Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Ekim 2017 Pazartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #17

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Saray hızlı nefesler alır gibiydi. Sur kapılarından itibaren süslemeler başlıyor, konukların geçeceği güzergâhlar boyunca devam edip tören alanına doğru sıklaşıyordu. Hizmetkârlar rengârenk giysileriyle sürekli koşuşturuyor, masalar diziliyor, ışıklandırmalar kontrol ediliyor, şölende görevli gisaengler makyajlarını yapıyor, muhafızlar son talimatları alıyordu.
Şehir merkezinde de daha ufak çaplı olmakla birlikte benzer bir telaş vardı. Görevliler her yere rengârenk fenerlerle süslemiş, bedava yemek ve hediyeler dağıtılacak tezgâhlar hazırlanmıştı. Çocuklara şekerler ve oyuncaklar, hanımlara yelpazeler ve çeşit çeşit takılar satabilmek için seyyar tezgâhlar da güneşin batmasını bekliyordu.
Efendi Lee Hongbin gergindi. Şehir merkezinde ihtiyacı olanlara giyecek ve erzak dağıtılması için iki büyük tezgâh kurmuş olmasına rağmen; bu, içindeki kötü hissi yatıştırmaya yetmemişti. Yanlış bir şeyler yaptığını hissediyordu, bir günahın altında ezilir gibiydi.
Saraya gitmek için olabilecek son ana kadar bekledi. Vaktin yaklaştığını, hazırlanması gerektiğini kendine hatırlatmaya gelen hizmetkârların dördüncüsüne yorgun bakışlarla bakmış ve “Gitmesem mi?” diye sormuştu.
Akıllı efendisinin böyle saçma bir şey söylemiş olabileceğine inanamayan adam gayriihtiyari gülmüş, “İnsan kardeşinin nişanına gitmez mi beyim?” demişti. Belki de buydu içini sıkıştıran: Herkes bu törenin, evliliğin garantisi olduğunu düşünüyordu.
Genç Efendi Hongbin, her zaman stratejik düşünebilen biri olmuştu. Tüccarlarla büyümüştü ne de olsa, doğduğundan beri onlardan biri olabilmek için yetiştiriliyordu. Lakin bu defa onlar gibi düşünemiyordu. Ölmesine ramak kala, sırf sevgili kocası tapınakta bir başına diye büyük bir azimle iyileşip ilk iş onun yanına giden büyükannesi gibi düşünüyordu, can dostu Wonsik şiir yazarken nasıl düşünüyorsa öyle düşünüyordu.
O güne kadar böyle ciddi kararların verileceği günleri hiç hesaba katmamış olduğunu fark etti. Aslına bakılırsa şu an ne yaptıklarını bile doğru dürüst anladığını söyleyemezdi. Belirsizliklerin içinden en belirsiz kaderi seçmek zorunda kalan kardeşi için mi korkup üzülüyordu, o belirsizliklerde kendi yerinin de belirsiz olması mı tedirgin ediyordu onu, yoksa hiç aklına gelmemiş olan bir kadınla evlenmesi gerekeceği bir günün geleceğini fark ettiği için mi huzursuzdu? İçten tebriklerini sunabilecek miydi, ne olursa olsun inandıklarının izinden gidebilecek miydi?
Pabuçlarını ayağına geçirirken midesi bulanır gibi oldu. Bu hissi bastırmak için gereksiz derecede yüksek sesle “Hediyeleri hazırlayın!” diye bağırdı. Hediyelerin daha sabahtan hazırlanmış olduğunu unutmuştu.
Yanında iki büklüm yürüyen, fakat eline kılıç verilince maharetli bir cengâvere dönüşen bir hizmetkârla; ikisinin kılıçlarının altında gizli olduğu hediye arabasıyla ve aklında binbir türlü düşünceyle gitti saraya. Hemen herkesin kendisi gibi düşüncelerle savaştığın görmek onu pek rahatlatmadı.
***
Jaehwan ve Âlim Kim, Osman Efe Bey’e tahsis edilen konutta Türk kahvesi içiyorlardı. Bu güzel kokulu acı içkinin sindirime yardımcı olacağını söylemişti iri yarı konuk. İkisinin de stresten hazımsızlık çektiği bu günlerde böyle bir şeylere ihtiyacı vardı.
Osman Efe “Sizlerle tanışabildiğime çok sevindim,” derken ikisi de zarif fincanlarından kahve yudumluyorlardı. Birden durup ellerini indirdiler. “Ömür neyi getirir bilinmez, belki bir daha yolum düşmez buralara. Lakin yeğenim gelirse sizleri burada bulabileceğini bilmek beni rahatlatıyor.”
Wonsik kibarca gülümsedi. Jaehwan’ın içinden tabii bizi bulabilirse diye geçiyordu.
***
Tüm koşuşturmaların arasında hava kararmıştı bile. Konuklar masalardaki yerlerini almıştı.
Efendi Lee, Prens Sanghyuk’un konutundan çıkıp yaşlı tüccarların arasına oturmuştu. Âlim Kim’se Jaehwan ve Taekwoon’la daha rahat iletişim kurabileceği bir yerde, genç âlimlerin yanında, nispeten saray erkânına daha uzakta oturuyordu.
Taekwoon efendisinin talimatı üzerine ipek yeleğini ve boncuklu başlığını giymişti. Kendisinin de aklından geçmişti bu fikir ama içinden gelmemişti. Hatıralarında kalmasını yeğlerdi, yani galiba.
O gün, soylular arasına kendisine yer edinmeye çalışan yeniyetme küçük beylerden daha yakışıklı ve onlardan daha soylu gözüküyordu. Yüreğini sıkıştıran acıya, midesini mıncıklayan kaygıya rağmen dimdik yürüyor; kararlı bir yüz ifadesiyle etrafına bakıyor ve aldığı talimatlara uygun davranmaya çalışıyordu. Emrinde olan 15 muhafızdan da gözlerini ayırmıyordu.
Jaehwan abisini görmemişti, o muhtemelen daha içerideydi. Âlim Wonsik’e, Âlim Cha’ya ve Veliaht Prens’e yakın olmak onun öncelikli göreviydi.
Işıkların hemen hepsi bir saat içinde yakılmış, şölen alanı olduğundan daha canlı ve daha renkli gözükerek gecenin karanlığına başkaldırmıştı. İnsanlar önlerine ne konulursa yemeye ve içmeye, şen şakrak sohbetler içine dalmaya başlamışlardı.
Kimse bilmiyor muydu, yoksa bildikleri için mi böyle davranıyorlardı? İşlerine mi geliyordu yoksa işlerine gelmese de yapacak bir şeyleri olmadığından kafalarını dağıtmak mı istiyorlardı?
Taekwoon derin bir nefes aldı. Bacaklarındaki adalelerin gereğinden fazla kasıldığını hissediyordu. Bu gece sorunsuz geçerse yarından itibaren daha güçlü duracağına dair söz verdi kendisine. Aşk acısı çekiyordu yalnızca, halk için görev başında olmaktan daha önemli olamazdı. Karın doyurmaktan, özgür olmaktan, zulümden kurtulmaktan daha mühim olamazdı. Kendisine gelmeliydi, tüm bu ezici coşku son bulunca.
Kral Hazretleri ve hanedanın alana teşrifleri ilan edildi, herkes ayağa kalktı, selamlar verildi. Bir an oluşan sessizlik ve ardından yeniden başlayan gürültü kalabalığın büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. Taekwoon bu güruhun ne kadarının dost ne kadarının düşman olduğunu kestirmekte zorluk çekiyordu. İyi adamları tanımıyor olduğunu fark etti, yalnızca Âlim Cha’nın kara listesinde adı geçenlere göz aşinalığı vardı.
Müzisyenler çalmaya başladılar. Önce sakin, kısa bir girizgâh yaptılar. Her şey yolunda görünüyordu. Kimsenin yüzünde en ufak bir kasılma yoktu. Rahatlamaya çalıştı.
Enstrümanlar gittikçe yükselen seslerini davulun son sert notasıyla kestiler. Ayak sesleri duyuldu, narin ve hafif. Pembe ve altın renklerde ışıl ışıl elbiselere bezenmiş, uzun ince, kuğu gibi gisaengler alana dizildiler. Taekwoon farkında olmadan gösteriyi daha yakından izleyebilmek için genç âlimlerin olduğu tarafa yaklaşmıştı. Efendiler de heyecan içinde izliyorlardı.
Gösteri başlayınca muhafızların da gevşediğini gördü Taekwoon. Henüz en önemli kısım gelmemişti, lakin başlangıçta sorun çıkmaması işlerin yarısının hallolması demekti.
Gisaenglerin zarafeti göz kamaştırıcıydı. Delikanlı onlara hayranlık duymadan edemiyordu. Dışarıdan bir bütün gibi gözükseler dahi her biri farklı bir figür yapıyordu her an, hem birbirlerine hem kendi hareketlerine hâkimlerdi ve bu çok zordu. Buna rağmen gülümsüyorlar, efendilere davetkâr bakışlarla bakıyorlar, hiçbir adımı kaçırmayıp kendilerinden bir şeyler de katıyorlardı. Kusursuzlardı.
Bu güzelliğe kapılmış, ayağıyla şarkının ritmine eşlik ederken birinin kendisine gereğinden fazla yaklaştığını hissetti. Tam ardına dönerken bu kişi onu kolundan yakalayıp çekti. Kılıcı üstünde yoktu, gerekirse elle dövüşecekti.
“Taekwoon, gel benimle.” Bu ses Wongeun’a aitti. Rahatladı. İstemeye istemeye olsa da onu takip etti.
Neyse ki şölen alanından uzaklaşmadılar, yalnızca iri sütunlardan birinin arkasına saklandılar. Wongeun’un yüzüne renkli fenerlerden yansıyan loş ışık düşüyordu, perişan gözüküyordu.
“Bir şey mi oldu? Bir sorun mu var?” Delikanlı paniklemişti.
“Hayır. Bir şey yok. Ben… Bana bir vursana sen.”
“Ne oluyor?”
“Sadece… Sadece bir tokat. Hadi ne olur.”
“Beyim…”
“Biz arkadaşız Taekwoon. İhtiyacım var. Osman Efe’yi bulamıyorum.”
“Ne olduğunu anlatmazsanız size yardım edemem.”
“Ben hiç gelmek istememiştim,” dedi nefes nefese. Ağlamamak için kendini tutuyordu. “Bunu tekrar yaşamak istememiştim. Galiba bayılacağım.”
“Neler söylüyorsunuz beyim? Oturacağınız bir yere kadar eşlik etmemi ister misiniz?”
“Taekwoon. Ben o kadını gördüm. Kocasının yanında… Oğluyla… Gülümsüyordu Taekwoon. Gamzesini gördüm.”
Anlamıştı delikanlı. Daha fazla duymasına gerek yoktu. Hiç düşünmeden, bunca zamandır içinde tuttuğu öfkesini ve haksızlığa uğramışlık hissini elinde toplayıp bir tokat patlattı Wongeun’a. Adam sendeledi, lakin düşmedi.
“Kendinize gelin,” dedi buz gibi bir sesle. “Yeri ve zamanı değil bunun.” Kendilerini izleyen ya da kazara olaya şahit olan biri olup olmadığını kontrol ederken diğeri nefesini topladı.
“Siktir,” diyordu bir yandan. “Siktir.”
“O laf da… Olmaz. Biz şu an saraydayız, hanedana beş adım uzaktayız. Kellenizin kıymetini bilin.”
“Sağ olasın orospu çocuğu.”
“Bedavaya yapmadım. İhtiyacım olursa, karşılığını isterim.”
“Merak etme.”
Birbirlerine gülümsediler. Taekwoon başka bir şey söyleme gereği duymadan onu orada bırakıp görev yerine döndü. Gisaengler son dönüşlerini yapıyorlardı.
Ekipler birbiri ardına sahneye çıktılar; dansçılar, müzisyenler, müzikler, danslar, yemekler sürekli değişiyordu. Testiler dolup boşalıyordu. Şölen başladığından daha hızlı akıyordu şimdi.
