uzun zamandır Kore dizilerinde o masum aşklar yoktu. Şirket savaşları, fantastik saçmalıklar, entrikalar, dövüşler kavgalar derken... Bir dönem hepimizin bıktığı masum aşkları özler olmuştuk artık. Öyle sadece yüzüne bakınca mutlu olan insanlar yoktu son zamanlarda. Kore dizilerinin albenisi olan ütopik sevgiler kaybolmuştu.
İşte bu yüzden Really Really Like You bana yaradı. Sanki yavaş yavaş gözlerime perde iniyordu da birdenbire iyileştirici bir ışık tuttular gözüme.
Basit aşkları özlemişim delicesine.
34 bölümlük bir dizi olduğunu göz alırsak; az ağladım, az üzüldüm, az sinirlendim. Tamamen mutlu olmak ve gülmek üzerine kurulu basit bir diziydi.
Kötü karakterler vardı, çok konuşan dırdırcı karakterler vardı. Ama hepsini seviyordunuz.
Dostum, işte 2005-2007 dizilerinin güzelliği buydu. Estetiksiz burunlar, kot etekler ve her şeye rağmen sevdiğiniz karakterler, masum aşklar...
Kore drama tarihinin belki de en güzel yıllarıydı.
Eğer o yıllara dönmek istiyorsanız gerçekten izlemenizi tavsiye ederim. Aileyle izleyebileceğiniz bir dizi olduğunun da altını çizmek isterim ehehe.
20. bölüme yakındı, bir an durup "daha dizinin başındayım" diye düşündüm. Oysa çoktan yarılamıştım bile. Öyle güzel sarmaladı ki hiç sıkılmadım.
Ama biliyorum ki bu yazı sizin için sıkıcı oldu.
İnanın ben de sıkıcı olacağını hayal etmemiştim, bir şeyler anlatabileceğimi ummuştum ama spoiler vermeyeceğim. Zira dizide bazı yerlerde gerçekten şaşırdım ve sizin de şaşırmanızı istiyorum.
Ama size benden bir sır: O şaşırdığım yerlerde muhtemelen senarist "Ayh bu böyle olmadı yiaa .s" diyerek dizinin akışını kafasında tamamen değiştirecek hamleler yapma kararı almış. Zamanında hikayelerimde aynı taktiği denediğim için biliyorum.
Bunun farkında olarak bile gerçekten şaşırdığımı itiraf ediyorum.
Tamam tamam fazla uzatmayacağım.
Really Really Like You'yu sırf o masum aşkı için bile izleyebilirsiniz. Korkmayın, aşkı yoğun bir şekilde işlememişler. Hatta geri planda kalmış ama güzel hissettirilmiş.
Bunun yanı sıra oyuncuları kesinlikle çok iyi. Tabii ki müzikleri de klasik Kore dizisi müzikleri ehehe.
Geriye dönüş yapıp ilk hayran olduğunuz dönemleri hatırlamak ve modern dünyanın sıkıntılarından kaçmak istiyorsanız, size bu saf ve temiz diziyi tüm içtenliğimle öneririm. Zira bana çok ama çok iyi geldi.
Bu sıkıcı ve kısa yazıyı dizinin başrol oyuncusu Eugene'in söylediği OST Like a Candy ile kapatıyoruz.
Herkesin Reply 88 izlediği bir döneme bu klasiği izleyerek damganızı vurmaya var mısınız? Ehehe ^^
Ah bir de Eugene'in şivesine aşık olacaksınız, demedi demeyin! Mavi kalın!

Mavinot: 100. yazıyı okumayı unutmayın!

16 Ocak 2016 Cumartesi

Mavi Ölmemiş! - 100. Yazımız Mavi Olsun!

SELAM DOSTLAR!
Nasıl başlayacağınızı bilmediğinizde, basitçe selam vermek gerekir önce. Öyle paldır küldür meseleye girmek karşıdakini şaşırtır, haliyle savunmasız bırakır. Hiç kibar değildir, tercih edilmemelidir. Tabii kibarlık umurunuzdaysa. Zira benim umurumda değil de başta dediğim gibi nasıl başlayacağımı bilemiyordum.
Tıpkı içimdekileri nasıl atacağımı bilemeyip "dur bi selam verelim önce" diyerek merhabamı karaladığım o yaz günü olduğu gibi. Ancak gelin görün ki bu benim ilk merhabam değildi, ilk merhabam o yazın, kışında yazılmıştı. İlk olduğu için olacak, merhabayı biraz alçak sesle mi söyledim nedir -ya da belki korkumdan kimse duymasın istedim- pek karşılık veren olmadı. Ben de anlatacaklarımı dinlemesini istediğim insanlara değil, beni asla dinlemeyen ve ileride de dinlemeyeceğini bildiğim için bezdiren insanlara sitem ettim selamımı bile almadılar diye. Yine kimsenin pek umurunda olmayınca dedim ki "Mavi sen bunlara kaldıysan nanay."
Sonra onlara kalmamak için kendimi ikna etmem gereken bir süreç geçti. Vazgeçmedim efenim, tuttum bırakmadım. Hep söylüyorum başlarda, belki ilk iki ya da üç yazıda, popüler olmayı delicesine arzuluyor; neler yapabilirim diye planlar kuruyordum. Baktım onlara kalmadan da nanay, dedim ki "boş ver Mavi, sen önüne bak."
Önüme baktım sonra. Allah'a bin şükür zorluk çekmeden büyüyen bir çocuk olarak, biraz da pısırık kaldığımı itiraf etmeliyim sanırım. Öyle tek başına bir şeyler yapamayan, onay bekleyen bir çocuktum. Buradaki ilk yazılarımı gözünün yaşına bakmadan silip yeniden başlamak bana büyük bir cesaret vermişti kendi ayaklarım üstünde durabilmek için. İşte muhtemelen hiçbirinizin okumadığı o çocukça heveslerle yazılmış, pis kokan yazıların silinişi; ben artık kendim hallederim diyebilen Mavi'nin başlangıcı olmuştu.
Önce eğlencelerimizi yazdık velhasıl. (Bu kendinden birinci çoğul şahısla bahsetme merakı da nerden geldiyse bana...) Çünkü burası Mavi'nin herkese mavilik saçmak istediği, mavi bir yuvaydı bir kere.
Sonra yaptık bi hata. (şaka şaka) Oturduk, kalemimizin ucunu açıp Siyah Limon'u yazdık. Bu hikaye, Mavi Kartozu'na tüm hayatı boyunca en çok şey öğreten tecrübelerden biridir.
Siyah Limon'a başlamak bile başlı başına yeni bir şey kazandırmıştı bana. "Atış serbest, istediğini yapabilirsin!" Öyleydi gerçekten, burası benim evimdi. İster koltukların yerini değiştirirdim, ister mutfak dolaplarını yenilerdim, ister yepyeni bir yatak alırdım. Kimse karışamazdı bana. Sonuçta bu yazıyı okuyan insanlar yalnızca misafirdi değil mi? Gelir görür. Belki içleri açılır, belki ben de aynısını yapacağım der, belki de beğenmez dudak büzerlerdi. Ama burası benim evimdi, pek de karışamazlardı bana. Tabii beğensinler isterdim ama ben yaptıktan sonra kime neydi?
Ama sonradan siz, bu yazıyı okuyan ve uzun süredir yazmadığım için gitmeyi düşünmüş olan hatta gidenler, siz blogumun hayaletleri oldunuz. Yani aslında misafir değildiniz. Bir kahve içmeye gelmiyordunuz. Evimin içinde dolaşıyordunuz; ben çalışırken, ben değiştirirken, ben uyurken, ben düşünürken, ben duvarları boyarken, ben dışarıda evime bir şeyler alırken... Siz hep buradaydınız. Satır aralarında dolaşıyordunuz bazılarınız. Gözlüyordunuz gelişimi.
Bunu fark etmek uzun sürdü, kabullenmekse daha uzun. Çünkü insan kendisinin sevilebileceğini kabullenemiyor.
Övünmek için söylemiyorum, yazının linkine anında tıklayan insanlar var. Kaç gündür yazı yazmadığımı sayan, bekleyen insanlar var beni. Bunu kabullenmek gerçekten kolay değil. Değerli hissetmeye alışık değilim. Hoşuma gitmiyor değil ama korkuyorum. Eğer bu evin hayaletleri giderse o zaman ne yaparım diye. O zaman tamamen ıssız, bomboş bir ev olur burası. Ben de cama bakan sallanan koltukta örgü ören yaşlı bir nine olurum, yapayalnız.
O yüzden bilmenizi isterim ki ben de size değer veriyorum. Benim için yazılmış her bir kelimeden, zahmet verilmiş her tıktan haberim var.
