Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

17 Kasım 2018 Cumartesi

onlar - 3

Evine fazla gelen giden olmadı. Cenazeden iki gün önce köpeği için bir cenaze töreni düzenlemiş olan Göksel Hanım ilgilendi her şeyle. Her şey sessizce olup bitti. Bana kimse bir şey sormadı, hala kimse sormuyor.
Soru sormadan hazırlanan ve hazırlandığından beri yerinde duran koltuktaki yatağımda uyanıyorum. Buraya geldiğimden beri uyuyabiliyorum. Üstümde, ilk gece hiçbir şey söylemeden sehpanın üzerine bıraktığı, babasının pijamaları var. Dört gündür buradayım.
O gün de onun uyandığını duymadan yerimden kalkmıyorum. Hızla mutfağa girdiğini ve aynı hızla çıktığını duyuyorum. Onu kendi odasına girerken yakalıyorum. “Yemek yok,” deyip rüzgârını üstümde bırakarak geçiyor. Günlerdir ilk kez benimle konuşuyor.
Ben mutfağa girerken onun da banyoya girdiğini, kapıyı kilitlediğini duyuyorum. Gözlerim ağır ağır canlanırken o da suyu açıyor. Günlerdir ilk kez banyo yapıyor.
Önce buzdolabına bakıyorum, kahvaltılık bir şeyler hazırlayacak malzeme var en azından. Dört gündür baş sağlığına gelenlerin getirdiği yemekleri yemekten ikimiz de bıktık.
Kendimi kaptırmışım herhalde. Ömrünün sonuna gelmiş birkaç domatesi doğrarken içeri girip hazırladıklarıma baktığını görmüyorum, duymuyorum da. Yanıma dikiliyor.
Başımı çevirince beline varan uzun, koyu kahverengi, ıslak, yeni taranmış saçlarını görüyorum önce. Siyah gözleri gözlerimle buluşuyor. Kafasının ne denli karışık olduğu yüzünde yazıyor. İrkiliyorum. Elimdeki bıçağın kaydığını hissederken gözlerimin ağır ağır kapandığını fark ediyorum. Son bir hamleyle parmaklarımdan kurtulan bıçağı yakalıyorum, ama keskin yerinden.
***
Elini sararken sessizce bekliyor. Oturduğumuzdan beri birkaç kez kulağını ovuşturmak dışında bir şey yapmadı. Fazla sakin, yüz ifademi göremediğinden olsa gerek. Gerçi ben de nasıl göründüğümü bilmiyorum. Öfkeli miyim, şaşkın mıyım anlamıyorum. Merak ettiklerim var mı yoksa sadece merak etmem gerektiği için mi sormak istiyorum, bilmiyorum.
Çaputun iki ucunu tutup bağlarken hafifçe inliyor, fazla sıktım sanırım. Gevşetiyorum.
“Neden gitmedin?” Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkıyor. Bakışlarım biraz daha aşağı kayınca şeffaf göz bebekleriyle karşılaşıyorum. Beni göremediğine eminim.
Sormam gereken sorunun bu olmadığını bilse de cevap veriyor. “Git demedin.”
“Bir sebebi yok mu yani? Hastanede de rastgele karşılaşmış olamayız. Gelip beni buldun.”
“Orası öyle.”
“Başka bir şeyler daha mı görmem gerekiyor?”
“Bir şey gördün mü sen?”
İç çektim. Oturduğum yerde bağdaş kurup yüzünü incelerken yanıtladım. “Hayır, aslında yalnızca bir histi. Bir anda her şeyi anlamışım gibi, uğursuz bir his.”
Gülüyor. Gülünce yanaklarının ve gözlerinin kenarlarında kırışıklar beliriyor, benden büyük olmalı. “Uğursuz doğru kelime.”
“Sorularıma cevap vermiyorsun.”
“Başka bir şeyler görmene gerek yok.”
“Mutfakta ne oldu?” Soruyu nasıl soracağımı bilemediğimden bodoslama soruveriyorum. “Beni gördün.”
