Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Aralık 2016 Cuma

Emek Mavisi - aşikâr.

Selam dostlar.
Aslında şikayet dolu bir paragrafla başlamak istemiştim ama durun bakalım. Durun, sadece birazcık çok kısacık pozitif davranayım. Olur mu?
Bu hafta, şu koca iki-üç ay içinde emek verdiğim her şeyin sonuçlandığı haftaydı. Ve ben (cümlenin başında "ve" kullanmaktan nefret etsem de) yalnızca bu stres dağı olan haftayı değil, stres sıradağları olan ayları atlatmanın da haklı gururunu yaşıyorum.
Fiziksel yorgunluğun beni, zihinsel yorgunluktan daha fazla yıprattığı su götürmez bir gerçek. Çok zor geliyor bana, bilmiyorum. Belki de bünye diğerine daha alışık olduğu içindir. O yüzden sancılı bir dönemdi. Rahatça uyuduğum bir gün hatırlamıyorum.
Ama geçti.
Zor geçti gerçi. Dün çok kötü bir gündü ve benim bu iki aylık çalışmamı tamamlayacak upuzun bir rapor hazırlamam gerekiyordu. Ama beynim kapalıydı. Depresif olma hali bireylerin beyinlerini kapatıyor; yeni fikirler öğrenmelerine ya da yeni şeyler üretmesine çok müsaade etmiyor. Anca olan bir şeyi yeniden yeniden yeniden yorumlayarak ortaya bir şeyler koyabiliyor birey. Benimse yeni bir şeyler üretmem gerekiyordu. Gece yarısına kadar hiçbir şey yapamadan oturdum, keyfim yerine gelsin diye videolar izledim falan. Olmadı. En sonunda bir Instagram sayfası buldum, güzel insanlarla ilgili. Zorbaların ağlattığı bir kız için insanlarla dolu otobüsünü durdurup gidip kızı rahatlatmaya çalışan otobüs şoförüyle ilgili gönderiyi okurken ağlamaya başladım. Bir yarım saat ağladıktan sonra ancak kendime gelebildim.
Hep söylerim, üzülünce daha çok üzülmek lazım. Tamamen bitmeden yeniden başlayamazsın çünkü. Tamamen dibe vurasın ki ayaklarını yere vurup hızlıca yukarı çıkabilesin.
İşte bu yorucu süreç boyunca üzüldüm ve daha çok üzüldüm. Sonra güçlendim ve biraz daha üzüldüm.
Ama bitti.
Atlattım ben bu dönemi, her dönemi atlattığım gibi. Hem de gerçekten güzel sonuçlar aldım. Bu sonuçların hemen hepsi beklendik sonuçlardı benim için. Yani evet rahatlayacaktım ama güzel sonuçlar aldığım için değil, bittiği için rahatlayacaktım. Sonra bugün beklediğim sonuçları aşan daha güzel bir şeyler oldu. O yüzden hem rahatladım, hem de gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum ki bu yazıyı yazarken mutluyum ve gülümsüyorum.
Siz hiç benim mutluyken yazdığımı gördünüz mü sevgili dostlar? Gördüyseniz de ben hatırlamıyorum ahahaha.
Bu yazıyı yazarken sürekli bir mahcubiyet hissi var içimde aslında. "Sanki çok büyük bir iş başardın, abarttıkça abartıyorsun," diyor içimdeki ses. Aslında bu dışardan bakan birinin sesi olmalı, zira ben aslında böyle düşünmüyorum. Benim için gerçekten zor bir dönemdi ve o kadar yorgunum ki gözlerim kapanıyor şu satırları yazarken. 
Abartmıyorum.
Çok üşüyorum ben şu an.
Daha fazla uzatamayacağım.
Yine sonu başı belli olmayan, mesajı olmayan, saçma sapan, kopuk kopuk bir yazı mı oldu ne? Aman ne yapalım, bu kafayla yazmaya çalışmak komik zaten.
Şimdi gidip güzel bir uyku çekeceğim.
Ama ondan önce size bu iki aylık çalışmalardan birinin sonucunu göstermek istiyorum. Sadece benim çalışmam yok bu sonucun içinde, çok ince düşünen sevgili ekip arkadaşlarımın da çalışmaları var. Birlikte ortaya güzel bir çalışma çıkardığımıza inanıyoruz ve sizin de bu çalışmayı görmenizi istiyorum ben.
Bir kısa film çektik, adı "aşikâr." Apaçık ortada oldukları halde görülmesi istenmeyenlerin hikayesini anlatmak istedik.
Lütfen izleyin hayaletlerim, belki sizin de kafanızda minicik bir kibrit çakabiliriz diye istiyorum bunu. Belki sizin de bir fikrinizi alabilirim diye...
Şimdi gidiyorum ama yarın sabahtan akşama kadar kontrol edeceğim burasını. Çünkü gerçekten bu zor dönemin en güzel hediyelerinden biriydi "aşikâr" bana. Bilin istedim.
Teşekkür ederim ve mavi geceler.

15 Aralık 2016 Perşembe

Korkuyoruz öğretmenim - Korkak Mavi #3

Selam dostlar.
Ben korkuyorum.
Ve bu yazı ne hakkında olacak bilmiyorum, ama yazmadığım zaman içimde olup bitenlerden de korkuyorum. Hadi birlikte ne saçmalıklara yelken açacağımızı görelim.
Yakında 20 yaşına gireceğim ve bundan ne kadar korktuğumu bir ben bir de Allah biliyor. 19 yaşına girmeden önce de "19'dan bir adım sonrasını göremiyorum, belki de yoktur" yazmıştım. Size mi yazdım, yoksa günlüğümün bir köşesine mi hatırlamıyorum. Bu cümle cana gelirken gerçekten göremiyordum bir adım sonrasını. Ama şimdi, 20 yaşıma girmeme bir tutam kalmışken önümü çok iyi görebiliyorum ve bu önümü görememekten daha korkunç geliyor.
Hayat korkutucu aslında, bunu asla kabul etmek istemesem de böyle. Hayatı asla bir dost olarak görmedim, bu yüzden ondan daha korkutucu olmam gerektiğini hissediyorum. Böylece onu korkutup kendime daha kolay bir yol çizebilirim.
Söylerken bile aptalca geliyor. Gerçi bunun aptalca olmayan bir yolu yok. İnsanların bu hayata dair duruşları, ne kadar etkili olurlarsa olsunlar hep aptalcadır bence. Hayat hepimizin toplamından daha büyük çünkü. Milyarlarca aptal olarak bir hayat edemiyoruz yani. İşte bu büyüklük beni korkutuyor. Hayatı korkutamamak beni korkutuyor.
19 yaşına girmeden önce bir adım sonrasını göremiyordum, çünkü hala yolumu çizmemiştim. Daha doğrusu çizdiğim yolları bir bir, canım acıya acıya silmiştim de elimde boş bir kağıtla "Şimdi ne bok yiyoruz Mavi?" diye kalmıştım. Çok korkunçtu, öleceğimden emindim. Benim için umut yoktu. Bir aralar "ben plan yapmam" diye gezindiğimi biliyorum, ama koca bir yalan söylemişim kendime. Ben plan yapıyorum. O kadar uzun vadeli ve detaylı oluyor ki bu planlar sadece bir parçasından vazgeçersem hepsini baştan yazmak zorunda kalıyorum, ki bu da gereğinden fazla korkutuyor beni. Hem vazgeçmekten korkuyorum, hem de yanlış plan yapmaktan.
Dedim ya bütün planlarımın toz olup uçması gerçekten öleceğimi hissettirdi bana.
20 yaşına girmek üzereyim ve kendime yeni bir yol çizdim. Henüz detaylarını yazamadım belki ama kocaman, upuzun, kapkalın ana çizgisi öylece duruyor karşımda. "BURADAN GİDECEKSİN!!!!!!" diye bağıran kan kırmızı tabelalarla dolu her yer. Ve ben; yeni, yabancı, haliyle detaysız, hatalı bu yoldan gitmeye ölesiye korkuyorum.
Bundan önceki planım o kadar kusursuzdu ki... Yıllarca biriktirerek güzelce boyamıştım ben onu. Sığınaktı benim için, zaten benim ne olacağım belli diyerek insanları görmezden gelmemi sağlıyordu. Şimdiyse soğuk, kasvetli ve yalnız bir planım var. Öyle bir zamanda yaptım ki bu yeni planı, hani son dakika planı diyebilirim. Gitmek zorundayım bu yoldan. Çünkü artık çizimlerimi bitirmiş olmam gereken bir yaştayım. Anlıyor musunuz? Artık "yetişkinim" demek istiyorum ahahahhaha. Bu saatten sonra yeni bir yola gitmek istersem canımı dişime takmam gerekecek yani. Eğer doğru bir seçim yapmazsam mutlu olmak için normalden daha fazla çaba sarf etmem gerekecek.
Gerçi en başta "Mutlu olmak için neden çaba sarf etmemiz gerekiyor ki?" sorusunu sormak gerekirdi bence, ama neyse.
Bunun benim için yanlış seçim olmasından çok korkuyorum.
Ve bu defa yanlış, çok yanlış, düzeltilemez hale gelebilecek hayatımın içinde ölemeyeceğimi hissediyorum.
Bence ölememek, ölmekten daha korkunç. Sonsuza kadar bir hayatın içinde sıkışıp kalma düşüncesi bile derin (ve korkmuş) bir nefes almama sebep olurken, mutsuz bir hayatta sıkışıp kalma düşüncesinin ensemdeki tüyleri diken diken etmesi gayet normal karşılanabilir bence.
Hayal edin. Yaptığınız ve ileride yapacağınız şeyleri hayal edin, az çok sizin de bir planınız vardır. Sonra bu hayalin ucunu kesin, sonundaki "mutlu mesut ölürüm" kısmını çıkarın. Bir insan aklının bunu hayal etmeye yetebileceğini düşünmüyorum. İnsanın aklı zamanla doludur ve zaman bitmezse insanın delirmesi işten bile değildir. Ölmeyeceksek yaşamın bir anlamı kalmaz, anlıyor musunuz?
Bilmiyorum.
Dikkatim dağıldı ve yazmayı kestim, şimdi konuya geri dönmek istemiyorum.
Onun yerine şundan bahsetmek istiyorum: Bu aralar ölümü çok düşünüyorum.
Kötü bir şey mi olacak? Aman, boş ver en kötü ölürüz. Trafik hızlıca akarken karşıdan karşıya geçmeye çalışmayayım mı? Ne olacak, en kötü ölürüm yahu. Çok mu hızlı sıkılıyorum? Birazdan öleceğim canım ya, hiç başlamayalım istersen. Yetişmez çünkü.
"En kötü ölürüz" lafına da kıl oluyorum bu aralar. O benim dilimden öyle çıkıyor olabilir ama kafamın içinden "en iyi ihtimalle ölürüz" geçiyor.
Yapacak hiçbir şey yok. Öleceksin. Ölmeyecek olsaydın yaşamanın bir anlamı olmazdı. Ama öleceksen yaşamanın anlamı ne diye de düşünüyorum bazen.
Yani ben dil sınavını geçsem ne olur, geçmesem ne olur? Dersten kalsam ne olur, kalmasam ne olur? Evlensem ne olur, evlenmesem ne olur? Anne olsam ne olur, olmasam ne olur? Mutlu olsam ne olur, olmasam ne olur? Ağlasam ne olur, ağlamasam ne olur? Canım acısa ne olur lan öleceğim eninde sonunda. Aşık olsam da öleceğim, olmasam da. Çok para kazanıp istediğim arabayı alsam da geberip gideceğim, almasam da.
Keşke ölsek mi ne yapsak anlamadım ya.
Oturtamıyorum. Ölmeyi istesem ne olacak, istemesem ne olacak? Bir şey fark etmiyor ki. Ben istesem de istemesem de öleceğim lan. Manyak mıyız biz? Hasta mıyız biz ne yapıyoruz lan?
Ne yapıyoruz Allah'ım sen akıl fikir ver.
Fındık kadar beynim var, daha fazla çalışmıyor. Kitleniyor. Bir gece yatıp ölsem ne olur lan harbiden? Ya ben ölünce sizi düşünmeyeceğim ki, kalanları düşünmeyeceğim lan siz düşünün orasını. Ben ölünce bana ne olacak? Daha mutlu olacak mıyım? Ölünce de ölmeyi düşünecek miyim? Ben bu sorularımın yüzde doksanına cevap buluyorum kendimce. Ama siz de sorun kendinize bunları tamam mı? Hep beraber delirelim lan, yalnız bırakmayın beni dostlar.
Ne yazdım ben yine.
Hello evrivan, ben Mavi ahahahahaha.
Bu yazıda kendimi çok tuttum, söylemenin doğru olmayacağı çok şey var. AMA ÇOK SÖYLEMEK İSTİYORUM. Belki bir gün "söylesem de öleceğim, söylemesem de" diye düşünerek size anlatırım. Ama o gün bugün değil. Beraber delirelim dedim, beraber acı çekelim demedim ahahahahaha.
Gerçi çoğunlukla sizi benimle birlikte acı çekmeye davet ediyorum, ama saymayın o kadarını da. Onu da yapmasaydım "ölsem ne olur, ölmesem ne olur" diye bile düşünemeden ölürdüm.
"Diye bile düşünmememek" doğru bir kullanım mı? Bence bu yazının sonucu olarak bu tartışmayı başlatabiliriz.
Yazıya başlarken, biraz gergindim. Sonra biraz ağladım. Sonra sadece üzüldüm. Sonra kafam dağıldı, başka yerlere gittim. Sonra baya ağladım. Sonra bir şeyler yedim ve gülücüklü bir şeyler izleyip eğlendim. Şimdi de sıkıldım. Roller coaster tadında bir yazı oldu.
Baştan dönüp kontrol okuması yapmayacağım, zaten genellikle yapmam ama bunu okursam yayınlamadan silerim gibi geliyor.
Hadi bu yazıyı da unutalım.
Aslında beni harekete geçiren, bana ilham veren, bir şeyler yapmamı sağlayan kişiler bana hep bir şeyler öğreten insanlar. Ama ben bunu yapamıyormuş gibi hissediyorum. Tek yaptığım kendimle hesaplaşmak ve düzensiz sözcükler fırlatmak ortalığa. Eğer bir gün bir kişiye bir şey öğretebilirsem ya da sadece bir şeyleri düşünmelerini sağlayabilirsem işte o zaman belki de "öleceksek yaşamanın ne anlamı var?" sorusuna "birilerine bir şeyler öğretebiliyorsam ölmek istemenin anlamı ne?" diye karşı çıkabilirim kendi içimde.
Sizi seviyorum, ama bu aralar kendime küstüm.
Ha bir de bazılarınızı da hiç sevmiyorum ama o bazılarınız bu yazıyı okumayacaksınız, biliyorum.
Sözümü kesmeyin artık.
Ben bir cümle söyleyebilmek için günlerce susuyorum. Anlayın.
Sizden korkmuyorum, sizin yüzünüzden yapabileceklerimden korkuyorum.
Hepinize agresif geceler dilerim.
Umarım yarın hepiniz için bembeyaz bir gün olur, bana mavi olsa da yeter.
Şimdi bana bir şeyler öğreten, ama bu yazıyla çok alakasız ama belki biraz alakalı olan bir şarkı uzatıp gidiyorum.
Cümlelerimin ölesi gelmiş.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Secret Love Affair - Mavinin kıymetli tonu