Bu blog hala çok çok küçük bir yer ama dünyanın en büyük yeriymiş gibi hissediyorum.
Yaşıtlarımın sosyalleştiği ortamlarda pek anlaşılmayan biri olarak, en küçük sorunum olan K-pop'ı buraya taşımak için açmıştım bu blogu ben. İçimde tutmamak için. Kendi kelimelerimle arkadaş olmak için. Sonra baktım ki siz de onlarla arkadaş olmak istiyorsunuz.
İşler değişti.
Anlaşılmayan diğer taraflarımı da dökebileceğim ve sizin bunları anlamak için çabaladığınız bir yer oldu burası. Sanki ben yazdıkça, yalnızlığım siliniyormuş gibi hissettim.
Ayrıca, kendimi daha iyi gördüm. Yalnızca siz değil, ben de kendimi daha iyi anlamaya başladım. Bir insanın fikirleri ne hızda ve ne derece değişebilir, gördüm. En başta bu blogu açtığım zaman sildiğim yazılar haricinde, hiçbir yazımı silmeyerek değişen fikirlerimle kendimi kabul etmeyi öğrendim. Kalemim büyüdü burada. Hayalim için pratik yapmama fırsat tanıdı evim. Kendime seslendim ben buradan. Mavi burada büyüdü arkadaşlar. Burada olgunlaştı. Pişti. Mavi burada Mavi oldu.
Belki sizin için yalnızca karalama yapan biriyim bilmiyorum, ama biz ilk kara burada beraber sevindik. Belki büyük bir hata yaparak size yalnızca fikirlerimden değil hayatımdan bir şeyler de gösterdim. Bu bir hataysa bile kimin umurunda ki? Ben yaptım bu hatayı. Pişman olmayacağım. En güzeli pişman olmamayı öğretti bu blog bana.
Ve öğrenmeyi öğretti.
En buhranlı dönemlerimde içimi döktüm. Ve hala biliyorum ki, biliyoruz ki o buhranlı dönemlerin sancısını da çekmeye devam ediyorum.
Ne kadar güzel bir şey olduğunu hayal edebiliyor musunuz?
Sizi tanıyan biri var.
Birileri var orada.
Sizi günlük hayatta gördüğünüz herkesten daha çok tanıyorlar ama hiç görmediler, belki de birkaç kelime bile konuşmadınız hiçbir şekilde.
Ben anlatıyorum ve siz dinliyorsunuz.
100 yazıdır, bıkmadınız benden.
Evet, tam tamına 100 yazı.
4 yıl, 100 yazı yazmak için belki de gereğinden fazla uzun bir zamandır. Ama inanın blogumun durumu oldukça sağlıklı geliyor bana. Yavaş yavaş, sindire sindire büyüdü o da. Tıpkı benim gibi!
Aslında bu yazıyı yazmak için gerçekten çok heyecanlıydım. Özel olmasını istiyordum; bir video çekmeyi planladım, bir hikaye, birkaç şarkı çevirisi ekleyecektim.
Hiçbirini yapmayacağım.
Çünkü öyle özel olmayacak. Belki böyle de özel değil, belki böyle daha basit hatta ama blog için anlamlı olmayacaktı.
Bu blog 4 yıl önce ne için açıldıysa, 100. yazısında da aynı amaçla devam etmeli! Anlaşılmayan hislerimi kendi sesimden dinlemek için. Öyle cicili bicili işleri sonra da yapabilirim pekala.
2016 için düşlediğim çok şey var. Evet, biliyorum bunu yaz ayları için söyleyip haftalarca ortadan kaybolmuştum, biliyorum. Eğer güvenemezseniz anlarım ama artık gerçekten bloga geri dönebileceğimi hissediyorum. Kendime geliyorum anlayacağınız.
Bu yazı için çok bekledim, çok çok. Yazmak istediğim pek çok şeyi iptal etmek zorunda kaldım. Çünkü özel bir güne denk gelmesini istemiştim ve o özel gün, bugün.
16 Ocak.
Kartozu mevsiminin geldiği gün. Mavi Kartozu'nun diğer beyaz kartozlarından farklı olduğunu fark etmeden aralarına düştüğü gün.
Sırf bugüne denk gelsin diye, geleneksel ilk kar yazımı bile yazamadım. Düşünün ne kadar sabrettim.
Hepsi blog için.
Ama korkmayın iptal edilen yazılar, bu sene yazacağım yazıların yanında hiçbir şey değiller. Kafam çoktan fikirlerle dolup taşıyor bile! Bir sürü planım var.
Hayatım içinse tam tersi! Bugün 19 yaşına giriyorum ve hayatım boyunca hatırlayabildiğim her doğum günümde, yeni yaşım için planlarımı yapmış olurdum. Her zaman mum üfleme şansım olmadı ama yapabildiğimde o planları güzelce gerçekleştirebilmeyi dilerdim.
Ancak bu yıl, öyle bir şey yok. 19 yaşımdan bir adım sonrası hesaplamadım. Ne yapmam gerektiğini, ne yapmak istediğimi artık bilmiyorum. Bildiklerimi unuttum, yeni şeyler bulamadım ve öylece geçiyor günler.
Açıkçası oldukça korkutucu bir tecrübe bu! Her zaman ne yaptıklarını bilemeyen insanların nasıl dayandığını, neden bir şey bulamadıklarını düşünürdüm. Aynısı başıma geldi. Arkadaşlar başkalarına tuhaf tuhaf bakmadan önce iki kere düşünmek gerekiyor, çünkü garipsediğiniz şeylerle sınanma ihtimaliniz çok yüksek.
Bu aralar sınanıyorum ve ellerim terliyor hatta titriyorum telaştan.
Ama atlatacağız eminim ki! Blogum beni büyüttüğü gibi bana yeni amaçlar bulmakta, hayaller kurmakta yardım edebilir belki.
Tıpkı blogumun bana öğrettiği gibi; benim ne düşündüğümü umursamayan insanların, ne düşündüğünü umursamadan istediklerimi söylemeye başladığım ve ondan sonra hep bu çizgide ilerlediğim için artık dönüp bakmayan o insanlar bile ne kadar ciddi olduğumun farkındalar. Saçmalasa bile inanıyor diyorlar belki de. Belki de derdini güzel anlatıyor bu kız diyorlar. (Mavi burada kendini övmek istiyor) Hatta bazen ciddiye almanın ötesinde ilgi gösteriyorlar, sevmeye başlıyorlar.
İşte bu sebeple, belki de biraz "ben size söylemiştim" havasında daha da gururla yürüyorum bu yolda. Yani demem o ki tüm bu yalnızlık zırvaları bir kenara, yanımda olan insanlar da yok değil. Elbette oturup hepsini burada sayamam ama okuduklarında yüzlerinde bir gülücük oluşması temennimdir.
Ama özellikle bahsetmek istediğim biri vardır ki kendisi bana destek sağladığı gibi beni insanlara duyurma telaşına da kapılmıştır ehehe. İlayda, nam-ı diğer Delicim, Radyo Boğaziçi'ndeki Devrialem programında benim ve hatta blogumun ismini söylemiş olup hayaletlerimizin ve misafirlerimizin artması için bir tutam da olsa katkıda bulunmuştur.
Programda dünya müziklerine yer veriyorlar ve ben de Korece şarkı önerilerinde bulundum. Hatta Cinderella'yı bile çaldı isteğim üzerine. O yüzden ben de onu blogumuzun en önemli yazılarından biri olacak bu yazıda onurlandırmak istedim. Devrialem cuma günleri akşam 5-6 arası yayında. Nasıl dinleyeceğinizi öğrenmek için, buraya tıklamanız yeterli.
Peki bu blog yalnızca öğrendiğim bir yer miydi benim için? Hiç eğlenmedim mi? Mutlu olmadım mı burada?
Oldum elbette. Hem de en çok burada mutlu oldum ben.
Çok şanslıydım burayı akıl edebildiğim için inanın bana. Çünkü benim gibi evlerinden kaçıp gerçek evlerine gelebilen çok insan yok bu dünyada. Benim gibi; bir internet penceresinden hiç olmayan ufuklara bakan, hiç olmayan renklerde kuşlarla uçan, hiç olmayan insanlara aşık olan, hiç olmayacak şeyler düşündüğü için mutlu olabilen insanlar... Gerçekten çok az.
Ama benim bunların hepsini yaşamam için, tepede oturup karşı dağlardaki bulutları izlerken soğan ekmek yemek ve buralardan gitmeyi düşlerken anında gidebilmek için yalnızca bir tıka ihtiyacım var.
Bu dünyada beni tam anlamıyla anlayan insandan umudumu kesmek üzereyken bile aklıma gelen ilk yer burasıydı biliyor musunuz? Çünkü ben burada kendimi dinliyorum. Çünkü burada, Mavi'den iki tane var. Anlatan Mavi ve anlayan Mavi.
Tıpkı şarkıda dediği gibi: "Kendime bir şarkı söylüyorum, çünkü birlikte şarkı söyleyecek birine ihtiyacım var."
Yani güçlendim demek istiyorum millet.
Ama bazen birinin bana aferin demesini istiyorum.
Bunca şey öğreniyorsunuz, bunca güçleniyorsunuz, bunca yere gidiyorsunuz kaleminize binip, bunca yerden kaçıyorsunuz, bunca insan tanıyorsunuz... Artık biliyorsunuz bir şeyleri.
Adamakıllı davranıyorsunuz.
Kimse bana aferin desin diye yapmadım bunları elbette. Aksine "aferin"lere muhtaç olmamak için çabaladım bu kadar. Yine de kimse aferin demedi bana.
Ne diyorsun Mavi Allah aşkına sen?
Mahvettin güzelim 100. yazını.
Yine mi gözyaşı, yine mi hüzün?
Ehehehe.
Yok dostlar yok.
Gözyaşlarım gururdandır, hüzünlenmeye hacet yok.
Size burada 100 tanecik yazıda ne kadar çok şey öğrendiğimi anlatmaya çalışıyorum ve beni yalnız bırakmadığınız için ne kadar minnettar olduğumu. Siyah Limon'a ilgi gösterdiğiniz için kalemimin sıçrayarak basamak atladığını, bu kadar küçükken bile kocaman hissettirdiğinizi, elinizde büyüdüğümü anlatıyorum size. Gözünüzün önünde serpildiğimi... Siz de biliyorsunuz değil mi?
Şimdi bana... Bana "aferin" der misiniz?
Belki dünyanın en minik ve en çirkin evindesiniz. Hatta kelimeler leş gibi kokuyor, bulaşıklar dağ gibi belki. Ama ben kurdum. Yetmez mi?
Ben 100 yazı yazdım.
Her biri kendim içindi. Yazarken utanmadım, çekinmedim. Tek yaptığım ağlamak ve kendimden geçercesine mutlu olmaktı.
Kendim için bir ev kurdum ben. Orada kendimi büyüttüm.
Ve bugün benim doğum günüm. (Şey aslında şu an doğum günüm değil ama bu yazıyı okuduğunuz gün benim doğum günüm olacak öhm neyse)
100. yazıyı görüp "o kadar olmuş mu ya" diyecek olan var mıdır bilmiyorum. "Yaşasın 100. yazı!" diyecek olan var mı ya da? Bu yazıyı görmüş olup okumaya devam eden var mı hala bir de bunu merak ediyorum. Eğer okumaya devam ediyorsanız şimdi ne hissediyorsunuz? Gülümsüyor musunuz? Yoksa size bir şeyler hatırlatıp gözlerinizi doldurdum mu? Ya da boş bir ifadeyle mi bakıyorsunuz? Hissettiklerim sizin için önemli mi? Kelimelerime değer veriyor musunuz? Yoksa boşlukları mı seviyorsunuz daha çok?
Ben size değer veriyorum ve bunların her birini hatta daha fazlasını hayal ediyorum.
Ben sizinle mutlu şeyler hayal ediyorum, acıtan şeyler düşünmeyi seven biri olsam da.
Dik duruyorum kalemimle buraya geldiğimde. Çizdiğim pencereden çizemediklerimi görecek kadar çok neşeli oluyorum.
Sizi seviyorum.
İnanın bana bir insanın ezilircesine minnettar olabileceğini bilirdim de dik dururcasına, yücelircesine minnettar olabileceğini sizinle tanışana kadar bilmezdim.
Teşekkür ederim.
Teşekkür ederim, tüm içtenliğimle.
Ben 100 yazı yazdım.
Hepsi de benim içimden koptu. İçimle doldu taştı burası.
Bundan sonra da içimle, hatta dışımla... Her şeyimle doldurmaya devam edeceğim burayı. Birlikte evimizi süsleyeceğiz. Yapayalnız bir kızla omuz omuza yürüyen hayaletlerimle burayı, yapayalnız bir kız yaşıyormuş gibi değil de kocaman bir aile yaşıyormuş gibi ısıtacağız.
Benim umudum var.
Ya sizin?

Yarınlarımız için, hayır öbür günlerimiz için; 100. yazımız mavi olsun dostlar!