Efendiler eğlenir gibiydi, çoktan sarhoş olanlar vardı delikanlının bulunduğu bölümde. İç kısımlara doğru baktığında ise kimsenin sarhoş olmadığını, herkesin gelin adayını ayık bir şekilde beklediğini görüyordu.
Kendisiyle aynı hizada bulunan muhafızlardan birine bir baş hareketiyle içeri doğru yürüyeceğini haber verdi. Sıkılmıştı, hem de Âlim Wonsik’i görmek istiyordu. Hatta yapabilirse Veliaht Prens’i, Efendi Lee’yi ve Âlim Cha’yı da…
İşin eğlence kısmı fazla uzatmıştı sanki. Beklenti yükseltmek için mi böyle yapılıyordu yoksa gereksiz insanlar sıkılıp gitsinler diye mi uğraşıyorlardı, emin olamadı Taekwoon. Tek bildiği muhafızların da kendisi gibi sıkılmaya ve yorulmaya başladığıydı.
Masalar arasındaki ilk boşluğu aşıp genç âlimlerin ve genç efendilerin oturduğu yere geldi. Buradakiler içmekten ziyade gisaenglerle ilgileniyor gibiydiler. Âlimler utana sıkıla müziği dinlemeye çalışırken efendiler laf atacak kadar ileri gidiyorlardı.
Tüm bu insanların arasında yüzü sararmış, gözlüğünü sürekli kaydırıp burnunda biriken teri silen Âlim Wonsik’i görmek zor değildi. Onun da sıkıldığı ve her dakika daha da gerginleştiği belliydi. Bakışlarını yakalayabilmek için biraz orada bekledi delikanlı, usulca selamlaştılar. Muhafızları da kontrol ettikten sonra ilerlemeye devam etti.
Şimdi zengin adamların, az önce gördüğü efendilerin ve âlimlerin babalarının olduğu bölüme gelmişti. Bu insanlar arasında oğulları gibi arsız olanlar da vardı, lakin çoğu gisaenglerin davetkâr bakışlarından, şaşırtıcı anlık öpücük atmalarından utanıyor ve hatta birbirlerini utandıracak kadar şakalaşıyorlardı. Taekwoon’un gözleri bu insanların arasında oturan Efendi Lee’yi aradı. Ardı kendisine dönük olduğu için bulması biraz zaman almıştı. Uzanıp bir beyefendiye dokunması çok dikkat çekeceği için geçip gitmeye hazırlanıyordu ki Hongbin birisinin kendisine baktığını hissedip döndü. Kılıçta mahir olmak böyle hislere sahip olmak demekti aynı zamanda, delikanlı kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve karşılığında gergin bir selam aldı.
Buradan sonrasını yürümeye cüret etmeli miydi bilmiyordu, görev yerinin sınırında sayılırdı. Buradan sonrası abisi ve birkaç kıdemli muhafız tarafından korunuyordu. Kendisinin orada bulunması saygısızlık sayılabilirdi, hatta daha kötüsü bir sorun var zannedilebilirdi.
Yine de giderek yükselen ve doruğuna yaklaşan müzik içine bir heyecan salmıştı, devam etmekten kendini alıkoyamadı. Attığı her adımda havanın değiştiğini hissediyordu artık, sanki hanedanın nefes alışı bile farklıydı normal insanlardan. Meraklandı. Belki… Kral’ı da görebilirdi.
Bu bölümdeki insanları diğerlerine nazaran daha iyi tanıdığını şaşırarak fark etti. Kara listenin neredeyse tamamı burada oturuyordu ve bu bölümdeki hemen herkes gergin gözüküyordu. Neşeli, ama gergin.
İlk tanıdığı kişi Prens Hazretleri’nin dayısı olan Vekil Efendi’ydi. Yüzünde kendinden emin ve ürkütücü bir gülümsemeyle kurulmuştu yerine. Taekwoon onun oturduğu yerin Âlim Cha’nınkine göre alçakta kaldığını görünce kahkahalarla gülmek istedi. Âlim Cha neredeyse Yüce Kral’la denk seviyede, Osman Efe Bey’in yanında karısıyla birlikte oturuyordu.
Kral Hazretlerinin bir yanında Ana Kraliçe, diğer yanında eşi Kraliçe Hazretleri vardı. Veliaht Prens annesinin yanında, biraz daha geride oturuyordu. Yüzüne ışık vurmasına rağmen gölgede gibiydi.
Taekwoon’un gözleri abisini ararken Wongeun’un bahsettiği gamzeli kadını buldu. Yanında oturan küçük prense gisaenglerin renkli pabuçlarını işaret ederek bir şeyler söyleyip gülümsüyordu. Kocası olduğu belli olan adamsa yanında oturan bir vekille konuşmaya daha çok ilgi gösterir gibiydi. Delikanlı bu kadının saraydaki bu sıkıcı ve uzun gösteriden ziyade, sokaktaki eğlenceye daha çok yakışacağını düşündü. Onu çocuğuna bir şeker almış, akrobatların dansını hayretle bağırarak izlerken hayal edebiliyordu. Wongeun’a iyi ki tokat atmıştı, bu his insanın içini kemirmekten başka bir şey yapmıyordu.
Bir anda müzik en can alıcı noktasında kesildi ve gisaengler ellerindeki yaldızlı yelpazeleri aynı anda gürültüyle kapattılar. Geldikleri gibi narin ve hafif adımlarla, senkronize bir şekilde alanı boşalttılar. Delikanlı kapana kısıldığını düşündü, eğlence bitmeden görev yerine gitmeliydi ama oluşan sessizlik kendisini az önceki gürültü gibi gizlemeyecekti.
Birkaç adım geri çekilip olduğu yerde kalmaya karar verdi. Gisaeng kadınların çıktığı yerden onlarca hizmetkâr girdi, elleri kolları bohçalar ve sandıklarla doluydu. Onlar da sanki bir gösteri yapıyorlarmış gibi uyumlu hareket ediyorlardı. Taekwoon yine ne olduğunu anlamadığını fark etti. Bu ufak hareketlilikten faydalanıp ufak adımlarla bir önceki bölüme yürümeye başladı.
O sırada Âlim Cha’nın arkasındaki karanlıkta dikilen Jaehwan efendisine eğildi, başını Osman Efe Bey’le ikisinin arasına soktu. “Beyim,” dedi usulca. “Burada bir adam bırakıyorum, müsaadenizle aşağıda etrafı kolaçan etmek isterim.”
İki bey de ona bakmak istediler, lakin şüpheli bir harekette bulunmamaları gerekiyordu ve şu an yaşanan şeyin bir saniyesini bile kaçıramazlardı. Cha Hakyeon belli belirsiz bir el hareketiyle gidebileceğini işaret etti.
Jaehwan hızlı adımlarla aşağı indi. Kırmızı norigesini avucunda sımsıkı tutuyordu. Hiç kimseye bakmadan, emrinde olan muhafızlara bile göz atmadan dosdoğru diğer bölüme geçmek niyetindeydi. Lakin o çıkamadan hediyelerin girişi tamamlandı.
Gözünün ucuyla alana girmeye hazırlanan genç hanımı gördü.
Taekwoon tam geçiş bölümündeki hareketliliğin arttığını fark edince dikkat çekmemek için mecburen durdu. Alan yeniden boşalmıştı, herkes tek bir yere bakıyordu. O da başını çevirip baktı. Önce kırmızı eteklerini seçti, ardında iki hizmetçi kız uçlarına daha koyu kızıl renkte bir iplikle işlenmiş kamelya çiçekleri olan bu etekleri düzeltiyordu. Kol yakaları eteklerine kadar iniyor, narin bileklerini açıkta bırakıyordu. Tırnakları özenle kesilmişti esmer ve yumuşak ellerin. Beline sardıkları beyaz ve çiçekli kuşak üç dört kattı, lakin inceliğini örtememişti. Saçlarını örmemişlerdi, yine de kırmızı kurdelesini tutturmuşlardı başının arkasına. Delikanlı, omuzlarının titrediğini gördü bir an.
Sonra yürümeye başladı genç kız. Gözleri babasındaydı. Alana girmek için dönerken Taekwoon’un birkaç adım yakınında durduğunu görmedi. Zaten görseydi de… Başını çevirirdi.
Delikanlının kulakları çınlamaya başladı. Birisinin adını seslendiğini duyuyordu. Çok uzaklardan, bir rüyanın içinden gelir gibiydi bu ses. Ensesinden bir ter damlası süzülürken bacaklarını hissetmediğini fark etti. Zar zor uzanıp bir tüccarın içkisini dökmemeye çalışarak masaya tutundu.
Ölecek miydi? Ölür gibiydi.
“Taekwoon!” Bağırmıyordu kolunu tutan her kimse, yalnızca çiklet gibi uzadığını zannediyordu delikanlı adının. Başını çevirip telaşlı gözlerle kendisine tutan abisine baktı. Bir şey söylemek istedi. Lakin zihni boş, dili kesik gibiydi. Nefesini tuttuğunu fark etti. Kalabalığa arkasını dönüp karanlığa doğru nefesini bıraktı. Başı döndü.
Jaehwan onu çekiştirmeye çalıştı. Ama Taekwoon yerinden kımıldamıyordu. İyi ki kılıcım yok, diye düşünürken alana döndü yeniden. Konuşuyordu hanımefendi. Olması gerektiği kadar eğilmiş, saygılı ve güçlü bir sesle şöyle diyordu: “Bunlar Kudretli Joseon’un şerefli bir kız evladı olan bendenizin hanedana ve Yüce Kral’a armağanlarıdır. Sizlere layık olmak için elimden geleni yapacağım, Majesteleri.”
Ölür gibiydi Taekwoon.
Ölmüş gibiydi.
Kollarını hissetmiyordu şimdi de. Aniden abisinin kollarının beline sarıldığını fark etti. Ne olduğunu anlamadan birkaç adım atmış olmalıydı.
Ensesinde bir el hissetti sonra, birisi yakasını sımsıkı yakalamış onu geriye doğru çekiyordu. Kendini bırakmak istedi delikanlı, toprakta sürüklenmek istedi. Fakat bedeni karşı koyuyordu. Koşmalıydı şimdi, geri çekilmenin sırası değildi.
Bu ele abisinin güçlü kolları da yardım etti, birkaç muhafız onlara siper olmak için konuklarla aralarına girmemiş olsa Efendi Lee gibi herkes durumu fark edecekti neredeyse.
Taekwoon’u karanlığa çekip mutfaktan geçirdiler ve bir ambara attılar. Boylu boyunca yere yattı. İpek yeleği boka bulansın istiyordu. Sonra bir çığlık duydu. Giderek yaklaşan birinin çığlığı olmalı diye düşündü. Ama sonra anladı, kendisi bağırıyordu.
Son gücüyle ayağa kalktı. Wongeun ve Jaehwan’ı yere serebileceğini düşünmüştü, yapamadı. “Bırakın,” dedi, fakat duyma gücüne güvenemiyordu; gerçekten söylemiş miydi bilemedi.
Çok acıyordu. Bir şey çok acıyordu. Ölür gibiydi.
Wongeun’un gözlerine baktı. Jaehwan’a bakmak istemiyordu.
Ne yapacağını bilmiyordu. Bir kılıç olsa ne güzel olurdu. Şöyle kendi kellesini bedeninden ayırsa, tam da şu an…
“Taekwoon…” Abisi elini uzatmaya çalıştı.
“Kes sesini!”
“Ne olur abicim…”
“Sen benim abim falan değilsin.”
“Yapma yalvarırım.”
Wongeun sakinliğini koruyordu, kapıyı açıp dışarıda bekleyen bir diğer muhafızdan su istedi. Taekwoon kapı açılınca duyduğu gülüşmeler yüzünden çıldıracak gibi oldu. Ambarda ne varsa yıkıp dökmeye başladı. İçi durulmuyordu, hiçbir şey kesmiyordu. Abisine vurdu. Yetmedi, yakasına yapışıp yere çaldı. Doyamadı, üstüne çıkıp yumruk üstüne yumruk atmaya başladı. Kimse onu durdurmaya çalışmadı. Hatta bir ara Wongeun uzanıp daha rahat etsin diye başlığını çıkarttı.
Yorgun düşünce yere indi, kendi nefesini dinledi biraz. Sonra yere kapanıp ağlamaya başladı. Önce canı acır gibi, ölür gibi ağladı. Ardından bir hayvan gibi uludu, sesi bir çocuğunkine dönüşürken başını ambarın tahta zeminine vurmaya kalkıştı. Jaehwan kalkıp kendi burnundan akan kanı silmeden önce elini onun alnıyla zemin arasına koyup mani oldu.
Taekwoon onu ittirdi.
Wongeun araya girdi. Gelen testiyi kaldırıp içindeki suyu delikanlının suratına bir tokat gibi çarptı. Buz gibiydi. Artık yüzünü de hissetmiyordu.
“Neden!” diye bastı çığlığı. “Neden hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz bana hiçbir şey söylemedi! Neden! Beni! Neden! Bana neden! Neden böyle yaptınız! Hepiniz! Biliyordunuz!”
“Üzgünüm yavrum.”
“Üzgün müsün?” Ürkütücü bir kahkaha patlattı. O ana kadar sakinliğini koruyan Wongeun bile irkildi. “Üzüntünüzden ölün. Alın davanızı başınıza çalın. Siz hayvansınız.”
“Böyle olsun istemedik.”
“O elbisenin… Kumaşını… Ben seçtim… O giymeden bu parmaklarla dokundum ben o kumaşa. Onun tenine değmeden benimkine değdi. BEN! Ben dedim ki annesine! Benim kadınım, saçlarını hiç örmese bile! Benim kadınım… Saçlarını örmese bile… Başına bir çiçek dahi koysanız… Benim kadınım… Berrak ve yalındır… Dedim ki annesine… Buradaki her mücevherden daha parlak ve gösterişlidir. Benim kadınım! Benim değil… Hepiniz biliyordunuz. O kadın da! Göklerden indiremediğiniz o âlim de! Bu kadını başka bir adam beğensin diye… Benim kadınımı başka bir adama… Ben hazırlandım… NE? Üzgün müsün?”
“Özür dilerim. İstemedim. Yemin ederim. İstemedim Taekwoon. Abisinin ciğeri…”
“Sen benim abim değilsin artık. Hiçbiriniz… Siz değilsiniz artık.”
Wongeun yerde iki büklüm oturan delikanlının yanına çöktü. Dağılan saçlarını eliyle şöyle bir düzeltip yüzündeki suyu ve teri sildi. Taekwoon tepkisizdi, en azından ona karşı. Çünkü biliyordu, şu an onu en çok anlayabilecek kişi oydu.
“Bilmez misin ey yiğit,
Ne zalimdir bu vakit.
Devletin bekasına…
Gerektir şu canın, git.
Gardaşın görürsen eğer,
Yanlış yapar, hata eder…
Çek de sapla bir hançer.”
Bir çocuk gibi delikanlının üstünü başını silkelerken sessizce söylemişti Joseon’un kimsenin bilmediği köylerinde öğrendiği bu türküyü. “Çocuğum, affet bu sözlerimi. Canının acısını en çok ben bilirim. Lakin yarın uyandığında, hayır başın alıp gittiğinde, ananın babanın açlıktan kırıldığını görürsen o hançeri kendi yüreğine saplamak isteyeceğini de en çok ben bilirim.”
“Ben hata etmedim.” Sesi inler gibi çıkmıştı.
Jaehwan yeleğinin içinden çıkardığı bir mendille burnundan akan kanı durdurmaya çalışıyordu. “Etmedin abicim, biliyorum,” dedi boğuk bir sesle. Taekwoon hırladı, adeta bir hayvana dönüşüyordu.
“Etmedin,” diye tekrarladı Wongeun da. “Etmedin de… Her Allah’ın günü seni bağışlasınlar diye yalvaran şu günahsızı hırpalamana üzüldüm.”
Delikanlı duymamış gibi yaptı. Sakinleşiyor muydu yoksa bayılmak üzere olduğu için mi böyle sessizdi, kendisi de emin değildi.
“Bu sabah seni görebilseydim, anamı görmek nasip olmasın vallahi söyleyecektim sana artık.”
“Artık mı? O gün sen Doyeon’u benim yanımda gördün. Onca zaman bunu bilip de nasıl yüzüme baktın? Utanmadın mı? Aşağılık.”
Wongeun sakin ayaklarını bir kenara bırakıp “Taekwoon!” diyerek sert bir sesle uyardı onu. “Bu adam senin yüzünden kaç gündür uyku uyuyamıyor lan.”
“Peki ya ben? Ben uyuyabiliyor muyum? Uyuyabilecek miyim bir daha?”
“Uyursun paşam, günü gelir onu da yaparsın.”
“Çıldıracağım.” Bunu öyle sakince söylemişti ki duyan insan zaten çıldırmış olduğunu anlardı.
Gözlerini sıkıca yumdu, koca bir testiye yaslandı. Bacaklarını saldı ve ölmüş biri gibi uzandı. “Tanrım! Şimdi al canımı.”
Göğsüne birinin çöktüğünü hissetti, bakmadı. “Aç gözünü.” Abisinin nefesi yüzünü yaladı. Yok saydı. Varsın canlı canlı yesinlerdi onu. “Bana bak.”
“Taekwoon dinlesene.”
“Aç diyorum sıçtırma ağzına.” Delikanlı hızlıca kalkıp abisini düşürdü ve yüzüne tükürdü. Wongeun’u da bir kol darbesiyle ittirip ambarın kapısına gitti. Orada baş etmesi gereken iki kişi daha olduğunu hesaba katmıştı, hazırlıklıydı.
Hesaba katmadığı şey o anda tören alanına hâkim olan derin sessizlikti. Sağa sola bakındı. Durduğu yerden yalnızca Âlim Wonsik’i görebiliyordu tanıdık. O da ayağa kalkmış ilerisini görmeye çabalıyordu. Yüzü alabildiğine korkuyla doluydu. Ne yapması gerektiğine karar veremeyerek o da etrafına baktı. Taekwoon’u gördü. Masaların arasından geçerek yaklaşmak istedi.
Delikanlı tam o sırada duydu, başka bir genç kadın konuşuyordu şimdi ve bütün saray onu dinliyordu. “Hayır,” diye fısıldadı. “Olamaz…”
Kendisini çoktan kollarından yakalamış olan muhafızlardan silkelenerek kurtuldu ve kendi isteğiyle ambara döndü.
Jaehwan toparlanmaya çalışırken Wongeun bıkkın bir şekilde dilenciler gibi yere çökmüştü. Geri dönüşüne şaşırıp ayağa kalktı.
Taekwoon abisine hiç bakmadan dümdüz diğerine yürüdü. “Bana bir borcunuz var,” dedi.
“Artık anladın, değil mi?” diye sordu abisi. Delikanlı onun sesini duyunca zar zor topladığı benliğinde yeni bir çatlak hissetti.
“Size bedavaya yapmadığımı söylemiştim. Bana yardım edin. Yalnızca bir tokat.”
“Bir terslik mi var?”
“Lütfen… Bayılacak gibiyim. Güçlü kalmam lazım.”
Ambarın kapısı usulca açıldı, içeri giren Âlim Wonsik’in gördüğü ilk şey Wongeun’un, Taekwoon’un suratına patlattığı acı bir tokattı.

mavinot: Geciktiğini biliyoruuum. Nerelerde olduğumu merak ediyorsanız ilgili yazıyı okumak için buraya tıklayın. Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyiiin çok ihtiyacım var öpüyorum.

28 Ekim 2017 Cumartesi

kuyu

Selam dostlar.
Nereden başlayıp nereden geçeceğimi ve sonunda nereye geleceğimi bilemediğim bu hüzünlü döküntüye hoş geldiniz. Bu yazıyı okumamanızı öneririm.
Bugün kendimi bok gibi hissederek uyandım, sebepsizce.
Sanki içimden bir ses şöyle dedi: "Günaydın, bütün gün ağlamak ve etrafındakileri üzmek ister misin?"
Ben de usulca başımı salladım. Çünkü uyanır uyanmaz kulağınıza böyle bir şey çalınırsa kabul etmekten başka çareniz yok gibi gözüküyor. Belki vardır, ama bu sabah savaşmak için fazla yorgunum.
Ben çocukken, dayımla internetten saçma sapan videolar izleyip gülmeyi çok severdik. Uzakta yaşadığımız için birlikte geçirdiğimiz dakikalar çok değerliydi. Çocukların eğlendiği saçma sapan şarkılar ve videolar bulurdu bize. Hala yapıyoruz bunu ama biraz daha... Büyüdük. Onun çocukları var şimdi, çocuk videolarını onlara buluyor.
İzleyip dinleyip güldüğümüz bu şeylerin çoğunu oturmadım ama bir haftadır aklımda özellikle bir tanesi var.
Yanılmıyorsam 6-7 yıl kadar önce Jim Carrey'nin Saturday Night Live'da katıldığı skeç bu. Tabii o zamanlar sorsanız kafalarını sallayan adamlar ya da "CD!" diye bağıran adamlar diye biliyordum adını.
Bu videoyu o kadar çok izledik, buna o kadar çok güldük ki... Şimdi bakınca ne kadar aptalca hatta bir çocuğun izlemesi için ne kadar tehlikeli, hatta bir yetişkinin izlemesinin ne kadar gereksiz olduğunu ve çok eleştirilebilecek bir skeç olduğunu anlayabiliyorum. O yüzden tamamını izleme cesaretini bulamadım kendimde. Çocukluğumdan güzel bir anı olarak kalsın istedim Jim Carrey'nin sigarasını salak gibi arabanın kapalı camından atmaya çalıştığı sahne.
Aslında biraz başını izleyip gülmeye çalışmadım desem yalan olur. Ama ağlıyordum ve bar sahnesi beni öfkelendirdi. Ben de kapattım.
Keşke hayatımda beni üzüp öfkelendiren o sekmeleri de bu aptal videoyu kapattığım kadar kolay kapatabilsem diye düşünüyorum.
Çok yoruldum.
Aslında zorlanmak değil beni yoran, bu durumda hiçbir şey yapamamak. Başkalarının benim etrafımda pervane olup her şeyi benim için yapmalarına itiraz edemeyecek kadar çaresiz olmak beni çok ama çok yoruyor. Yukarıdaki gibi videoları izleyip güldüğüm günlerde, yani bir çocukken, insanların benim için bir şeyler yapması doğaldı ve ben bir şey yapmak zorunda değildim. Tek yapmam gereken dayımla oturup gülüp eğlenmekti. Gerçi bugün, 20 yaşımın sonuna yaklaşırken, o yaşlarında bile yapması gereken şeyler olan çocuklar olduğunu bilerek yaşıyorum ve belki yapması gereken şeyleri yapamayan çocuklar... O yüzden şanslıydım. Hala şanslıyım ama öyle hissetmiyorum.
Hiç iyi hissetmiyorum.
Yine daireler çizerek koştuğumu hissediyorum. Eden'in de söylediği gibi "başladığım yerde biten daireler çizerek koşmayacağım," diyebilmek istiyorum. Yapamıyorum.
Yapamadığım çok şey var. Sabahları karnım doysun istiyorum artık mesela. Bu sabah doymadı. Belki yarın da doymaz.
Bilmiyorum.
İnsanlara zor günlerinde "bak bunlar da geçecek, geçince hatırlayıp birlikte güleceğiz, göreceksin" derim genelde. Bazen kendime de söylerim ve bazen inanırım da. Bu sefer babam söyledi bunu, bu sefer inanmadım. Üstelik geçeceğini biliyorum, ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını iliklerimde hissediyorum. Korkuyorum.
Eskiden kollarımdaki damarları kopartmamak için izlediğim videoları, dinlediğim şarkıları ararken buldum kendimi dün gece. İnsan dibe, en dibe düştüğünü düştüğünde bile anlamıyor aslında bir süre. Orada öyle acılarını sıcağı sıcağına hissedemeden; görüşü, duyuşu düzelmeden yatarken hala düşüyorum sanıyor.
Dün gece yere çakıldım yine. Birkaç kırık, karnım aç. Arada bir başıma vuran keskin ağrı yüzünden arkama yaslanıp bulanıklaşan gözlerimin düzelmesini beklemekten başka bir şey yapamıyorum. Ayaklarım üşüyor, tırmanamayacak kadar çok ağrıyor belim. İnsan ağlayınca önce burnu akıyor, ama olduğum yerde, en dipte peçetem yok. Kollarıma siliyorum.
Kendime geleceğim. En azından hala düşüş durumunda olmadığımın ayırdına vardım. Düştüm ben. Kalkmaya çalışıyorum şimdi. Hatta belki kalktım ama çok ağırlaşan gövdemi kaldırırken uyuştu bacaklarım, anlamıyorum.
Ve eninde sonunda bu lanet olası kuyudan çıkacağım tekrar. Gerekirse parmaklarım parçalanacak, gerekirse dişlerimle tutunacağım duvarlara; ama çıkacağım.
Nasıl bilmiyorum ve çok korkuyorum ve düşünemeyecek kadar yorgunum. Yine de inanıyorum. Her zaman yaptığım gibi... Çıktığımda insanlar düştüğümü anlamayacak kadar güçlü duracağım yine.
Başka bir kuyuya düşmek de olsa ucunda, burada oturup böyle bekleyemem.
Şimdi size bu anlattıklarımı unutun.
Ben nereye düşmüşüm, nasıl düşmüşüm, neden düşmüşüm unutun.
Siz de kuyudaysanız şayet, yalnızca şunu hatırlayın: Çıkabilirsiniz. Ben çok düşüp çıktım bu kuyulara. Kimisinde su vardı boğuluyordum, kimisinde canavarlar, kimisinde alevler bekliyordu beni. Kimisinde yere çakılmadan kendime gelip tutundum taşlara, bırakmadım kendimi. Ama hep çıktım. Bazen çok uzun sürdü, bazen birkaç gün. İşin püf noktası, kendi kendimize çıkmakta. Zira biri beni kurtarsın diye bekliyorsanız beklemeyin. Çünkü herkes kendi kuyusunda, herkes çıkmaya çalışıyor.
Bugün ağlama günüm.
Kendimi sıkmadan ağlama günüm.
Dişlerimi sıkmadan ağlama günüm.
Sümüğümü koluma silerek ağlama günüm.
Yarın plan yapma günüm.
Sonra tırmanmaya başlayacağım.
Yukarıda görüşürüz.
Görüşeceğimizi biliyorum.
Şimdi vereceğim şarkı bu söylediklerimle çok alakasız. Bir aşk şarkısı bırakacağım size. Yalancıktan aşık olacağız ve yalancıktan acı çekeceğiz bir aşk için. Kuyuya düştüğümüzü unutacağız biraz, iyi gelecek bize.
Mavi kalın, ya da öyle bir şey işte.

22 Ekim 2017 Pazar

mavi methiyeler: history maker

selam dostlar.
sizlere hayallerimden ve elimden geleni yaptığımdan bahsettiğim başı sonu belli olmayan iç dökme güncelinden sonra, uzun zamandır yazmak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım bu yazıyı yazmanın tam da zamanı olduğuna karar verdim.
bilmiyorum hiç izlediniz mi yuri on ice'ı? umarım izlemişsinizdir, şayet izlemediyseniz umarım bu yazı izlemeniz için sizi teşvik eder.
bu anime temelinde hayalleri, çok çalışmayı, arkadaşlığı ve aşkı barındıran sımsıcak bir kurguyla yazılmış. yayınlandığı dönem yalnızca beni ve özlem'i sevinçle doldurmakla kalmadı, beni bir şeyler yapmak için cesaretlendirdi de.
ne fazlası ne eksiği olan bir animeydi yuri on ice. ama -umarım böyle söylediğim için sonradan kendime kızmam- en güzel tarafı kesinlikle açılış şarkısıydı.
bu açılış şarkısının ismi "history maker" olup dean fujioka tarafından seslendirilmiş efendim.
gelelim neden bu şarkıya adanmış bir yazı yazdığıma ve neden bu şarkının benim için önemli olduğuna.
her zaman bu dünyada duyduğum an beni gülümsetebilen tek şarkının çiftetelli olduğunu söylemiştim ve bu hala geçerliliğini korumaktadır. fakat artık ikinci bir şarkı daha vardı hayatımda.
hüngür hüngür ağlıyor dahi olsam bu şarkı bir anda çalmaya başladığında gülmeye, dans etmeye, hayaller kurmaya başlayabiliyordum. bu şarkı çalarken mutsuz olma ihtimalimin olduğuna inanmıyorum artık. üç dakikalığına da olsa dünyada ters giden her şey yoluna giriyor bu şarkı sayesinde.
şarkı umutsuz insanlar olduğu kadar umutlu insanları biraz daha canlandırmak için de yazılmış bana göre.
"biz tarih yazmak için doğduk!" diye bağıran bir şarkı nasıl olur da bir insana umut vermez ki zaten?
başkalarını bilmem ama şarkı "kalp atışlarımı duyabiliyor musun?" diye başladığı an elimi göğsüme götürüyorum ben.
"kendine inandığında karanlık kalmayacak, sen durdurulamazsın."
evet, ben durdurulamazım, kendime inanıyorum ve kendi tarihimi yazacağım. yalnızca gözlerimi kapattığımda bile hayallerimin gerçekleştiğini görebiliyorum, durdurmayın beni.
abarttığımı düşünenleriniz olacaktır belki, inanın abartmıyorum; bu şarkı hayatımda bir şeyleri değiştirdi.
otobüste giderken "bugün mutsuz olmak istiyorum" diye beş yüz şarkının arasından en hüzünlü şarkıları seçip dinlediğimde ben yeni bir şarkı bulamadan history maker başlayınca "aman yemişim mutsuzluğu be," deyip otobüsün ortasında dans etmemek için kendimi kasarak ve kocaman gülümseyerek dinliyorum.
asla eskimiyor. aylar oldu, hatta bir seneyi geçti ilk yayınlanışından bu yana. hala ilk günkü gibi yerimden kaldırıyor beni, bir nevi yakıt ihtiyacı görüyor ama asla tükenmiyor.
bu şarkıyı dinlerken yuri'yi anlayabiliyorum ve bence hepimizin bir ihtiyacı yuri'yi anlamak. gerçi anlamak istemiyor da olabilirsiniz, o halde bu şarkıyı yalnızca kendinizi anlamak için dinleyin. çünkü ister inanın ister inanmayın bu şarkıya ihtiyacınız var.
tarih yazmak için doğduğunuzu, durdurulamaz olduğunuzu, birilerinin kalbini ateşe verdiğinizi size söyleyecek birine ihtiyacınız var.
kendi kalp atışlarınızı duymaya, gözlerinizi kapatıp hayallerinizin gerçekleşeceğini kendinize söylemeye ve o anı görmeye, kendinize inandığınızda karanlıkların yok olacağını bilmeye, hiçbir şey için geç olmadığını anlamaya ihtiyacınız var.
yetersiz hissetmekten bıktınız mı? bu şarkıyı dinleyin.
uyandığınızda yapmanız gereken şeyler olmasından bıktınız mı? bu şarkıyı dinleyin.
size bıktığınız şeyleri yapmanız için cesaret vermeyecek bu şarkı, ne için cesaret verecek biliyor musunuz? hayatınızı değiştirip yepyeni ve bıkmayacağınız şeyler yapabilmeniz için.
abartmıyorum. biz tarih yazmak için doğduk.
kendinize inanın.
ve bu şarkıya.
ben size inanıyorum ve kendime ve bu şarkıya.
öncelikle bu şarkıyı tüm kalbiyle söylediği için dean fujioka'ya teşekkür etmek istiyorum.
ama teşekkürlerin büyüğü böyle bir yazı yazma fikrim olduğunu söyleyince sevinen ve yazarsam çok mutlu olacağını söyleyen biricik dostum özlem'e gidiyor.
bu yazı kırmızı özlem'e ithafen yazılmış, ona bir doğum günü hediyesi olarak hazırlanmıştır.
sen tarih yazmak için doğdun, hayatım. ikimiz de bunu biliyoruz.
iyi ki versin, sçs.
mavi kalın! yakın zamanda görüşmek üzere.
mavinot: ben bu minik minik yazma işini fazlasıyla beğendim, sanırım şimdilik bu şekilde devam edeceğim. ileride ne olacağını hep beraber görelim.

21 Ekim 2017 Cumartesi

yaz tatilimle ilgili kompozisyon ödevim ve biraz sevinçli şeyler

selam dostlar.
nereden başlasam bilemiyorum.
her şey kesinleştiği zaman coşku dolu upuzun bir yazı yazacağıma dair kendime verdiğim sözü bir türlü unutamadığımdan geldim aslında. ama kendime o sözü vereli köprünün altından çok sular aktı. her şeyi anlatmadan yalnızca bir şeyi nasıl anlatabilirim bilmiyorum, kendime haksızlık yapmak istemiyorum.
bazı şeyleri internette anlatmaktan çok korkuyorum aslında. yirmi yıllık ömrümün neredeyse tamamında internete bağlantım vardı ve bu süre boyunca söylediğim şeylerin asla kaybolmadığını ve bu şeylerin nerelerden çıkıp nerelere bağlanabileceğini, bunları kimlerin görebileceğini (yani herkesin görebileceğini) bir nevi öğrendim.
sanki yaşadıklarımı, hissettiklerimi dümdüz kelimelerle değil de üstü kapalı anlatırsam; açık açık söylemek yerine benzetmeler yaparsam, isim vermezsem her şey daha güvenli olur gibi geliyor bana. ama bu nazara inanan yanımın bir bahanesi de olabilir yalnızca.
velhasıl, bugün kendi tabularımı yıkmaya ve şu son birkaç ayda neler olduğunu sizlere anlatmaya geldim. çünkü çok özledim. içimden bir parçayı buraya bırakıp biraz (bazen çok) gözyaşı döküp sonra sabah hafiflemiş bir yürekle uyanmayı çok özledim. hayaletlerimi özledim.
bundan üç ay önce boynumdaki yumrunun alınması için ameliyat olmam gerektiğini öğrendim. bu beze iki seneye yakındır oradaydı ve açıkçası korkutucu bir hızla büyüyordu. bir de yusyuvarlıktı. bir de sertti. bir de kanlıydı. bir de önceki doktorumun deyimiyle "çok gıcık" bir yumruydu.
ameliyatla sağ tiroidim de alındı ve yumru test için fakülteye falan gönderildi. o sırada ihtimaller konuşuluyordu, neler "olabileceğini" yüz kere anlattı doktorum. ben de hepsini dinledim ama inanır mısınız bugün bile hiçbirini hatırlamıyorum. çünkü ihtimallerin gerçek olabileceğine inanmıyordum. nedense bu ameliyata sadece hızla büyüyen yumru artık büyümesin diye girdiğimi düşünüyordum. hatta ameliyattan çıktıktan sonra bir gün aynaya bakıp keşke vücudumda bir yara izi olacağına o yumru yerinde kalsaydı diyorum ama sonra bu lafı bildiğiniz yedim.
bir ay sonra yumrunun test sonuçları geldi. tabii ben o ana kadar hiç kötü düşünmedim, sadece sonuçlar için doktora gitmeden önceki gece uyumadan önce beş dakikalığına öyle olsa ne olurdu dedim kendi kendime. soru cevapsız kaldı, ben de uyudum.
ertesi gün hiç düşünmediğim şey gerçek oldu. ikinci bir ameliyat olmam gerekiyordu, tedavi görmem gerekiyordu. aslında çok basitti, zaten hastalığın böylesi makbuldü. üzülecek bir şey yoktu değil mi? ama adı... hastalığın adı öyle demiyordu işte. belki adını söylemeselerdi her şey daha kolay olurdu, adına hiç benzemiyor çünkü. gerçekten hastalığın böylesi makbulmüş, o gün anlayamamıştım.
annem o gün ben kan vermeden röntgene, röntgenden ultrasona koştururken hüngür hüngür ağlıyordu. o sırada gelip geçerken birkaç kez karşılaştığımız iri bir adam da beni izliyordu. sanki "hani sen ne zaman ağlayacaksın küçük hanım?" der gibiydi. röntgen sıramı beklerken gözlerim doldu biraz. ağlamayacaktım aslında ya. vallahi ağlamayacaktım. ama annem kendini sıkma mavi, dedi. ağlamak istiyorsan ağla annecim. ve ben o iri adamla bir kez daha göz göze gelince kendimi bıraktım. o da vah vah dercesine başını çevirdi.
sonra ne olduğunu anlamadan ikinci ameliyatımı oldum. ameliyattan çıktıktan sonra teyzemin uzattığı bir peçeteyi yüzüme kapatıp otuz saniye kadar hıçkırarak ağladığımı hatırlıyorum. annem odada değilken tabii... onun dışında hiç ama hiç ağlamadım. doktorum beni metanetli bir genç kadın olduğum için övdü, annemle babama beni böyle yetiştirdikleri için tebrikler yağdırdı. sonra yine bir kulağımdan girip öbüründen çıkan bir sürü ihtimalden bahsetti.
çok şükür bu ikinci ihtimaller gerçekleşmedi ve ben yalnızca ilkinin sonuçlarıyla tedavime girmeye hak kazandım. 
güya olayı dramatize etmeden anlatacaktım. aman bana ne... istediğim gibi anlatırım.
tüm bu süre zarfında sürekli tarihlerden bahsediliyordu. şu tarihte tedavi şu tarihte kontrol şu tarihte bilmem ne şu tarifte yine kontrol şu tarihte diyet şu tarihte ilaç... bir anda o kadar çok tarih oldu ki her şey karman çorman oluverdi.
ben o sırada erasmus'a başvurmuştum ve gideceğim "neredeyse" kesindi. ama işin içine bu leyleklerin getirdiği nur topu gibi iki ameliyatım ve bir tedavi girince bunun tehlikeye girebileceği söylendi.
işte o zaman gerçekten içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. biri kolumu kesmiş gibi ağlamak bağırıp çağırmak istedim. fakat sustum. kabullendim.
daha sonraları annem her şeyi kabullendiğimi söyleyince, o anları hatırlayıp sinir krizinin sınırlarında dolaşıp ağladım. kabullenmekten başka çarem yoktu. hiç kimsenin kabullenmekten başka çaresi yoktu. yine de her şeyin suçlusu bendim.
elbette annem öyle demek istememişti. yıpranmıştım, fazla alıngandım, bıkmıştım. her şey üstüme üstüme geliyordu.
sonra ben ikinci ameliyattan yeni yeni iyileşirsen babamla annem birlik olup beni ayrı eve çıkarmak istediler. okulumla evim arası çok uzun olduğu için iki senedir ne çileler çektiğimi en iyi onlar biliyorlardı ve bu yaz yaşadıklarımdan sonra biraz rahat olmamı istiyorlardı. başta kabul etmek istemedim. henüz iyileşmemiştim ve yeniliklere kapalıydım. sadece odamın kapılarını kapatıp herkesi dışarıda tutarak kendime psikolojik tedavi uygulamak istiyordum.
yine de yalan söylemeyeceğim yalnız yaşamak benim bu hayattaki en büyük hayallerimden biriydi. ikisi de buna rıza gösterirken elimin tersiyle tepemedim. bir haftada içinde bir ev bulduk. yerleşme meselesi çok tuhaftı. çünkü daha okul başlamamıştı ve ben henüz iyileşmemiştim. ama eşyalar gitmişti. ben de salonda yattım.
stresten kafayı yiyecektim. düzgün uyuyamıyordum. bunalıyordum. annemle her gün evdeydik. beni kendime getirebilecek hiçbir şey yapamıyordum.
sonra okul başladı. her şey yoluna girer gibi oldu. yine de her şey üst üsteydi. ağlayamadım. bir türlü ağlayamadım. açıkçası ağlamak da istemedim, artık ağlamaktan da sıkılmıştım çünkü.
sonra diyetim başladı. iyot kısıtlı diye geçiyor, araştırmak isteyen varsa. içinde iyot, yani tuz olan hiçbir maddeyi tüketemeyeceğim üç haftalık bir süre başladı.
dostlar.
siz beni tanıyorsunuz.
yemek benim için ne denli önemli biliyorsunuz. şu an o üç haftalık sürenin iki haftası bitti, üçüncü haftaya girmek üzereyim ve bilmenizi isterim ki gerçekten hayattan bezdim. sabrım çok yüksek ve zorlanmıyorum kesinlikle. ama en ufak bir zevkim kalmadı. bitsin istiyorum artık. her şey bitsin bitsin bitsin.
(derin bir nefes alır) 
bu noktadan sonra olan güzel şeylerden bahsetmeyi uygun görüyorum.
bu ayın 14'ünde, yani bildiğiniz geçen hafta en saygı duyduğum, kendisine de söylediğim gibi yazın hayatımın dönüm noktası olan yazar kitap fuarıyla buraya gelip bir imza günü düzenledi.
hala düşündüğümde titriyorum ama o gün beyefendinin karşısında nazik bir şekilde, aklı başında biri gibi görünüp konuşmayı başardım dostlar.
planladığım her şeyi söyledim ve hayallerimden birini de zevkini çıkararak gerçekleştirebildim.
tek pişmanlığım elini sıkamamış olmam. hava çok soğuktu ve sırada beklerken ellerim çok üşüdü. ben de o kadar soğuk olan ellerimi uzatıp onun ellerini üşütmek istemediğimden bir tokalaşma talep edemedim.
ama önemli değildi; yalnızca kitaplarını uzatıp isimlerini söyleyen, yalnızca o imzaya önem veren insanlardan farklı olarak ben ona yazdığımdan, hayallerimden ve beni nasıl etkileyebildiğinden bahsedebilmiştim. üstelik yüzündeki samimi gülümsemeden kendisinin de bu durumdan memnun kaldığını anlamış oldum.
bu buluşmadan bir gün önceyse asıl önemli olay oldu, erasmus başvuru sonuçları açıklandı.
ve ben KAZANDIM!
aslında erasmus'la ilgili maceram daha ilk seneme dayanıyordu. ilk senemde fikirlerine çok değer verdiğim birisi bana gitmediği için pişman olduğunu, fırsat varsa kaçırılmayacağını söylemişti. ben o  dönemler müthiş bir korkuyla uzak duruyordum bu fikirden. ama bu laflardan sonra biraz gözlerim açılır gibi oldu. daha sonra erasmus'a gitmiş insanlarla da konuştum ve en doğru şeyin korkaklığı bir kenara bırakmak olduğunu fark ettim. açgözlü olmak lazımdı ve ben henüz hayattan hiçbir şey istememiştim.
ikinci senemde başvuruları kaçırdım çünkü tam bir aptalım ama önemli değildi. üçüncü senemde hatta biraz çabayla dördüncü senemde bile gidebilirdim. aceleye gerek yoktu, elimden geleni yapacaktım.
yaptım da.
bugün karşınızda bahar dönemini yurt dışında okuyacak biri duruyor ahahaha.
elbette oradaki hayatım hakkında bol bol yazmayı, mümkünse video günlükler tutmayı çok istiyorum. unutulmaz bir dönem olmasını diliyorum, ama gidiyor olmaktan daha fazlasını istemeye gönlüm el vermediğinden bu yalnızca bir dilek olarak kalacak şimdilik.
tüm bu süreç boyunca beni şevke getiren başarılı kadınlar tanıdım ve şimdi kafamda bin tane tilkiyle elimden daha ne gelebilir diye düşünmekteyim. fırsatları tepmemeye gayret ederek yaşamaya karar verdim.
hastalığın böylesi makbuldür diyen insanları anlıyorum artık. en az yarayla, en yüksek faydayla ve yepyeni bir bakış açısıyla kurtulmak üzereyim bu beladan. üstelik en büyük hayallerim de gerçekleşiyor. her zaman söylendiği gibi hayat aldığı kadarını veriyor, verdiği kadarını alıyor mutlaka. her şey dengeyle. 
geçen sabah evimde uyanıp yatakta doğrulduğumda anladım aslında ne kadar mutlu olduğumu, ne kadar şanslı olduğumu ve ne kadar şükürsüz olduğumu.
değiştireceğim bir şeyleri ve sizler de her bir adımımda yanımda olun istiyorum.
ama bu bağlantıyı istediğim kadar sağlayamıyorum. evimde her şey var, bir kuş sütü bir de internet eksik çünkü.
olsun yahu. şu birkaç haftada nasıl okuduğumu ve yazdığımı bilseniz aklınız şaşar. her şeyin bir güzelliği var, anlıyorum artık.
yine de çok özlüyorum buranın mavi duvarları arasında oturup aklıma eseni yazmayı.
inşallah bu yokuşun sonunda wifi vardır ehehe.
bu yazıyı büyük harflerden korktuğumdan değil de onları taşıyamayacak kadar yorgun olduğumdan minik minik yazdım. yorgunum evet, ama bitirmek istemiyorum.
hepiniz huzuru bulun istiyorum. hepimiz. aklınıza gelebilecek herkes. herkes mutlu olabileceği şeyleri görsün, kara bulutları şöyle bir ayırıp mavi gökyüzüne baksın istiyorum.
bir de henüz tam olarak bitmediği için bu yolculuğum güzellikle sonuçlansın diye sizden iyi dilekler, dualar istiyorum.
bir daha ne zaman gelirim bilmiyorum. umarım bir sonraki gelişimde önce kötü şeyleri, sonra iyileri sıralamam da hepsini harman yapıp doğal şeylermiş gibi kendiliğinden hafifçe anlatabilirim size.
umarım bir dahakine bu kadar geç kalmam. 
elimden geleni yapıyorum, hatta en iyisini. söz veriyorum. sarılalım mı? sizi çok seviyorum.
bölük pörçük, en ufak bir güzellik kaygısı taşımayan bir güncel oldu bu. eski günlerdeki gibi, yalnızca içimdekileri kustum.
şarkımı verip gidiyorum. mavi geceler, daha iyileri için çalışıp bugünküne şükrederek.

12 Ekim 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #16

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Saray tüm gürültüsünü ve telaşını yeniden kapalı kapılar ardına saklamış gibi gözüküyordu.
Osman Efe yeğenini kütüphanede bırakıp bu gereğinden fazla sessiz, her an patlamaya hazır sarayın bahçelerinde dolaşıyordu. Son geldiğinden bu yana nelerin değiştiğini görmek, hizmetkârların fısıltılarından birkaç kelime kapmak istiyordu.
Kendisine verilen konuttan henüz çıkmadan duymaya başlamıştı aslında. Lakin duydukları hiç hoşuna gitmiyordu. Her cümle onu, Âlim Cha’nın hanımı ve kızının kabul edileceği Ana Kraliçe'nin konutuna biraz daha yaklaştırıyordu.
Bahçesinde bolca çiçek olan o konutun gürültüsü, sarayın herhangi bir köşesininkinden daha fazla duyuluyor gibiydi. Ana Kraliçe’nin hazırlanması yetmiyormuş gibi bir de hanedanın kadınları oraya akın ediyordu. Bir geçit töreni gibiydi; Kral’ın eşleri, prensesler ve onların hizmetkârları rengârenk elbiseleriyle birer birer geliyordu.
Kraliçe ise kayınvalidesinin emriyle ilk gelen olmuştu. Anlaşılan konuklar teşrif etmeden konuşulması gereken önemli konular vardı.
Osman Efe iç çekti. Kızcağızın geçmesi gereken en zorlu sınav buydu. Neyse ki Hyeyeong Hanım gibi güçlü ve bilge bir anneye sahipti.
Arkasında hızlı ayak sesleri duyunca başını hafifçe çevirip o konuta koşturan başka bir hanımefendinin önünde durup durmadığından emin olmak istedi.
Gördüğü yüz çok tanıdıktı. Baş döndüren bir sıcaklık hissetti. Tamamen dönüp kendisine kocaman gülümseyen prensese baktı.
“Beyim!” diyordu neşeli sesiyle.
Ayakları yere bassın diye birkaç saniye bekledi Osman Efe. Bir daha böyle gülerken göremeyeceğini düşündüğü bu yüzün gerçek olduğuna kendini inandırdı.
“Bir prenses nasıl olur da benim gibi bir gezgine beyim der?”
Kadın güldü. Gözlerinin kenarlarında en az gözleri kadar güzel olan kırışıklıklar vardı.
“Hoşunuza gidiyor sizin de.”
“Gitmez olur mu hiç!” Sonunda Osman Efe de gülümseyebilmişti. “Bizim o küçük Prenses Eunbyul musun sen sahiden?”
“Ta kendisiyim. Hanyang’a geldiğinizi duyduğum andan beri sizi görmek için yanıp tutuşuyordum. Ana Kraliçe Hazretleri’nin davetinden dönüşte konutunuza birini yollamayı düşünüyordum aslında.”
“Çok büyümüşsün Eunbyul.” Sesindeki hüznü gizlemek için çok uğraşmıştı, fakat işe yaramamıştı.
“Zaman ne ilginç şey, değil mi? Sanki sizleri yolcu edişim dündü, lakin bedenim yılların geçtiğini hatırlatıyor bana. Uzun adımlarınıza yetişmek için acele ederken nefesim kesiliverdi.”
“Çocukken pek hızlıydın.”
“Ömür kadar hızlı değilmişim demek ki…”
Sessizlik girdi araya. Osman Efe kız kardeşi gibi sevdiği bu kadını kucaklamak istercesine havada kalan kollarını indirdi. Sarayın ortasında evli bir prensese sarılmak… Ne gülünç bir hayaldi. Oysa onu en son görüşünde elini tutup sarayda koşabiliyordu.
“Anne olduğunu duydum,” dedi sonra.
Eunbyul tekrar gamzelerini göstererek gülümsedi. “Evet. Bir oğlum var, bir de kızım. Kızım henüz bebek olduğu için onu bırakıp gelmek çok zor geldi bugün.”
“Peki, oğlun kaç yaşında?”
“12 yaşına bastı. Bu sene Âlim Cha’ya emanet ettim onu. Hocası kadar iyi bir âlim olmasını diliyorum.”
“Böyle zeki bir annesi varken zorlanacağını sanmam.”
“Uzaktayken bir hanım bulabildiniz mi kendinize beyim? Peşinizde bir delikanlı dolaştığını duymuştum, yoksa oğlunuz mu?”
“Aman Eunbyul, sen de… Sanki bilmiyorsun beni.”
“Nedenmiş yahu, fena mı olurdu?”
“Yeğenimdir o peşimde dolaşan. Senin gibi o da pek meraklı olduğundan geldi.”
“Onun sizin gibi bir dayısı var çok şükür.”
“Aman da aman küçük Eunbyul’umuz kıskanırmış da…”
“Küçük mü diyorsunuz hala? Çocuk yaptım diyorum.” Karşılıklı gülüştüler. Neşesi ilk sönen Prenses oldu. “Keşke her geldiğimde sizi bu sarayda bulabileceğim bir dünyada yaşasaydım…”
“Kapıların ardına saklanıp yaşamak benlik değil, biliyorsun,” dedi Osman Efe.
“Biliyorum, biliyorum. İşte bu yüzden sizden hiç benimle kalmanızı istemedim.”
“Biz de bazı şeyleri bildiğimiz için senden bizimle gelmeni istemedik.”
“Ve sonunda böyle oldu…”
“Mutlu musun, Eunbyul?”
Kadın karşılarında duran konuttaki hareketliliğin artmasına aldırmadan cevabını ağırdan aldı. Bir süre dürüst bir cevap bekleyen iri adamın gözlerine baktı, düşündü.
Sonra kendinden emin bir şekilde “Mutluyum,” dedi. “Sadece bazen… Daha mutlu olabilir miydim diye düşünüyorum, hepsi bu.”
Osman Efe bir elini uzattı. “Sadece bir kez elini tutabilir miyim?” diye sordu.
Eunbyul etrafına bakınıp çekingen bir tavırla elini uzattı. Yüzük parmağında yeşim taşından bir yüzük parlıyordu.
Elleri buluşunca adam gülümsedi. Tıpkı eski günlerdeki gibi hissettiriyordu, ağırlık yapan bir yüzük olduğu halde…
“Hepimiz daha mutlu olabilirdik. Lakin ömürden hızlı olamadığımız gibi, ondan güçlü de değiliz. Bunun için kendimizi ya da başkalarını suçlamadan, yalnızca birbirimizi özleyerek yaşayalım Eunbyul.”
“Öyle yapıyorum… Abi.”
“Ah sonunda! Bu daha çok hoşuma gidiyor yavrucuğum.” Osman Efe boşta kalan elini yeşim yüzüklü elin üstüne kapatıp hafifçe sıvazladı. “Gitmeden bir kez daha görmek isterim seni.”
“Bu sıralar sık sık sarayda olacağım. Gelinimizi seçerken bana çok ihtiyaçları varmış gibi her yere çağırıyorlar.”
“O halde görüşmek üzere.”
“Hoşça kalın.”
Osman Efe onun gidişini izlerken, yıllar önce azarlanmak üzere ardını dönüp giden küçük Eunbyul’u hatırladı. Mutlu olduğunu söylerken kendisine doğruyu söylediğinden emindi. Lakin mutluluk ve hüznün aynı kalpte yaşayabileceğini de biliyordu.
***
Âlim Kim, Jaehwan’ın yüzüne uzun süredir bakıyordu. Öğlene kadar kendisini beklettiği için ona kızmak istiyordu. Buna rağmen tek söyleyebildiği “Nerede kaldın?” olmuştu, ondan yayılan içki kokusunu görmezden gelmişti.
Jaehwan cevap vermek yerine omuzlarını silkmişti. Gözlerinde yorgunlukla beraber, bariz bir huzursuzluk seçiliyordu. Wonsik o bu haldeyken üstüne gitmek istemedi.
Veliaht Prens’in konutuna giderken aynı huzursuzluk kendisine de bulaştı. Bir şey ayaklarını geriye çeker gibiydi, bunun ardında yürüyen abisinden kaynaklandığına kendisini inandırmaya çalıştı.
İlk kez toplantıya Efendi Lee’den önce gelmişlerdi. Bir başına bahçede dikilip gökyüzüne bakan Prens Sanghyuk, onları çok yakınına gelene kadar fark edemedi.
Dalgınlıkla misafirlerine doğru dönüp yine aynı dalgınlıkla gülümsedi. “Hava pek güzel…”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Bugün sundurmada otursak mı? Göğsüm daralıyor içeride.”
“Baş üstüne efendim.” Hizmetkârlar hızla sundurmayı hazırlamaya koşarlarken üç genç bahçede yürümeye başladı. Prens şemsiye istememişti, güneş yüzlerine parıldıyordu.
“Veliaht Prens Hazretleri böyle derince neyi düşünüyorlar? Canlarını sıkan bir pürüz mü var yoksa?” diye sordu Âlim Kim. Konuşurken bir yandan da Jaehwan’ı gözlüyordu.
Prens Sanghyuk iç çekti. “Hayır. Öyle bir şey değil de…”
“Bu izdivaçta gönlünüz yok mu?”
“Aklım karışıyor. Gönlüm olmadığından değil. Şayet gönlüm olmasaydı Âlim Cha’yla daha en başından el ele vermezdim. Lakin… O kızla dostça büyüdük, sen de biliyorsun.”
Wonsik gülümsedi. Biliyordu. Saraya geldiğinde onlara oyunlar oynayıp rahatsız eden, kız çocuğu olduğu için hor görüldüğünde herkesten ala olduğunu hiç zorlanmadan kanıtlayabilen o kız… Şimdi bir kafese kapatılacaktı. Hem de dostunun karısı olarak…
“Benim için de tuhaf,” diyebildi yalnızca.
“Bir dostuyla evlenmek mi onun için daha kötü, yoksa bir Veliaht Prens’in karısı olarak ömür boyu tüm bu pisliğin içinde kapana kısılıp kalmak mı? Merak ediyorum doğrusu. Başka birisi olsaydı böylesine düşünür müydüm, onu da bilmiyorum.”
“Bir dostunuz olarak her zaman sizin yanınızda olacağını düşünüp içinizi rahatlatmaya çalışın Prensim… Ben de size iyi bakacağına olan inancımla öyle yapacağım.”
Genç Prens durup döndü. Arkadaşının yaverine baktı, yaver ise hiç oralı değil gibiydi.
“Peki… Sen ne düşünüyorsun? Âlim Cha’nın kızını senin de tanıdığını biliyorum.”
Jaehwan uykudan uyanır gibi gözlerini kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Kılıcına sımsıkı tutunuyordu. Dilini damağına bastırıp kötü sözlerini yutmaya çalıştı.
“Mutlu olamayacaksınız,” dedi aniden. Wonsik korkuyla yerinde sıçradı, inanamayan bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. “Küçük Hanım özgürlüğüne düşkündür. Yalnızca bunu bile geçerli bir sebep. Lakin görüyorum ki sizin de şüpheleriniz var, mutlu olmamak için sebepleriniz. Siz de bu aciz kulunuzun söylemesine gerek kalmadan biliyorsunuz ne olacağını. Lakin…”
“Lakin?” Prens ifadesiz bir şekilde dinliyordu.
“Bu izdivaç Prens Hazretleri yahut Küçük Hanım’ın mutluluğu gözetilerek düzenlenmiş değildir. Küçük Hanım babasının, dolayısıyla sizin için elinden geleni yapmaya; davamız için özgürlüğünü feda etmeye dahi gönüllü olmuştur. Bağışlayın Prens Hazretleri lakin bu kulunuz, sevgiyi ve mutluluğu en çok hak eden bir kız çocuğu kendisini halkın refahı için böylesine bağışlıyorsa; sizin duygularınıza kapılıp kendi aklınızı karıştırmaya, üzülmeye ve nihayetinde bunu o kız çocuğuna yansıtmaya hakkınız olduğunu düşünmemektedir.”
Konuşulanları uzaktan dinleyen kâhya bu genç kılıç ustasının kellesinin gideceğinden emin bir şekilde gözlerini kapatıp beklemeye başladı. Âlim Cha’nın yetiştirdiği çocuklar işte böyle deli cesaretiyle dolup taşıyorlardı. Yazıktı, çok yazıktı.
Jaehwan ise en ufak bir korku belirtisi göstermiyor, başını eğmiş Prens’in vereceği cevabı bekliyordu. Bunca zaman en az efendisi Cha Hakyeon’u koruduğu kadar koruyup kolladığı o kızı, böyle bir durumda kollayamıyor olmanın verdiği hüzün sonunda dudaklarından aktığı için memnundu.
Sessizlik yüzünden telaşı katlanarak artan Kim Wonsik yaveriyle Veliaht Prens’in arasına girdi. “Bağışlayın Yüce Prens. Öyle demek istemedi,” diyecek oldu. Fakat Prens Sanghyuk elini onun omzuna koyup aralarından çekilmesini işaret etti.
“Kılıç ustası Jaehwan!”
“Emredin Prens Hazretleri!”
“Sağ olasın.”
“A-Anlamadım?”
“Beni kendime getirdin. O kız çocuğuna iyi bakacağım. Gönlünü ferah tut.”
***
Âlim Cha da en az müttefiki Prens Sanghyuk kadar dalgındı. Karısı ve kızının, hanedan kadınlarının zorlu sınavları karşısında çok zorlanmayacaklarından emin olmakla birlikte tedirgindi. Ana Kraliçe ve Kral’ın ikinci karısının fena huyları olduğunu bilmeyen yoktu.
Aklı oradayken Taekwoon’la yaptığı sohbetten sıyrılmış, her şeyi unutmuştu. Elleri kucağında neresi olduğunu kendisinin de bilmediği bir yere bakıyordu. Delikanlı zaten fazla konuşmaya niyetli olmadığından efendisinin kendisine gelmesini beklemekle yetiniyordu.
İkisi böyle karşılıklı otururken küçük bir talebe aralık bahçe kapısından onları gözetliyor, ne diye hiç konuşmadıklarını anlamaya çalışıyordu.
Wongeun onu uzaktan görüp yanına gitti ve onunla birlikte gözetlemeye başladı.
“Neden öyle bakıyorsun içeri?” diye fısıldadı.
Ufaklık kılını bile kıpırdatmadan “Çok tuhaf,” dedi.
“Neymiş tuhaf olan?”
“Onca zamandır tek kelime etmeden oturuyorlar. Sanki gözleri açık uyuyor gibiler.”
“Öyle mi? Neden acaba?”
Çocuk geri çekilip Wongeun’a baktı. “Ben biliyorum galiba. Âlim Efendi’nin kızı saraya gelin gidecekmiş.”
“Bak sen… Adın ne sesin?”
“Kwangjae, efendim. Lee Kwangjae.
“Kwangjae… Nereden duydun bunu?”
“Annem söyledi.”
“Gelip onları izlemeni söyleyen de annen miydi peki?”
Küçük, öfkelenmiş gibi geri adım attı, kaşlarını çattı. “Hayır, ne münasebet! Sadece buradan geçerken sessizce oturduklarını görüp merak ettim.”
“Kızma, özür dilerim. Merak ettiğim için soruyorum Kwangjae, annen sana öylesine mi söyledi Âlim Efendi’nin kızının saraya gelin gideceğini?”
“Benim annem dedikoducu değil.”
Wongeun gerçek bir telaşla dizlerinin üstüne çöküp çocukla aynı seviyeye geldi. “Öyle demek istemedim, çocuğum. Tıpkı senin bu odada ne olduğunu merak ettiğin gibi, ben de merak ediyorum yalnızca.”
“Bugün saraya gelini görmeye gideceğini söyledi. O yüzden kız kardeşimi dadıya bıraktı.”
“Annen mi? Sarayda gelini görmeye mi gidecekti?”
“Evet. Sonuçta Veliaht Prens’in ablası oluyor.”
Adam heyecanla ayağa kalktı. Merakına yenik düşmemiş olmayı dilerdi. Ardını dönüp gitmeyi istedi, lakin kendisine şaşırmış bir şekilde bakan bu çocuğu bırakamazdı. Üstelik… Bırakmak da istemiyordu.
“Evladım. Söyle bana. Sen bir prensesin oğlu musun?”
“Öyleyim.”
“Acaba… Annenin adı… Eunbyul…”
“Annemi tanıyor musunuz?”
Gergince güldü Wongeun. “Ben mi? Ben bir prensesi nereden tanıyabilirim? İsmini duydum yalnızca. Çok zeki olduğu çalınmıştı kulağıma. Oğlunun Âlim Cha’nın öğrencisi olması şaşırtmadı beni.”
“Peki, siz kim oluyorsunuz?”
“İsmim Wongeun. Mektepte çalışan basit bir hizmetkârım yalnızca.”
O anda kaftanını çıkarıp kendi kıyafetlerini giymiş olduğuna şükürler ediyordu.
“Sizi daha önce görmemiştim.”
“İleride de fazla göremeyebilirsin.”
“Gidecek misiniz?”
“Çok uzaklara.”
Kwangjae gülümsedi. Gamzeleri annesininkiler gibi ışıldıyordu. “Ne yazık. Mektepte sizin gibi bir dostum olması beni mutlu ederdi.”
“Sizin gibi soylu biriyle tanışmış olmak bile beni mutlu etti Küçük Bey.”
“Kwangjae deyin bana. Eğer bir daha görüşebilirsek…”
Çocuk ağır adımlarla mektebin kütüphanesine doğru yürümeye başladı. Wongeun hızlı hızlı atan kalbini sakinleştirmek için sundurmaya oturdu ve gözlerini kapattı.
***
Sarayda işler yolunda gitmişti. Gelin hanım ve özellikle annesi hanedan kadınları tarafından beğenilmiş, onaylanmıştı. Tek pürüz gelinin babasının Âlim Cha olmasıydı.
Mecliste ve memurlar arasında Cha Hakyeon’un güce doymadığı, hak edebileceğinden daha fazlasını istediği, bu evlilik de olursa hanedan üzerinde karşı konulamayacak kozlara sahip olacağı konuşulmaktaydı. Bazı deli cesaretliler, onun ülkeyi ele geçirmek istediğini dahi dile getiriyorlardı.
Tüm bu konuşulanlar elbette Kral Hazretleri, Veliaht Prens’in dayısı Vekil Efendi ve Âlim Cha’nın kulağına gecikmeden ulaşıyordu.
Kral, Prens Sanghyuk’u huzuruna çağırmış ve korkutucu ses tonuyla, kararlı yüz ifadesiyle bir saniye bile ziyan etmeden sadelikle ve açıkça Âlim Cha’nın beklentileri hakkında ne düşündüğünü sormuştu.
Genç Prens sırtından ter boşandığını hissettiyse de bunu yüzüne yansıtmadı. “Bariz değil mi?” dedi. “Güç istiyor, inançlarının gereklerini yerine getirebilecek bir yol açıyor kendisine.”
“Korkun yok mu senin?”
Sanghyuk başını kaldırıp babasının alev alev yanan gözlerine baktı. “Yoktur. Baba, siz her daim bana bir veliaht olmanın kaplan sürüsünün ortasına düşmüş bir ceylan olmaktan farksız olduğunu söylemiştiniz. Hatta bir veliaht, o durumdaki bir ceylandan daha savunmasızdır demiştiniz. Ceylan bedeninde olsam dahi bir kaplan gibi düşünüp öyle hissetmeyi sizden öğrendim. Korkmuyorum Yüce Kral. Âlim Cha’dan da, beklentilerinden de, bir an önce saraya sokmaya çalıştığı kızının bize ne kazandırıp ne kaybettireceğinden de… Onu sürünün ortasına düştüğümde kaçmama yardım etmesi için anlaştığım bir kaplan olarak göreceğim. Bir izdivaç tek taraflı olmadığı gibi, getirileri de tek taraflı değildir. O efendinin eline koz geçecekse, bizim de elimiz boş kalmayacaktır.”
Derin bir nefes aldı. Söylediklerinin etkisi artsın diye başını hızla eğip konuşmasına daha büyük bir heyecanla devam etti. “Hem yine siz Kral Hazretleri, bir duvar örmekten bahsetmiştiniz bana. Onca çamurun arasına bir tuğla olarak Cha Hakyeon’u yerleştirmekte bir ziyan göremiyorum. Ben kendimi bildim bileli; o adam vatanı için hayırlı âlimler yetiştirmekten, devletine destek olmadan başka bir iş yapmamıştır.”
Bir cevap gelmesi için bir süre bekledi, lakin hiçbir şey olmuyordu. Yanlış bir şeyler mi söylemişti? Hata mı etmişti? Devam etmeye karar verdi. “Benim bu izdivaçtan çekincem yahut korkum yoktur. Lakin babam Yüce Kral’ın gözlerinin benden daha iyi gördüğünü, aklının benden daha iyi bildiğini de bilirim. Majestelerinin buyurduğu yolda ilerleyeceğim.”
Yeniden başını kaldırıp yorgun gözlerle kendisini izleyen adama baktı. Sabırla beklemeye başladı, ufacık bir yüz ifadesi dahi olsa yakalamaya çalışıyordu.
Uzun bir süre sonra Kral, sanki bu coşkulu konuşmanın tek bir kelimesini bile dinlememiş gibi elini salladı. “Çıkabilirsin.”
Veliaht Prens huzurdan çekilirken korkmadığına inandırmaya çalışırken ne denli korktuğunu görmezden gelmeye çalıştı.
***
Âlim Cha kendisiyle ilgili konuşulanları bilmekle beraber, bunların hepsini beklediği için hiç endişelenmiyordu. Hatta Taekwoon’a “Sarayda hala umut var, beni sorgusuz sualsiz kabul etmiyor oluşları rahatlatıcı,” demişti. Bunun dışında bu konu üstünde hiç durmadı.
Onun aşıl meşgalesi kızının saray erkânına tam takdimi için sarayda bir şölen hazırlattırmaktı. Kral’ın huzuruna çıktığında beklenildiği gibi dil dökmemiş, hatta ustalıkla sade birkaç cümle kurmakla yetinmişti.
“Planlanan bu tören yalnızca prenses adayının takdimi için değil, aynı zamanda halkın neşesini yüksek tutmak için de işe yarayacaktır Majesteleri. Şayet Yüce Kral da uygun görürse törenin bir bölümünün halka açık olması gerektiği kanaatindeyim.”
Kral Hazretleri işin olurunu olmazını konuşmayı bile bir kenara bırakarak şölenin içeriği hakkında konuşmaya girişmiş ve anlaştıkları üzere yapılması kaydıyla tören hazırlıklarının yetkisini müstakbel dünürüne vermişti.
Şölen fikri şaşırtıcı bir şekilde Vekil Efendi’nin de hoşuna gitmişti. Cha Hakyeon işleri oldubittiye getirmeye çalışıyor olabilirdi, lakin böyle büyük adımlar atarken yeteri kadar düşünmüyor gibiydi. Vekil Efendi de onun yerine düşünmeye karar verdi.
Yazdığı mektup mektebe geldiğinde Âlim Cha okumayı sonraya bırakıp Taekwoon’u çağırdı. Heyecanına yorgunluk karışmıştı eninde sonunda, lakin delikanlı o gün efendisinin yüzünde ufak bir acı da görür gibi oldu.
“Buyrun beyim.”
“Taekwooncum, yavrum… Senden bir şey rica edeceğim.”
Rica mı? Ağzından çıkacak her cümleyi emir olarak kabul edecek birinden bir şey rica etmesinin manasızlığının farkında mıydı bu adam? Hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti.
“Benim kız, tören elbisesini annesinin dikmesini istiyor. Bin tane terzi döktüm önüne ama annem diye tutturdu mu tutturuyor. O yüzden Hyeyeong Hanım bugün elbise için kumaş alışverişine çıkacak, ona eşlik etmeni rica ediyorum senden.”
“Ben… Ben mi? Ben ne anlarım beyim kumaştan.”
“Biliyorum, sıkılacağını da biliyorum. Yine de hanımım senin ona eşlik etmeni istedi. Gitmek istemezsen ben ona bir bahane uydururum, çok önemli bir şey değil sonuçta. Diğer kızımla gidiverirler.”
“Pek bilmem lakin… Böyle alışverişlerde gelin hanımın bulunması daha münasip olmaz mı?”
Cha Hakyeon’un yüz ifadesi silindi. İki boş gözle uzun uzun baktı yaverine. Sanki zaman donmuş gibi hissettiren bu süre Taekwoon’u korkuttu.
“O dışarı çıkamaz.”
“Ne-Neden?”
Bu defa ciğerlerinin tamamını doldurarak bir iç çekmiş, sırf eli meşgul olsun diye masasının üstünde duran kâğıtları bir yandan öbür yana toparlamaya başlamıştı.
“Düğün arifesinde evde kalması daha münasip. Neyse, sen gitmek istemiyorsun sanırım, değil mi?”
Delikanlı bir an düşündü. Mektepteki bu aşırı neşeli hava ona iyi gelmiyordu, henüz acısını kalbine gömememişken onlar gibi mutlu olması bekleniyordu bu yerde. Belki birkaç saatliğine o güzel ve zeki hanımefendiyle dolaşırsa içi açılırdı. Hem belki… Belki Hyeyeong Hanım onu anlardı.
“İstiyorum beyim. Sizin için de bir sakıncası yoksa…”
Âlim Efendi gülümsedi. “Bir sakıncası olsa neden sorayım evladım? Öğle yemeğini ye de gidip al hanımını.”
“Emr-… Teşekk-” Ne diyeceği konusunda kafası karışmış bir şekilde efendisine baktı.
“Tamam, ben anladım. Hadi git.”
Hyeyeong Hanım beyaz pelerinini çıkarmak için evin bahçesinden çıkmayı bile bekleyememişti. Taekwoon’u görünce yüzünde kocaman bir gülümseme belirmiş, bu gülümsemeyi şakıyan sesiyle “Geleceğini biliyordum,” diyerek taçlandırmıştı.
Delikanlı bu yoğun ilgi karşısında birkaç dakika bocaladıysa da hanımefendinin kendisiyle uzun uzadıya konuşmak gibi bir niyeti olmadığını fark edince rahatladı, onun yalnızca kendisine eşlik edecek sessiz birine ihtiyacı vardı.
Birlikte pazar yerine inip kumaş dükkânlarına girip çıkmaya başladılar. Hanımefendi koyu renk boyadığı dudaklarındaki nazik gülümsemeyi bir kenara bırakmış, yüzü ciddiyetle sıvanıvermişti. Taekwoon da ciddi bir şekilde onun nelere dikkat ettiğini izliyor; gözlerinin kısılmasından şüpheci olduğunu, dudağını kıvırmasından memnun olduğunu anlıyordu.
İlk üç dükkândan sonra kendisine bir şey sorulmayacağını düşünerek çok sevinmişti. Lakin yanıldığını fark etmesi çok uzun sürmedi.
Dükkânların arasına kurulmuş bir tezgâha yaklaşan hanımefendi pelerinini delikanlının eline tutuşturdu. Tezgâhta saç tokaları, norigeler, yüzükler, kurdeleler vardı.
“Sence gelinlik bir genç kıza nasıl bir toka yakışır?”
“Ben… Ben nereden bilebilirim?”
“Ablalarından görmüş olmalısın. Hayır, belki de doğru bir yönlendirme olmadı. Evleneceğin kız nasıl bir toka taksa beğenirdin?”
Elindeki ipek pelerini buruşturmamak için elinden geleni yapan Taekwoon derin bir nefes aldı. Sesi titremeden cevap verebilecek miydi? Denemeliydi, susarsa daha çok şüphe çekerdi.
“Toka takmadan da… Yalnızca saçlarının ucunda bir kurdelesi olsa bile… Hayır, saçlarını hiç örmese bile… Beğenirdim hanımım.”
Kadın, genç kılıç ustasına dönüp baktı. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açmıştı ki vazgeçti. Yeniden tezgâha dikkatini verdi. İçlerindeki en sade gümüş tokayı eline aldı.
“Bu nasıl?” Sevdiği tek bir kadın vardı, o da hiç böyle şeyler kullanmazdı. Kara bir tavşan kadar sade ve yumuşaktı o yalnızca. Tek süsü esmer yanaklarıydı.
“Güzel.”
“Yalancı seni.”
“Efendim?”
“Tokaya bir defa bile bakmadan nasıl beğenebilirsin? Aklındaki hanımın başına yakıştıramıyor musun böyle şeyleri?”
Hyeyeong Hanım insanın bam teline basmakta kocasından bile ustaydı. “Aklımdaki hanım tek başına buradaki tüm mücevherlerden daha parlak, daha gösterişli. Öyle ki kulağının arkasına bir çiçek dahi koysanız gereksiz durur. Berrak ve yalındır o.”
Anlamıştı kadın. Elindeki tokayı bırakıp yürümeye devam etti. Bir sonraki kumaş dükkânına girmeden önce, ardına bakmadan “Özür dilerim, evladım,” dedi. “Yarana dokunmak istemedim.”
Hanımefendi, pazar yerindeki hiçbir dükkânı beğenmemişti. Şimdi Taekwoon’u kırmızı kiremitli evlerin arasından dolaştırarak başka bir yere götürüyordu.
“Kılı kırk yaracağımı bildiği için benden istedi elbiseyi dikmemi,” diye söylendi. “Yumurta kapıya dayanmadan söylemeyi de hiç sevmez. Şöyle önceden iste de ayarlayalım kumaşını. Değil mi ama?”
“Nasıl bir kumaş arıyorsunuz hanımım?” Delikanlı kumaşlar arasındaki farkı çok bilmese de gözleri görüyordu. Hayatında hiç dokunamayacağı kadar kaliteli kumaşları bile beğenmemişti kadın.
“Kızım gibi bir kumaş. Hafif, yumuşak bir şeyler ve tabii ki kırmızı renkte.”
“Kırmızı mı?”
Pazar yerindeki satıcıların aklını karıştıran o gülümsemesi yeniden kondu dudaklarına. “Kızcağızım pek sever kırmızıyı. Baştan aşağı o renkte bir elbise olmasını istiyorum. Hem zaten gelinler de kırmızı giyiyorlar. Uzaktan bakınca bir nevi ‘siz daha kabul etmeseniz de ben prensle evleneceğim’ demesini istiyorum.”
Taekwoon başını salladı. Böyle bir kadının bilinçsiz hazırlık yapması tuhaf olurdu zaten.
Birlikte hiç de dükkân gibi gözükmeyen; çok zarif hanımefendiler, küçük hanımlar ve onların hizmetkârlarıyla dolu bir yere girdiler. Delikanlı bu kadar kadının arasında satıcılardan başka tek erkek olmanın yükünü hissetti. Hanımının hemen bir adım ardında yürümeye başladı.
“Wook Bey,” diye seslendi Hyeyeon Hanım, mekânın tam ortasında durup. Bir yandan da Taekwoon’un elinden pelerinini alıyordu. “Wook Bey!”
Uzaktan ayak sesleri duyuldu. Mini mini bir adam askıların, kumaş yığınlarının arasından koşarak onlara yaklaşıyordu.
“Ah! Küçük Hanım! Sizi görmek ne güzel!”
“Asıl sizi görmek çok güzel. Nasıl oluyor da seneler size hiç dokunmadan geçip gidiyor?”
“Ben de nasıl oluyor da seneler size böyle nazikçe dokunuyor diye sormak istiyordum.”
İkili gülüşürlerken delikanlı çok daha tuhaf hissetti. Ne yapması gerektiğini bilemez bir şekilde dikiliyordu ki Hyeyeong Hanım çocukluğundan beri elbiselerini diken Wook Bey’le tanıştırdı onu. Lafı fazla uzatmadan kumaşlara dalıverdiler.
Adam kırmızı kumaş toplarını hanımefendinin önüne seriyordu, her tondan kırmızı ayaklarının dibinde duruyordu. Yere serilmiş olmaları Taekwoon’u çok gerdi, hiçbirine basmamak için sabit durmaya çalışıyordu.
Kadın hepsini tek tek elleyip yüzüne değdirdikten, uçlarını havaya kaldırıp pencereden giren güneş ışığına tuttuktan sonra iç çekti.
“Artık alışkanlığımı kırayım, biraz pazar dolaşayım diye buraya gelmekten kaçındım. Lakin işte, yine sizden başka bana yarayan biri yok.” Kan kırmızısı olan kumaşı kaldırıp Taekwoon’a doğru uzattı. “Nasıl?” diye sordu. “Sence ona yakışır mı?”
Delikanlı afalladı. “Ben… Küçük Hanım’ı hiç görmedim hanımım.”
Afallama sırası hanımefendideydi. Hilal şeklindeki kaşlarını çatmış, ak gerdanını kırıp başını yana eğmişti. Bir süre üçü de sessizce durdular.
Hyeyeong Hanım kumaşı Wook Bey’e uzattı, Taekwoon’a arkasını dönmüştü. “Görmedin tabii, hata bende,” diye mırıldandı. “O halde şölende ilk kez göreceksin onu. Bak şimdi heyecanlandırdın beni.”
Asıl delikanlı heyecanlanmıştı. Lakin söyleyemedi.
Wook Bey’in “Yeni Prenses” için iyi dileklerini uzun uzun dinledikten sonra genç kılıç ustası hanımını eve bıraktı. Kumaşlar da birkaç saat sonra peşlerinden geldi.
***
Şölene kadar her şey yolunda gitti. Vekil Efendi’nin yazdığı manasız mektup bile kimsenin keyfini kaçıramamıştı. Hazırlıklar sorunsuz devam ediyor, Jaehwan ve Taekwoon da tıpkı diğer herkes gibi sürekli bir şeylerle meşgul oluyordu.
Osman Efe Bey törenin arifesinde mektebe geldi. Bu büyük olaydan önce Âlim Cha’yla konuşması gereken şeyler vardı, planlanması gereken meseleler.
Aynı gün sarayda Vekil Efendi’nin Âlim Cha’ya karşı bir şeyler planlandığından bahsediliyordu. Birkaç saat içinde dedikodular surlardan taşıp halkın arasına karışmış, mektebin kapısına kadar inmişti. Lakin kimse onlara kulak asmadı. Plan kusursuz gidiyordu, henüz hiçbir darbe almamıştı. Bu yüzden en güçlü halindeydi ve darbe ne denli büyük olursa olsun toparlanılabilirdi.
İki dost uyudukları birkaç saat haricinde arifeyi ve tören gününün sabahını bitmek bilmeyen bir konuşmayla geçirdiler. Biri sustuğunda diğeri uzun uzun konuşuyor, kâğıtlar havada uçuşuyordu. Bazen odaya Wongeun’ın girdiği oluyor, kendi fikirlerini söyleyip çıkıyordu. Onun dışında kimse ne konuşulduğunu bilmiyordu. Zaten görüşme Joseon dilinde değil, Osmanlıca yapılıyordu.
Öğlene doğru, saraya gidilmeden birkaç saat önce Taekwoon içeride seslerin yükseldiğini duydu. Bağıran Osman Efe Bey’di. Ne dediğini anlamasa da hoş şeyler söylemediğini ayırt edebiliyordu delikanlı. İçeri girip zayıf ve yaşlı efendisini koruma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Yalnızca kapının ardından gölgelerini izlemekle yetinebiliyordu.
Misafir sessizleştiğinde Âlim Efendi ayağa kalktı. Masasını devirdi ve o da bağırmaya başladı. Fakat sesi karşısındakine göre o kadar güçsüz çıkıyordu ki Taekwoon içinin yandığını hissetti. Her şeyden önce o bir ihtiyardı.
Osman Efe Bey’in gölgesi de ayağa kalkınca delikanlı duramayacağını düşündü. Kapıyı aralamak için elini uzattı, bir parmaklık yer açtı. O sırada koridorun ucundan Wongeun’ın ayak sesleri duyuldu.
Delikanlı geri çekilirken Osman Efe Bey’in efendisine gözdağı verir gibi iyice yaklaştığını; yüzüne soluyarak, dişlerinin arasından bir şeyler söylediğini gördü.
Wongeun, Taekwoon’un surat ifadesini görünce hızlandı ve hemen kapıyı açtı.
“Ne yapıyorsunuz?” dedi öfkeyle. “Nedir alıp veremediğiniz?”
“Bir şey yok,” diye cevapladı Âlim Cha. “Fikir alışverişi yapıyorduk.”
Taekwoon onun dalga geçtiğini sandı.
“Evet, bir şey yok. Bazen böyle oluyoruz, bilmiyormuş gibi yapma.”
Delikanlı ve Wongeun göz göze geldiler. Wongeun gözlerini deviriyordu.
“Neyse ne, bir an önce sakinleşin. Saraya gitme vakti.”
Osman Efe yere bıraktığı kavuğunu alıp arkadaşına omuz atarak odadan çıktı. Âlim Efendi onun arkasından gülümseyerek bakıyordu.
Bu gece zor bir gece olacağa benziyordu.

mavinot: bir sonraki bölüm uzun ve eğlenceli ve rengarenk olacak o yüzden lütfen birazcık gaz verin bana eheheh. Teşekkür ederim, yorumlarınızı esirgemeyin!