Selam dostlar!
Sonunda hepinizin bilmesini istediğim bir diziyle karşılaşabildim. Ne yazık ki; herkesin bu diziyi anlayacağını ya da anlamak isteyeceğini düşünmüyorum. Analiz yazmayı unutmuş bir Mavi'nın kelimelerine hazır olun ehehe.
Dizinin afişi sizi ne kadar etkiler bilmiyorum, şahsen ben bu afişi gördükten sonra her Allah'ın günü açıp tekrar tekrar bakmıştım. Beni kapan şey kesinlikle bu afişti. Yoo Ah In dizisi olmasına rağmen entrikalı bir diziyi kaldıramayacağıma emindim. Sonra bunu gördüm işte.
Kısaca bahsedecek olursak...
Yoo Ah In 20 yaşında çok yetenekli bir piyanisti canlandırıyor dizide. Karakterin ismi Lee Seonjae. Henüz yeteneğinin çok farkında değil, ama piyano çalarken ne kadar eğlendiğini ve kendisini bulduğunu biliyor.
Kim Hee Ae ise 40 yaşında bir iş kadınını canlandırıyor. İsmi Oh Hyewon olan bu karakter, bir sanat vakfının yöneticisi(?) ve gençken tıpkı Seonjae gibi piyanistmiş.
Bahsi geçen sanat vakfıyla bir üniversite birbirine pek çok açıdan bağlılar ve o gün de vakfın sponsorluk yaptığı bir üniversite resitali yapılacak.
Konserde çalan öğrencilerden biri Hyewon'un keşfettiği bir genç adam. Herkes büyük bir koşuşturmaca içindeyken, bu genç adam resitalden önce Hyewon'a performansını ayrıca göstermek istiyor ve açılmaması gereken salon vaktinden birkaç saat erken açılıyor.
Bu sırada Seonjae kurye olarak binada bulunuyor ve piyanonun sesini duyunca kimsenin göremeyeceği bir yere gizlenip tek kişiye özel yapılan performansı dinliyor. Hyewon'u ilk kez orada görüyor. Performans bitince Hyewon ve öğrencisi salondan çıkıyorlar ama Seonjae orada kalıyor. Hatta piyanonun başına oturup az önce duyduğu düet şarkıyı tek başına çalma cesaretini de gösteriyor.
Haliyle olay anlaşılınca kıyamet kopuyor. Herkes Seonjae'yi arıyor, herkes birbirine bağırıyor. Seonjae'yse tuvalete saklanmış durumda. 
Onu bulan Hyewon'un kocası oluyor. Kendisi de üniversitede profesör ve o sıralar yetiştirecek yetenekli bir öğrenci arıyor, bu öğrenciyle eline güç geçsin istiyor. Seonjae'nin çalışını duyunca herkesten önce onu bulup tehdit ediyor. "Seni şimdi affediyorum ama yarın aradığımda hazır ol," diyor. Yarın olunca da çocuğu alıp karısına götürüyor ve diyor ki: "Sen bu konuda benden daha iyisin. Bu çocuğu dinle, eğer iyiyse onu öğrencim yapacağım."
Seonjae iyiden de öte. Hyewon saatlerce onu dinliyor o odada. Bazen gülümseyerek ama çoğunlukla gözyaşları içinde, akşama kadar... Bittiğindeyse Seonjae'ye dün yaptığı yaramazlıktan dolayı onu affettiğini, gidebileceğini söylüyor. Seonjae'yse affedilmekten ziyade bir şeyler duymak istiyor, bekliyor. Ufak ve son derece tuhaf bir soru cevap yaptıktan sonra Hyewon durup "Niye hala duruyorsun burada?" diye soruyor. Seonjae de dün sadece yarısını duyabildiği şarkıyı sonuna kadar çalıp çalamayacağını soruyor. Hyewon hemen notaları getiriyor ve Seonjae'ye eşlik ediyor.
Şimdi derin bir nefes alın ve söyleyeceklerime kulak verin.
Yeterince dizi ve yetişkin sahnesi izlediğime inanıyorum. O yüzden eminim bu değerlendirmenin yersiz olması gibi bir ihtimal yok.
Seonjae, Hyewon'u ilk gördüğü andan beri birbirlerine nasıl çekildiklerini, birbirlerinden ne denli etkilendiklerini yüzlerinde görebiliyordum. Özellikle Seonjae, Hyewon için piyano çalmaya başlamadan önceki o gergin ortamda ve tabii ki piyano çalarken Hyewon'un bakışlarında... Size ne kadar heyecan verici olduğunu kesinlikle anlatamam. İzlemeden anlamanız imkansız, gerçekten. Üstelik sahne inanılmaz uzundu ve bu uzunluğa rağmen kalbimi küt küt attırmayı başardılar. Hatta bu heyecanın üzerine yan yana piyanonun başına oturduklarında kafayı yiyecek gibi hissettim.
Hayatımda hazzın bu denli doyurucu işlendiği bir sahne görmedim ve abartmıyorum. Yalnızca yüz ifadeleriyle içlerinde olup biten her şeyi, bu sahnede olması gereken her şeyi eksiksizce alabiliyordu izleyici. Düet bir parça çalarak, birbirlerine değil ama tuşlara dokunarak, yan yana oturarak seviştiler adeta.
Acaba yanlış mı yorumladım diye düşündüğüm de oldu, acaba çok mu fangirl oldu bu fikir diye. Ama yanılmıyordum, gerçekten öyleydi. Seonjae de bahsetti çünkü bundan.
Açıkçası kötü bir analiz oluyor bu. Zira size temanın aşk olduğu mesajını vermeye çalışıyormuşum gibi oldu. Beni en cezbeden nokta buydu sanırım, belki de bu yüzden.
Dizinin teması kesinlikle ama kesinlikle tek başına aşk değildi. Dizi mutlulukla alakalıydı, parayla, onurla, müzikle, arkadaşlıkla, güvenle alakalıydı. İş yeriyle evi arasında bir fark olmadığını söyleyen bir kadının evi olabilmekle alakalıydı. Her şeye sahip olmak ve her şeyden vazgeçebilmekle alakalıydı.
Biliyorum, genelleme yapmam gerekirse Kore dizileri izleyen insanlar diyaloğu ve olayları fazla olanları tercih ediyorlar. En sevdiği diziler BOF, Playful Kiss, The Heirs olan insanların böyle bir diziyi sevmelerini beklemiyorum zaten. Çünkü bu dizi onların tam tersi.
İzlediğim onca dizinin arasında en çok oyunculuk izlediğim, en çok hissettiğim dizi buydu. Kore dizilerinde ya da genel olarak "genel" kitleyi oyalamayı başaran dizilerde her şey dile getirilir. Hisler, olaylar, her şey... Dizileri kafa dağıtmak için izleyenler için böylesi makbuldür zaten. Çok yormadan, düşünme fırsatı vermeden her şeyi söylemek. Ama bu dizi öyle değildi. Bir günde iki bölümden fazla izleyemiyordum, öyle yoğundu ki.
Ayrıca böyle dizilere karşı "anlayamama" ön yargısı olduğunu da biliyorum. Sanki böyle dizileri izlemek için belli bir bilinç seviyesinde belli bir olgunlukta olmalıymışım gibi. Ve evet bir yere kadar doğru bu, gerçekten olgun olmalı bu diziyi anlamak için bir insan. Ama hissetmek için bunlara ihtiyaç yok, gerçekten.
Seonjae'nin en yakın arkadaşları onu sıkıştırıyorlardı, kendisinden 20 yaş büyük bir kadınla görüşmesinin doğru olmadığını hemen vazgeçmesi gerektiğini söylüyorlardı ona. O cevap vermek yerine gidip piyanosunun başına oturdu. "Cevap ver!" dedi arkadaşı. "Siz benim performansımı dinlemediniz değil mi?" diye sordu o da. "Çalma," dedi arkadaşı. "Çalsan da anlamıyoruz zaten." O çaldı. Evet, arkadaşları gerçekten anlamadılar hiçbir şey. Ama parça bittiğinde ikisi de ağlıyordu. Çünkü hissedebildiler. Mühim olan buydu bence.
Ben bu diziyi unutabileceğimi sanmıyorum. Öyle çok ayrıntı geliyor ki aklıma, size her şeyi söylemek istiyorum.
Tabii öyle bir şey yapamam. Hayır, yazarım ama benim kelimelerimde, onların kamerasında yaşadığı kadar güzel yaşamaz bu insanlar biliyorum.
Çok güzeldi. Ama Türkçe'de her iyi şeye kullandığımız kelime olan "güzel" gibi güzel değildi. İngilizcedeki "beautiful" gibi güzeldi. Ya da Korecedeki "아름다워" gibi.
Yani "nadide bir güzellik"ti bu dizininki. Kıymetli bir güzellik. Ben dizinin ortalarına doğru sadece bu diziyi izlemekle ne iyi yaptığımı düşünerek ağlarken buldum kendimi. Birbirlerine dokunduklarında içimde kelebekler uçuşuyordu. Ve hep Seonjae'ye sımsıkı sarılmak istedim, her saniye. Yastığına kapanıp usul usul ağladığında yanında oturup saçlarını okşamak istedim. Ya da Hyewon koltuğa uzanıp kolunu yüzüne kapattığında, kulağına mutlu şeyler söylemek istedim.
Ben aslında aldatma mevzusu konusunda kesin fikirleri olan birisiyim. Ama sevdiği kadın temiz bir eve ayak bassın diye yerleri silen bir genç adamın aşkı beni alt etti. Üzgünüm.
Birlikte gülebilen insanlardan çok, birlikte ağlayabilen insanlara özeniyor olmak beni oldukça üzüyor.
Olsun.
Bu dizi beni çok düşündürdü, çok yordu, müthiş şarkıları verdi bana, doyurdu. Sadece kalbimi doyurmadı, gözümü de doyurdu. Yönetmen harika bir iş çıkarmıştı, her şeyiyle kusursuzdu.
Evet, yönetmeniyle senaristine baktım. Birlikte çalışmayı seviyorlar, çektikleri birkaç dizi daha var. Evet, izleyeceğim ahahaha.
Bence en büyük alkışı başroller almalı. Bilmiyorum, bu ikiliyi ne kadar övsem yetmeyecek gibi. Yoo Ah In'i tanıdığım (ve aramızda kalsın anlatmak istemeyecek kadar çok sevdiğim) için onu biraz daha övesim var. Yine de Kim Hee Ae'ye ayıp etmek istemiyorum. Gördüğüm en zarif kadınlardan biri, çok başarılı.
Size bu diziyi izleyin diyemem, çünkü zor geleceğini nedenleriyle birlikte biliyorum. Ama bilin. Böyle bir dizi var, dokundu Mavi'ye. Hala bazı sahnelerini hatırlayıp ağlayacak gibi oluyor Mavi. Hala Seonjae'nin sildiği yere oturup çaldığı şarkıları dinlemek istiyor.
Mavi böyle işte, kendini baya kaptırıyor.
Eminim yine söylemek istediklerimin yarısını bile söyleyememiş olarak bitiriyorumdur bu yazıyı. Ama kıyamıyorum kelimelerimle kirletmeye.
Sadece alın, bunu dinleyin ve ne kadar güzel olabileceğini hayal edin.
Ne demiş Oh Hyewon: Müzik her şeyin cevabıdır.
Mavi geceler dostlar.

1 Aralık 2016 Perşembe

İlk Kar Düştü - Mavi'nin Uykusu

Selam dostlar.
Bugün ilk kar düştü buralara. Ama öyle kar deyince gözünüzün önüne gelen gibi bir şey değildi. Öyle birkaç kartozu düşüverdi işte. Yüzüme bile konmadılar, uzaktan izlemekle yetinebildim.
Biliyorsunuz, ben hep onu beklerim. Kar yağsa düzelir her şey çünkü, biliyorsunuz. Öyle dalga geçer gibi birkaç tanecik düşüverince sadece, biraz kırıldı kalbim. Düzelmedi hiçbir şey. Bu defa lapa lapa gelse de düzelmeyecekmiş gibi hatta.
Aslında ben iyiydim biliyor musunuz? Uzun zamandır iyiyim demedim size galiba. Ama iyiydim, yani bir süre önce. Her şey yolundaydı. İnsan iyiyken anlamıyor. İyi olmadan önce ne kadar kötü olduğunuzu da bu iyi olma halinin her an bitip yine çok kötü olabileceğinizi de unutuyorsunuz. Sonra yine kötüleşince sanki daha önce hiç kötü olmamışçasına sudan çıkmış balık gibi kalıyorsunuz. Bir kere insan "iyi"yken her şeyin yolunda olmasıyla öyle sarhoş oluyor ki "kötü"yken de her şeyin yolunda olabileceğini bir türlü hatırlayamıyor.
Evet kötüyken de her şey yolunda gidebiliyor. İyiye gitmiyor ama yolunda gidiyor işte. Nereye gidiyoruz Mavi? Bilmem.
Bilmiyorum ben, bir şeyi de bilsem şaşarım.
Gerçi şimdi kötü olmamın yanı sıra hiçbir şey yolunda gitmiyor. Yani daha oturtamadık. Saçma sapan anlarda gözlerimin dolması, kulaklarım kızarmışken çok üşüyormuşum gibi titremeler, durup dururken sıçramalar. Uzaklaşmak, çok uzaklaşmak.
Ben aslında öyle basit şeylere çabuk çabuk kırılan biri değilim. Evet, öfke problemim var ama o bile durulmuştu bu aralar. Sinirimden oturup ağlamayalı baya bir zaman olmuştu. Ya ben iyiydim ya, gerçekten.
Sonra her şey üst üste geldi. Hep öyle olur zaten, dimi? Çünkü tek darbeyle yıkılan insanlar değiliz, değilim. Şöyle okkalısından beş on tane indirmek lazım ki titresin dizlerim. Anca onu yapabilirler zaten, anca dizlerimi titretebilirler. Bu soğukta yere çökecek değilim herhalde.
Düşmeyeceğimi bilsem de çok korkuyorum düşmekten, sorun bu. Daha yoluna koymadığım için o da. Hele bir alışabilseydim her zamanki halime.
Bugün sözüm ona kar yağdı işte. Hani ilacım olandan, başımı okşayandan, yanığıma buz olandan, canıma can katandan... İşte ondan yağdı. Bir tane gördüm, ya da iki tane. Yarın gözlerimi beyaz sokaklara açmadıkça affetmeyeceğim onu.
Ben var ya, en çok mutlu eden alışkanlıkların günün birinde bozulmasından korkarım. Sanki hep yaptığım bir şeyi olur da yapamazsam mutlu olacak sebebim azalır gibi, azala azala biter gibi. Hiçbir şeyim kalmaz gibi.
İşte bugün o alışkanlıklardan biri bozuldu. Her sene yaptığım gibi tüm coşkumu yansıtamadığım size ilk kar günü. Bu sene kar iyi gelmedi bana. Ben ki her Allah'ın günü yolunu gözlerim onun.
Olsun. Bu sene de ilaç olmadan iyileşmeyi öğreniriz canımız yana yana.
Ay şu Mavi de pek alem, komikli şeyler yazıp duruyor, dimi ama?
Hehehe.
İnsan iyiyken başkalarıyla birlikte hep. Başka insanlarla konuşuyor, başkalarını dinliyor, başkalarıyla susuyor, başkalarını seviyor, başkalarını tanıyor. Hep başkalarıyla işi...
Ben bu süreçte kendimi çok ama çok özlüyorum. Ben kendime öyle düşkün biriyim ki, kendimi tanımayı, kendimle baş başa kalmayı, kendimi sevmeyi, kendimi üzmeyi, kendimi mutlu etmeyi öyle çok seviyorum ki başka insanlara tahammül edemiyorum.
Size dünyanın en kötü mantığını kuracağım, sıkı tutunun. Ben iyi oluyorum, sebebi belirsiz. İyi olunca insanlarla iletişime geçiyorum, yakınlaşıyorum. Ama insanlar bana dokunuyorlar, alerjik reaksiyon başlıyor ruhumda ve yine kötü oluyorum. Bu iyi olma sürecinde özlediğim ve bir o kadar da yabancılaştığım kendime alışma sürecim en az insanların bana dokunması kadar acı verici geçiyor. Yani ben kendimi mutlu ettikten sonra insanlar beni yeniden mutsuzluğa itiyorlar.
Hayır, kendi suçum olduğunu kabul etmiyorum. İnsan sosyal bir varlıktır, ama insan diğerlerini anlamaya çalışmaz. O yüzden yalnızlaşır insan. Yalnız insan da sosyal bir varlık mıdır? Yoksa yalnız insan sosyal bir sorun mudur? Sorun da bir varlık mıdır? Biz ne için çabalıyoruz?
Birbirimizi yalnızlığa itip sonra yine birbirimize senin yüzünden demesini çok iyi biliyoruz. Yalnızca kendimizi tanımayı seçip başkalarını tanıyamadığımız için dertleniyoruz. Yine biz diyorum. Biz yok ki. Ben varım.
Yine size hiç sağlıklı bulmadığım bir şey itiraf edeceğim. Ben aslında kötü olmayı, iyi olmaktan daha çok seviyorum. Bu dünyada beni en çok anlayan kişi şöyle söylemişti: "Mutsuzluğa karşı gizli bir sadakat duyuyoruz ikimiz de. Mutlu olunca, kendimize ihanet ediyormuşuz gibi."
İşte aynen öyle benimki de. Ben mutluyken kendime ihanet ettiğimi düşünmüyorum, ama yeniden mutsuzluğa düştüğümde "neden mutlu oldun" diye kızıyorum kendime. Vicdan azabı çekiyorum mutlu olmak gibi bir yanılgıya düştüğüm için. Böyle herkesin duyabileceği bir yerde söyleyince çok utandım kendimden. Siz bunu unutun, olur mu? 
Siz sadece kara küstüğünü anlatırken bile kar yağsın diye bekleyen Mavi'yi hatırlayın, bir de bu sene karın mutlu edemediği Mavi'yi.
Bir de şunu hatırlayın.
Ölmek istemiyorum, çok korkuyorum ölmekten ama ölümü kar yağmasını beklediğimden çok daha büyük bir hevesle bekliyorum.
Ama merak etmeyin her şey yoluna girer.
Ben de kendime sarılıp uyurum, her zamanki gibi.
Mavi geceler.
Pek de mavi değil.

18 Kasım 2016 Cuma

mavi ağlasın, dünya dönsün

Selam dostlar!
Kedi istediğimden defalarca bahsetmiştim zaten. Son zamanlarda, bu kedinin geveze bir kedi olmasını istediğime karar verdim. Yani çok miyavlayan, anlamasa bile "anlıyor ya bu beni" diye mutlu olabileceğim, benimle gerçekten konuştuğunu hissedebileceğim bir kediden bahsediyorum.
Eskiden aylak bir kedi isterdim. Ama artık "birlikte eğlenebileceğim" bir kediye ihtiyacım olduğundan emin oldum. Söz dinlemeyen ve zarar peşinde koşan bir kedi istediğimi düşünüyordum, ama artık biliyorum ki sözümü dinleyip beni sevdiğini sık sık gösteren bir kedi lazım bana.
Aklınızda ne canlandı bilmiyorum. Ben bir süre kafamdaki güncellenmiş kedi hayaliyle tatmin olmuşken, aniden bunun hiç de doğru olmadığını fark ettim.
Benim istediğim bir kedi değil. İstediğim şey beni yalnız bırakmayacak biri, bir şey, bir hayvan, bir eşya... Mümkün olduğunca insana yakın bir şey, konuşan kedi gibi mesela.
Tuhaf değil mi? Bence korkunç hatta.
Gerçi bu dünyada insanlar genelde böyle şeyler yapıyorlar, doğru. Dışardan bakınca normal gibi geliyor. Çünkü "yalnız yapabilirim bik bik bik" zırvasını yalnızlığımdan saldıran herkese döküp saymış olsam da biliyorum ki, biliyoruz ki yalnız olmak insanın doğasına aykırı. Evet, yalnız yaşayabilirsin. Ama gerçekten yaşayacak mısın? Sadece kendimiz için yaşadığımız bir hayat, gerçek bir hayat kabul edilebilir mi? Ziyan değil midir? Bir ömürde birkaç ömür yaşatmak varken?
O yüzden ben hiçbir insanın yapayalnız olduğunu düşünmüyorum. Belki kendilerine bir eş bulmuyorlar ya da bulamıyorlar. Belki yakın bir arkadaşları da yok ya da bir hayvanları. O zaman kendilerine bir uğraş bulacaklar. Belki yapayalnız kalmanın yarattığı boşluğu doldurmak için dünyayı kurtaracaklar; dünyaya gerek yok, birkaç çocuk kurtaracaklar belki. Belki koleksiyonlar yapacaklar, kalem kağıda sarılacaklar, melodilere ya da renklere belki. Kim bilir belki hayallerindeki arkadaşlarla geçirecekler hayatlarını.
Demem o ki, içini yaslayabileceği biri olmayan kişi yaslanacak başka şeyler arayacak illa ki. Yani bu dünyanın en doğal şeyi.
Ama benim gibiler, bizim gibiler yalnızlık peşinde koştular hep. "Benim gibiler" derken ne demek istediğimden ben de emin değilim. Yaş grubu değil, ilgi alanlarıyla da alakası yok, coğrafya desen hiç değil. Benim gibiler işte, öyle bizim gibiler.
Bu fikre nasıl kapıldık bilmiyorum ama biz sandık ki yalnız olursak her şeyi daha güzel yapabilirdik. Daha özgür olurduk bir kere. Kendimi geliştirebilirdik, kendimiz için uğraşabilirdik. Birey olabilirdik, bence en önemlisi bu.
Ben şahsen birey olmaya kafayı takmış biriyim. Düşüne düşüne de birbirine bağlı iki kişinin, iki birey olmasının imkansız olduğu sonucuna vardım. Yani iki kişi, iki birey olamaz bir çift olur. Eğer aralarında öyle bir bağ varsa yani...
Buna aşk ya da sevgi demekten ödüm kopuyor çünkü aşk ve sevgiden ödüm kopuyor ahahahha. Şaka bir yana yalnızlığın tek ilacı aşk ya da sevgi değil diye düşünüyorum. Yani sevgi olabilir ama aşk benzeri romantik bir sevgi değil bu. Açıklattırmayın, anlayın. Bu yüzden aşk ya da sevgi ya da dillerde geze geze anlamsızlaşmış herhangi başka bir duyguyla bunu adlandırmak istemiyorum. Herkes için farklı bir anlamı var bu bağın çünkü.
Her neyse konumuza dönelim. Kafası yine karışık olan bir Mavi var karşınızda.
Biz, birey olmaya takmış bir nesil olarak yetiştik. Özellikle şimdinin genç kadınları böyle düşünüyor bence. Ya da ben erkek olmadığım için onların düşüncelerini bilmiyorum.
Sonuç olarak herkes kendi ayakları üzerinde durmaya, kendini geliştirmeye ve büyük balık olmaya çabalarken bu olmazsa olmaz bağı ihmal etti. Yalnızlaştık, bunun doğru şey olduğunu düşünerek.
Doğru şey miydi?
Doğru şey mi?
Bilmiyorum.
Ben yoluma çıkmasın, acil durumda basamayayım diye o düğmeyi kırdım. Bildiğim şey bu.
Ve son birkaç yıldır, sizin de şahit olduğunuz üzere, acil durum zamanındayım. O düğmeye basmaya ihtiyacım var.
İzlediniz mi bilmiyorum, "Bir Böceğin Yaşamı" diye bir animasyon filmi var. Filmde karıncalar durmadan, dinlemeden çalışıp yiyecek topluyorlar ve hepsini üst üste diziyorlar. Çok net hatırlamıyorum ama bir yaprak parçasının üzerine dizilmiş bu yiyecekler. O kadar küçük tanelerden o kadar kocaman bir yığın oluşturuyorlar ki... Sonra birden o yiyeceklerin hepsi yuvarlanıp gidiyor. Her şey mahvoluyor, bütün o çalışma boşa gidiyor.
Ben o sahneyi hiç unutmuyorum ve bazen kendi hayatıma benzetiyorum. Tüm hayatım boyunca, bilinçli veya bilinçsiz olarak o taneleri topladım, hepsini üst üste yığdım ve şimdi kocaman bir yığınım var. Ama bazen (şu an olduğu gibi) o kadar çaresiz hissediyorum ki bütün bu taneleri boşuna topladığım fikrine kapılıyorum. Çünkü o tanelerden bir tane bile yemedim ve hayatımın geri kalanına yetecek, hatta belki artacak kadar tane topladım. Peki neden? Neden artacak kadar topladım ki? O taneleri paylaşabilecek bir insana, bir hayvana, bir şeye bile sahip değilken... Neden bu kadar uğraştım?
O yaprağı çekip topladığım bütün tanelerin birer birer uçurumdan yuvarlanmasını izlemek istiyorum. Filmin sonunda da uçurumdan aşağı ayaklarımı uzatmış ağlarken, açlıktan ölmek...
Beni kim kurtarabilir ki? Ben sadece kendim için çalışırken, kendim için uğraşırken, birey olurken, bir tane olurken ayağım kayıverse kim kurtaracak ki beni?
Gurur duyuyor muyum? Evet, inkar etmeyeceğim.
Acı çekiyor muyum? Evet, inkar etmeyeceğim.
Ama zaten gurur uğruna koştururken acı çekmek şart gibi bir şey değil mi? Gururunu kurtarmaya çalışırken mutlu olan bir tane insan görmedim hayatımda.
Gerçi doğru dürüst insan gördüğüm de yok artık ya neyse.
Biz dünyanın gördüğü en en en yalnız nesiliz dostlar ve en en en gururlu olanları da bizleriz, en en en birey olanları da.
Yalnız olma fikri, evet, boğucu. Fakat kesinlikle yalnız ölme fikri kadar boğucu olamaz. İnsan içinde bulunduğu bu çaresizlikten eninde sonunda kurtulacağını ümit etmek istiyor. Ediyor da bazen. Genellikle edemiyor ve genellikle boğuluyor.
Yalnız olabilirim, yalnız dayanabilirim ama yalnız ölmek istemiyorum.
Ama sonra "Asla yalnız olduğun kadar mutlu olmayacaksın. Yalnız olana kadar mutlu olduğunu bilmeyeceksin asla," diyen bu şarkıyı dinliyorum. Hiçbir işe yaramıyor ahahahahahah.
Yine ağlamasını durduramadığı için yazmaya başlayıp bitirince "ne yazdım şimdi ben????" şokuna giren ve tek bir kelimeyi bile hatırlamayan Mavi'yi okudunuz.
Blogu o kadar çok özlüyorum ki bazen, belki de benim "özel bağım" bu blogun verdiği güven hissidir diye düşünmeden edemiyorum. Gelip anlatamadığımda, içimde biriktirdiğimde daha da yalnız, çok ama çok yalnız hissettiğimin bilincindeyim.
Blogu bin yıl geçse de bırakamayacağımı hissediyorum bu yüzden. Ama gereğinden fazla dürüst olmak gerekirse, keşke boşluğumu doldurmaya ihtiyacım olmasaydı da böyle bir çıkarım yapmasaydım diye düşünmüyorum da değil.
Umarım hiçbirimiz yalnız ölmeyiz. Güzel bir şey değil, düşünmesi bile.
Şu az önce bahsettiğim hiçbir işe yaramayan şarkıyı bırakıp gidiyorum şimdi.
Mavi kimseler bulun kendinize. Mavi geceler.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

İnternet Alemi - Mavi'nin Süsleri

Selam dostlar.
Kalem oynatmak bu yaz benim için nedense çok zor oldu ve izlediğim şeylerden de eskisi kadar zevk alamadığım için haliyle blogun orjinal halini korumak zorlaşıyor. İşte arada bir içim çok dolunca, tamamen kendim olarak, üstümde size güzel gözükmek için tek bir süs olmadan gelip anlatıyorum. Fazla görüşemediğimiz için de (hayır tek suçlusu ben değilim, siz de pek konuşmuyorsunuz benimle) blogun şu anki durumundan memnun musunuz, bilemiyorum. Sonuç olarak şimdilik böyle devam edeceğim, bir şeylerin düzeleceğine dair hiç bitmeyen umudumla.
Sizin de sadece internet üzerinden tanıdığınız insanlar var mı? Bu kadarcık tanışıklığınızla sevdiğiniz insanlar? Ama öyle sohbet edip arkadaş olduklarınızdan bahsetmiyorum, uzaktan uzaktan.
Benim var, hem de bir sürü. Ama bu yazıyı yazmaya beni iten kişiden bahsedeceğim yalnızca. Bu kızla biz liseden tanışıyoruz aslında, bir sene aynı sınıfta okuduk ama oturup konuşmuşluğumuz yok. Hatta "günaydın" bile demezdik birbirimize. O kitap okurdu, sessizdi. İdealleri vardı. Hiç ders çalıştığını görmedim son senemiz olduğu halde. Kocaman gözlükleri kakülleri vardı bir de. Mini minnacık, esmerdi.
Mezun olduktan sonra birbirimizi Instagram üzerinden takip etmeye başladık. Geçenlerde liseden en yakın arkadaşlarıma geldiğinde ister istemez konu ondan açıldı ve ben aniden kıza olan hayranlığımı dökmeye başladım. Düpedüz hayrandım kıza, fotoğraflarımı beğenince heyecan basıyordu beni.
Dergide yazısının çıktığını, bir de hayran olduğu insanların imza gününe gidip gördüğünü durdukça içten içe kıskanmıyor da değildim hani. Ama seviyordum.
Sonra düşündük ve "entelektüel" biri olduğuna karar verdik. Entelektüel kalıbına girmek için yapmıyordu bizce o bunları, kendi entelektüel kalıbı vardı onun bir kere.
Sonra fotoğrafın altına yazdığı ufak bir yazıyı okudum kızlara, tekrar tekrar okusam da heyecanlanıyordum.
O gün ya da ondan sonraki günler tak etmedi bana, çok sonra tak etti. Kendime dönüp bakınca anladım her şeyi.
Ben bu kızla gerçek hayatta yan yana gelsem onu sevemezdim. Hatta rahatsız olurdum ve eminim o da benden rahatsız olurdu. Konuşacak bir şey de bulamazdık.
Sevmeyeceğimden bu kadar emin olduğum bir insana neden bu kadar hayranlık besliyordum peki ben?
Yalnızca sosyal medya ile sınırlandırmamızın yanlış olduğunu düşündüğüm "internet alemi" gerçekten de insanların olmak istedikleri insan oldukları yer. Ya da şöyle söyleyeyim: Olmak istedikleri insan olsalar bile, insanlar kendilerini sosyal medyada başkalarının onları görmesini istediği gibi yansıtıyorlar. Anladınız mı? Karışık cümleler kurmakta üstüme yok, biliyorum.
Yani olmak istediğim insanım, ama başkaları beni bir tık daha farklı görsünler istiyorum. Aslında hiç böyle bir şeyi arzulamıyor da olabilirler. Sadece özel hissetmek, beğenilmek istiyor da olabilirler. Önemli biri olmak istiyor olabilirler, o attıkları tweet sayesinde ya da o fotoğrafın altına yazdıkları zırvalıklarla. Kendini olduğundan farklı gösteren insanlar olduğu gibi, olduğu insanı biraz daha süsleyip göz alıcı hale getirenler de var; demek istediğim bu.
Anlıyorum. Tamamen anlıyorum. Sonuç olarak beğenilmek bir ihtiyaç ve daha temel ihtiyaçların peşinden koştuğumuz bu gerçek dünyada kendimizi beğendirecek cesaretimiz ya da gücümüz yok. Bu yüzden "internet alemi"nde daha parlak renkler vuruyoruz tablolarımıza. Çünkü gerçek dünyada parlak renkler alacak paramız bile yok.
Ben de öyleyim, Instagram'da atacağım fotoğrafın altına koyacağım uyduruk bir emoji için uzun uzun düşünüyorum. Sık sık övünüyorum Twitter'da ki insanlar beni bir şey sansın ve sanıyorlar da. İnsanlar beni seviyorlar, çünkü rengarenk gözüküyorum "internet alemi"nde. Gerçekte olduğumdan çok farklıyım demiyorum ama beni sokakta görseniz ve konuşmaya çalışsanız ya kaçmak isterim ya da ağlamak. Burada çenesi düşmüş gibi çıt çıt konuşan kız değilim, belki de öyle olsam burada konuşmazdım ve tamamen başka bir şeyimle bulmuş olurdunuz beni.
Gerçek dünya korkunç bir yer. Hepimiz biliyoruz, birbirimizi kandırmayalım. Sizin için korkunç bir yer olmasaydı şu an bunları okumakla vakit kaybediyor olmazdınız. (Kendisine vakit kaybı dediği için üzülmek üzere)
Duralım...
Bir saniye...
Çok özür dilerim...
Ama...
Bu yazının amacını unuttum ahahahaha.
Yazarken kafamın içi renk değiştiren bir labirente benziyor ama labirentin çıkışı yok, ya da merkezinde almam gereken bir şey yok. Sadece gittiğim yerlere göre, yürüdüğüm yerleri mantıklı bulmama göre labirentin rengi değişiyor. Düşüncelerim, vardığım sonuçlar değişiyor.
Çok net hatırlamasam da bu yazıyı "internet alemi"nin renklerine kanmayın demek için yazmaya başladım. Ama şu an kendinizi biraz süslemekte sakınca görmediğimi söylemek istiyorum.
Hayaletlerim... Artık bir sonuca varmak istemiyorum. Ne kendim için ne de sizin için. Sadece anlatmak istiyorum. Çünkü bunun bir sonucu yok. Asla da olmayacak. Fikirlerden çok daha fazlasına ihtiyacım var. Beyazın beyaz olduğuna bile emin olamazken size burada kendimden emin olduğum yalanını söyleyemem.
Özetlemek gerekirse "internet alemi"nde kendini süslemeyen insanların yeri yok genelde. Eğer kendinizi süsleme ihtiyacı hissetmiyorsanız, o halde burada olmaya da ihtiyacınız yok demektir; gerçek dünyada yeterince yeriniz vardır.
Benim de gerçek dünyada yerim oldukça sıkışık olduğundan dolayı "internet alemi"nde kendime yer ayarladım, böyle hafif serin (cool yani) ve oldukça bilgiç bir yer. Balkonu var geleni geçeni izleyip laf atıyorum. Bahçesi var çiçek ekiyorum.
Ve tıpkı benim gibi aslında gerçek dünyada kendilerine yer bulamadıkları için "internet alemi"nde süslü püslü dolaşan insanların süslerine ağzım açık hayranlıkla bakıyor oluşumu anlayamıyorum. Gerçekten anlayamıyorum. Siz de bunu bilin istiyorum, hayranlıkla baktığınız insanlar sizin gibi demek istiyorum. Ama bir yandan da beni sevsinler istiyorum, süslerime hayranlıkla baksınlar istiyorum. Boşuna mı süsleniyorum, diye düşünüyorum. Öyle çelişkilerle yuvarlanıp gidiyorum.
Belki de bu yazıyı kendime "bak senin de süslerini sevenler var, ama çok da büyütme çünkü onlar da en az senin kadar süsleniyorlar ve süslerini sevdiğin insanlar da en az senin kadar uzak gerçek dünyadan" tesellisini vermek için yazmışımdır. Belki de sizin için değildir tüm bu kelimeler.
Belki de ben yokumdur kim bilir.
Kafam o kadar kalabalık ki iğne atsanız yere düşmez. Tabii kafama iğne atmayın ama...
Her neyse... Üç gündür o kadar yorgunum, o kadar kırgın ve öfkeliyim, o kadar mutsuzum ki... Şurada oturup şu yazıyı yazmak o üç günün baş ağrısını alıp götürdü neredeyse. Şimdilik sadece bunu düşünüp mutlu olacağım. Sizin başınız nasıl bu günlerde? Ağrımasın.
Yazının başında da söyledim, her zaman da söylüyorum. Ben bu blogda süssüz dolaşıyorum. Bu blogda tamamen kendim olarak varım. Çünkü bazen gerçek dünyamın da sevilmesini istiyorum. İnsanlar beni birkaç gülücükten ve mesafeli tavırlardan ibaret sanmasınlar istiyorum. Ben buyum, kafası karışık biriyim sadece.
Kendinizi süslemeniz önemli değil. Sadece gerçek dünyanızın farkında olun, sizi üzmesine de izin vermeden dengeyi koruyun. Ben bu dengeyi bu blogla koruyorum işte. Ve süslerini beğendiğiniz insanlara bakıp kendinizi kötü hissetmeyin, ya da kapılıp gitmeyin. Onların gerçek dünyası nasıl bilmiyorsunuz çünkü.
Sizi seviyorum hayaletlerim.
Renkleriniz, süsleriniz çok güzel.
Ama eminim gerçek dünyada çektiğiniz sıkıntılar da çok güzeldir, sizi bana getirdiler.
mavinot: Galiba ben yine burada hikaye yazacağım ama emin değilim. Okumak ister misiniz? Şş aramızda kalsın şimdilik.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Yapmak İstemek, Yapabilmek, Yapmak... - Korkak Mavi #2

Selam dostlar.
Yine korkak başımı uzatmak için topladım cesaretimi. Tabii birilerinin ittirmesiyle yine...
Bu yazıya başlamanın güzel bir yolunu bulmuştum kafamın içindeki kalemle yazarken, ancak klavyenin başına gelip oturunca hepsi uçup gitti işte.
Hiç bazı şeyleri "yapabileceğiniz" için yapmak istemediğiniz oldu mu? Basit şeylerden bahsetmiyorum elbette. Kalkıp mutfaktan su almak ya da kendi başına dışarı çıkmak gibi ufak şeyler değil bunlar. Zaman, emek, uyku çalan şeylerden bahsediyorum.
Bunu hisseden tek insan benmişim gibi geliyor, o yüzden nasıl anlatmam gerektiğinden de emin değilim. Baştan alalım, en baştan.
Ben küçük bir kız çocuğuyken çok ama çok ders çalışan, ödevlerini aksatmayan bir öğrenciydim. Öğretmenlerin gözdesi, öğrencilerin "naaalır bizi de çalıştır" dediği arkadaşlarıydım. Hatta ilkokulda koridor nöbeti tutarken her işe koştuğum için müdür yardımcılarının kendi katlarına istedikleri öğrenciydim. Uğraşırdım çok, koştururdum. Çabalardım.
Sonra zamanla aslında bunların hiçbirine gerek olmadığını fark ettim. Bu kadar kendimi yıpratmama gerek yoktu. Evet, bir işi yapmaya karar verdiğimde onun en mükemmel olması için canımı dişime takardım ama her işi yapmama da gerek yoktu değil mi?
Mesela neden öğretmenlerin kontrol etmeyeceği ödevleri yapıyordum ki? Neden işi bölüşebileceğim bir sürü insan varken tek başıma hepsini üstlenmeye çalışıyordum? Ya da neden "olmasa da olur" denen kişi olduğum ortamlarda "olmaya" çalışıyordum? Hiç ilgilenmediğim konularda konuşmaya çalışıyordum, neden? Her şeyi bilmeye çalışıyordum, her şeyi yapmaya, her yere koşmaya.
Her yere koşarak giden birinin otobüsü keşfettiği gibi kolaylıkları keşfettim ben de. Ders çalışmayı, ödev yapmayı hayatımın büyük bir bölümünden çıkardım. Yalnızca gerekli anlara yerleştirdim onları. Herkes tembel olduğumu söyledi ama öğretmenlerin gözünde yine biricik Mavi'ydim. Tembel ama biricik işte. Nasıl biricik yahu bu kız yerinden kalkmaya bile üşeniyor oysa?
Beni görmeden de mutlu mesut yaşayabilecek insanların gözünün önünden çekilmeye başladım. İş düştüğünde, işi bölüştüren kişi olmayı bıraktım ve payıma düşeni yaptım yalnızca. Susmayı denedim; yalnızca ilgim olmayan konularda da değil, susabileceğim her muhabbette sustum.
Ama yine de görülmek istenen Mavi'ydim. Kendi payları için tavsiyeye ihtiyaçları olan insanların koştuğu Mavi. Konuşunca dinlenen, susunca saygı duyulan Mavi!
Nasıl oluyordu tüm bunlar?
Nasıl oluyordu da çok yorulduğum o günlerde elde ettiğim o güzel şeylerin bile bin katını elde edebiliyordum hiç yorulmadan? Ben gerçekten doğru şey için mi yoruluyordum bugüne kadar?
Sonra ben hiç yorulmamaya başladım çünkü anahtarı bulmuştum.
İstediğin gibi yap.
Öyle basitti ki. İstediğin şeyi, istediğin gibi yapabiliyordun. Çünkü istiyordun.
Ve insanlar bunun rahatlığı içinde olduğumun farkında olarak bana geliyorlardı. Parmağınız koptuğunda elinizden akan kanı görünce panik yapan birinden mi yardım istersiniz yoksa sakince yaraya bakıp ne yapması gerektiğine karar veren birinden mi? İşte olay tamamen bundan ibaretti.
Usulca panik duygumu kaybettim. Bazı şeyler yalnızca olunca oluyordu. Olsun diye diretmenin de anlamı yoktu, olmasın diye ağlaşmanın da.
Her şeyin bir çaresi vardı, yoksa da ölürdük en fazla. Ölümden daha büyük ne olabilirdi. Neden korkuyorduk bu kadar?
Öğrenmiştim. Çözmüştüm. Her şeyi yapabilirdim. Tek mesele istemekti.
İşte tam da bu anda, doğduğunuz an ölmeye başladığınız gibi, çözdüğüm her şey usul usul yeniden dolaşmaya başladı.
Her şeyi yapabiliyorsam... İstediğim her şeyi yapabiliyorsam o zaman... O zaman ne isteyecektim? Nerdeydi savaşmak? Hani hayaller ne oldu? Yapacağını bildiğin için eğlencesi kalmadı dimi dümbük? Öyle yine ben her şeyi bilirim triplerine girdin, ben bilirim ama yapmam. İşi bilirim ama gitmem. Pelerinsiz Süper Kadın seni...
Bu dünyada sorunu olmayan tek bir insan yok. Olmak istediğimiz insanlar hiç düşünemeyeceğimiz şeylerle boğuşuyorlar. Çünkü ben olmak istediğim için, olmak istediğim kişi oldum. Tecrübeyle sabit insan aklının asla alamayacağı kadar büyük bir alemde yaşıyoruz. Sayısız ihtimal var ve her ihtimal için onlarca dert.
Bu yüzden övünmek yanlış.
Bu yüzden öykünmek yanlış.
Bu yüzden isyan etmek yanlış.
Hepimiz minik çukurlarımızın içinden çıkmak için debeleniyoruz ama bulunduğumuz yerde çukurlardan başka bir şey yok.
Anlıyor musunuz? Okuyor musunuz gerçekten ne demek istediğimi?
Hayır ben bile anlamıyorum. Gerçekten kafamın içinden yüzlerce ok gidiyor ama kime atıyorum o okları bilmiyorum. Hiçbir fikir ölmediği gibi, hiçbir fikir zafer kazanmıyor.
Böyle böyle ben heveslerimi kaybetmeye başladım. Elimde belli başlı iki şey kalmıştı. Biri yazarlık, biri annelik. Ama ikisi de çok zaman alan şeylerdi, ikisi için de beklemem gerekiyordu.
Hala ikisinden de tamamen vazgeçtiğimi söyleyemem. Hele annelik için bunu söylersem o zaman hiçbir amacım kalmazmış gibi hissediyorum. Yine de eskisi kadar aşk hissetmiyorum ikisi için de.
Öyle işte ya.
Ne diyordum ben yine nerelere geldim.
Son zamanlarda gerçek bir heves duymadım yani. Suni heveslerimle hayata tutunmaya çalıştım. Çevirilerle uğraştım, kitaplar okudum.
Suni heveslerimin içinde hayallerim oldu. Mesela çok sevdiğim bir programı çevirme hayalim vardı, dizi çevirme hayalim vardı, film çevirme hayalim vardı. Hepsini gerçekleştirdim. Gerçekten bunları hayal etmiş miydim, hayal etmeye değerler miydi hala bunu sorguluyorum ama pişman olmayacağıma yüzde yüz eminim.
Bazen içinde bulunduğum durumları fazla büyütüyorum. Çok korkunç geliyorlar. Yani hayal kurmak istemez mi insan? Yeni şeyler için uğraşmak falan? Olmuyor ya çok sıkıcı. Kendimi artık ölümden başka bekleyecek bir şeyi olmayan, kefen parasını kenara koymuş, torunlarının evde koşuşturmasını izlerken "çok dağıtmasalar bari" diye düşünen bir babanne gibi hissediyorum. Bunu abarttığımı düşünüyorsanız size kalmış, ama gerçekten abartmıyorum.
Çok sıkıldım bu beynimin içinde. Sıfırlamak, dünyaya bir bebeğin gözünden bakmak ve yavaş öğrenmek istiyorum. Yaşıtlarım gibi karşı cinse baktığımda güzel şeyler düşünmek istiyorum, "bundan iyi baba olur mu" gözlüğümü çıkarmak istiyorum. Bir şeyler için uğraşmak istiyorum.
Ne kadar kendimle çelişiyorum değil mi? Daha yazının başında isteyince yapamayacağınız şey yoktur demiştim, şimdi de gelmiş "istiyorum ama olmuyoooğğğ :'(" diye ağlıyorum. Bunlar farklı şeyler gibi geliyor bana ama. Yani çeliştiğimi düşünüyorum. Hala isteyince her şeyi yapabileceğimden eminim. Ben yaparım da olmuyor ahahahaha.
Sıkıldık mı?
Sıkılmayın. Bari siz sıkılmayın, ben sıkılıyorum yeterince.
Düşüncelerimi sıraya koymak gittikçe zorlaşıyor, sırayı koymayı geçtim alakasız olanları ayıklamayı bile beceremiyorum. Kafamın içinde dönen fırtınaya göre bence gayet başarılı bir düzen oluşturdum ama tabii takdir sizin.
Son olarak bu yazıyı yazmamın sebebini söylemek için burada bulunmaktayım.
Benim artık bir hayalim var ehehe.
Kaç yıl oldu en son hayalimi kuralı bilmiyorum, saymadım. Hatırlamıyorum bile.
Beni o denli heyecanlandırıyor ki bu eski his, her gece rüyalarıma giriyor. Gerçekten yapmak istediğim bir şey bu! Ama bunu yapmak isteyen diğer insanlarla rekabet içinde olacağım için olup olmayacağından emin değilim.
İşte bu yüzden heyecan verici! İşte bu yüzden bu bir "hayal". Gerçekleşme ihtimali olan, ama gerçekleşeceğine dair bir kesinlik olmayan şey. Sözlük anlamı bu değil aslında, ama herkesin kendi için bir sözlüğü yok mudur zaten?
İsteyince olur arkadaşlar, hayatınız sıkıcı hale gelsin diye söylemiyorum bunu. Kendinizi çok zorlamayın diye söylüyorum. Panik yapmayın diye söylüyorum, kopan parmağı başka bir yere dikmeye çalışmayın diye.
Ama sakın "madem olabilir, o halde olmasın" diye düşünmeyin. Belki de olmaz, nereden biliyorsunuz? Küçücük dünyasında kendi oturduğu dalı kesip ağaçtan düşen, sonra dalın neden kırıldığını anlamaya çalışan aptal Mavi'nin sözüne mi inanıyorsunuz yoksa?
Hepimizin her duyguya ihtiyacı var, onları yok etmeye çalışmayın. Emin olun dünyanın en rahat yatağı bile hayal ettiğiniz kadar rahat değil.
Benden bu kadar dostlar.
Bu yazıdan bir şey anladıysanız Arap olmayın ama arkadaş olabiliriz.
Sizi seviyorum hayaletlerim.
Bana dua edin!
Mavi kalın buing~!

31 Mayıs 2016 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Yalnız Gidemiyorum

"Ben iç dünyama dönüyorum. 
Orada hayal kırıklığına yer yok."
- Oğuz Atay
"Elimi tut," diye fısıldadı her ağlamak istediğinde yaptığı gibi. Sonra parmaklarını yüzüme bakmadan bana uzattı. Tereddüt etsem de kavradım yumuşak elini. Kendisini kavramamı sağlayacak şekilde kolumu üstünden geçirdi ve bana yaslandı. "Biraz uyuyacağım burada."
"Nasıl istersen."
"Uyuyacağım için konuşmaman gerekiyor, ben gözlerimi açana kadar hareket etme."
"Tamam."
Tam karşımızdaki pencereden yüzümüze vuran güneş ışıklarına baktım. Kollarımda uyuyan bu kadın tıpkı o ışıklar kadar yumuşaktı, o ışıkların etrafında dolaşan bulutlar kadar da hafif.
Çok geçmeden tişörtüme damlamaya başladı gözyaşları. Önce sessizliğini koruyabildi ama küçük omuzları da sarsıntıya kapıldı sonra. Hıçkırıklara boğulup kafasını iyice göğsüme gömmesi için birkaç saniye yetmişti.
Tek yapabildiğim sımsıkı tuttuğu elimi çekmemek, diğer elimle saçlarını okşayabilmekti. Konuşmak yasaktı, ona gerçek anlamda sarılabilmekte. Çünkü gözlerini açmamıştı, şimdi uyuyordu.
Bazen böyle çocuksu oyunları nasıl düşünebildiğini merak ederdim. "Çocuksu" diyorum, saçma demeye dilim varmadığı için. 
Kendi kafasında bambaşka bir dünya kurardı, o dünyalarla benim dünyamı birleştirmek için parmak uçlarını kullanırdı. Kendisini iyileştiren dünyalardı bunlar, gözyaşlarını herkesin gördüğü dünyada dökerdi kendi dünyalarında iyileşirken. Bana o dünyalara bir damla bile gözyaşı düşmediğini söylemişti, oralarda bir kez bile canının yanmadığını.
Böyle kollarımda ağlarken, kafasını dizime koymuş ağlarken, yalnızca yanımda oturmuş ağlarken, ağlayamayacak kadar yorgun düşmüşken elini tutmamı isterdi. "Yalnız gidemiyorum," demişti kaküllerinin altından bana bakarken. "Yanımda olman gerekiyor." Ben yokken nasıl gittiğini sormaya korkmuştum hep.
Anlattığına göre ilk kez kendi dünyasını keşfettiğinde tadına doyamadığı için gitmek istemişti sürekli. Oraya gitmek için bu dünyadan kaçmaya ihtiyaç duymak gerekiyordu. Sonunda gülerek "Sigara gibi," diye açıkladı. "Başta gerçekten kaçmak istediğimde gidiyordum. Şimdi sadece oraya ihtiyacım olduğu için gidiyorum. Bu dünya kaçılmayacak kadar güzel bir yer olsa bile, orası her zaman daha güzel kalacak."
Asla doğru dürüst anlatmamıştı. Çiçeklerini sularken bir anda bir odadan diğerine bağırıp anlatmaya başlardı, başladığını belli etmek için seslenmezdi bile. Ya da evde değilsem arar, selam vermeden dökerdi içindekileri. Söylediklerinin başı, sonu ve belli bir sırası olmazdı. Havada uçuşan bölük pörçük cümlelerdi bunlar.
Hepsini birleştirmek için yazma fikri çok geç düştü kafama, hikayesinin yarısından fazlası kaybolmuştu çoktan.
Onun kalbi zayıftı. Kendi dünyasına gidip geldiği için mi yorgun düşmüştü, yoksa yorgun düştüğü için mi kendi dünyasına gidip geliyordu; kendisi de kestiremiyordu. Tüm bunların ne zaman başladığını da bilemiyordu. Kafasındaki her şeyin uçuştuğunu; hislerinin, düşüncelerinin başı veya sonunun olmadığını da söylemişti laf arasında. Özür dilemişti bir de, "Anlamıyorsan dinleme. Ben anlatırım," demişti.
Onun dünyalarına gidemediğimin, o iyileşirken benim burada kalıp ağladığını izlediğimin o da farkındaydı. Tıpkı "diğerleri" gibi onu asla tam anlamıyla anlayamayacağımı da biliyordu. "Ama, elini tutunca çok güzel kokuyor. Bugüne kadar kokladığım tüm çiçeklerden daha güzel. Burnumun gözleri olsaydı ağlardı." Vücudu bana sarılmak istermiş gibi kasıldığı halde yalnızca elimi tutmakla yetinirken söylemişti bunları, öylesine durup dururken.
Sonra çiçekleriyle tanıştırmıştı beni. Hepsinin adını ve yaşını tek tek söylemişti. Ezberlemem gerektiğini hissetsem de hiçbir zaman doğru dürüst ezberleyememiştim.
"En çok güzel kokanları, sonra rengi canlı olanları, en az da çiçeksiz olanları seviyorum ama en en en çok sarı olanları."
Birlikte yeni evimize taşındığımızda o çiçekleri taşıyana kadar birkaç gün uyuyamadı. Hepsini aynı anda getirmek istemedi; tek tek getirirken de hem taşıdıklarına, hem taşımakta olduklarına, hem de henüz taşımadıklarına dikkat etmek zordu. Her çiçeğin alması gereken güneş miktarı belliydi ve hepsini belli bir açıyla yerleştirmek lazımdı. Bir de onun deyimiyle "bazılarının su kaynaklarına çok yakın olması" gerekiyordu. Ne demek istediğini hiç anlamadım ama banyonun eşiğine dikkatli geçmezsem çarpabileceğim saksılar koymuştu.
Bazen bana çiçeklerinden daha çok beni sevdiğini kanıtlamak istediğini düşünürdüm. Yere uzanmış tavanı izlerken, günün en sessiz anında "Senin ellerin çiçeklerden daha güzel kokuyor," diye hatırlatırdı. Sonra ben cevap veremeden topuğunu en yakın saksıya yaslayıp uyuyuverirdi. 
Çiçekler onu sakinleştiriyordu, bense sakinleşmek için içine attıklarını dışarı çıkartmasına yardım ediyordum.
Bazen çiçeklerin yapraklarını ezip parmaklarını diline değdirirdi. Onu ne zaman böyle yakalasam yalnızca dilini çıkarmakla yetinmişti. Bilmediğim şeylerin arasına bir yenisini eklemişti yine.
Hakkında doğru dürüst bir şeyler bilmediğiniz bir insanı özlemeyeceğinizi düşünürsünüz. En azından ben öyle düşünmüştüm. Yokluğu bir şey değiştirmez gibi gelmişti, çünkü zaten yok gibiydi. Onunla ilgili alışkanlıklarım yoktu. Hiçbir şeyi planlayarak yapmazdı ki zaten. Kafası gibi, hayatı da darmadağınıktı.
Bir günde onlarca elbise değiştirirdi, sıkıldığı an yenisini giymeliydi. Yüzlerce çorabı vardı, her çorabının da bir ismi. Odaları temizlerdi, ama sürekli yapmazdı bunu. Her odada belli miktarda toz olması gerektiğini söylerdi. Ona göre belli olan şeyler aslında diğer insanlara göre belirsiz olan şeylerdi. Ölçüsü neydi kestirmek imkansızdı.
Uyurken ya benim elimi tutmalıydı, ya da çiçeklerinden birine dokunmalıydı. Yatağı yoktu, benim yatağımı da sevmezdi. Birlikte uyuduğumuzda koltukta sıkışırdık, tabii yerde uyuyakalmadıysak.
Uykusunda şarkı söylerdi. Önceleri söylediği şarkıların doğduğu memleketlerin dilinde olduğunu sanmıştım. Oysa o şarkıları kendi dilinde söylüyordu, yalnızca kendisinin bildiği dilde. Hiç bahsetmedi ama onları gittiği dünyalarda öğrendiğini tahmin ediyordum. Uyanıkken hatırlamıyordu çünkü.
İşte sözümona "iyi tanımadığım" ve "hiçbir şekilde alışkanlık yaratmayan" ev arkadaşım, yol arkadaşım hastaneye yattığında aslında kendime telkin ettiğim bu şeylerin yalandan ibaret olduğunu anladım.
Bir kere çiçekler ertesi gün solmaya başladılar. O uyanana kadar çoğu kötü kokular yaydı evin içine. O uyuyana kadar kendi dilinde söylediği şarkıları olmadığı için ben uyuyamadım. O uyanana kadar odalar onun belirlediği miktardan daha çok tozlandılar. O uyanana kadar çiçeklerinin ismini ezberledim. O uyanana kadar çiçekleri konuştu benimle. O uyanana kadar elbiselerini ben giydim tek tek, ama o öyle ufaktı ki bazılarına girememiştim. O uyanana kadar ellerimin kuruduğunu hissettim. Parmak uçlarımdan başlayıp bileğime doğru yavaş yavaş kurudular, sanki bana ait değillerdi artık.
O uyanıp benim elimi tutana kadar ellerimden sonra vücudumun her köşesinin sırayla bu kuruma işkencesine maruz kalacağını biliyordum, kalbim bile kuruyacaktı.
Neyse ki çok geçmeden uyandı. Önce hiç dokunmadı bana, baktı yalnızca uzun uzun. "Gözlerin de güzel kokuyormuş," dedi kendi mis kokulu gözleri dolarken. Vücudunun her yerinden çekiştiren borulara aldırmadan kollarını uzattı, sımsıkı sardı beni. Biz ilk defa o gün sarılıp ağladık birlikte, ilk defa o gün tek ağlayan o değildi. Acaba ben de onun dünyalarında iyileşmiş miyimdir o gün? Bilemiyorum.
Ellerime yeniden can verdikten sonra çiçeklerine nasıl can vereceğimi, toz miktarını nasıl ayarlayacağımı anlattı. Annesi çok kızdı bize, ama hastane yatağında neredeyse kucak kucağa uyuduk. Çoraplarının isimlerini sayarken uyuyakaldı, ben de saçlarının ne kadar güzel koktuğunu o güne kadar nasıl olup da fark etmemiş olduğumu düşünürken.
Evde olduğum her saniye çiçekleriyle konuşup en az onun iyi baktığı kadar iyi bakmaya çalıştım onlara. Tozları da saydım. Ama bir türlü söyleyemedim şarkılarını.
Her sabah başka bir çiçekle giderdim hastaneye. O sabah en sevdiği sarı çiçeklerden götürmüştüm. Küçük bir yaprağı ezip parmağını diline değdirdikten sonra "İlk defa dünya bu kadar güzel kokuyor," diye mırılandı. Hastane odasında ilaçtan başka bir şey kokmadığının farkında olup olmadığını dahi bilmiyordum.
Öğlen yürüyüşü yapmak için koridora çıkarken de yüzüme baktı. "Evim gibi kokuyorsun," dedi konuyu her gün penceresine konan kuşlara çekmeden önce.
O gece hastane yatağında yan yana yatmış tavanı izlerken elimi tuttu, kendi dünyasına gitti ve bir daha iç dönmedi. Ben de başka dünyalara açılan kapım toprağın altına gömüldüğü için bu renksiz dünyada onun rengarenk çiçekleriyle kısılıp kaldım.
Hala birinin evi gibi kokmak nasıl bir şeydir diye düşünüyorum. Evin sahibi ölünce o ev ne yapar ki tek başına?
Çiçeklerine bakıyorum işte.
Bir de tozları sayıyorum.
O kadar.


18 Mayıs 2016 Çarşamba

Mavi'nin Kahramanı

Selam dostlar!
Bazen kendimi gerçekten kötü hissettiğimde övgüleri kabul etmeyi seviyorum. Tamam hadi dürüst olalım, her zaman övgüleri kabul etmeyi seviyorum. Biri beni övdüğünde mutlu olma iznini kendime veriyorum, elbette vereceğim. O insanlar ben mutlu olayım diye bu övgüleri yapıyorlar.
Tabii ki her insan gibi benim de gerçekten hak etmediğim övgüler aldığım oluyor, İşte en sevdiğim övgüler onlar. Mesela biri bana ne kadar sakinsin dediğinde gerçekten inanılmaz mutlu oluyorum. Çünkü sakin biri değilim. Aksine bazen öfke problemim olduğunu düşünüyorum. Ama bu insan, bu güzel kişi, bu birey benim sakin biri olduğumu düşünmüş. Bu dünyada benim kendim hakkında rahatsızlık duyduğum bir konuyu fark etmeyip tam aksini düşünen 1(bir) kişi bulunuyor. Bunun ne kadar muhteşem olduğunun farkında mısınız?
Belki de değilsiniz. Zaten sizden bahsetmeye gelmedim. Yine kendimi anlatıyorum.
Sanırım 7. sınıfa gidiyordum, kendimle ilgili bir şeyleri kesin olarak fark etmeye başladım. Ama öncelikle güzel olanları gördüm. Çünkü içinde bulunduğum ortamdaki insanlar beni kendilerinden üstün görmeye meyilliydiler. Sınıf birincisiydim, bulunduğum şehrin insanlarının dış görünüşlerinden tamamen farklı bir dış görünüşe sahiptim. İngilizcem çok iyiydi. Sır tutmasını bilirdim, korumasını da bilirdim. Çok överlerdi beni. Öğretmenlerin en sevdiği öğrenciydim bir de.
Gerçekten ne kadar... El üstünde tutulduğumu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Bu kadar yüceltildiğim bir ortamda kendimin iyi özelliklerini önce fark ediyor olmam garip değildi. Kendimi gerçekten çok beğendiğim bir dönem vardı. Ama o kadar kısa sürdü ki bu beğenme dönemi...
Ortalama biriyken aniden üst seviye biri olduğuma inanmıştım ve aynı hızla -hatta belki daha da hızlı bir şekilde- aksine inandım.
Güzel değildim bir kere. Sürekli etrafımda dolaşıp beni okulun en yakışıklı çocuklarına ayarlayacağını söyleyen bir kız vardı mesela. Onun abartmasıydı güzelliğim. Sade, basit biriydim. Dikkat çekmezdim insanlar dönüp bakmazdı.
Evet herkes sırlarını verirdi, ben de tutardım. Ama bunu gerçekten güvenilir biri olduğum için mi yapıyordum? Yoksa bana güvenmelerini sağlayıp arkamı sağlama mı alıyordum? Çünkü ben hiç kimseye hiçbir sırrımı vermezdim. En yakın arkadaşım bile beni iyi tanımazdı.
Sonra da aslında kimseyi sevmediğimi fark ettim, yalnızca beni sevdikleri ve el üstünde tuttukları için onlara iyi davranıyordum.
Ama kesinlikle onlara olan davranışlarım değişmedi, tüm bunları fark ettikten sonra yalnızca içime kapanmakla yetindim. Hala sırları tutan, saçma salak şakalara gülen, İngilizce dersinde herkese yardım eden Mavi'ydim.
Sonra daha da düştüm. Hakkımda söyledikleri iyi şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Düştüm, düştüm. Hiçbir şey bilmiyorlardı. "Hiçbir şeyi hak etmiyorum"dan "beni tanıyan kimse yok"a kadar düştüm.
Hatta daha da düştüm.
Toparlanmak zordu. Herhangi bir şeyden toparlanmak kolay değilken böyle bir şeyden toparlanmanın kolay olmasını beklemiyordum zaten. Kaldı ki toparlanmayı da beklemiyordum.
Eninde sonunda toparlanıyorsunuz.
Olan bitenleri böyle tek cümleyle geçiştirmek hem bana hem de yaşadıklarıma haksızlık. Ama asıl anlatmak istediğim bu değil.
Yıllar geçti arkadaşlar, ben pek çok kez düştüm ama hiç o zamanki kadar düşmezdim. Düşseydim şu an bunları okuyor olmazdınız da zaten.
O düşüşümden yıllar sonra kendim hakkında çok daha kötü şeyler biliyorum. O zamanki Mavi'den daha kötü olduğumun farkındayım. En azından düşüncelerimde.
Ama ben kimsenin kılına zarar vermiş biri değilim ve büyüdükçe, aslında düşündüğümden daha kötü biri olduğumu fark ettikçe aynı zaman da düşündüğümden daha iyi biri olduğumu da fark ettim.
Yani ne dünyanın en iyi insanıydım ne de en kötü insanı. Sadece insandım işte, normal biri. Belki düşünceleri biraz öfke dolu ama dışardan her insan kadar ortalama.
Kendime söylediğim önce kötü şey beni öylesine pişman etti ki size nasıl anlatsam bilemiyorum. Hala engel olmak istediğim ve kendi yüzüme vurduğum bazı şeyler var, ama kimin yok ki?
Kim oturup düşündüğünde kendisini tam anlamıyla sevebiliyor? Sevebiliyorsanız, gerçekten sizi takdir ediyorum ve umarım insanlara bunun ne kadar önemli olduğunu gösterir, öğretirsiniz.
Ama benim söylemek istediğim şey şu, ben bile kendimi tam anlamıyla sevemiyorum. Kim beni tamamen sevebilir ki? Cevap; hiç kimse!
Ama bunun farkına vardığımda aynı zamanda kimsenin beni sevmesine ihtiyacım olmadığı sonucuna da varıyorum. Çünkü kimse hayal ettiğim o büyük sevgiyle kalbimi ısıtamayacak. O halde neden ufak sevgilere ihtiyaç duyayım? Beni sevmenizi istemiyorum, buna inanmıyorum değil bu mesele. İnsanlar beni sevebilir bu çok doğal.
Demem o ki görüp görebileceğim hiçbir sevgi benim kendime olan sevgimden daha büyük olamaz. Kimse bana benden daha çok değer veremez ve ben bunun farkındayım.
Düşerken bilmiyordum bunu, düşmeyi hak ettiğimi düşünüyordum hatta.
Kimse düşmeyi hak etmiyor, kimse kendini ittirmeyi hak etmiyor.
Artık azıcık tökezlediğimde bile kendimi ne kadar sevdiğimi hatırlatıyorum kendime. Kendimin yanındayım, kimseye anlatamasam da kendime anlatıyorum. Her şeyiyle kendimi tanıyan bir ben varken başkasının gösterdiği bir sevgiye ihtiyacım yok. Kimsenin elini tutmaya ihtiyacım yok. Düştüğümde dizlerime tutunup ayağa kalkabilirim.
Bunları öğrendim ben.
Düşecek gibi olduğumda kendimden bahsetmeyi alışkanlık edindim, ama onu da başkasına değil kendime anlatıyorum. Çözüm bu çünkü.
Böyle tanıyorum kendimi ve böyle görüyorum ayakta durma sebebimi. Düşmeden durabileceğimi böyle anlıyorum.
Kendimi seviyorum çünkü.
Ağlarken içimden haykırıyorum. "Sen benim nasıl hayata tutunduğumu biliyor musun?" diye. "Sen benim nasıl hala nefes aldığımı biliyor musun? Ben şimşeklerin tepemde çaktığını görmüş insanım."
Benden kahramanı yok.
Senden kahramanı yok Mavi.
Ben kendimin kahramanıyım ve başka kimseyi alıp başımın tacı etmem, başkasının beni başının tacı etmesini de istemem artık. O devri çoktan geçtim.
Bu dünyada kimsenin yaşadığı hiçbir şey kolay değil, biliyorum. Ama benim yaşadıklarım da yenilir yutulur şeyler değildi. Ben onları sindirdim bile.
Kendinizi kötü hissettiğiniz anlarda bir üşüme gelir ya. Hani ağlarsınız, yüzünüz kıpkırmızı olur, yanaklarınız alev alev yanar ama kollarınız göğsünüz üşür ya. İşte ben öyle zamanlarda hırkamı giyip ne kadar güçlü olduğumu hatırlatırım kendime.
Dünyanın en güçlü insanı ben değilim, ama tanıdığım en güçlü insan benim.
Ve hiçbirinizin aksini iddia etmeye hakkı yok.
Mavi'nin en güzel tonu benim, diğerlerini göremiyorsunuz bile parlayışımdan. Tamam bu biraz utanç vericiydi ahahahaha.
Kıssadan hisse dostlar: Ben kendimi çok kötü hissediyordum. Geçmiş zaman eki kullandım, çünkü yazıyı yazdıktan sonra daha iyiyim. Kendimden bahsettim çünkü. Tek ihtiyacım olan biraz sevgi, biraz da cesaret.
Başka insanlar size böyle şeyler vermezler.
Siz kendinizi kollayın, başkaları kollamaz.
Sevin kendinizi ve kahraman olun kendiniz için.
Başkalarını yüceltmek ne sizi bir yere getirecek, ne de onlara iyi gelecek. İkisini de denedim, ikisinden de bir fayda görmedim.
Gerçi denemeden de bilemezsiniz. Zira şimdiki Mavi, geçmişteki Mavi'ye bunları anlatsaydı kavga ederlerdi.
Yine de denediğiniz şeyler arasında kendinizi sevmek mutlaka olmalı. Bana hak vereceğinize inanıyorum bir gün.
Ayrıca belki sizi, sizin kendinizi sevdiğiniz kadar sevemem ama ben de sizi seviyorum sakın unutmayın olur mu? Bu hepimiz için bir adım olsun ^^
Size çok duygusal bir şarkı bırakıp gidecektim, ama ne gerek var bu kadar sevginin arkasından değil mi? Alın size en mutlusundan kısacık bir şarkı.
Mavi geceler efendim.
Pek sevgili dostunuz, Mavi ~

13 Mayıs 2016 Cuma

Pick The Stars - Mavi'nin adaşının dizisi

Selam dostlar!
Nasılsınız? Ben kendimi gayet iyi hissediyorum.
Cruel City'den sonra toparlanmak için biraz ara vermek mecburiyetinde kaldım. Gerçekten çok yorgun düşmüştüm ve şimdi bile aklıma geldiğinde fena oluyorum.
Yeni bir atraksiyonlu diziye başlamadan önce basit, sakin bir aile dizisi izlemem gerektiğini düşündüm. Bu sektöre girdiğimde izlediğim YAB ya da BOF gibi saçma diziler yani. Açıkçası bulmak zor oldu, bu kadar zorlanacağımı tahmin etmemiştim. Mantıken bulmuş da sayılmam gerçi.
Bizim gelişimizden bu yana sektörün kalitesi arttığı gibi beklentilerimiz de artmış, tabii ki kafa patlatan olaylar da. Yaşlanmış hissetim.
Her neyse konumuz bu değil. Bulduğum dizinin ismi Pick The Stars'dı!
Afişlerinin diziyle alakası olmadığı için buraya dizinin setinden bir fotoğraf getirmeyi daha uygun buldum.
Haydi gelin diziden bahsedelim.
Ortada duran kızımızın ismi Jin Pal Gang. Dünyanın en özenti, tembel ve aptal kızlarından biri. Beş yıldır aşık olduğu bir avukat var ve kendisi sağ tarafta tek başına duran abimiz oluyor.
Bu abimizin adı da Won Kangha. Buz kalpli olarak bilinse de dünyanın en şapşal insanlarından biri, sadece bunu hissetmek için altı yedi bölüm kadar beklemeniz gerekiyor.
Kangha abimiz evine temizlikçi arıyor, Aynı şirkette çalışan ve hemen yan masada bu temizlikçi muhabbetine kulak misafiri olan Pal Gang ablamız da hemen atlıyor tabii. "Ben ek iş arıyordum ben temizlikçi olurum," diyor. Sırf onun evinde yaşayabilmek için.
Kangha tabii ki istemiyor, aynı şirketteyiz ben sana iş buyuramam falan diyor. Ama Kangha'nın kardeşi Junha diyor ki "Sen abimi seviyorsun bize iyi bakarsın, ben onu ikna ederim sen gel başla Pazartesi günü."
Pazartesi gününden bir gün önce Pal Gang'ın anne ve babası da tatil yapmaya karar veriyorlar. İkisi baş başa başka bir şehire gidiyorlar. Fakat şöyle bir sorun var: Bu ailenin Pal Gang'dan hariç 5 çocuğu daha var ve bu 5 çocuğun hepsi evlatlık.
Çocuklardan biri daha konuşamıyor, yürüyemiyor o kadar küçük. Ama Pal Gang evde kalıp çocuklara bakmak yerine ertesi gün sevdiği adama güzel gözükebilmek için kardeşlerinden birinin kumbarasından para çalıp kuaföre gidiyor perma yaptırmaya. En küçük çocuk hastalanıyor.
Ortalık baya bir karışıyor arkadaşlar. Saçını beğenmeyip bas bas bağıran Pal Gang, eve gelmezsen anneme söylerim diye bağıran bir küçük boyu, sürekli ağlayan en küçük çocuk ve "bazı şeyler" sebebiyle hızla eve dönmeye çalışan anne babaları...
Sonuç olarak Pal Gang'ın anne ve babası kendilerine tır çarpması sonucu vefat ediyor.
Pal Gang ablamız da beş küçük kardeşiyle birlikte ortada kalıyor. Evleri ellerinden gidiyor, kredi kartı borçları desen tepelerine kadar.
Cenaze işleriyle uğraşmaktan hizmetçiliğe de başlayamıyor Pal Gang.
Bu altı kardeşin isimleri büyükten küçüğe şöyle gidiyor: Kırmızı(Pal Gang), Turuncu, Sarı, Yeşil, MAVİ ve Lacivert. Onlara bu isimleriyle hitap edeceğim daha rahat edelim diye.
Pal Gang gökkuşağı kardeşleriyle ne bir pansiyon da kalabiliyor, ne de arkadaşlarının evine sığabiliyor. Saunalarda birkaç gün yatıp kalktıktan sonra yalvara yakara Junha'dan kendisini yeniden işe almasını istiyor.
Ama biliyor ki çocukları o kalpsiz Kangha'nın olduğu eve sokmak gibi bir şeyi teklif dahi etmemek gerekiyor. Çocukları kolilere dolduruyor, en büyükle en küçüğü dışarda bırakıyor. Siz gezin ben sizi herkes uyuyunca alırım diyor.
Velhasıl ciddi anlamda eve yerleşiyorlar.
Ama nasıl yerleşiyorlar?
Lacivert her ağladığında ağzını kapatmak zorundalar, çocuklar yemek yiyebilmek için gece olmasını beklemek zorunda, odadan dışarı adım bile atamıyorlar, tuvalet meselesi zaten başlı başına bir trajediydi. İşin kötüsü Mavi'nin (ben değil, küçük Mavi) uyurgezerlik gibi bir problemi vardı.
İlk yakalanan çocuk hangisiydi hatırlamıyorum ama çocuklarının hepsinin yakalanmasına Mavi'nin uyurgezerliği sebep oldu. Her gece uykusunda kalkıp tuvalete gidiyordu çünkü.
Yakalandıklarında Kangha abimiz onları evden atmak istedi ama bir aylık bir sözleşme yaparak ev bulana kadar kalmaya karar verdiler.
Evdeki durumlar gerçekten çok eğlenceliydi. Tam bir aile dizisiydi Pick The Stars. Çocukların hepsinin kendine göre özellikleri vardı. Turuncu ağır abiydi. Sarı safça ama kibar bir kızdı. Yeşil inanılmaz zeki ve elinden her iş gelen bir kızdı. Mavi'yse dünyanın en masum çocuğuydu.
Mavi babası ölmeden önce hep onun kucağında uyuyordu. Avukat Kangha'ya yakalandıktan sonra evdeki "baba" figürü olduğu için hep onun yatağına gidip ayak ucunda uyumaya başladı. Avukat abi başlarda Mavi'ye çok kızdı, hatta Turuncu abisine bunu döv gibisinden saçma sapan laflar ediyordu. Ama birkaç sabahtan sonra her uyandığında ayağının ucuyla yatağı kontrol etti.
Pal Gang Mavi'nin kontrolden çıktığını düşündüğü için Mavi'nin bacaklarını diğer çocukların bacağına bağladı bir gece. O gecenin sabahında avukat abi Mavi'yi ayak ucunda göremeyince çok üzüldü. Aradan birkaç gün geçince de çocukları bağlamamasını söyledi Pal Gang'a.
Ondan sonra da Mavi'nin geceleri geleceği saatte uyanıksa, Mavi geldiğinde yatması için yorganı kaldırıp üstünü örttü. Uyurken onunla sohbet etti, sırtını pat patladı. Yanında uyudu.
Bu diziyi delice sevmemin bir sebebi varsa o da Kangha ve Mavi arasındaki bu güzel ilişkidir. Eminim izlerseniz siz de çok seveceksiniz.
Elbette diğer çocukların da yetişkinlerle ilişkileri çok şekerdi. Sarı, avukatın kardeşi Junha abimizi çok severdi ve sürekli onun tarafını tutardı. Yeşil'se bu iki adamın yeğeni olan şapşal Taegyu'nun tarafını tutardı. Kız kardeşlerinin bu kadar fanatik olmasına kızan Turuncu abimiz de hiç çaktırmadı ama bence o da avukat abimizi seviyordu.
Lacivert zaten minik elleriyle herkese mavi boncuk dağıtıyordu ehehe.
Eğer diziyle ilgili birkaç eleştiri yapmam gerekirse... (ki gerekmediğine eminim ama içimde tutamayacağım) Gerçekten çok yanlış olan yerler vardı.
Mesela Pal Gang, kucağında Lacivert'le birlikte ön koltuğa oturdu ve emniyet kemeri takmadı. Biliyorum, bu  sadece dizi ama beni ilgilendirmez.
Gökkuşağı kardeşlerin birbirlerini dövmesi (özellikle Turuncu'nun Mavi'ye sık sık vurması) çok rahatsız edici bir durumdu. Kardeşler kavga eder, biliyorum. Benim de kardeşim var. Ama yetişkinlerin bu saldırganlık halini teşvik etmesi de senaristin hayvanlığından kaynaklanıyordu bence.
Bir de ilk bölümlerde Lacivert cidden çok ama çok ağladı arkadaşlar. Öyle ki bazen katlanamaz hale geldim. Umarım bu yalnızca ekrana yansıdığı kadardır ve o çocuk setteyken gösterildiği kadar bunalmamıştır.
Evet, biliyorum. Geçirdikleri o buhran halini aktarmak için gerçekten olması gereken bir şeydi ama yavrucağa yazık değil mi?
Her neyse şikayetimi de yaptığıma göre...
Dizide gerçekten bütün klişelerden vardı. Doğum sırrı, zengin erkek fakir kız, dünyanın en kötü ikinci kadın karakteri(ve en çirkini), aşk üçgeni, kötü kaynana, salak ve sakar kız... Hatta bir yerden sonra sıkmaya başlayan dizi müzikleri bile vardı!!
Yani demem o ki, eğer siz bu diziyi izlemediyseniz ve nostalji yapmak istiyorsanız izleyebilirsiniz dostlarım.
Lacivert'in ilk söylediği kelime neydi biliyor musunuz? "Yıldız"
Pal Gang ablası kucağında minik ellerini gökyüzüne uzatıp "yıydız" diyen Lacivert'e onun için o yıldızların hepsini toplayacağına dair söz verdi.
Ben de siz bu diziyi izleyip adaşımı çok sevin, yıldızları toplayıp toplamadıklarını öğrenin diye size bu yazıyı yazıyorum dostlarım.
Lütfen bu diziyi mavileyin. Pişman olursanız gelin beni bulun ahahaha.
Mavi günler efendim.
Dizinin hoş bir şarkısıyla veda ediyoruz.
mavinot: Playlist'i güncellemeyeli yıllar olmuş gibi değil mi? Bir dahaki yazıya kadar güncellenecektir.