Köpeği aniden felç
geçiren Göksel’e bu konuyu anlatamıyorum. Annemle babam falcıya gittiğimi bile
bilmiyorlar, kendimle bir başımayım. İçim içimi yiyor.
Üç gün dayanabiliyorum
yalnızca. Beni çıkardıktan sonra kapısını kilitlediği o odaya girmek için
gerekirse farklı bir isim kullanacağımı söylüyorum kendime ve çantama uzun
zamandır taşımadığım biber gazını koyup çıkıyorum evden.
Belki de düşündüğüm
kadar büyük bir şey olmayacak. Öylesi düşünüp durmaktan daha iyidir.
Sahiplerinin ilginç
gözüksün diye birkaç temayı birleştirmeye çalışıp tasarımını ürkütücü bir hale
getirdiği küçük kafeye girdiğimde dizlerim titriyor. Çaprazlama omzuma astığım
çantamın sapını sıkıca tutuyorum. Kasada bekleyen kısa boylu kadına yürürken
neler söyleyeceğimi kurmaya çalışıyorum kafamda, buraya kadar hiçbir şey
düşünmeden gelmişim.
Ellerini önündeki
tezgâhta sımsıkı birleştiriyor. Beni tanıdığı gözlerinden belli. Bir şey
söylememe müsaade etmiyor. “Bekle burada.”
İlk geldiğimde falıma
baksın diye girdiğim, loş odadan çıkıyor o çocuk. Üzerinde gri bir kapüşonlu
var, kirli gözüküyor.
“Geldin.”
“O gün ne gördün?”
Kulağı ağrıyormuş gibi
başını sağ tarafa yatırıp kaşlarını çatıyor. Yanımdan geçip tezgâhın arkasına
giriyor. “Söyledim ya, hiçbir şey.”
Aşağıdaki raflarda el
yordamıyla bir havlu bulup zaten tertemiz olan tezgâhı silmeye girişiyor. Ben
onu sessizce izlerken yanında duran kadın tezgâhtaki nesneleri o devirmeden
kaldırmaya çabalıyor.
Bekliyorum. Ne
diyeceğimi bilemiyorum, onun da ne yaptığını bilmediği apaçık ortada. Belki
şimdi gitmeliyim, bana verilmiş son şans olabilir. Şimdi çekip gitsem bu
vazgeçişime kaç kişinin şahit olacağını görmek için etrafıma bakınıyorum, neyse
ki bizden başka kimse yok.
Yeniden ona baktığımda
elindeki bezi yere düşürdüğünü ve donup kaldığını görüyorum. Hiçbir ifade
yazılı olmayan yüzünde, gözlerinden kurtulan yaşlar süzülüyor.
Tezgâhın arkasından
çıkmaya çalışıyor, çarpıyor. Geri çekiliyor, bir daha çarpıyor. Sanki biri
yanağına dokunuyormuş da o kişinin eline vurmak istiyormuş gibi elini savuruyor
yüzünün yanında.
Kısa boylu kadın onu
sıkıca tutup tezgâhı kapısını açıyor. Genç adam yalpalayarak çıkıyor. Kendime
hâkim olamıyorum, artık bu oyun sıkmaya başladı.
Kolunu yakalıyorum.
Korkuyla yerinde sıçrayıp beni ittiriyor. “Git buradan.”
“Hiçbir yere
gitmiyorum. Karşında ben dururken böyle olman tesadüf olamaz değil mi? Benimle
ilgili, biliyorum.”
“Lütfen git,” diyor
kadın da çaresizce.
“Hayır, ne olduğunu
duymadan-”
“Biliyormuşsun ya!”
diye bağırıyor adam, pes etmiş gibi omuzlarını düşürerek. Tükürüyor konuşurken.
“Biliyormuşsun sen de! Neyi sorup duruyorsun!”
Kalp atışlarımı ağzımda
hissediyorum. Az önce gitmeliydim.
“Bir şey bilmiyorum
ben.”
Ellerini kulaklarına
kapatıp dişlerini sıkıyor, gözyaşları hızlanıyor. Kesik kesik inliyor.
Ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum.
Aniden elini uzatıyor,
zangır zangır titriyor.
“Ne-ne-ne ist-”
“Elini ver çabuk.
Lütfen elini var. Canım yanıyor. Çok acıyor, kurtar beni.”
Soğuk soğuk terlemiş
parmaklarına, parmaklarım değdiği an anlıyorum her şeyi. Daha fazlasına
ihtiyacım yok. Yine de sımsıkı kavrıyor bileğime kadar. Bekliyor bir süre.
Sanki birbirimize temas eder etmez sarsılacağımı, hatta düşeceğimi biliyor.
Titreyen dizlerime rağmen ayakta tutmaya çabalıyor beni.
Bir yandan özür
diliyor. Hiç durmadan özür diliyor. Kendisi de düşmek üzere sanki ama artık acı
çekmediği belli.
Kısa boylu kadın olup
bitenleri bilmiyor bence, yine de anlar gibi bir hali var. Bana bir bardak su
veriyor. Bir yandan da onun sırtını sıvazlıyor.
Ağlayamıyorum bile. Su
bardağına, elimi sımsıkı tutan terli ele bakarken bedenimden çıkıp duvarda
asılı güvenlik kamerasından görüyorum her şeyi. Bu tablo, içinde olmayan
insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor olmalı.
Usulca elimi çekip
birkaç saniye ayakta kalabileceğimden emin olmak için bekliyorum. Sonra
gidiyorum. Bir daha asla gelmeyeceğim bu yerden, bir daha asla aynı
göremeyeceğim hayatıma yürüyorum.
***
Feride günlerdir beni
teselli etmeye çalışıyor. Bütün hayatım boyunca beni teselli etmeye çalışan tek
insan olduğu için ona birkaç kez gülümsüyorum, ama hepsi o kadar. Elimden
gelmiyor.
O kız tekrar
geldiğinden beri kimseye fal bakmıyorum, randevuların hepsini iptal ettik.
Sürekli müşteriler beni sormaya geldiğinde tuvalete saklanıyorum. Evime
gittiğimde de mutfakta, gözlerimin gördüğü tek yerde… Bir damla uyku
uyuyamıyorum ya, olur da içim geçerse yüzümde gezindiğini hissettiğim patilerle
miyavlamalara uyanıyorum. Zor.
Olduğum yerde durmak
zor artık. “O kız randevuyla mı gelmişti?” diye soruyorum bulaşık yıkayan
Feride’ye ilk gelişlerinden tam bir hafta sonra. Elindeki şeyi bıraktığını
duyuyorum, ama suyu kapatmıyor. Cevap vermek istemediği açık, ama her zamanki
gibi uzatmadan istediğimi yapmama izin veriyor.
Kolayca bulduğumuz
telefon numarasını ararken yanımda oturmuş, eli omzumu sıkıyor. Telefonu
ağlamaklı bir ses açınca yüreğim sıkışıyor.
“Göksel Hanım’la mı
görüşüyorum?”
“Kimsiniz?”
“Ben geçen hafta fal
baktırdığınız yerden arıyorum. Sizinle birlikte gelen arkadaşın-”
“Köpeğim öldü.”
“E-Efendim?”
“Köpeğim öldü.”
“Başınız sağ olsun.”
“Bana söylediğinizi
hatırlamıyor musunuz?”
“Hatırlıyorum tabii.”
Derin bir nefes alıyor,
telefonu uzaklaştırıp öksürdüğünü duyuyorum. “Ne istiyorsunuz?”
“Ben… Şey… Arkadaşınız…
Hani o gün sizinle gelen… Onu bulmama yardımcı olur musunuz?”
“Onunla ilgili bir şey
mi gördünüz?”
“Evet.”
“Köpeğimin ölmesinden
daha mı kötü?”
“Üzülerek söylüyorum ki
öyle.”
“Peki, o halde.”
***
Taksiciye parayı uzatıp
inerken Feride’nin cebime para sıkıştırıp “Ateşle oynuyorsun,” deyişini düşünüyorum.
En son ateşle oynayışımda kaybettiklerim yüzünden, yüzündeki endişeyi hayal
etmekle kalıyorum.
Yoğun bakım ünitesini
elimle koymuş gibi buluyorum. Yine de adet yerini bulsun diye yanımdan hızla
geçen birine doğru yerde olup olmadığımı soruyorum. Bundan sonrasında
beklemekten başka bir şey yapamam. Karşılaşmazsak elim boş döneceğim.
Sırtımı duvara yaslayıp
kazağımın boğazını düzeltirken sol taraftan birinin bana baktığını
hissediyorum. “Lilya?” İsmini söyleme cesaretinde bulunduğum için bile kendimi
suçlu hissediyorum. Herhangi bir şey olmuyor, yalnızca zar zor nefes aldığını
duyuyorum.
Duvarı takip ederek
dümdüz olduğunu tahmin ettiğim noktaya yürüyorum. Artık bana bakmıyor,
vücudumda hissettiğim bakışları kayboldu. Ama bir yere gitmediğinden eminim,
ayak sesi yok hiç.
“Lilya burada mısın?”
Çıkardığı gıcırtılardan
ayağa kalktığını anlıyorum. Birden nefesi yüzüme çarpıyor. Perişan kokuyor.
Burnunu çekiyor. “Ne istiyorsun?”
Sesinden hem çok yanlış
hem de çok doğru bir zamanda geldiğimi anlıyorum. Anne babası çoktan vefat
etmiş olmalı.
“Neden tek başınasın?”
Güldüğünü duyuyorum.
“Çünkü ailemi öldürdün!” Sesi o kadar yüksek ki beni yerimde sıçratıyor.
“Ben sadece-”
“Sana sadece beni terk
edip gidenin geri dönüp dönmeyeceğini söylemen için gelmiştim! Ben zaten
yapayalnızdım! Her şeyin içine sıçtın!”
Bulunduğumuz koridorun
diğer başından duyulan acele ayak seslerinin bizi uyarmaya geldiğine eminim.
“Lütfen sakin ol,” diyebiliyorum. “Ben sadece… Aracıyım.”
“Başka bir diyeceğin
var da mı geldin o zaman! Başka öldürecek insan kalmadı hayatımda!”
İçindeki pis kanı
diliyle, başkasını suçlayarak akıttığının farkındayım. Cevap vermeyeceğim. Ayak
sesleri gittikçe yaklaşıyor. Aniden “Ben iyi değilim,” diyor.
“Ne?”
Parmaklarının kabanıma
asıldığını hissediyorum. Ellerim içgüdüsel olarak öne uzanıyor. Lilya kollarıma
yığılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder