Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Saray hızlı nefesler alır gibiydi. Sur kapılarından
itibaren süslemeler başlıyor, konukların geçeceği güzergâhlar boyunca devam
edip tören alanına doğru sıklaşıyordu. Hizmetkârlar rengârenk giysileriyle
sürekli koşuşturuyor, masalar diziliyor, ışıklandırmalar kontrol ediliyor,
şölende görevli gisaengler makyajlarını yapıyor, muhafızlar son talimatları
alıyordu.
Şehir merkezinde de daha ufak çaplı olmakla birlikte
benzer bir telaş vardı. Görevliler her yere rengârenk fenerlerle süslemiş,
bedava yemek ve hediyeler dağıtılacak tezgâhlar hazırlanmıştı. Çocuklara
şekerler ve oyuncaklar, hanımlara yelpazeler ve çeşit çeşit takılar satabilmek
için seyyar tezgâhlar da güneşin batmasını bekliyordu.
Efendi Lee Hongbin gergindi. Şehir merkezinde ihtiyacı
olanlara giyecek ve erzak dağıtılması için iki büyük tezgâh kurmuş olmasına rağmen;
bu, içindeki kötü hissi yatıştırmaya yetmemişti. Yanlış bir şeyler yaptığını
hissediyordu, bir günahın altında ezilir gibiydi.
Saraya gitmek için olabilecek son ana kadar bekledi.
Vaktin yaklaştığını, hazırlanması gerektiğini kendine hatırlatmaya gelen
hizmetkârların dördüncüsüne yorgun bakışlarla bakmış ve “Gitmesem mi?” diye
sormuştu.
Akıllı efendisinin böyle saçma bir şey söylemiş
olabileceğine inanamayan adam gayriihtiyari gülmüş, “İnsan kardeşinin nişanına
gitmez mi beyim?” demişti. Belki de buydu içini sıkıştıran: Herkes bu törenin,
evliliğin garantisi olduğunu düşünüyordu.
Genç Efendi Hongbin, her zaman stratejik düşünebilen biri
olmuştu. Tüccarlarla büyümüştü ne de olsa, doğduğundan beri onlardan biri
olabilmek için yetiştiriliyordu. Lakin bu defa onlar gibi düşünemiyordu.
Ölmesine ramak kala, sırf sevgili kocası tapınakta bir başına diye büyük bir
azimle iyileşip ilk iş onun yanına giden büyükannesi gibi düşünüyordu, can
dostu Wonsik şiir yazarken nasıl düşünüyorsa öyle düşünüyordu.
O güne kadar böyle ciddi kararların verileceği günleri
hiç hesaba katmamış olduğunu fark etti. Aslına bakılırsa şu an ne yaptıklarını
bile doğru dürüst anladığını söyleyemezdi. Belirsizliklerin içinden en belirsiz
kaderi seçmek zorunda kalan kardeşi için mi korkup üzülüyordu, o
belirsizliklerde kendi yerinin de belirsiz olması mı tedirgin ediyordu onu,
yoksa hiç aklına gelmemiş olan bir kadınla evlenmesi gerekeceği bir günün
geleceğini fark ettiği için mi huzursuzdu? İçten tebriklerini sunabilecek
miydi, ne olursa olsun inandıklarının izinden gidebilecek miydi?
Pabuçlarını ayağına geçirirken midesi bulanır gibi oldu.
Bu hissi bastırmak için gereksiz derecede yüksek sesle “Hediyeleri hazırlayın!”
diye bağırdı. Hediyelerin daha sabahtan hazırlanmış olduğunu unutmuştu.
Yanında iki büklüm yürüyen, fakat eline kılıç verilince
maharetli bir cengâvere dönüşen bir hizmetkârla; ikisinin kılıçlarının altında
gizli olduğu hediye arabasıyla ve aklında binbir türlü düşünceyle gitti saraya.
Hemen herkesin kendisi gibi düşüncelerle savaştığın görmek onu pek
rahatlatmadı.
***
Jaehwan ve Âlim Kim, Osman Efe Bey’e tahsis edilen
konutta Türk kahvesi içiyorlardı. Bu güzel kokulu acı içkinin sindirime
yardımcı olacağını söylemişti iri yarı konuk. İkisinin de stresten hazımsızlık
çektiği bu günlerde böyle bir şeylere ihtiyacı vardı.
Osman Efe “Sizlerle tanışabildiğime çok sevindim,” derken
ikisi de zarif fincanlarından kahve yudumluyorlardı. Birden durup ellerini
indirdiler. “Ömür neyi getirir bilinmez, belki bir daha yolum düşmez buralara. Lakin
yeğenim gelirse sizleri burada bulabileceğini bilmek beni rahatlatıyor.”
Wonsik kibarca gülümsedi. Jaehwan’ın içinden tabii bizi bulabilirse diye geçiyordu.
***
Tüm koşuşturmaların arasında hava kararmıştı bile.
Konuklar masalardaki yerlerini almıştı.
Efendi Lee, Prens Sanghyuk’un konutundan çıkıp yaşlı
tüccarların arasına oturmuştu. Âlim Kim’se Jaehwan ve Taekwoon’la daha rahat
iletişim kurabileceği bir yerde, genç âlimlerin yanında, nispeten saray
erkânına daha uzakta oturuyordu.
Taekwoon efendisinin talimatı üzerine ipek yeleğini ve
boncuklu başlığını giymişti. Kendisinin de aklından geçmişti bu fikir ama
içinden gelmemişti. Hatıralarında kalmasını yeğlerdi, yani galiba.
O gün, soylular arasına kendisine yer edinmeye çalışan
yeniyetme küçük beylerden daha yakışıklı ve onlardan daha soylu gözüküyordu.
Yüreğini sıkıştıran acıya, midesini mıncıklayan kaygıya rağmen dimdik yürüyor;
kararlı bir yüz ifadesiyle etrafına bakıyor ve aldığı talimatlara uygun
davranmaya çalışıyordu. Emrinde olan 15 muhafızdan da gözlerini ayırmıyordu.
Jaehwan abisini görmemişti, o muhtemelen daha içerideydi.
Âlim Wonsik’e, Âlim Cha’ya ve Veliaht Prens’e yakın olmak onun öncelikli
göreviydi.
Işıkların hemen hepsi bir saat içinde yakılmış, şölen
alanı olduğundan daha canlı ve daha renkli gözükerek gecenin karanlığına
başkaldırmıştı. İnsanlar önlerine ne konulursa yemeye ve içmeye, şen şakrak
sohbetler içine dalmaya başlamışlardı.
Kimse bilmiyor muydu, yoksa bildikleri için mi böyle
davranıyorlardı? İşlerine mi geliyordu yoksa işlerine gelmese de yapacak bir
şeyleri olmadığından kafalarını dağıtmak mı istiyorlardı?
Taekwoon derin bir nefes aldı. Bacaklarındaki adalelerin
gereğinden fazla kasıldığını hissediyordu. Bu gece sorunsuz geçerse yarından
itibaren daha güçlü duracağına dair söz verdi kendisine. Aşk acısı çekiyordu
yalnızca, halk için görev başında olmaktan daha önemli olamazdı. Karın
doyurmaktan, özgür olmaktan, zulümden kurtulmaktan daha mühim olamazdı.
Kendisine gelmeliydi, tüm bu ezici coşku son bulunca.
Kral Hazretleri ve hanedanın alana teşrifleri ilan
edildi, herkes ayağa kalktı, selamlar verildi. Bir an oluşan sessizlik ve
ardından yeniden başlayan gürültü kalabalığın büyüklüğünü gözler önüne
seriyordu. Taekwoon bu güruhun ne kadarının dost ne kadarının düşman olduğunu
kestirmekte zorluk çekiyordu. İyi adamları tanımıyor olduğunu fark etti,
yalnızca Âlim Cha’nın kara listesinde adı geçenlere göz aşinalığı vardı.
Müzisyenler çalmaya başladılar. Önce sakin, kısa bir
girizgâh yaptılar. Her şey yolunda görünüyordu. Kimsenin yüzünde en ufak bir
kasılma yoktu. Rahatlamaya çalıştı.
