Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

25 Kasım 2018 Pazar

onlar - 4 (son)

İki günüm düşünmekle geçti. Mutfakta onu yemek yapması için bırakırken; onun görmediği, benim de bakmadığım halde açık olan televizyonun karşısında konuşmadan otururken; tuvalette; mutfak alışverişine çıkıp onu evde bıraktığımda; Göksel iyi olup olmadığımı ve onun gidip gitmediğini kontrol etmek için aradığında hep düşünüyordum.
Düşünmeye devam ediyorum. Cevabın gözümün önünde olduğunu bile bile görmekten kaçıyorum. Her şeyin bittiğini söylediğimdeki şaşkınlığını unutamıyorum. Kendi aptallığıma katlanamıyorum.
“Biliyormuşsun ya!” Sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Ölüme giden ailemi düşünürken bu ayrıntıyı unutmuşum.
Biliyorum tabii. Beni elektrik direğiyle sevişmişim gibi çarpabilecek yalnızca bir gerçek var ve o gerçek ne yazık ki anne babamın ölümü bile değil.
Onunla daha fazla konuşmayacağım. Birdenbire çekip gitmesinden korkuyorum. Bir plan yapmalı ve bu kehaneti yanlış çıkarmalıyım.
Yanına oturuyorum. İlk kez yapıyorum, ama şaşırmıyor. Şaşırsa da belli etmiyor. Omzuna yatmak için izin istiyorum. Kolunu açıyor, başımı göğsüne yaslıyorum. Eliyle omzumu sıkıyor.
Kalbi sakin, vücudu sıcacık. En son kimin göğsünde yattım böyle? Hatırlamak istemiyorum.
“Adın ne?” diye soruyorum. Bunca zaman sormamak hataydı.
“Mahmut.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz üç.”
“Ben yirmi üç.”
“Senin de mi kaderinde yazılı?” Aniden kalp atışlarının hızlanmasını umursamıyorum. Burada tesadüfen bulunuyor olamaz.
“Benim kaderimde şahitlik yazıyor olmalı.”
Öyle olmasını umuyorum. Aslında daha fazlasından da umudum var. Ama devamını beklemeyeceğim. Onu daha fazla yanımda tutamam.
Banyoya girdiğimde dinlediğimi bildiğim için suyu açıyorum önce. Lavabonun kenarına hapları tek tek çıkarıyorum. Hepsini aynı anda içmek zor, ikişer ikişer yutuyorum. Sonra küvete oturuyorum.
Yirmi dakika sonra suyu kapatıp içeri sesleniyorum. Güçlü kulakları olan bir arkadaşım olduğu için mutluyum. Hemen geliyor. Kapıyı çalıyor yalnızca.
“Kapı açık. Lütfen gel.”
Ağladığımın farkına o zaman varıyorum. En büyük korkumun, ömrümün lanetli kehanetinin bu kadar yaklaştığını düşünmek korkutuyor beni. Ama rahatım da… Zira gerçek olmasına izin vermeyeceğim. Yalnız ölmeyeceğim.
Başım dönüyor artık, açılan kapının sesi çok uzaklardan geliyor. Banyonun ortasında öylece dikilen Mahmut’a sanki görebilecekmiş gibi ellerimi uzatıyorum.
“Küvetteyim.” O da öne doğru uzanınca ellerimiz birbirine değiyor. “Yanıma uzanır mısın?”
“İyi misin?”
“Birazdan öleceğim.”
Hiçbir şey sormadan güçlükle geliyor yanıma. Beni kucaklıyor. Kafamı göğsüne koyup gözlerimi kapatıyorum. Vücudum sallanıyormuş gibi hissediyorum, midem ağzıma geliyor.
“Aptal kız,” diyor sessizce.
“Üstüne kusacağım.”
“Ne yaptın sen?”
“Yalnız ölmek istemedim. En azından biri yanımdayken… Yaslanınca doğal karşılayan biri varken… Birinin kollarındayken öleyim istedim.” Yeniden ağzıma dolan yakıcı sıvı bastırmaya çalıştıkça dudaklarımın kenarlarından sızıyor.
“Ben şahidin değilim Lilya.” Sanki kalabalık bir yerdeymişiz de bana bir sır vermeye çalışıyormuş gibi kulağıma fısıldıyordu. “Sen ölmeyeceksin.”
“Ölüyorum ki…” Ağzımı açar açmaz içindeki her şey babamın gömleğine dökülüyor. En sevmediğim gömleği vermekle iyi yapmışım. Gözlerimi açmaya çalışınca görüşümün karardığını fark ediyorum.
“Pek anlayamadığın için sana göstermek istememiştim, ama başka çarem kalmadı.” Eli sırtımı sıvazlayıp yüzüme doğru hareket ediyor. Parmaklarını gözkapaklarımın üstünde gezdiriyor.
Evimin içinde ayak sesleri duyarken kucağımda bir bebek görüyorum. Hangisinin gerçek olduğunu, hangisinin gerçek olacağını anlayamıyorum.
“Ben olmayacak şeyler görmem.”
Gülüyorum, biraz daha kusarken. O zaten görmüyor ki. İyiden iyiye bilincim kapanırken birinin hışımla beni onun kollarından aldığını hissediyorum.
***
Boğazımı alev alev yakan bir kurulukla öksürmeye çalışarak uyanıyorum. Bedenimdeki tüm sıvılar dışarı çekilmiş gibi, derim gergin, dudaklarım kuru, göz yuvarlarımı hareket ettirmek bile zor.
Bana ait olduğunu anlamak için bir süre beklemem gereken elimde başka bir el hissediyorum. Bakışlarımı çevirmek külfetli geliyor, tüm bedenimle dönmeye çalışırken kolumdaki serumu fark ederek inliyorum.
“Uyandın mı?”
“Su.” Sesim çok kısık çıkıyor. Görmediğini unutarak beni duyup duymadığını anlamaya çalışıyorum. Gülmemeye çalışarak omuz silkiyor. “Kusura bakma.”
“Hemşire çağırayım.” Parmaklarının avucumda kaydığını hissedince yakalayıveriyorum.
“Biraz bekle.” O da elimi sıkıyor.
“İyiymişsin. Uyanınca gidebileceğini söylediler. Acil müdahale hayat kurtarır.” Bu sefer kendini tutamıyor, dudaklarından neşeli bir kahkaha süzülüyor.
“Ölmediğime sevinen birinin olması güzel…”
Gözlerini deviriyor. “Boşuna mı bekledim günlerce başında?”
Dilimin ucuna gelen soruyu sormakta tereddüt ediyorum. Belki de daha fazla karışmamalıyım. Eli gevşiyor, parmaklarını avucumda gezdiriyor usul usul. “Biliyor muydun, başından beri?”
Kafasını iki yana sallıyor. “O gün göğsüme yaslanınca söylediler.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden kurtardılar ki beni?”
Kocaman gülümsüyor. “Benden daha güçlü olabilirler, ama değişmemesi gereken şeyleri değiştiremezler. Seni onlar kurtarmadı, senin çizgin burada bitmiyormuş demek ki. Onlar sadece olması gereken olsun diye haber verdiler. Ben de şahitlik etmem gerekeni izledim, müdahale etmem gerekene de karıştım.”
“Peki… Bundan sonra ne olacak?”
“Gidip hemşireyi çağıracağım.” Elimi son bir kez çıkıp odadan çıkıyor.
***
Kafeye girer girmez olduğum yere doğru koşan ayak sesleri duyuyorum. Ona seslenmeme bile gerek kalmadı, günlerdir beni bekliyor olmalı.
Kollarımı kaldırıyorum, ellerim onu sarmayı bekler gibi kıvrılmış. Gövdesi gövdeme çarpınca rahatlıyorum. Çok zordu son iki hafta, ikimiz için de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir yandan da kızıyor bana. “Bir daha seni tutmayan kör olsun,” diyor. Gülüyorum. Bu kafeye bir kör yeter, ikimiz de biliyoruz.
Lilya’yı ziyarete gitmeyi çok istiyor. “Şimdi olmaz,” diyorum.
“Kafanda bir tarih belirlediğine göre bekliyordun bunu söyleyeceğimi. O zaman nişandan önce olmasını isteyeceğimi de biliyorsundur.”
Ziyaret günü çok heyecanlı gözüküyor. Bir de hediye hazırlamış, küçük bir pelüş oyuncak. Nişanımıza davet ederken vereceğini söyledi, şaşırtmak istiyormuş onu.
Ev sahibi şaşıracak gibi değil. Sanki en başından beri bekliyor bunu. Çaylarımızı içip yaptığı kurabiyeleri yerken lafı açmaya çalışıyor Feride. Önce hediyesini vermeye karar veriyor. Lilya sakince dinliyor onu, hediyeye fazlasıyla sevinmiş gibi geliyor sesi teşekkür ederken.
Davetiye de hemen arkasından gidiyor oyuncağın. Üzerindeki tarihleri okurken yüz ifadesinden, yine gördüklerini yanlış anladığını fark ediyorum.
Artık düzeltmeyeceğim.
Geleceğini, hatta gelirken annesinin elbiselerinden birini giyeceğini söylüyor sevinçle. Tam o sırada çalıyor kapı, elimdeki çay bardağını bırakmak zorunda kalıyorum.
Kimin geleceğini herkesten önce bilmenin rahatlığı ve bu sahneyi uzun süredir beklemiş olmanın heyecanıyla arkama yaslanıyorum.
Kapıyı açan Lilya’dan hiç ses çıkmıyor, gelen kişi de konuşmuyor. Feride kontrol etmek için ayağa kalkmak isteyince elini tutuyorum.
“Merhaba,” diyor davetsiz misafir. “Baş sağlığına geldim.”
Dostumuzun burnunu çektiğini duyuyorum. “Nasıl öğrendin?”
“Uzaklaşmış olsam da kopmadım.” Bir bebeğin ağlamadan evvel çıkardığı sesler geliyor bu defa kulağıma. “İçeri girebilir miyiz?”
Giriş koridorunda ayak sesleri… Feride gelenleri selamlamak için ayağa kalkarken beni de çekiyor. Göremesem de biliyorum, kadın kucağındaki bebeği hiç düşünmeden onun kucağına verecek. Sonra sımsıkı… İşte şimdi sımsıkı sarılıyor Lilya’ya.
Ağlıyorlar beraber.
Yüzümdeki gülümsemeye engel olamıyorum herhalde, Feride yakalıyor beni. “Ne oluyor?”
“Sevenler kavuştu,” diyorum olabildiğince alçak sesle. Bebek beni duymuş gibi uzanıp koluma dokunuyor.
“Senin bebeğin mi?” diye soruyor Lilya hıçkırıklarının arasından.
“İsmi Zambak,” diyor kadın. Sonra bize dönüyor. “Ben Menekşe.”
“Bak, Mahmut.” Feride kendini tutamayıp kahkaha atıyor dostumuzun bu lafına, yine bakamadığım unutulmuş anlaşılan. “Sana dönüp dönmeyeceğini sormaya geldiğim kadın… Döndü işte.”
Gülümsüyorum. Elimi önümdeki karanlık boşluğa uzatıyorum. “Memnun oldum, ben de sevgilinizi ölmekten kurtaran adam.”
Bizim tanışma faslımızla ilgilenmiyor o. Bebeği kucağına alıyor çabucak. Öpücüklere boğuyor. “Sen getirdin anneni bana,” diyor. En başta Menekşe’yi götürenin de o olduğunu bilmeden…
Fazla kalmıyoruz orada. Nişanımıza üç kişi geleceklerini bilmenin huzuruyla dönüyoruz eve.
“Ne oldu şimdi?” diyor Feride otobüste. “Hiçbir şey anlamadım.”
Saçlarını okşamak istiyorum aniden. Daracık oturakta, yüzüne yanlışlıkla elim çarpmasın diye parmaklarımın ucuyla yoklayarak omzunu buluyorum önce. Boynuna dokunuyorum. Acele ettirmemek için kımıldamadan durduğunu hissedince yüreğim ısınıveriyor. Birden kırmızı kabanını görüyorum. Bakışlarım aşağıya inince dizlerinin üstünde sıktığı ellerini, yukarı çıkınca yaşlarla dolmuş gözlerini, biraz daha yukarıda kâküllerini yakalıyor gözlerim.
“Ne oldu şimdi?” diyorum şaşkınlıkla. Kulağımda hiç ses yok, kimse bana cevap vermiyor.

SON

17 Kasım 2018 Cumartesi

onlar - 3

Evine fazla gelen giden olmadı. Cenazeden iki gün önce köpeği için bir cenaze töreni düzenlemiş olan Göksel Hanım ilgilendi her şeyle. Her şey sessizce olup bitti. Bana kimse bir şey sormadı, hala kimse sormuyor.
Soru sormadan hazırlanan ve hazırlandığından beri yerinde duran koltuktaki yatağımda uyanıyorum. Buraya geldiğimden beri uyuyabiliyorum. Üstümde, ilk gece hiçbir şey söylemeden sehpanın üzerine bıraktığı, babasının pijamaları var. Dört gündür buradayım.
O gün de onun uyandığını duymadan yerimden kalkmıyorum. Hızla mutfağa girdiğini ve aynı hızla çıktığını duyuyorum. Onu kendi odasına girerken yakalıyorum. “Yemek yok,” deyip rüzgârını üstümde bırakarak geçiyor. Günlerdir ilk kez benimle konuşuyor.
Ben mutfağa girerken onun da banyoya girdiğini, kapıyı kilitlediğini duyuyorum. Gözlerim ağır ağır canlanırken o da suyu açıyor. Günlerdir ilk kez banyo yapıyor.
Önce buzdolabına bakıyorum, kahvaltılık bir şeyler hazırlayacak malzeme var en azından. Dört gündür baş sağlığına gelenlerin getirdiği yemekleri yemekten ikimiz de bıktık.
Kendimi kaptırmışım herhalde. Ömrünün sonuna gelmiş birkaç domatesi doğrarken içeri girip hazırladıklarıma baktığını görmüyorum, duymuyorum da. Yanıma dikiliyor.
Başımı çevirince beline varan uzun, koyu kahverengi, ıslak, yeni taranmış saçlarını görüyorum önce. Siyah gözleri gözlerimle buluşuyor. Kafasının ne denli karışık olduğu yüzünde yazıyor. İrkiliyorum. Elimdeki bıçağın kaydığını hissederken gözlerimin ağır ağır kapandığını fark ediyorum. Son bir hamleyle parmaklarımdan kurtulan bıçağı yakalıyorum, ama keskin yerinden.
***
Elini sararken sessizce bekliyor. Oturduğumuzdan beri birkaç kez kulağını ovuşturmak dışında bir şey yapmadı. Fazla sakin, yüz ifademi göremediğinden olsa gerek. Gerçi ben de nasıl göründüğümü bilmiyorum. Öfkeli miyim, şaşkın mıyım anlamıyorum. Merak ettiklerim var mı yoksa sadece merak etmem gerektiği için mi sormak istiyorum, bilmiyorum.
Çaputun iki ucunu tutup bağlarken hafifçe inliyor, fazla sıktım sanırım. Gevşetiyorum.
“Neden gitmedin?” Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkıyor. Bakışlarım biraz daha aşağı kayınca şeffaf göz bebekleriyle karşılaşıyorum. Beni göremediğine eminim.
Sormam gereken sorunun bu olmadığını bilse de cevap veriyor. “Git demedin.”
“Bir sebebi yok mu yani? Hastanede de rastgele karşılaşmış olamayız. Gelip beni buldun.”
“Orası öyle.”
“Başka bir şeyler daha mı görmem gerekiyor?”
“Bir şey gördün mü sen?”
İç çektim. Oturduğum yerde bağdaş kurup yüzünü incelerken yanıtladım. “Hayır, aslında yalnızca bir histi. Bir anda her şeyi anlamışım gibi, uğursuz bir his.”
Gülüyor. Gülünce yanaklarının ve gözlerinin kenarlarında kırışıklar beliriyor, benden büyük olmalı. “Uğursuz doğru kelime.”
“Sorularıma cevap vermiyorsun.”
“Başka bir şeyler görmene gerek yok.”
“Mutfakta ne oldu?” Soruyu nasıl soracağımı bilemediğimden bodoslama soruveriyorum. “Beni gördün.”
“Bakışlarımdan belli oluyor muydu?” Bu adamın, az önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiç görmediğini fark ediyorum. Gözlerinin hep az önceki gibi siyah renginde olduğunu sanıyor olmalı.
“Az önce gözlerin siyahtı.”
“Normalde… Normalde nasıl ki?”
“Şeffaf. Kör insanlarınki gibi…” Başını önüne eğiyor. “Sen de kör müsün?” Sorum onu yine güldürüyor.
“Evet, ama her zaman değil.”
“O ne demek öyle?”
Önce anlatmak ister gibi düşünüyor, başını sağa yatırıyor. Sonra yeniden kulaklarını ovuşturuyor. “Uzun hikâye.”
“Artık konuşacak pek insan yok etrafımda. Anlat lütfen.” Bu defa kulaklarını ovuşturmak yerine bastırıyor. Dişlerini de sıktığını görünce pes ediyorum. Başka şekilde soracağım. “Anlatmanı istemiyorlar mı?”
Yine gülüyor. “Gerçekten zeki birisin.”
“Gözlerin de… Onlar yüzünden mi böyle?” Başını sallayarak onaylıyor. “Neden peki?”
“Onlardan bir şey istedim, karşılığında bir şey vermeliydim.”
“Nasıl? Gözlerini… Kör mü ettiler seni? Ne istedin ki? Gözlerini mi aldılar?” Korkmam gerekirken heyecanlandığım için kendimi kötü hissediyorum, üstelik o karşımda bana bir şeyler anlattığı için acı çekerken… “Özür dilerim. Çok soru soruyorum.”
“Kedim,” diyor. “Kedime araba çarptı. Çocuktum daha. Canını kurtarın dedim, ne isterseniz vereceğim.” Sanki bir film izliyorum, filmin içine girdiğimi fark etmeden sessizce kabulleniyorum hikâyesini. “Biraz derine girmem lazım.” Son cümleyi bana söylemediğini fark edince biraz daha anlıyorum nasıl birini dinlediğimi. Omuzları titriyor, onay almış olmalı “Kedimi görmeme izin verdiler. Bir de yetim büyüdüm, yemek yapan olmaz diye mutfakta açılır gözlerim.”
“Çok saçma.”
“Biliyorum. Aslında asıl saçma olan beni yıllarca kendilerine inandırmış olmaları.” Sessizce devam etmesini bekliyorum. Büyük dedemden kalma duvar saatinin tik takları perde aralığından içeri girip tozları ışıldatan günışığına karışıyor. “Kedim o gün öldü, ama beni yıllarca onun yaşadığına inandırdılar. Yıllarca ölü bir kedinin hayatta olduğuna inandım. Sonra bir gün… Yirmi yaşında falandı o zaman, yani ölmeseydi o zaman o yaşta olurdu. Tüylerinin hiç beyazlamadığını, hala genç kediler gibi atlayıp zıpladığını, aslında hiç yaşlanmadığını fark ettim ve o an görebildiğim tek canlıya da kör oldu gözlerim.”
Yutkunuyorum. Anlattığı şeyin gerçek olduğunu kabul edebildiğimden hala emin değilim. Ama ses tonu içimi acıtıyor. “O zaman az önce beni görmemeliydin,” diyorum kedi konusunu kapatmak için.
“Görmemem gerekiyordu zaten. Çok sessiz geldin. Biraz öfkeliler, seni nasıl kaçırdılar anlamıyorum.”
“Özür dilerim.”
“Artık özür dileme. Asıl öfkeli olması gereken benim.”
“Kahvaltı edelim,” diyorum daha fazla soru sormadan. “O kadar hazırladın, yemeden olmaz.”
Masaya yerleşiyoruz. Tabağına her şeyden biraz koyuyorum. Yardıma ihtiyaç duymadan yiyişini izliyorum. Ben de az önce doğrayamadığı domateslerden birini ısırıyorum.
“Ama sahiden, neden hala buradasın? Her şey bitti sonuçta.”



15 Kasım 2018 Perşembe

onlar - 2

Olmuyor işte. Kendime, her ne kadar tüm olanların aklımın bir oyunu olduğunu söylesem de gördüm. Nasıl titrediğini, ağladığını ve kan çanağı gözlerini gördüm. Elimi acı içinde sıkışını hissettim. Normal değildi.
Köpeği aniden felç geçiren Göksel’e bu konuyu anlatamıyorum. Annemle babam falcıya gittiğimi bile bilmiyorlar, kendimle bir başımayım. İçim içimi yiyor.
Üç gün dayanabiliyorum yalnızca. Beni çıkardıktan sonra kapısını kilitlediği o odaya girmek için gerekirse farklı bir isim kullanacağımı söylüyorum kendime ve çantama uzun zamandır taşımadığım biber gazını koyup çıkıyorum evden.
Belki de düşündüğüm kadar büyük bir şey olmayacak. Öylesi düşünüp durmaktan daha iyidir.
Sahiplerinin ilginç gözüksün diye birkaç temayı birleştirmeye çalışıp tasarımını ürkütücü bir hale getirdiği küçük kafeye girdiğimde dizlerim titriyor. Çaprazlama omzuma astığım çantamın sapını sıkıca tutuyorum. Kasada bekleyen kısa boylu kadına yürürken neler söyleyeceğimi kurmaya çalışıyorum kafamda, buraya kadar hiçbir şey düşünmeden gelmişim.
Ellerini önündeki tezgâhta sımsıkı birleştiriyor. Beni tanıdığı gözlerinden belli. Bir şey söylememe müsaade etmiyor. “Bekle burada.”
İlk geldiğimde falıma baksın diye girdiğim, loş odadan çıkıyor o çocuk. Üzerinde gri bir kapüşonlu var, kirli gözüküyor.
“Geldin.”
“O gün ne gördün?”
Kulağı ağrıyormuş gibi başını sağ tarafa yatırıp kaşlarını çatıyor. Yanımdan geçip tezgâhın arkasına giriyor. “Söyledim ya, hiçbir şey.”
Aşağıdaki raflarda el yordamıyla bir havlu bulup zaten tertemiz olan tezgâhı silmeye girişiyor. Ben onu sessizce izlerken yanında duran kadın tezgâhtaki nesneleri o devirmeden kaldırmaya çabalıyor.
Bekliyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum, onun da ne yaptığını bilmediği apaçık ortada. Belki şimdi gitmeliyim, bana verilmiş son şans olabilir. Şimdi çekip gitsem bu vazgeçişime kaç kişinin şahit olacağını görmek için etrafıma bakınıyorum, neyse ki bizden başka kimse yok.
Yeniden ona baktığımda elindeki bezi yere düşürdüğünü ve donup kaldığını görüyorum. Hiçbir ifade yazılı olmayan yüzünde, gözlerinden kurtulan yaşlar süzülüyor.
Tezgâhın arkasından çıkmaya çalışıyor, çarpıyor. Geri çekiliyor, bir daha çarpıyor. Sanki biri yanağına dokunuyormuş da o kişinin eline vurmak istiyormuş gibi elini savuruyor yüzünün yanında.
Kısa boylu kadın onu sıkıca tutup tezgâhı kapısını açıyor. Genç adam yalpalayarak çıkıyor. Kendime hâkim olamıyorum, artık bu oyun sıkmaya başladı.
Kolunu yakalıyorum. Korkuyla yerinde sıçrayıp beni ittiriyor. “Git buradan.”
“Hiçbir yere gitmiyorum. Karşında ben dururken böyle olman tesadüf olamaz değil mi? Benimle ilgili, biliyorum.”
“Lütfen git,” diyor kadın da çaresizce.
“Hayır, ne olduğunu duymadan-”
“Biliyormuşsun ya!” diye bağırıyor adam, pes etmiş gibi omuzlarını düşürerek. Tükürüyor konuşurken. “Biliyormuşsun sen de! Neyi sorup duruyorsun!”
Kalp atışlarımı ağzımda hissediyorum. Az önce gitmeliydim.
“Bir şey bilmiyorum ben.”
Ellerini kulaklarına kapatıp dişlerini sıkıyor, gözyaşları hızlanıyor. Kesik kesik inliyor. Ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum.
Aniden elini uzatıyor, zangır zangır titriyor.
“Ne-ne-ne ist-”
“Elini ver çabuk. Lütfen elini var. Canım yanıyor. Çok acıyor, kurtar beni.”
Soğuk soğuk terlemiş parmaklarına, parmaklarım değdiği an anlıyorum her şeyi. Daha fazlasına ihtiyacım yok. Yine de sımsıkı kavrıyor bileğime kadar. Bekliyor bir süre. Sanki birbirimize temas eder etmez sarsılacağımı, hatta düşeceğimi biliyor. Titreyen dizlerime rağmen ayakta tutmaya çabalıyor beni.
Bir yandan özür diliyor. Hiç durmadan özür diliyor. Kendisi de düşmek üzere sanki ama artık acı çekmediği belli.
Kısa boylu kadın olup bitenleri bilmiyor bence, yine de anlar gibi bir hali var. Bana bir bardak su veriyor. Bir yandan da onun sırtını sıvazlıyor.
Ağlayamıyorum bile. Su bardağına, elimi sımsıkı tutan terli ele bakarken bedenimden çıkıp duvarda asılı güvenlik kamerasından görüyorum her şeyi. Bu tablo, içinde olmayan insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor olmalı.
Usulca elimi çekip birkaç saniye ayakta kalabileceğimden emin olmak için bekliyorum. Sonra gidiyorum. Bir daha asla gelmeyeceğim bu yerden, bir daha asla aynı göremeyeceğim hayatıma yürüyorum.
***
Feride günlerdir beni teselli etmeye çalışıyor. Bütün hayatım boyunca beni teselli etmeye çalışan tek insan olduğu için ona birkaç kez gülümsüyorum, ama hepsi o kadar. Elimden gelmiyor.
O kız tekrar geldiğinden beri kimseye fal bakmıyorum, randevuların hepsini iptal ettik. Sürekli müşteriler beni sormaya geldiğinde tuvalete saklanıyorum. Evime gittiğimde de mutfakta, gözlerimin gördüğü tek yerde… Bir damla uyku uyuyamıyorum ya, olur da içim geçerse yüzümde gezindiğini hissettiğim patilerle miyavlamalara uyanıyorum. Zor.
Olduğum yerde durmak zor artık. “O kız randevuyla mı gelmişti?” diye soruyorum bulaşık yıkayan Feride’ye ilk gelişlerinden tam bir hafta sonra. Elindeki şeyi bıraktığını duyuyorum, ama suyu kapatmıyor. Cevap vermek istemediği açık, ama her zamanki gibi uzatmadan istediğimi yapmama izin veriyor.
Kolayca bulduğumuz telefon numarasını ararken yanımda oturmuş, eli omzumu sıkıyor. Telefonu ağlamaklı bir ses açınca yüreğim sıkışıyor.
“Göksel Hanım’la mı görüşüyorum?”
“Kimsiniz?”
“Ben geçen hafta fal baktırdığınız yerden arıyorum. Sizinle birlikte gelen arkadaşın-”
“Köpeğim öldü.”
“E-Efendim?”
“Köpeğim öldü.”
“Başınız sağ olsun.”
“Bana söylediğinizi hatırlamıyor musunuz?”
“Hatırlıyorum tabii.”
Derin bir nefes alıyor, telefonu uzaklaştırıp öksürdüğünü duyuyorum. “Ne istiyorsunuz?”
“Ben… Şey… Arkadaşınız… Hani o gün sizinle gelen… Onu bulmama yardımcı olur musunuz?”
“Onunla ilgili bir şey mi gördünüz?”
“Evet.”
“Köpeğimin ölmesinden daha mı kötü?”
“Üzülerek söylüyorum ki öyle.”
“Peki, o halde.”
***
Taksiciye parayı uzatıp inerken Feride’nin cebime para sıkıştırıp “Ateşle oynuyorsun,” deyişini düşünüyorum. En son ateşle oynayışımda kaybettiklerim yüzünden, yüzündeki endişeyi hayal etmekle kalıyorum.
Yoğun bakım ünitesini elimle koymuş gibi buluyorum. Yine de adet yerini bulsun diye yanımdan hızla geçen birine doğru yerde olup olmadığımı soruyorum. Bundan sonrasında beklemekten başka bir şey yapamam. Karşılaşmazsak elim boş döneceğim.
Sırtımı duvara yaslayıp kazağımın boğazını düzeltirken sol taraftan birinin bana baktığını hissediyorum. “Lilya?” İsmini söyleme cesaretinde bulunduğum için bile kendimi suçlu hissediyorum. Herhangi bir şey olmuyor, yalnızca zar zor nefes aldığını duyuyorum.
Duvarı takip ederek dümdüz olduğunu tahmin ettiğim noktaya yürüyorum. Artık bana bakmıyor, vücudumda hissettiğim bakışları kayboldu. Ama bir yere gitmediğinden eminim, ayak sesi yok hiç.
“Lilya burada mısın?”
Çıkardığı gıcırtılardan ayağa kalktığını anlıyorum. Birden nefesi yüzüme çarpıyor. Perişan kokuyor. Burnunu çekiyor. “Ne istiyorsun?”
Sesinden hem çok yanlış hem de çok doğru bir zamanda geldiğimi anlıyorum. Anne babası çoktan vefat etmiş olmalı.
“Neden tek başınasın?”
Güldüğünü duyuyorum. “Çünkü ailemi öldürdün!” Sesi o kadar yüksek ki beni yerimde sıçratıyor.
“Ben sadece-”
“Sana sadece beni terk edip gidenin geri dönüp dönmeyeceğini söylemen için gelmiştim! Ben zaten yapayalnızdım! Her şeyin içine sıçtın!”
Bulunduğumuz koridorun diğer başından duyulan acele ayak seslerinin bizi uyarmaya geldiğine eminim. “Lütfen sakin ol,” diyebiliyorum. “Ben sadece… Aracıyım.”
“Başka bir diyeceğin var da mı geldin o zaman! Başka öldürecek insan kalmadı hayatımda!”
İçindeki pis kanı diliyle, başkasını suçlayarak akıttığının farkındayım. Cevap vermeyeceğim. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Aniden “Ben iyi değilim,” diyor.
“Ne?”
Parmaklarının kabanıma asıldığını hissediyorum. Ellerim içgüdüsel olarak öne uzanıyor. Lilya kollarıma yığılıyor.

13 Kasım 2018 Salı

onlar - 1

İki nefes duyuyorum. İkisi de hızlı… Lakin birisi az evvel hızlı hızlı konuştuğu için, diğeriyse gerginlikten.
Geveze olanı içeri davet ediyorum. Sevgilisiyle arası iyi, iş bulacak ve mutlu olacak gibi gözüküyor. Aldığı haberlere sevinerek dışarı çıkmak istiyor, elini avucumun içinden çekmek… Sıkıca asılıyorum. “Köpek,” diyorum.
“Ne?”
“Köpeğinize dikkat edin.” Bileğine bastırdığım işaret parmağımdan nabzının birden hızlandığını anlıyorum. Eli hemen soğuyuveriyor. Kalkıp gidiyor, teşekkür etmiyor.
Gergin olan, içeri girerken ilk geldiğinden daha gergin bir enerji yayıyor. Adımları tereddütlü, nefesleri fazlaca yavaşlamış. Kapıya çarpıyor.
“Özür dilerim.”
Nazikçe gülümsüyorum. Kapıyı kapatışını ve karşımdaki sandalyeye oturuşunu dinliyorum. Bekliyor.
“Hoş geldiniz. İsminiz nedir?”
“Lilya.”
Elimi uzatıyorum. “Başlayalım mı?”
Terli avucunu avucuma yaslıyor. “Çocuk,” diyorum aniden. “Evli misiniz?”
“Hayır.”
“Etrafınızda yakında çocuk sahibi olabilecek biri ya da küçük bir çocuk var mı?”
“Hayır.” Sıkıldığını hissediyorum. Olmayan bir şeyi hissediyor olamam.
“Ailenizle aranız pek iyi değil sanırım.”
“Her aile gibiyiz.” Etrafına bakıyor, kafasını çevirince saçı ellerimizin üstüne düşüyor. İyiden iyiye rahatlamış olmalı.
Aslında gerginliğini bana aktardığını kasılan omuzlarımdan, titreyen gözkapaklarımdan anlıyorum. Gözlerim doluyor. İyi değil, hiç iyi değil.
Şimdi yeniden bana bakıyor, bu defa meraklı. Bana doğru eğildiğini hissediyorum. “Bir cevap bulmaya mı geldiniz?”
Derin bir nefes alıyor. “Herkesin duymaktan korktuğu şeyler vardır.” Yine sorumun etrafından dolaşıyor. “Neyse ki pek bir şey söylemeyecek gibisiniz.”
Ben farkına varmadan parmaklarım elini sıkıca kavrıyor. Başım önüme düşüyor, dolan gözlerimden birer damla yaş süzülüyor. Gövdemden kısacık fakat güçlü bir titreme geçiyor. Kulaklarımda cızırtılar başlıyor, birileri saçlarımı çekiştiriyor. Bu hengâmede nefesinin yeniden hızlandığını duyabiliyorum.
Başımı kaldırdığımda yerinde sıçrıyor. Nasıl göründüğümü bilmiyorum, ama görmekten de korktuğu şeyler olduğunu o zaman fark ettiğini anlıyorum.
Ona anlatamam. Midem bulanıyor.
Gereğinden fazla sıkıp canını acıttığımı bildiğim elini mahcup bir edayla bırakıyorum. “Söyleyecek bir şeyim yok gerçekten,” diye gülümsemeye çalışıyorum. Gözyaşlarım süzülmeye devam ediyorlar. İçimde ne olup bittiyse çok çabuk olmuş olmalı.
“Pe-peki…” diyor.
Şimdi çıkmalı. Onunla birlikte ben de kalkıp onu kapıya kadar geçiriyorum. Kasada beni izlediğini bildiğim Feride’ye başımı sallıyorum. Ondan para almayacaklar.
“Güle güle.” Genç kadının ardından kapıyı kapatıp kilitliyorum.
Ondan sakladığım şeylerin acısını çekmek için gözlerimi kapatıp işkence dolu bir uykuya dalıyorum.