“Bakışlarımdan belli oluyor muydu?” Bu adamın, az önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiç görmediğini fark ediyorum. Gözlerinin hep az önceki gibi siyah renginde olduğunu sanıyor olmalı.
“Az önce gözlerin siyahtı.”
“Normalde… Normalde nasıl ki?”
“Şeffaf. Kör insanlarınki gibi…” Başını önüne eğiyor. “Sen de kör müsün?” Sorum onu yine güldürüyor.
“Evet, ama her zaman değil.”
“O ne demek öyle?”
Önce anlatmak ister gibi düşünüyor, başını sağa yatırıyor. Sonra yeniden kulaklarını ovuşturuyor. “Uzun hikâye.”
“Artık konuşacak pek insan yok etrafımda. Anlat lütfen.” Bu defa kulaklarını ovuşturmak yerine bastırıyor. Dişlerini de sıktığını görünce pes ediyorum. Başka şekilde soracağım. “Anlatmanı istemiyorlar mı?”
Yine gülüyor. “Gerçekten zeki birisin.”
“Gözlerin de… Onlar yüzünden mi böyle?” Başını sallayarak onaylıyor. “Neden peki?”
“Onlardan bir şey istedim, karşılığında bir şey vermeliydim.”
“Nasıl? Gözlerini… Kör mü ettiler seni? Ne istedin ki? Gözlerini mi aldılar?” Korkmam gerekirken heyecanlandığım için kendimi kötü hissediyorum, üstelik o karşımda bana bir şeyler anlattığı için acı çekerken… “Özür dilerim. Çok soru soruyorum.”
“Kedim,” diyor. “Kedime araba çarptı. Çocuktum daha. Canını kurtarın dedim, ne isterseniz vereceğim.” Sanki bir film izliyorum, filmin içine girdiğimi fark etmeden sessizce kabulleniyorum hikâyesini. “Biraz derine girmem lazım.” Son cümleyi bana söylemediğini fark edince biraz daha anlıyorum nasıl birini dinlediğimi. Omuzları titriyor, onay almış olmalı “Kedimi görmeme izin verdiler. Bir de yetim büyüdüm, yemek yapan olmaz diye mutfakta açılır gözlerim.”
“Çok saçma.”
“Biliyorum. Aslında asıl saçma olan beni yıllarca kendilerine inandırmış olmaları.” Sessizce devam etmesini bekliyorum. Büyük dedemden kalma duvar saatinin tik takları perde aralığından içeri girip tozları ışıldatan günışığına karışıyor. “Kedim o gün öldü, ama beni yıllarca onun yaşadığına inandırdılar. Yıllarca ölü bir kedinin hayatta olduğuna inandım. Sonra bir gün… Yirmi yaşında falandı o zaman, yani ölmeseydi o zaman o yaşta olurdu. Tüylerinin hiç beyazlamadığını, hala genç kediler gibi atlayıp zıpladığını, aslında hiç yaşlanmadığını fark ettim ve o an görebildiğim tek canlıya da kör oldu gözlerim.”
Yutkunuyorum. Anlattığı şeyin gerçek olduğunu kabul edebildiğimden hala emin değilim. Ama ses tonu içimi acıtıyor. “O zaman az önce beni görmemeliydin,” diyorum kedi konusunu kapatmak için.
“Görmemem gerekiyordu zaten. Çok sessiz geldin. Biraz öfkeliler, seni nasıl kaçırdılar anlamıyorum.”
“Özür dilerim.”
“Artık özür dileme. Asıl öfkeli olması gereken benim.”
“Kahvaltı edelim,” diyorum daha fazla soru sormadan. “O kadar hazırladın, yemeden olmaz.”
Masaya yerleşiyoruz. Tabağına her şeyden biraz koyuyorum. Yardıma ihtiyaç duymadan yiyişini izliyorum. Ben de az önce doğrayamadığı domateslerden birini ısırıyorum.
“Ama sahiden, neden hala buradasın? Her şey bitti sonuçta.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder