Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

25 Kasım 2018 Pazar

onlar - 4 (son)

İki günüm düşünmekle geçti. Mutfakta onu yemek yapması için bırakırken; onun görmediği, benim de bakmadığım halde açık olan televizyonun karşısında konuşmadan otururken; tuvalette; mutfak alışverişine çıkıp onu evde bıraktığımda; Göksel iyi olup olmadığımı ve onun gidip gitmediğini kontrol etmek için aradığında hep düşünüyordum.
Düşünmeye devam ediyorum. Cevabın gözümün önünde olduğunu bile bile görmekten kaçıyorum. Her şeyin bittiğini söylediğimdeki şaşkınlığını unutamıyorum. Kendi aptallığıma katlanamıyorum.
“Biliyormuşsun ya!” Sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Ölüme giden ailemi düşünürken bu ayrıntıyı unutmuşum.
Biliyorum tabii. Beni elektrik direğiyle sevişmişim gibi çarpabilecek yalnızca bir gerçek var ve o gerçek ne yazık ki anne babamın ölümü bile değil.
Onunla daha fazla konuşmayacağım. Birdenbire çekip gitmesinden korkuyorum. Bir plan yapmalı ve bu kehaneti yanlış çıkarmalıyım.
Yanına oturuyorum. İlk kez yapıyorum, ama şaşırmıyor. Şaşırsa da belli etmiyor. Omzuna yatmak için izin istiyorum. Kolunu açıyor, başımı göğsüne yaslıyorum. Eliyle omzumu sıkıyor.
Kalbi sakin, vücudu sıcacık. En son kimin göğsünde yattım böyle? Hatırlamak istemiyorum.
“Adın ne?” diye soruyorum. Bunca zaman sormamak hataydı.
“Mahmut.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz üç.”
“Ben yirmi üç.”
“Senin de mi kaderinde yazılı?” Aniden kalp atışlarının hızlanmasını umursamıyorum. Burada tesadüfen bulunuyor olamaz.
“Benim kaderimde şahitlik yazıyor olmalı.”
Öyle olmasını umuyorum. Aslında daha fazlasından da umudum var. Ama devamını beklemeyeceğim. Onu daha fazla yanımda tutamam.
Banyoya girdiğimde dinlediğimi bildiğim için suyu açıyorum önce. Lavabonun kenarına hapları tek tek çıkarıyorum. Hepsini aynı anda içmek zor, ikişer ikişer yutuyorum. Sonra küvete oturuyorum.
Yirmi dakika sonra suyu kapatıp içeri sesleniyorum. Güçlü kulakları olan bir arkadaşım olduğu için mutluyum. Hemen geliyor. Kapıyı çalıyor yalnızca.
“Kapı açık. Lütfen gel.”
Ağladığımın farkına o zaman varıyorum. En büyük korkumun, ömrümün lanetli kehanetinin bu kadar yaklaştığını düşünmek korkutuyor beni. Ama rahatım da… Zira gerçek olmasına izin vermeyeceğim. Yalnız ölmeyeceğim.
Başım dönüyor artık, açılan kapının sesi çok uzaklardan geliyor. Banyonun ortasında öylece dikilen Mahmut’a sanki görebilecekmiş gibi ellerimi uzatıyorum.
“Küvetteyim.” O da öne doğru uzanınca ellerimiz birbirine değiyor. “Yanıma uzanır mısın?”
“İyi misin?”
“Birazdan öleceğim.”
Hiçbir şey sormadan güçlükle geliyor yanıma. Beni kucaklıyor. Kafamı göğsüne koyup gözlerimi kapatıyorum. Vücudum sallanıyormuş gibi hissediyorum, midem ağzıma geliyor.
“Aptal kız,” diyor sessizce.
“Üstüne kusacağım.”
“Ne yaptın sen?”
“Yalnız ölmek istemedim. En azından biri yanımdayken… Yaslanınca doğal karşılayan biri varken… Birinin kollarındayken öleyim istedim.” Yeniden ağzıma dolan yakıcı sıvı bastırmaya çalıştıkça dudaklarımın kenarlarından sızıyor.
“Ben şahidin değilim Lilya.” Sanki kalabalık bir yerdeymişiz de bana bir sır vermeye çalışıyormuş gibi kulağıma fısıldıyordu. “Sen ölmeyeceksin.”
“Ölüyorum ki…” Ağzımı açar açmaz içindeki her şey babamın gömleğine dökülüyor. En sevmediğim gömleği vermekle iyi yapmışım. Gözlerimi açmaya çalışınca görüşümün karardığını fark ediyorum.
“Pek anlayamadığın için sana göstermek istememiştim, ama başka çarem kalmadı.” Eli sırtımı sıvazlayıp yüzüme doğru hareket ediyor. Parmaklarını gözkapaklarımın üstünde gezdiriyor.
Evimin içinde ayak sesleri duyarken kucağımda bir bebek görüyorum. Hangisinin gerçek olduğunu, hangisinin gerçek olacağını anlayamıyorum.
“Ben olmayacak şeyler görmem.”
Gülüyorum, biraz daha kusarken. O zaten görmüyor ki. İyiden iyiye bilincim kapanırken birinin hışımla beni onun kollarından aldığını hissediyorum.
***
Boğazımı alev alev yakan bir kurulukla öksürmeye çalışarak uyanıyorum. Bedenimdeki tüm sıvılar dışarı çekilmiş gibi, derim gergin, dudaklarım kuru, göz yuvarlarımı hareket ettirmek bile zor.
Bana ait olduğunu anlamak için bir süre beklemem gereken elimde başka bir el hissediyorum. Bakışlarımı çevirmek külfetli geliyor, tüm bedenimle dönmeye çalışırken kolumdaki serumu fark ederek inliyorum.
“Uyandın mı?”
“Su.” Sesim çok kısık çıkıyor. Görmediğini unutarak beni duyup duymadığını anlamaya çalışıyorum. Gülmemeye çalışarak omuz silkiyor. “Kusura bakma.”
“Hemşire çağırayım.” Parmaklarının avucumda kaydığını hissedince yakalayıveriyorum.
“Biraz bekle.” O da elimi sıkıyor.
“İyiymişsin. Uyanınca gidebileceğini söylediler. Acil müdahale hayat kurtarır.” Bu sefer kendini tutamıyor, dudaklarından neşeli bir kahkaha süzülüyor.
“Ölmediğime sevinen birinin olması güzel…”
Gözlerini deviriyor. “Boşuna mı bekledim günlerce başında?”
Dilimin ucuna gelen soruyu sormakta tereddüt ediyorum. Belki de daha fazla karışmamalıyım. Eli gevşiyor, parmaklarını avucumda gezdiriyor usul usul. “Biliyor muydun, başından beri?”
Kafasını iki yana sallıyor. “O gün göğsüme yaslanınca söylediler.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden kurtardılar ki beni?”
Kocaman gülümsüyor. “Benden daha güçlü olabilirler, ama değişmemesi gereken şeyleri değiştiremezler. Seni onlar kurtarmadı, senin çizgin burada bitmiyormuş demek ki. Onlar sadece olması gereken olsun diye haber verdiler. Ben de şahitlik etmem gerekeni izledim, müdahale etmem gerekene de karıştım.”
“Peki… Bundan sonra ne olacak?”
“Gidip hemşireyi çağıracağım.” Elimi son bir kez çıkıp odadan çıkıyor.
***
Kafeye girer girmez olduğum yere doğru koşan ayak sesleri duyuyorum. Ona seslenmeme bile gerek kalmadı, günlerdir beni bekliyor olmalı.
Kollarımı kaldırıyorum, ellerim onu sarmayı bekler gibi kıvrılmış. Gövdesi gövdeme çarpınca rahatlıyorum. Çok zordu son iki hafta, ikimiz için de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir yandan da kızıyor bana. “Bir daha seni tutmayan kör olsun,” diyor. Gülüyorum. Bu kafeye bir kör yeter, ikimiz de biliyoruz.
Lilya’yı ziyarete gitmeyi çok istiyor. “Şimdi olmaz,” diyorum.
“Kafanda bir tarih belirlediğine göre bekliyordun bunu söyleyeceğimi. O zaman nişandan önce olmasını isteyeceğimi de biliyorsundur.”