Enstrümanlar gittikçe yükselen seslerini davulun son sert
notasıyla kestiler. Ayak sesleri duyuldu, narin ve hafif. Pembe ve altın renklerde
ışıl ışıl elbiselere bezenmiş, uzun ince, kuğu gibi gisaengler alana
dizildiler. Taekwoon farkında olmadan gösteriyi daha yakından izleyebilmek için
genç âlimlerin olduğu tarafa yaklaşmıştı. Efendiler de heyecan içinde
izliyorlardı.
Gösteri başlayınca muhafızların da gevşediğini gördü
Taekwoon. Henüz en önemli kısım gelmemişti, lakin başlangıçta sorun çıkmaması
işlerin yarısının hallolması demekti.
Gisaenglerin zarafeti göz kamaştırıcıydı. Delikanlı
onlara hayranlık duymadan edemiyordu. Dışarıdan bir bütün gibi gözükseler dahi
her biri farklı bir figür yapıyordu her an, hem birbirlerine hem kendi
hareketlerine hâkimlerdi ve bu çok zordu. Buna rağmen gülümsüyorlar, efendilere
davetkâr bakışlarla bakıyorlar, hiçbir adımı kaçırmayıp kendilerinden bir
şeyler de katıyorlardı. Kusursuzlardı.
Bu güzelliğe kapılmış, ayağıyla şarkının ritmine eşlik
ederken birinin kendisine gereğinden fazla yaklaştığını hissetti. Tam ardına
dönerken bu kişi onu kolundan yakalayıp çekti. Kılıcı üstünde yoktu, gerekirse
elle dövüşecekti.
“Taekwoon, gel benimle.” Bu ses Wongeun’a aitti. Rahatladı.
İstemeye istemeye olsa da onu takip etti.
Neyse ki şölen alanından uzaklaşmadılar, yalnızca iri
sütunlardan birinin arkasına saklandılar. Wongeun’un yüzüne renkli fenerlerden
yansıyan loş ışık düşüyordu, perişan gözüküyordu.
“Bir şey mi oldu? Bir sorun mu var?” Delikanlı
paniklemişti.
“Hayır. Bir şey yok. Ben… Bana bir vursana sen.”
“Ne oluyor?”
“Sadece… Sadece bir tokat. Hadi ne olur.”
“Beyim…”
“Biz arkadaşız Taekwoon. İhtiyacım var. Osman Efe’yi
bulamıyorum.”
“Ne olduğunu anlatmazsanız size yardım edemem.”
“Ben hiç gelmek istememiştim,” dedi nefes nefese.
Ağlamamak için kendini tutuyordu. “Bunu tekrar yaşamak istememiştim. Galiba
bayılacağım.”
“Neler söylüyorsunuz beyim? Oturacağınız bir yere kadar
eşlik etmemi ister misiniz?”
“Taekwoon. Ben o kadını gördüm. Kocasının yanında…
Oğluyla… Gülümsüyordu Taekwoon. Gamzesini gördüm.”
Anlamıştı delikanlı. Daha fazla duymasına gerek yoktu.
Hiç düşünmeden, bunca zamandır içinde tuttuğu öfkesini ve haksızlığa uğramışlık
hissini elinde toplayıp bir tokat patlattı Wongeun’a. Adam sendeledi, lakin
düşmedi.
“Kendinize gelin,” dedi buz gibi bir sesle. “Yeri ve
zamanı değil bunun.” Kendilerini izleyen ya da kazara olaya şahit olan biri
olup olmadığını kontrol ederken diğeri nefesini topladı.
“Siktir,” diyordu bir yandan. “Siktir.”
“O laf da… Olmaz. Biz şu an saraydayız, hanedana beş adım
uzaktayız. Kellenizin kıymetini bilin.”
“Sağ olasın orospu çocuğu.”
“Bedavaya yapmadım. İhtiyacım olursa, karşılığını
isterim.”
“Merak etme.”
Birbirlerine gülümsediler. Taekwoon başka bir şey söyleme
gereği duymadan onu orada bırakıp görev yerine döndü. Gisaengler son
dönüşlerini yapıyorlardı.
Ekipler birbiri ardına sahneye çıktılar; dansçılar,
müzisyenler, müzikler, danslar, yemekler sürekli değişiyordu. Testiler dolup
boşalıyordu. Şölen başladığından daha hızlı akıyordu şimdi.
Efendiler eğlenir gibiydi, çoktan sarhoş olanlar vardı
delikanlının bulunduğu bölümde. İç kısımlara doğru baktığında ise kimsenin
sarhoş olmadığını, herkesin gelin adayını ayık bir şekilde beklediğini görüyordu.
Kendisiyle aynı hizada bulunan muhafızlardan birine bir
baş hareketiyle içeri doğru yürüyeceğini haber verdi. Sıkılmıştı, hem de Âlim
Wonsik’i görmek istiyordu. Hatta yapabilirse Veliaht Prens’i, Efendi Lee’yi ve
Âlim Cha’yı da…
İşin eğlence kısmı fazla uzatmıştı sanki. Beklenti
yükseltmek için mi böyle yapılıyordu yoksa gereksiz insanlar sıkılıp gitsinler
diye mi uğraşıyorlardı, emin olamadı Taekwoon. Tek bildiği muhafızların da
kendisi gibi sıkılmaya ve yorulmaya başladığıydı.
Masalar arasındaki ilk boşluğu aşıp genç âlimlerin ve
genç efendilerin oturduğu yere geldi. Buradakiler içmekten ziyade gisaenglerle
ilgileniyor gibiydiler. Âlimler utana sıkıla müziği dinlemeye çalışırken
efendiler laf atacak kadar ileri gidiyorlardı.
Tüm bu insanların arasında yüzü sararmış, gözlüğünü
sürekli kaydırıp burnunda biriken teri silen Âlim Wonsik’i görmek zor değildi.
Onun da sıkıldığı ve her dakika daha da gerginleştiği belliydi. Bakışlarını
yakalayabilmek için biraz orada bekledi delikanlı, usulca selamlaştılar.
Muhafızları da kontrol ettikten sonra ilerlemeye devam etti.
Şimdi zengin adamların, az önce gördüğü efendilerin ve
âlimlerin babalarının olduğu bölüme gelmişti. Bu insanlar arasında oğulları
gibi arsız olanlar da vardı, lakin çoğu gisaenglerin davetkâr bakışlarından,
şaşırtıcı anlık öpücük atmalarından utanıyor ve hatta birbirlerini utandıracak
kadar şakalaşıyorlardı. Taekwoon’un gözleri bu insanların arasında oturan
Efendi Lee’yi aradı. Ardı kendisine dönük olduğu için bulması biraz zaman
almıştı. Uzanıp bir beyefendiye dokunması çok dikkat çekeceği için geçip
gitmeye hazırlanıyordu ki Hongbin birisinin kendisine baktığını hissedip döndü.
Kılıçta mahir olmak böyle hislere sahip olmak demekti aynı zamanda, delikanlı
kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve karşılığında gergin bir selam aldı.
Buradan sonrasını yürümeye cüret etmeli miydi bilmiyordu,
görev yerinin sınırında sayılırdı. Buradan sonrası abisi ve birkaç kıdemli
muhafız tarafından korunuyordu. Kendisinin orada bulunması saygısızlık
sayılabilirdi, hatta daha kötüsü bir sorun var zannedilebilirdi.
Yine de giderek yükselen ve doruğuna yaklaşan müzik içine
bir heyecan salmıştı, devam etmekten kendini alıkoyamadı. Attığı her adımda
havanın değiştiğini hissediyordu artık, sanki hanedanın nefes alışı bile farklıydı
normal insanlardan. Meraklandı. Belki… Kral’ı da görebilirdi.
Bu bölümdeki insanları diğerlerine nazaran daha iyi
tanıdığını şaşırarak fark etti. Kara listenin neredeyse tamamı burada
oturuyordu ve bu bölümdeki hemen herkes gergin gözüküyordu. Neşeli, ama gergin.
İlk tanıdığı kişi Prens Hazretleri’nin dayısı olan Vekil
Efendi’ydi. Yüzünde kendinden emin ve ürkütücü bir gülümsemeyle kurulmuştu
yerine. Taekwoon onun oturduğu yerin Âlim Cha’nınkine göre alçakta kaldığını
görünce kahkahalarla gülmek istedi. Âlim Cha neredeyse Yüce Kral’la denk
seviyede, Osman Efe Bey’in yanında karısıyla birlikte oturuyordu.
Kral Hazretlerinin bir yanında Ana Kraliçe, diğer yanında
eşi Kraliçe Hazretleri vardı. Veliaht Prens annesinin yanında, biraz daha
geride oturuyordu. Yüzüne ışık vurmasına rağmen gölgede gibiydi.
Taekwoon’un gözleri abisini ararken Wongeun’un bahsettiği
gamzeli kadını buldu. Yanında oturan küçük prense gisaenglerin renkli
pabuçlarını işaret ederek bir şeyler söyleyip gülümsüyordu. Kocası olduğu belli
olan adamsa yanında oturan bir vekille konuşmaya daha çok ilgi gösterir
gibiydi. Delikanlı bu kadının saraydaki bu sıkıcı ve uzun gösteriden ziyade,
sokaktaki eğlenceye daha çok yakışacağını düşündü. Onu çocuğuna bir şeker
almış, akrobatların dansını hayretle bağırarak izlerken hayal edebiliyordu.
Wongeun’a iyi ki tokat atmıştı, bu his insanın içini kemirmekten başka bir şey
yapmıyordu.
Bir anda müzik en can alıcı noktasında kesildi ve
gisaengler ellerindeki yaldızlı yelpazeleri aynı anda gürültüyle kapattılar.
Geldikleri gibi narin ve hafif adımlarla, senkronize bir şekilde alanı
boşalttılar. Delikanlı kapana kısıldığını düşündü, eğlence bitmeden görev
yerine gitmeliydi ama oluşan sessizlik kendisini az önceki gürültü gibi
gizlemeyecekti.
Birkaç adım geri çekilip olduğu yerde kalmaya karar
verdi. Gisaeng kadınların çıktığı yerden onlarca hizmetkâr girdi, elleri
kolları bohçalar ve sandıklarla doluydu. Onlar da sanki bir gösteri
yapıyorlarmış gibi uyumlu hareket ediyorlardı. Taekwoon yine ne olduğunu
anlamadığını fark etti. Bu ufak hareketlilikten faydalanıp ufak adımlarla bir
önceki bölüme yürümeye başladı.
O sırada Âlim Cha’nın arkasındaki karanlıkta dikilen
Jaehwan efendisine eğildi, başını Osman Efe Bey’le ikisinin arasına soktu.
“Beyim,” dedi usulca. “Burada bir adam bırakıyorum, müsaadenizle aşağıda etrafı
kolaçan etmek isterim.”
İki bey de ona bakmak istediler, lakin şüpheli bir
harekette bulunmamaları gerekiyordu ve şu an yaşanan şeyin bir saniyesini bile
kaçıramazlardı. Cha Hakyeon belli belirsiz bir el hareketiyle gidebileceğini
işaret etti.
Jaehwan hızlı adımlarla aşağı indi. Kırmızı norigesini
avucunda sımsıkı tutuyordu. Hiç kimseye bakmadan, emrinde olan muhafızlara bile
göz atmadan dosdoğru diğer bölüme geçmek niyetindeydi. Lakin o çıkamadan
hediyelerin girişi tamamlandı.
Gözünün ucuyla alana girmeye hazırlanan genç hanımı
gördü.
Taekwoon tam geçiş bölümündeki hareketliliğin arttığını
fark edince dikkat çekmemek için mecburen durdu. Alan yeniden boşalmıştı,
herkes tek bir yere bakıyordu. O da başını çevirip baktı. Önce kırmızı
eteklerini seçti, ardında iki hizmetçi kız uçlarına daha koyu kızıl renkte bir
iplikle işlenmiş kamelya çiçekleri olan bu etekleri düzeltiyordu. Kol yakaları
eteklerine kadar iniyor, narin bileklerini açıkta bırakıyordu. Tırnakları
özenle kesilmişti esmer ve yumuşak ellerin. Beline sardıkları beyaz ve çiçekli
kuşak üç dört kattı, lakin inceliğini örtememişti. Saçlarını örmemişlerdi, yine
de kırmızı kurdelesini tutturmuşlardı başının arkasına. Delikanlı, omuzlarının
titrediğini gördü bir an.
Sonra yürümeye başladı genç kız. Gözleri babasındaydı.
Alana girmek için dönerken Taekwoon’un birkaç adım yakınında durduğunu görmedi.
Zaten görseydi de… Başını çevirirdi.
Delikanlının kulakları çınlamaya başladı. Birisinin adını
seslendiğini duyuyordu. Çok uzaklardan, bir rüyanın içinden gelir gibiydi bu
ses. Ensesinden bir ter damlası süzülürken bacaklarını hissetmediğini fark
etti. Zar zor uzanıp bir tüccarın içkisini dökmemeye çalışarak masaya tutundu.
Ölecek miydi? Ölür gibiydi.
“Taekwoon!” Bağırmıyordu kolunu tutan her kimse, yalnızca
çiklet gibi uzadığını zannediyordu delikanlı adının. Başını çevirip telaşlı
gözlerle kendisine tutan abisine baktı. Bir şey söylemek istedi. Lakin zihni
boş, dili kesik gibiydi. Nefesini tuttuğunu fark etti. Kalabalığa arkasını
dönüp karanlığa doğru nefesini bıraktı. Başı döndü.
Jaehwan onu çekiştirmeye çalıştı. Ama Taekwoon yerinden
kımıldamıyordu. İyi ki kılıcım yok, diye düşünürken alana döndü yeniden.
Konuşuyordu hanımefendi. Olması gerektiği kadar eğilmiş, saygılı ve güçlü bir
sesle şöyle diyordu: “Bunlar Kudretli Joseon’un şerefli bir kız evladı olan
bendenizin hanedana ve Yüce Kral’a armağanlarıdır. Sizlere layık olmak için
elimden geleni yapacağım, Majesteleri.”
Ölür gibiydi Taekwoon.
Ölmüş gibiydi.
Kollarını hissetmiyordu şimdi de. Aniden abisinin
kollarının beline sarıldığını fark etti. Ne olduğunu anlamadan birkaç adım
atmış olmalıydı.
Ensesinde bir el hissetti sonra, birisi yakasını sımsıkı
yakalamış onu geriye doğru çekiyordu. Kendini bırakmak istedi delikanlı,
toprakta sürüklenmek istedi. Fakat bedeni karşı koyuyordu. Koşmalıydı şimdi,
geri çekilmenin sırası değildi.
Bu ele abisinin güçlü kolları da yardım etti, birkaç
muhafız onlara siper olmak için konuklarla aralarına girmemiş olsa Efendi Lee
gibi herkes durumu fark edecekti neredeyse.
Taekwoon’u karanlığa çekip mutfaktan geçirdiler ve bir
ambara attılar. Boylu boyunca yere yattı. İpek yeleği boka bulansın istiyordu.
Sonra bir çığlık duydu. Giderek yaklaşan birinin çığlığı olmalı diye düşündü.
Ama sonra anladı, kendisi bağırıyordu.
Son gücüyle ayağa kalktı. Wongeun ve Jaehwan’ı yere
serebileceğini düşünmüştü, yapamadı. “Bırakın,” dedi, fakat duyma gücüne
güvenemiyordu; gerçekten söylemiş miydi bilemedi.
Çok acıyordu. Bir şey çok acıyordu. Ölür gibiydi.
Wongeun’un gözlerine baktı. Jaehwan’a bakmak istemiyordu.
Ne yapacağını bilmiyordu. Bir kılıç olsa ne güzel olurdu.
Şöyle kendi kellesini bedeninden ayırsa, tam da şu an…
“Taekwoon…” Abisi elini uzatmaya çalıştı.
“Kes sesini!”
“Ne olur abicim…”
“Sen benim abim falan değilsin.”
“Yapma yalvarırım.”
Wongeun sakinliğini koruyordu, kapıyı açıp dışarıda
bekleyen bir diğer muhafızdan su istedi. Taekwoon kapı açılınca duyduğu
gülüşmeler yüzünden çıldıracak gibi oldu. Ambarda ne varsa yıkıp dökmeye
başladı. İçi durulmuyordu, hiçbir şey kesmiyordu. Abisine vurdu. Yetmedi,
yakasına yapışıp yere çaldı. Doyamadı, üstüne çıkıp yumruk üstüne yumruk atmaya
başladı. Kimse onu durdurmaya çalışmadı. Hatta bir ara Wongeun uzanıp daha
rahat etsin diye başlığını çıkarttı.
Yorgun düşünce yere indi, kendi nefesini dinledi biraz.
Sonra yere kapanıp ağlamaya başladı. Önce canı acır gibi, ölür gibi ağladı.
Ardından bir hayvan gibi uludu, sesi bir çocuğunkine dönüşürken başını ambarın
tahta zeminine vurmaya kalkıştı. Jaehwan kalkıp kendi burnundan akan kanı
silmeden önce elini onun alnıyla zemin arasına koyup mani oldu.
Taekwoon onu ittirdi.
Wongeun araya girdi. Gelen testiyi kaldırıp içindeki suyu
delikanlının suratına bir tokat gibi çarptı. Buz gibiydi. Artık yüzünü de
hissetmiyordu.
“Neden!” diye bastı çığlığı. “Neden hiçbiriniz!
Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz bana hiçbir şey söylemedi!
Neden! Beni! Neden! Bana neden! Neden böyle yaptınız! Hepiniz! Biliyordunuz!”
“Üzgünüm yavrum.”
“Üzgün müsün?” Ürkütücü bir kahkaha patlattı. O ana kadar
sakinliğini koruyan Wongeun bile irkildi. “Üzüntünüzden ölün. Alın davanızı
başınıza çalın. Siz hayvansınız.”
“Böyle olsun istemedik.”
“O elbisenin… Kumaşını… Ben seçtim… O giymeden bu
parmaklarla dokundum ben o kumaşa. Onun tenine değmeden benimkine değdi. BEN!
Ben dedim ki annesine! Benim kadınım, saçlarını hiç örmese bile! Benim kadınım…
Saçlarını örmese bile… Başına bir çiçek dahi koysanız… Benim kadınım… Berrak ve
yalındır… Dedim ki annesine… Buradaki her mücevherden daha parlak ve
gösterişlidir. Benim kadınım! Benim değil… Hepiniz biliyordunuz. O kadın da!
Göklerden indiremediğiniz o âlim de! Bu kadını başka bir adam beğensin diye…
Benim kadınımı başka bir adama… Ben hazırlandım… NE? Üzgün müsün?”
“Özür dilerim. İstemedim. Yemin ederim. İstemedim
Taekwoon. Abisinin ciğeri…”
“Sen benim abim değilsin artık. Hiçbiriniz… Siz
değilsiniz artık.”
Wongeun yerde iki büklüm oturan delikanlının yanına
çöktü. Dağılan saçlarını eliyle şöyle bir düzeltip yüzündeki suyu ve teri
sildi. Taekwoon tepkisizdi, en azından ona karşı. Çünkü biliyordu, şu an onu en
çok anlayabilecek kişi oydu.
“Bilmez misin ey yiğit,
Ne zalimdir bu vakit.
Devletin bekasına…
Gerektir şu canın, git.
Gardaşın görürsen eğer,
Yanlış yapar, hata eder…
Çek de sapla bir hançer.”
Bir çocuk gibi delikanlının üstünü başını silkelerken
sessizce söylemişti Joseon’un kimsenin bilmediği köylerinde öğrendiği bu
türküyü. “Çocuğum, affet bu sözlerimi. Canının acısını en çok ben bilirim.
Lakin yarın uyandığında, hayır başın alıp gittiğinde, ananın babanın açlıktan
kırıldığını görürsen o hançeri kendi yüreğine saplamak isteyeceğini de en çok
ben bilirim.”
“Ben hata etmedim.” Sesi inler gibi çıkmıştı.
Jaehwan yeleğinin içinden çıkardığı bir mendille
burnundan akan kanı durdurmaya çalışıyordu. “Etmedin abicim, biliyorum,” dedi
boğuk bir sesle. Taekwoon hırladı, adeta bir hayvana dönüşüyordu.
“Etmedin,” diye tekrarladı Wongeun da. “Etmedin de… Her
Allah’ın günü seni bağışlasınlar diye yalvaran şu günahsızı hırpalamana
üzüldüm.”
Delikanlı duymamış gibi yaptı. Sakinleşiyor muydu yoksa
bayılmak üzere olduğu için mi böyle sessizdi, kendisi de emin değildi.
“Bu sabah seni görebilseydim, anamı görmek nasip olmasın
vallahi söyleyecektim sana artık.”
“Artık mı? O gün sen Doyeon’u benim yanımda gördün. Onca
zaman bunu bilip de nasıl yüzüme baktın? Utanmadın mı? Aşağılık.”
Wongeun sakin ayaklarını bir kenara bırakıp “Taekwoon!”
diyerek sert bir sesle uyardı onu. “Bu adam senin yüzünden kaç gündür uyku
uyuyamıyor lan.”
“Peki ya ben? Ben uyuyabiliyor muyum? Uyuyabilecek miyim
bir daha?”
“Uyursun paşam, günü gelir onu da yaparsın.”
“Çıldıracağım.” Bunu öyle sakince söylemişti ki duyan
insan zaten çıldırmış olduğunu anlardı.
Gözlerini sıkıca yumdu, koca bir testiye yaslandı. Bacaklarını
saldı ve ölmüş biri gibi uzandı. “Tanrım!
Şimdi al canımı.”
Göğsüne birinin çöktüğünü hissetti, bakmadı. “Aç gözünü.”
Abisinin nefesi yüzünü yaladı. Yok saydı. Varsın canlı canlı yesinlerdi onu.
“Bana bak.”
“Taekwoon dinlesene.”
“Aç diyorum sıçtırma ağzına.” Delikanlı hızlıca kalkıp
abisini düşürdü ve yüzüne tükürdü. Wongeun’u da bir kol darbesiyle ittirip
ambarın kapısına gitti. Orada baş etmesi gereken iki kişi daha olduğunu hesaba
katmıştı, hazırlıklıydı.
Hesaba katmadığı şey o anda tören alanına hâkim olan
derin sessizlikti. Sağa sola bakındı. Durduğu yerden yalnızca Âlim Wonsik’i
görebiliyordu tanıdık. O da ayağa kalkmış ilerisini görmeye çabalıyordu. Yüzü
alabildiğine korkuyla doluydu. Ne yapması gerektiğine karar veremeyerek o da
etrafına baktı. Taekwoon’u gördü. Masaların arasından geçerek yaklaşmak istedi.
Delikanlı tam o sırada duydu, başka bir genç kadın
konuşuyordu şimdi ve bütün saray onu dinliyordu. “Hayır,” diye fısıldadı.
“Olamaz…”
Kendisini çoktan kollarından yakalamış olan muhafızlardan
silkelenerek kurtuldu ve kendi isteğiyle ambara döndü.
Jaehwan toparlanmaya çalışırken Wongeun bıkkın bir
şekilde dilenciler gibi yere çökmüştü. Geri dönüşüne şaşırıp ayağa kalktı.
Taekwoon abisine hiç bakmadan dümdüz diğerine yürüdü.
“Bana bir borcunuz var,” dedi.
“Artık anladın, değil mi?” diye sordu abisi. Delikanlı
onun sesini duyunca zar zor topladığı benliğinde yeni bir çatlak hissetti.
“Size bedavaya yapmadığımı söylemiştim. Bana yardım edin.
Yalnızca bir tokat.”
“Bir terslik mi var?”
“Lütfen… Bayılacak gibiyim. Güçlü kalmam lazım.”
Ambarın kapısı usulca açıldı, içeri giren Âlim Wonsik’in
gördüğü ilk şey Wongeun’un, Taekwoon’un suratına patlattığı acı bir tokattı.
mavinot: Geciktiğini biliyoruuum. Nerelerde olduğumu merak ediyorsanız ilgili yazıyı okumak için buraya tıklayın. Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyiiin çok ihtiyacım var öpüyorum.