Düşünmeye devam
ediyorum. Cevabın gözümün önünde olduğunu bile bile görmekten kaçıyorum. Her
şeyin bittiğini söylediğimdeki şaşkınlığını unutamıyorum. Kendi aptallığıma
katlanamıyorum.
“Biliyormuşsun ya!”
Sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Ölüme giden ailemi düşünürken bu ayrıntıyı
unutmuşum.
Biliyorum tabii. Beni
elektrik direğiyle sevişmişim gibi çarpabilecek yalnızca bir gerçek var ve o
gerçek ne yazık ki anne babamın ölümü bile değil.
Onunla daha fazla
konuşmayacağım. Birdenbire çekip gitmesinden korkuyorum. Bir plan yapmalı ve bu
kehaneti yanlış çıkarmalıyım.
Yanına oturuyorum. İlk
kez yapıyorum, ama şaşırmıyor. Şaşırsa da belli etmiyor. Omzuna yatmak için
izin istiyorum. Kolunu açıyor, başımı göğsüne yaslıyorum. Eliyle omzumu
sıkıyor.
Kalbi sakin, vücudu
sıcacık. En son kimin göğsünde yattım böyle? Hatırlamak istemiyorum.
“Adın ne?” diye
soruyorum. Bunca zaman sormamak hataydı.
“Mahmut.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz üç.”
“Ben yirmi üç.”
“Senin de mi kaderinde
yazılı?” Aniden kalp atışlarının hızlanmasını umursamıyorum. Burada tesadüfen
bulunuyor olamaz.
“Benim kaderimde
şahitlik yazıyor olmalı.”
Öyle olmasını umuyorum.
Aslında daha fazlasından da umudum var. Ama devamını beklemeyeceğim. Onu daha
fazla yanımda tutamam.
Banyoya girdiğimde
dinlediğimi bildiğim için suyu açıyorum önce. Lavabonun kenarına hapları tek
tek çıkarıyorum. Hepsini aynı anda içmek zor, ikişer ikişer yutuyorum. Sonra
küvete oturuyorum.
Yirmi dakika sonra suyu
kapatıp içeri sesleniyorum. Güçlü kulakları olan bir arkadaşım olduğu için
mutluyum. Hemen geliyor. Kapıyı çalıyor yalnızca.
“Kapı açık. Lütfen
gel.”
Ağladığımın farkına o
zaman varıyorum. En büyük korkumun, ömrümün lanetli kehanetinin bu kadar
yaklaştığını düşünmek korkutuyor beni. Ama rahatım da… Zira gerçek olmasına
izin vermeyeceğim. Yalnız ölmeyeceğim.
Başım dönüyor artık,
açılan kapının sesi çok uzaklardan geliyor. Banyonun ortasında öylece dikilen
Mahmut’a sanki görebilecekmiş gibi ellerimi uzatıyorum.
“Küvetteyim.” O da öne
doğru uzanınca ellerimiz birbirine değiyor. “Yanıma uzanır mısın?”
“İyi misin?”
“Birazdan öleceğim.”
Hiçbir şey sormadan
güçlükle geliyor yanıma. Beni kucaklıyor. Kafamı göğsüne koyup gözlerimi
kapatıyorum. Vücudum sallanıyormuş gibi hissediyorum, midem ağzıma geliyor.
“Aptal kız,” diyor
sessizce.
“Üstüne kusacağım.”
“Ne yaptın sen?”
“Yalnız ölmek
istemedim. En azından biri yanımdayken… Yaslanınca doğal karşılayan biri
varken… Birinin kollarındayken öleyim istedim.” Yeniden ağzıma dolan yakıcı
sıvı bastırmaya çalıştıkça dudaklarımın kenarlarından sızıyor.
“Ben şahidin değilim
Lilya.” Sanki kalabalık bir yerdeymişiz de bana bir sır vermeye çalışıyormuş
gibi kulağıma fısıldıyordu. “Sen ölmeyeceksin.”
“Ölüyorum ki…” Ağzımı
açar açmaz içindeki her şey babamın gömleğine dökülüyor. En sevmediğim gömleği
vermekle iyi yapmışım. Gözlerimi açmaya çalışınca görüşümün karardığını fark
ediyorum.
“Pek anlayamadığın için
sana göstermek istememiştim, ama başka çarem kalmadı.” Eli sırtımı sıvazlayıp
yüzüme doğru hareket ediyor. Parmaklarını gözkapaklarımın üstünde gezdiriyor.
Evimin içinde ayak
sesleri duyarken kucağımda bir bebek görüyorum. Hangisinin gerçek olduğunu,
hangisinin gerçek olacağını anlayamıyorum.
“Ben olmayacak şeyler
görmem.”
Gülüyorum, biraz daha
kusarken. O zaten görmüyor ki. İyiden iyiye bilincim kapanırken birinin hışımla
beni onun kollarından aldığını hissediyorum.
***
Boğazımı alev alev
yakan bir kurulukla öksürmeye çalışarak uyanıyorum. Bedenimdeki tüm sıvılar
dışarı çekilmiş gibi, derim gergin, dudaklarım kuru, göz yuvarlarımı hareket
ettirmek bile zor.
Bana ait olduğunu
anlamak için bir süre beklemem gereken elimde başka bir el hissediyorum. Bakışlarımı
çevirmek külfetli geliyor, tüm bedenimle dönmeye çalışırken kolumdaki serumu
fark ederek inliyorum.
“Uyandın mı?”
“Su.” Sesim çok kısık
çıkıyor. Görmediğini unutarak beni duyup duymadığını anlamaya çalışıyorum. Gülmemeye
çalışarak omuz silkiyor. “Kusura bakma.”
“Hemşire çağırayım.”
Parmaklarının avucumda kaydığını hissedince yakalayıveriyorum.
“Biraz bekle.” O da
elimi sıkıyor.
“İyiymişsin. Uyanınca
gidebileceğini söylediler. Acil müdahale hayat kurtarır.” Bu sefer kendini
tutamıyor, dudaklarından neşeli bir kahkaha süzülüyor.
“Ölmediğime sevinen
birinin olması güzel…”
Gözlerini deviriyor. “Boşuna
mı bekledim günlerce başında?”
Dilimin ucuna gelen
soruyu sormakta tereddüt ediyorum. Belki de daha fazla karışmamalıyım. Eli
gevşiyor, parmaklarını avucumda gezdiriyor usul usul. “Biliyor muydun, başından
beri?”
Kafasını iki yana
sallıyor. “O gün göğsüme yaslanınca söylediler.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden kurtardılar ki
beni?”
Kocaman gülümsüyor. “Benden
daha güçlü olabilirler, ama değişmemesi gereken şeyleri değiştiremezler. Seni
onlar kurtarmadı, senin çizgin burada bitmiyormuş demek ki. Onlar sadece olması
gereken olsun diye haber verdiler. Ben de şahitlik etmem gerekeni izledim, müdahale
etmem gerekene de karıştım.”
“Peki… Bundan sonra ne
olacak?”
“Gidip hemşireyi
çağıracağım.” Elimi son bir kez çıkıp odadan çıkıyor.
***
Kafeye girer girmez
olduğum yere doğru koşan ayak sesleri duyuyorum. Ona seslenmeme bile gerek
kalmadı, günlerdir beni bekliyor olmalı.
Kollarımı kaldırıyorum,
ellerim onu sarmayı bekler gibi kıvrılmış. Gövdesi gövdeme çarpınca
rahatlıyorum. Çok zordu son iki hafta, ikimiz için de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
Bir yandan da kızıyor bana. “Bir daha seni tutmayan kör olsun,” diyor.
Gülüyorum. Bu kafeye bir kör yeter, ikimiz de biliyoruz.
Lilya’yı ziyarete
gitmeyi çok istiyor. “Şimdi olmaz,” diyorum.
“Kafanda bir tarih
belirlediğine göre bekliyordun bunu söyleyeceğimi. O zaman nişandan önce
olmasını isteyeceğimi de biliyorsundur.”
Ziyaret günü çok
heyecanlı gözüküyor. Bir de hediye hazırlamış, küçük bir pelüş oyuncak.
Nişanımıza davet ederken vereceğini söyledi, şaşırtmak istiyormuş onu.
Ev sahibi şaşıracak gibi
değil. Sanki en başından beri bekliyor bunu. Çaylarımızı içip yaptığı
kurabiyeleri yerken lafı açmaya çalışıyor Feride. Önce hediyesini vermeye karar
veriyor. Lilya sakince dinliyor onu, hediyeye fazlasıyla sevinmiş gibi geliyor
sesi teşekkür ederken.
Davetiye de hemen
arkasından gidiyor oyuncağın. Üzerindeki tarihleri okurken yüz ifadesinden, yine
gördüklerini yanlış anladığını fark ediyorum.
Artık düzeltmeyeceğim.
Geleceğini, hatta
gelirken annesinin elbiselerinden birini giyeceğini söylüyor sevinçle. Tam o
sırada çalıyor kapı, elimdeki çay bardağını bırakmak zorunda kalıyorum.
Kimin geleceğini
herkesten önce bilmenin rahatlığı ve bu sahneyi uzun süredir beklemiş olmanın
heyecanıyla arkama yaslanıyorum.
Kapıyı açan Lilya’dan
hiç ses çıkmıyor, gelen kişi de konuşmuyor. Feride kontrol etmek için ayağa
kalkmak isteyince elini tutuyorum.
“Merhaba,” diyor
davetsiz misafir. “Baş sağlığına geldim.”
Dostumuzun burnunu
çektiğini duyuyorum. “Nasıl öğrendin?”
“Uzaklaşmış olsam da
kopmadım.” Bir bebeğin ağlamadan evvel çıkardığı sesler geliyor bu defa
kulağıma. “İçeri girebilir miyiz?”
Giriş koridorunda ayak
sesleri… Feride gelenleri selamlamak için ayağa kalkarken beni de çekiyor.
Göremesem de biliyorum, kadın kucağındaki bebeği hiç düşünmeden onun kucağına
verecek. Sonra sımsıkı… İşte şimdi sımsıkı sarılıyor Lilya’ya.
Ağlıyorlar beraber.
Yüzümdeki gülümsemeye
engel olamıyorum herhalde, Feride yakalıyor beni. “Ne oluyor?”
“Sevenler kavuştu,”
diyorum olabildiğince alçak sesle. Bebek beni duymuş gibi uzanıp koluma
dokunuyor.
“Senin bebeğin mi?”
diye soruyor Lilya hıçkırıklarının arasından.
“İsmi Zambak,” diyor
kadın. Sonra bize dönüyor. “Ben Menekşe.”
“Bak, Mahmut.” Feride
kendini tutamayıp kahkaha atıyor dostumuzun bu lafına, yine bakamadığım unutulmuş
anlaşılan. “Sana dönüp dönmeyeceğini sormaya geldiğim kadın… Döndü işte.”
Gülümsüyorum. Elimi
önümdeki karanlık boşluğa uzatıyorum. “Memnun oldum, ben de sevgilinizi
ölmekten kurtaran adam.”
Bizim tanışma
faslımızla ilgilenmiyor o. Bebeği kucağına alıyor çabucak. Öpücüklere boğuyor. “Sen
getirdin anneni bana,” diyor. En başta Menekşe’yi götürenin de o olduğunu
bilmeden…
Fazla kalmıyoruz orada.
Nişanımıza üç kişi geleceklerini bilmenin huzuruyla dönüyoruz eve.
“Ne oldu şimdi?” diyor
Feride otobüste. “Hiçbir şey anlamadım.”
Saçlarını okşamak istiyorum
aniden. Daracık oturakta, yüzüne yanlışlıkla elim çarpmasın diye parmaklarımın
ucuyla yoklayarak omzunu buluyorum önce. Boynuna dokunuyorum. Acele ettirmemek
için kımıldamadan durduğunu hissedince yüreğim ısınıveriyor. Birden kırmızı
kabanını görüyorum. Bakışlarım aşağıya inince dizlerinin üstünde sıktığı
ellerini, yukarı çıkınca yaşlarla dolmuş gözlerini, biraz daha yukarıda kâküllerini
yakalıyor gözlerim.
“Ne oldu şimdi?”
diyorum şaşkınlıkla. Kulağımda hiç ses yok, kimse bana cevap vermiyor.
SON