Ziyaret günü çok heyecanlı gözüküyor. Bir de hediye hazırlamış, küçük bir pelüş oyuncak. Nişanımıza davet ederken vereceğini söyledi, şaşırtmak istiyormuş onu.
Ev sahibi şaşıracak gibi değil. Sanki en başından beri bekliyor bunu. Çaylarımızı içip yaptığı kurabiyeleri yerken lafı açmaya çalışıyor Feride. Önce hediyesini vermeye karar veriyor. Lilya sakince dinliyor onu, hediyeye fazlasıyla sevinmiş gibi geliyor sesi teşekkür ederken.
Davetiye de hemen arkasından gidiyor oyuncağın. Üzerindeki tarihleri okurken yüz ifadesinden, yine gördüklerini yanlış anladığını fark ediyorum.
Artık düzeltmeyeceğim.
Geleceğini, hatta gelirken annesinin elbiselerinden birini giyeceğini söylüyor sevinçle. Tam o sırada çalıyor kapı, elimdeki çay bardağını bırakmak zorunda kalıyorum.
Kimin geleceğini herkesten önce bilmenin rahatlığı ve bu sahneyi uzun süredir beklemiş olmanın heyecanıyla arkama yaslanıyorum.
Kapıyı açan Lilya’dan hiç ses çıkmıyor, gelen kişi de konuşmuyor. Feride kontrol etmek için ayağa kalkmak isteyince elini tutuyorum.
“Merhaba,” diyor davetsiz misafir. “Baş sağlığına geldim.”
Dostumuzun burnunu çektiğini duyuyorum. “Nasıl öğrendin?”
“Uzaklaşmış olsam da kopmadım.” Bir bebeğin ağlamadan evvel çıkardığı sesler geliyor bu defa kulağıma. “İçeri girebilir miyiz?”
Giriş koridorunda ayak sesleri… Feride gelenleri selamlamak için ayağa kalkarken beni de çekiyor. Göremesem de biliyorum, kadın kucağındaki bebeği hiç düşünmeden onun kucağına verecek. Sonra sımsıkı… İşte şimdi sımsıkı sarılıyor Lilya’ya.
Ağlıyorlar beraber.
Yüzümdeki gülümsemeye engel olamıyorum herhalde, Feride yakalıyor beni. “Ne oluyor?”
“Sevenler kavuştu,” diyorum olabildiğince alçak sesle. Bebek beni duymuş gibi uzanıp koluma dokunuyor.
“Senin bebeğin mi?” diye soruyor Lilya hıçkırıklarının arasından.
“İsmi Zambak,” diyor kadın. Sonra bize dönüyor. “Ben Menekşe.”
“Bak, Mahmut.” Feride kendini tutamayıp kahkaha atıyor dostumuzun bu lafına, yine bakamadığım unutulmuş anlaşılan. “Sana dönüp dönmeyeceğini sormaya geldiğim kadın… Döndü işte.”
Gülümsüyorum. Elimi önümdeki karanlık boşluğa uzatıyorum. “Memnun oldum, ben de sevgilinizi ölmekten kurtaran adam.”
Bizim tanışma faslımızla ilgilenmiyor o. Bebeği kucağına alıyor çabucak. Öpücüklere boğuyor. “Sen getirdin anneni bana,” diyor. En başta Menekşe’yi götürenin de o olduğunu bilmeden…
Fazla kalmıyoruz orada. Nişanımıza üç kişi geleceklerini bilmenin huzuruyla dönüyoruz eve.
“Ne oldu şimdi?” diyor Feride otobüste. “Hiçbir şey anlamadım.”
Saçlarını okşamak istiyorum aniden. Daracık oturakta, yüzüne yanlışlıkla elim çarpmasın diye parmaklarımın ucuyla yoklayarak omzunu buluyorum önce. Boynuna dokunuyorum. Acele ettirmemek için kımıldamadan durduğunu hissedince yüreğim ısınıveriyor. Birden kırmızı kabanını görüyorum. Bakışlarım aşağıya inince dizlerinin üstünde sıktığı ellerini, yukarı çıkınca yaşlarla dolmuş gözlerini, biraz daha yukarıda kâküllerini yakalıyor gözlerim.
“Ne oldu şimdi?” diyorum şaşkınlıkla. Kulağımda hiç ses yok, kimse bana cevap vermiyor.

SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder