Evine fazla gelen giden
olmadı. Cenazeden iki gün önce köpeği için bir cenaze töreni düzenlemiş olan Göksel
Hanım ilgilendi her şeyle. Her şey sessizce olup bitti. Bana kimse bir şey
sormadı, hala kimse sormuyor.
Soru sormadan
hazırlanan ve hazırlandığından beri yerinde duran koltuktaki yatağımda
uyanıyorum. Buraya geldiğimden beri uyuyabiliyorum. Üstümde, ilk gece hiçbir
şey söylemeden sehpanın üzerine bıraktığı, babasının pijamaları var. Dört
gündür buradayım.
O gün de onun
uyandığını duymadan yerimden kalkmıyorum. Hızla mutfağa girdiğini ve aynı hızla
çıktığını duyuyorum. Onu kendi odasına girerken yakalıyorum. “Yemek yok,” deyip
rüzgârını üstümde bırakarak geçiyor. Günlerdir ilk kez benimle konuşuyor.
Ben mutfağa girerken
onun da banyoya girdiğini, kapıyı kilitlediğini duyuyorum. Gözlerim ağır ağır
canlanırken o da suyu açıyor. Günlerdir ilk kez banyo yapıyor.
Önce buzdolabına
bakıyorum, kahvaltılık bir şeyler hazırlayacak malzeme var en azından. Dört
gündür baş sağlığına gelenlerin getirdiği yemekleri yemekten ikimiz de bıktık.
Kendimi kaptırmışım
herhalde. Ömrünün sonuna gelmiş birkaç domatesi doğrarken içeri girip
hazırladıklarıma baktığını görmüyorum, duymuyorum da. Yanıma dikiliyor.
Başımı çevirince beline
varan uzun, koyu kahverengi, ıslak, yeni taranmış saçlarını görüyorum önce.
Siyah gözleri gözlerimle buluşuyor. Kafasının ne denli karışık olduğu yüzünde
yazıyor. İrkiliyorum. Elimdeki bıçağın kaydığını hissederken gözlerimin ağır
ağır kapandığını fark ediyorum. Son bir hamleyle parmaklarımdan kurtulan bıçağı
yakalıyorum, ama keskin yerinden.
***
Elini sararken sessizce
bekliyor. Oturduğumuzdan beri birkaç kez kulağını ovuşturmak dışında bir şey
yapmadı. Fazla sakin, yüz ifademi göremediğinden olsa gerek. Gerçi ben de nasıl
göründüğümü bilmiyorum. Öfkeli miyim, şaşkın mıyım anlamıyorum. Merak
ettiklerim var mı yoksa sadece merak etmem gerektiği için mi sormak istiyorum,
bilmiyorum.
Çaputun iki ucunu tutup
bağlarken hafifçe inliyor, fazla sıktım sanırım. Gevşetiyorum.
“Neden gitmedin?”
Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkıyor. Bakışlarım biraz daha aşağı kayınca şeffaf
göz bebekleriyle karşılaşıyorum. Beni göremediğine eminim.
Sormam gereken sorunun
bu olmadığını bilse de cevap veriyor. “Git demedin.”
“Bir sebebi yok mu
yani? Hastanede de rastgele karşılaşmış olamayız. Gelip beni buldun.”
“Orası öyle.”
“Başka bir şeyler daha
mı görmem gerekiyor?”
“Bir şey gördün mü sen?”
İç çektim. Oturduğum
yerde bağdaş kurup yüzünü incelerken yanıtladım. “Hayır, aslında yalnızca bir
histi. Bir anda her şeyi anlamışım gibi, uğursuz bir his.”
Gülüyor. Gülünce
yanaklarının ve gözlerinin kenarlarında kırışıklar beliriyor, benden büyük
olmalı. “Uğursuz doğru kelime.”
“Sorularıma cevap
vermiyorsun.”
“Başka bir şeyler
görmene gerek yok.”
“Mutfakta ne oldu?”
Soruyu nasıl soracağımı bilemediğimden bodoslama soruveriyorum. “Beni gördün.”
“Bakışlarımdan belli
oluyor muydu?” Bu adamın, az önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiç
görmediğini fark ediyorum. Gözlerinin hep az önceki gibi siyah renginde
olduğunu sanıyor olmalı.
“Az önce gözlerin
siyahtı.”
“Normalde… Normalde
nasıl ki?”
“Şeffaf. Kör
insanlarınki gibi…” Başını önüne eğiyor. “Sen de kör müsün?” Sorum onu yine
güldürüyor.
“Evet, ama her zaman
değil.”
“O ne demek öyle?”
Önce anlatmak ister
gibi düşünüyor, başını sağa yatırıyor. Sonra yeniden kulaklarını ovuşturuyor.
“Uzun hikâye.”
“Artık konuşacak pek
insan yok etrafımda. Anlat lütfen.” Bu defa kulaklarını ovuşturmak yerine
bastırıyor. Dişlerini de sıktığını görünce pes ediyorum. Başka şekilde
soracağım. “Anlatmanı istemiyorlar mı?”
Yine gülüyor. “Gerçekten
zeki birisin.”
“Gözlerin de… Onlar
yüzünden mi böyle?” Başını sallayarak onaylıyor. “Neden peki?”
“Onlardan bir şey
istedim, karşılığında bir şey vermeliydim.”
“Nasıl? Gözlerini… Kör
mü ettiler seni? Ne istedin ki? Gözlerini mi aldılar?” Korkmam gerekirken
heyecanlandığım için kendimi kötü hissediyorum, üstelik o karşımda bana bir
şeyler anlattığı için acı çekerken… “Özür dilerim. Çok soru soruyorum.”
“Kedim,” diyor. “Kedime
araba çarptı. Çocuktum daha. Canını kurtarın dedim, ne isterseniz vereceğim.”
Sanki bir film izliyorum, filmin içine girdiğimi fark etmeden sessizce
kabulleniyorum hikâyesini. “Biraz derine girmem lazım.” Son cümleyi bana
söylemediğini fark edince biraz daha anlıyorum nasıl birini dinlediğimi.
Omuzları titriyor, onay almış olmalı “Kedimi görmeme izin verdiler. Bir de
yetim büyüdüm, yemek yapan olmaz diye mutfakta açılır gözlerim.”
“Çok saçma.”
“Biliyorum. Aslında
asıl saçma olan beni yıllarca kendilerine inandırmış olmaları.” Sessizce devam
etmesini bekliyorum. Büyük dedemden kalma duvar saatinin tik takları perde
aralığından içeri girip tozları ışıldatan günışığına karışıyor. “Kedim o gün
öldü, ama beni yıllarca onun yaşadığına inandırdılar. Yıllarca ölü bir kedinin
hayatta olduğuna inandım. Sonra bir gün… Yirmi yaşında falandı o zaman, yani
ölmeseydi o zaman o yaşta olurdu. Tüylerinin hiç beyazlamadığını, hala genç
kediler gibi atlayıp zıpladığını, aslında hiç yaşlanmadığını fark ettim ve o an
görebildiğim tek canlıya da kör oldu gözlerim.”
Yutkunuyorum. Anlattığı
şeyin gerçek olduğunu kabul edebildiğimden hala emin değilim. Ama ses tonu
içimi acıtıyor. “O zaman az önce beni görmemeliydin,” diyorum kedi konusunu
kapatmak için.
“Görmemem gerekiyordu
zaten. Çok sessiz geldin. Biraz öfkeliler, seni nasıl kaçırdılar anlamıyorum.”
“Özür dilerim.”
“Artık özür dileme.
Asıl öfkeli olması gereken benim.”
“Kahvaltı edelim,”
diyorum daha fazla soru sormadan. “O kadar hazırladın, yemeden olmaz.”
Masaya yerleşiyoruz.
Tabağına her şeyden biraz koyuyorum. Yardıma ihtiyaç duymadan yiyişini
izliyorum. Ben de az önce doğrayamadığı domateslerden birini ısırıyorum.
“Ama sahiden, neden
hala buradasın? Her şey bitti sonuçta.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder