Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

15 Kasım 2018 Perşembe

onlar - 2

Olmuyor işte. Kendime, her ne kadar tüm olanların aklımın bir oyunu olduğunu söylesem de gördüm. Nasıl titrediğini, ağladığını ve kan çanağı gözlerini gördüm. Elimi acı içinde sıkışını hissettim. Normal değildi.
Köpeği aniden felç geçiren Göksel’e bu konuyu anlatamıyorum. Annemle babam falcıya gittiğimi bile bilmiyorlar, kendimle bir başımayım. İçim içimi yiyor.
Üç gün dayanabiliyorum yalnızca. Beni çıkardıktan sonra kapısını kilitlediği o odaya girmek için gerekirse farklı bir isim kullanacağımı söylüyorum kendime ve çantama uzun zamandır taşımadığım biber gazını koyup çıkıyorum evden.
Belki de düşündüğüm kadar büyük bir şey olmayacak. Öylesi düşünüp durmaktan daha iyidir.
Sahiplerinin ilginç gözüksün diye birkaç temayı birleştirmeye çalışıp tasarımını ürkütücü bir hale getirdiği küçük kafeye girdiğimde dizlerim titriyor. Çaprazlama omzuma astığım çantamın sapını sıkıca tutuyorum. Kasada bekleyen kısa boylu kadına yürürken neler söyleyeceğimi kurmaya çalışıyorum kafamda, buraya kadar hiçbir şey düşünmeden gelmişim.
Ellerini önündeki tezgâhta sımsıkı birleştiriyor. Beni tanıdığı gözlerinden belli. Bir şey söylememe müsaade etmiyor. “Bekle burada.”
İlk geldiğimde falıma baksın diye girdiğim, loş odadan çıkıyor o çocuk. Üzerinde gri bir kapüşonlu var, kirli gözüküyor.
“Geldin.”
“O gün ne gördün?”
Kulağı ağrıyormuş gibi başını sağ tarafa yatırıp kaşlarını çatıyor. Yanımdan geçip tezgâhın arkasına giriyor. “Söyledim ya, hiçbir şey.”
Aşağıdaki raflarda el yordamıyla bir havlu bulup zaten tertemiz olan tezgâhı silmeye girişiyor. Ben onu sessizce izlerken yanında duran kadın tezgâhtaki nesneleri o devirmeden kaldırmaya çabalıyor.
Bekliyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum, onun da ne yaptığını bilmediği apaçık ortada. Belki şimdi gitmeliyim, bana verilmiş son şans olabilir. Şimdi çekip gitsem bu vazgeçişime kaç kişinin şahit olacağını görmek için etrafıma bakınıyorum, neyse ki bizden başka kimse yok.
Yeniden ona baktığımda elindeki bezi yere düşürdüğünü ve donup kaldığını görüyorum. Hiçbir ifade yazılı olmayan yüzünde, gözlerinden kurtulan yaşlar süzülüyor.
Tezgâhın arkasından çıkmaya çalışıyor, çarpıyor. Geri çekiliyor, bir daha çarpıyor. Sanki biri yanağına dokunuyormuş da o kişinin eline vurmak istiyormuş gibi elini savuruyor yüzünün yanında.
Kısa boylu kadın onu sıkıca tutup tezgâhı kapısını açıyor. Genç adam yalpalayarak çıkıyor. Kendime hâkim olamıyorum, artık bu oyun sıkmaya başladı.
Kolunu yakalıyorum. Korkuyla yerinde sıçrayıp beni ittiriyor. “Git buradan.”
“Hiçbir yere gitmiyorum. Karşında ben dururken böyle olman tesadüf olamaz değil mi? Benimle ilgili, biliyorum.”
“Lütfen git,” diyor kadın da çaresizce.
“Hayır, ne olduğunu duymadan-”
“Biliyormuşsun ya!” diye bağırıyor adam, pes etmiş gibi omuzlarını düşürerek. Tükürüyor konuşurken. “Biliyormuşsun sen de! Neyi sorup duruyorsun!”
Kalp atışlarımı ağzımda hissediyorum. Az önce gitmeliydim.
“Bir şey bilmiyorum ben.”
Ellerini kulaklarına kapatıp dişlerini sıkıyor, gözyaşları hızlanıyor. Kesik kesik inliyor. Ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum.
Aniden elini uzatıyor, zangır zangır titriyor.
“Ne-ne-ne ist-”
“Elini ver çabuk. Lütfen elini var. Canım yanıyor. Çok acıyor, kurtar beni.”
Soğuk soğuk terlemiş parmaklarına, parmaklarım değdiği an anlıyorum her şeyi. Daha fazlasına ihtiyacım yok. Yine de sımsıkı kavrıyor bileğime kadar. Bekliyor bir süre. Sanki birbirimize temas eder etmez sarsılacağımı, hatta düşeceğimi biliyor. Titreyen dizlerime rağmen ayakta tutmaya çabalıyor beni.
Bir yandan özür diliyor. Hiç durmadan özür diliyor. Kendisi de düşmek üzere sanki ama artık acı çekmediği belli.
Kısa boylu kadın olup bitenleri bilmiyor bence, yine de anlar gibi bir hali var. Bana bir bardak su veriyor. Bir yandan da onun sırtını sıvazlıyor.
Ağlayamıyorum bile. Su bardağına, elimi sımsıkı tutan terli ele bakarken bedenimden çıkıp duvarda asılı güvenlik kamerasından görüyorum her şeyi. Bu tablo, içinde olmayan insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor olmalı.
Usulca elimi çekip birkaç saniye ayakta kalabileceğimden emin olmak için bekliyorum. Sonra gidiyorum. Bir daha asla gelmeyeceğim bu yerden, bir daha asla aynı göremeyeceğim hayatıma yürüyorum.
***
Feride günlerdir beni teselli etmeye çalışıyor. Bütün hayatım boyunca beni teselli etmeye çalışan tek insan olduğu için ona birkaç kez gülümsüyorum, ama hepsi o kadar. Elimden gelmiyor.
O kız tekrar geldiğinden beri kimseye fal bakmıyorum, randevuların hepsini iptal ettik. Sürekli müşteriler beni sormaya geldiğinde tuvalete saklanıyorum. Evime gittiğimde de mutfakta, gözlerimin gördüğü tek yerde… Bir damla uyku uyuyamıyorum ya, olur da içim geçerse yüzümde gezindiğini hissettiğim patilerle miyavlamalara uyanıyorum. Zor.
Olduğum yerde durmak zor artık. “O kız randevuyla mı gelmişti?” diye soruyorum bulaşık yıkayan Feride’ye ilk gelişlerinden tam bir hafta sonra. Elindeki şeyi bıraktığını duyuyorum, ama suyu kapatmıyor. Cevap vermek istemediği açık, ama her zamanki gibi uzatmadan istediğimi yapmama izin veriyor.
Kolayca bulduğumuz telefon numarasını ararken yanımda oturmuş, eli omzumu sıkıyor. Telefonu ağlamaklı bir ses açınca yüreğim sıkışıyor.
“Göksel Hanım’la mı görüşüyorum?”
“Kimsiniz?”
“Ben geçen hafta fal baktırdığınız yerden arıyorum. Sizinle birlikte gelen arkadaşın-”
“Köpeğim öldü.”
“E-Efendim?”
“Köpeğim öldü.”
“Başınız sağ olsun.”
“Bana söylediğinizi hatırlamıyor musunuz?”
“Hatırlıyorum tabii.”
Derin bir nefes alıyor, telefonu uzaklaştırıp öksürdüğünü duyuyorum. “Ne istiyorsunuz?”
“Ben… Şey… Arkadaşınız… Hani o gün sizinle gelen… Onu bulmama yardımcı olur musunuz?”
“Onunla ilgili bir şey mi gördünüz?”
“Evet.”
“Köpeğimin ölmesinden daha mı kötü?”
“Üzülerek söylüyorum ki öyle.”
“Peki, o halde.”
***
Taksiciye parayı uzatıp inerken Feride’nin cebime para sıkıştırıp “Ateşle oynuyorsun,” deyişini düşünüyorum. En son ateşle oynayışımda kaybettiklerim yüzünden, yüzündeki endişeyi hayal etmekle kalıyorum.
Yoğun bakım ünitesini elimle koymuş gibi buluyorum. Yine de adet yerini bulsun diye yanımdan hızla geçen birine doğru yerde olup olmadığımı soruyorum. Bundan sonrasında beklemekten başka bir şey yapamam. Karşılaşmazsak elim boş döneceğim.
Sırtımı duvara yaslayıp kazağımın boğazını düzeltirken sol taraftan birinin bana baktığını hissediyorum. “Lilya?” İsmini söyleme cesaretinde bulunduğum için bile kendimi suçlu hissediyorum. Herhangi bir şey olmuyor, yalnızca zar zor nefes aldığını duyuyorum.
Duvarı takip ederek dümdüz olduğunu tahmin ettiğim noktaya yürüyorum. Artık bana bakmıyor, vücudumda hissettiğim bakışları kayboldu. Ama bir yere gitmediğinden eminim, ayak sesi yok hiç.
“Lilya burada mısın?”
Çıkardığı gıcırtılardan ayağa kalktığını anlıyorum. Birden nefesi yüzüme çarpıyor. Perişan kokuyor. Burnunu çekiyor. “Ne istiyorsun?”
Sesinden hem çok yanlış hem de çok doğru bir zamanda geldiğimi anlıyorum. Anne babası çoktan vefat etmiş olmalı.
“Neden tek başınasın?”
Güldüğünü duyuyorum. “Çünkü ailemi öldürdün!” Sesi o kadar yüksek ki beni yerimde sıçratıyor.
“Ben sadece-”
“Sana sadece beni terk edip gidenin geri dönüp dönmeyeceğini söylemen için gelmiştim! Ben zaten yapayalnızdım! Her şeyin içine sıçtın!”
Bulunduğumuz koridorun diğer başından duyulan acele ayak seslerinin bizi uyarmaya geldiğine eminim. “Lütfen sakin ol,” diyebiliyorum. “Ben sadece… Aracıyım.”
“Başka bir diyeceğin var da mı geldin o zaman! Başka öldürecek insan kalmadı hayatımda!”
İçindeki pis kanı diliyle, başkasını suçlayarak akıttığının farkındayım. Cevap vermeyeceğim. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Aniden “Ben iyi değilim,” diyor.
“Ne?”
Parmaklarının kabanıma asıldığını hissediyorum. Ellerim içgüdüsel olarak öne uzanıyor. Lilya kollarıma yığılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder