Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

31 Mayıs 2016 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Yalnız Gidemiyorum

"Ben iç dünyama dönüyorum. 
Orada hayal kırıklığına yer yok."
- Oğuz Atay
"Elimi tut," diye fısıldadı her ağlamak istediğinde yaptığı gibi. Sonra parmaklarını yüzüme bakmadan bana uzattı. Tereddüt etsem de kavradım yumuşak elini. Kendisini kavramamı sağlayacak şekilde kolumu üstünden geçirdi ve bana yaslandı. "Biraz uyuyacağım burada."
"Nasıl istersen."
"Uyuyacağım için konuşmaman gerekiyor, ben gözlerimi açana kadar hareket etme."
"Tamam."
Tam karşımızdaki pencereden yüzümüze vuran güneş ışıklarına baktım. Kollarımda uyuyan bu kadın tıpkı o ışıklar kadar yumuşaktı, o ışıkların etrafında dolaşan bulutlar kadar da hafif.
Çok geçmeden tişörtüme damlamaya başladı gözyaşları. Önce sessizliğini koruyabildi ama küçük omuzları da sarsıntıya kapıldı sonra. Hıçkırıklara boğulup kafasını iyice göğsüme gömmesi için birkaç saniye yetmişti.
Tek yapabildiğim sımsıkı tuttuğu elimi çekmemek, diğer elimle saçlarını okşayabilmekti. Konuşmak yasaktı, ona gerçek anlamda sarılabilmekte. Çünkü gözlerini açmamıştı, şimdi uyuyordu.
Bazen böyle çocuksu oyunları nasıl düşünebildiğini merak ederdim. "Çocuksu" diyorum, saçma demeye dilim varmadığı için. 
Kendi kafasında bambaşka bir dünya kurardı, o dünyalarla benim dünyamı birleştirmek için parmak uçlarını kullanırdı. Kendisini iyileştiren dünyalardı bunlar, gözyaşlarını herkesin gördüğü dünyada dökerdi kendi dünyalarında iyileşirken. Bana o dünyalara bir damla bile gözyaşı düşmediğini söylemişti, oralarda bir kez bile canının yanmadığını.
Böyle kollarımda ağlarken, kafasını dizime koymuş ağlarken, yalnızca yanımda oturmuş ağlarken, ağlayamayacak kadar yorgun düşmüşken elini tutmamı isterdi. "Yalnız gidemiyorum," demişti kaküllerinin altından bana bakarken. "Yanımda olman gerekiyor." Ben yokken nasıl gittiğini sormaya korkmuştum hep.
Anlattığına göre ilk kez kendi dünyasını keşfettiğinde tadına doyamadığı için gitmek istemişti sürekli. Oraya gitmek için bu dünyadan kaçmaya ihtiyaç duymak gerekiyordu. Sonunda gülerek "Sigara gibi," diye açıkladı. "Başta gerçekten kaçmak istediğimde gidiyordum. Şimdi sadece oraya ihtiyacım olduğu için gidiyorum. Bu dünya kaçılmayacak kadar güzel bir yer olsa bile, orası her zaman daha güzel kalacak."
Asla doğru dürüst anlatmamıştı. Çiçeklerini sularken bir anda bir odadan diğerine bağırıp anlatmaya başlardı, başladığını belli etmek için seslenmezdi bile. Ya da evde değilsem arar, selam vermeden dökerdi içindekileri. Söylediklerinin başı, sonu ve belli bir sırası olmazdı. Havada uçuşan bölük pörçük cümlelerdi bunlar.
Hepsini birleştirmek için yazma fikri çok geç düştü kafama, hikayesinin yarısından fazlası kaybolmuştu çoktan.
Onun kalbi zayıftı. Kendi dünyasına gidip geldiği için mi yorgun düşmüştü, yoksa yorgun düştüğü için mi kendi dünyasına gidip geliyordu; kendisi de kestiremiyordu. Tüm bunların ne zaman başladığını da bilemiyordu. Kafasındaki her şeyin uçuştuğunu; hislerinin, düşüncelerinin başı veya sonunun olmadığını da söylemişti laf arasında. Özür dilemişti bir de, "Anlamıyorsan dinleme. Ben anlatırım," demişti.
Onun dünyalarına gidemediğimin, o iyileşirken benim burada kalıp ağladığını izlediğimin o da farkındaydı. Tıpkı "diğerleri" gibi onu asla tam anlamıyla anlayamayacağımı da biliyordu. "Ama, elini tutunca çok güzel kokuyor. Bugüne kadar kokladığım tüm çiçeklerden daha güzel. Burnumun gözleri olsaydı ağlardı." Vücudu bana sarılmak istermiş gibi kasıldığı halde yalnızca elimi tutmakla yetinirken söylemişti bunları, öylesine durup dururken.
Sonra çiçekleriyle tanıştırmıştı beni. Hepsinin adını ve yaşını tek tek söylemişti. Ezberlemem gerektiğini hissetsem de hiçbir zaman doğru dürüst ezberleyememiştim.
"En çok güzel kokanları, sonra rengi canlı olanları, en az da çiçeksiz olanları seviyorum ama en en en çok sarı olanları."
Birlikte yeni evimize taşındığımızda o çiçekleri taşıyana kadar birkaç gün uyuyamadı. Hepsini aynı anda getirmek istemedi; tek tek getirirken de hem taşıdıklarına, hem taşımakta olduklarına, hem de henüz taşımadıklarına dikkat etmek zordu. Her çiçeğin alması gereken güneş miktarı belliydi ve hepsini belli bir açıyla yerleştirmek lazımdı. Bir de onun deyimiyle "bazılarının su kaynaklarına çok yakın olması" gerekiyordu. Ne demek istediğini hiç anlamadım ama banyonun eşiğine dikkatli geçmezsem çarpabileceğim saksılar koymuştu.
Bazen bana çiçeklerinden daha çok beni sevdiğini kanıtlamak istediğini düşünürdüm. Yere uzanmış tavanı izlerken, günün en sessiz anında "Senin ellerin çiçeklerden daha güzel kokuyor," diye hatırlatırdı. Sonra ben cevap veremeden topuğunu en yakın saksıya yaslayıp uyuyuverirdi. 
Çiçekler onu sakinleştiriyordu, bense sakinleşmek için içine attıklarını dışarı çıkartmasına yardım ediyordum.
Bazen çiçeklerin yapraklarını ezip parmaklarını diline değdirirdi. Onu ne zaman böyle yakalasam yalnızca dilini çıkarmakla yetinmişti. Bilmediğim şeylerin arasına bir yenisini eklemişti yine.
Hakkında doğru dürüst bir şeyler bilmediğiniz bir insanı özlemeyeceğinizi düşünürsünüz. En azından ben öyle düşünmüştüm. Yokluğu bir şey değiştirmez gibi gelmişti, çünkü zaten yok gibiydi. Onunla ilgili alışkanlıklarım yoktu. Hiçbir şeyi planlayarak yapmazdı ki zaten. Kafası gibi, hayatı da darmadağınıktı.
Bir günde onlarca elbise değiştirirdi, sıkıldığı an yenisini giymeliydi. Yüzlerce çorabı vardı, her çorabının da bir ismi. Odaları temizlerdi, ama sürekli yapmazdı bunu. Her odada belli miktarda toz olması gerektiğini söylerdi. Ona göre belli olan şeyler aslında diğer insanlara göre belirsiz olan şeylerdi. Ölçüsü neydi kestirmek imkansızdı.
Uyurken ya benim elimi tutmalıydı, ya da çiçeklerinden birine dokunmalıydı. Yatağı yoktu, benim yatağımı da sevmezdi. Birlikte uyuduğumuzda koltukta sıkışırdık, tabii yerde uyuyakalmadıysak.
Uykusunda şarkı söylerdi. Önceleri söylediği şarkıların doğduğu memleketlerin dilinde olduğunu sanmıştım. Oysa o şarkıları kendi dilinde söylüyordu, yalnızca kendisinin bildiği dilde. Hiç bahsetmedi ama onları gittiği dünyalarda öğrendiğini tahmin ediyordum. Uyanıkken hatırlamıyordu çünkü.
İşte sözümona "iyi tanımadığım" ve "hiçbir şekilde alışkanlık yaratmayan" ev arkadaşım, yol arkadaşım hastaneye yattığında aslında kendime telkin ettiğim bu şeylerin yalandan ibaret olduğunu anladım.
Bir kere çiçekler ertesi gün solmaya başladılar. O uyanana kadar çoğu kötü kokular yaydı evin içine. O uyuyana kadar kendi dilinde söylediği şarkıları olmadığı için ben uyuyamadım. O uyanana kadar odalar onun belirlediği miktardan daha çok tozlandılar. O uyanana kadar çiçeklerinin ismini ezberledim. O uyanana kadar çiçekleri konuştu benimle. O uyanana kadar elbiselerini ben giydim tek tek, ama o öyle ufaktı ki bazılarına girememiştim. O uyanana kadar ellerimin kuruduğunu hissettim. Parmak uçlarımdan başlayıp bileğime doğru yavaş yavaş kurudular, sanki bana ait değillerdi artık.
O uyanıp benim elimi tutana kadar ellerimden sonra vücudumun her köşesinin sırayla bu kuruma işkencesine maruz kalacağını biliyordum, kalbim bile kuruyacaktı.
Neyse ki çok geçmeden uyandı. Önce hiç dokunmadı bana, baktı yalnızca uzun uzun. "Gözlerin de güzel kokuyormuş," dedi kendi mis kokulu gözleri dolarken. Vücudunun her yerinden çekiştiren borulara aldırmadan kollarını uzattı, sımsıkı sardı beni. Biz ilk defa o gün sarılıp ağladık birlikte, ilk defa o gün tek ağlayan o değildi. Acaba ben de onun dünyalarında iyileşmiş miyimdir o gün? Bilemiyorum.
Ellerime yeniden can verdikten sonra çiçeklerine nasıl can vereceğimi, toz miktarını nasıl ayarlayacağımı anlattı. Annesi çok kızdı bize, ama hastane yatağında neredeyse kucak kucağa uyuduk. Çoraplarının isimlerini sayarken uyuyakaldı, ben de saçlarının ne kadar güzel koktuğunu o güne kadar nasıl olup da fark etmemiş olduğumu düşünürken.
Evde olduğum her saniye çiçekleriyle konuşup en az onun iyi baktığı kadar iyi bakmaya çalıştım onlara. Tozları da saydım. Ama bir türlü söyleyemedim şarkılarını.
Her sabah başka bir çiçekle giderdim hastaneye. O sabah en sevdiği sarı çiçeklerden götürmüştüm. Küçük bir yaprağı ezip parmağını diline değdirdikten sonra "İlk defa dünya bu kadar güzel kokuyor," diye mırılandı. Hastane odasında ilaçtan başka bir şey kokmadığının farkında olup olmadığını dahi bilmiyordum.
Öğlen yürüyüşü yapmak için koridora çıkarken de yüzüme baktı. "Evim gibi kokuyorsun," dedi konuyu her gün penceresine konan kuşlara çekmeden önce.
O gece hastane yatağında yan yana yatmış tavanı izlerken elimi tuttu, kendi dünyasına gitti ve bir daha iç dönmedi. Ben de başka dünyalara açılan kapım toprağın altına gömüldüğü için bu renksiz dünyada onun rengarenk çiçekleriyle kısılıp kaldım.
Hala birinin evi gibi kokmak nasıl bir şeydir diye düşünüyorum. Evin sahibi ölünce o ev ne yapar ki tek başına?
Çiçeklerine bakıyorum işte.
Bir de tozları sayıyorum.
O kadar.


7 yorum:

  1. Canım yandı.

    YanıtlaSil
  2. insafsızsın şerefsizsin söylesene güzelim güzelim sen niye böylesin

    YanıtlaSil
  3. Çok güzeldi ya *-* gözlerim doldu

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Üstünde etki bırakabildiğim için mutlu oldum T_T

      Sil
  4. içime oturan bir hüzün var

    YanıtlaSil