Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Ekim 2017 Pazartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #17

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Saray hızlı nefesler alır gibiydi. Sur kapılarından itibaren süslemeler başlıyor, konukların geçeceği güzergâhlar boyunca devam edip tören alanına doğru sıklaşıyordu. Hizmetkârlar rengârenk giysileriyle sürekli koşuşturuyor, masalar diziliyor, ışıklandırmalar kontrol ediliyor, şölende görevli gisaengler makyajlarını yapıyor, muhafızlar son talimatları alıyordu.
Şehir merkezinde de daha ufak çaplı olmakla birlikte benzer bir telaş vardı. Görevliler her yere rengârenk fenerlerle süslemiş, bedava yemek ve hediyeler dağıtılacak tezgâhlar hazırlanmıştı. Çocuklara şekerler ve oyuncaklar, hanımlara yelpazeler ve çeşit çeşit takılar satabilmek için seyyar tezgâhlar da güneşin batmasını bekliyordu.
Efendi Lee Hongbin gergindi. Şehir merkezinde ihtiyacı olanlara giyecek ve erzak dağıtılması için iki büyük tezgâh kurmuş olmasına rağmen; bu, içindeki kötü hissi yatıştırmaya yetmemişti. Yanlış bir şeyler yaptığını hissediyordu, bir günahın altında ezilir gibiydi.
Saraya gitmek için olabilecek son ana kadar bekledi. Vaktin yaklaştığını, hazırlanması gerektiğini kendine hatırlatmaya gelen hizmetkârların dördüncüsüne yorgun bakışlarla bakmış ve “Gitmesem mi?” diye sormuştu.
Akıllı efendisinin böyle saçma bir şey söylemiş olabileceğine inanamayan adam gayriihtiyari gülmüş, “İnsan kardeşinin nişanına gitmez mi beyim?” demişti. Belki de buydu içini sıkıştıran: Herkes bu törenin, evliliğin garantisi olduğunu düşünüyordu.
Genç Efendi Hongbin, her zaman stratejik düşünebilen biri olmuştu. Tüccarlarla büyümüştü ne de olsa, doğduğundan beri onlardan biri olabilmek için yetiştiriliyordu. Lakin bu defa onlar gibi düşünemiyordu. Ölmesine ramak kala, sırf sevgili kocası tapınakta bir başına diye büyük bir azimle iyileşip ilk iş onun yanına giden büyükannesi gibi düşünüyordu, can dostu Wonsik şiir yazarken nasıl düşünüyorsa öyle düşünüyordu.
O güne kadar böyle ciddi kararların verileceği günleri hiç hesaba katmamış olduğunu fark etti. Aslına bakılırsa şu an ne yaptıklarını bile doğru dürüst anladığını söyleyemezdi. Belirsizliklerin içinden en belirsiz kaderi seçmek zorunda kalan kardeşi için mi korkup üzülüyordu, o belirsizliklerde kendi yerinin de belirsiz olması mı tedirgin ediyordu onu, yoksa hiç aklına gelmemiş olan bir kadınla evlenmesi gerekeceği bir günün geleceğini fark ettiği için mi huzursuzdu? İçten tebriklerini sunabilecek miydi, ne olursa olsun inandıklarının izinden gidebilecek miydi?
Pabuçlarını ayağına geçirirken midesi bulanır gibi oldu. Bu hissi bastırmak için gereksiz derecede yüksek sesle “Hediyeleri hazırlayın!” diye bağırdı. Hediyelerin daha sabahtan hazırlanmış olduğunu unutmuştu.
Yanında iki büklüm yürüyen, fakat eline kılıç verilince maharetli bir cengâvere dönüşen bir hizmetkârla; ikisinin kılıçlarının altında gizli olduğu hediye arabasıyla ve aklında binbir türlü düşünceyle gitti saraya. Hemen herkesin kendisi gibi düşüncelerle savaştığın görmek onu pek rahatlatmadı.
***
Jaehwan ve Âlim Kim, Osman Efe Bey’e tahsis edilen konutta Türk kahvesi içiyorlardı. Bu güzel kokulu acı içkinin sindirime yardımcı olacağını söylemişti iri yarı konuk. İkisinin de stresten hazımsızlık çektiği bu günlerde böyle bir şeylere ihtiyacı vardı.
Osman Efe “Sizlerle tanışabildiğime çok sevindim,” derken ikisi de zarif fincanlarından kahve yudumluyorlardı. Birden durup ellerini indirdiler. “Ömür neyi getirir bilinmez, belki bir daha yolum düşmez buralara. Lakin yeğenim gelirse sizleri burada bulabileceğini bilmek beni rahatlatıyor.”
Wonsik kibarca gülümsedi. Jaehwan’ın içinden tabii bizi bulabilirse diye geçiyordu.
***
Tüm koşuşturmaların arasında hava kararmıştı bile. Konuklar masalardaki yerlerini almıştı.
Efendi Lee, Prens Sanghyuk’un konutundan çıkıp yaşlı tüccarların arasına oturmuştu. Âlim Kim’se Jaehwan ve Taekwoon’la daha rahat iletişim kurabileceği bir yerde, genç âlimlerin yanında, nispeten saray erkânına daha uzakta oturuyordu.
Taekwoon efendisinin talimatı üzerine ipek yeleğini ve boncuklu başlığını giymişti. Kendisinin de aklından geçmişti bu fikir ama içinden gelmemişti. Hatıralarında kalmasını yeğlerdi, yani galiba.
O gün, soylular arasına kendisine yer edinmeye çalışan yeniyetme küçük beylerden daha yakışıklı ve onlardan daha soylu gözüküyordu. Yüreğini sıkıştıran acıya, midesini mıncıklayan kaygıya rağmen dimdik yürüyor; kararlı bir yüz ifadesiyle etrafına bakıyor ve aldığı talimatlara uygun davranmaya çalışıyordu. Emrinde olan 15 muhafızdan da gözlerini ayırmıyordu.
Jaehwan abisini görmemişti, o muhtemelen daha içerideydi. Âlim Wonsik’e, Âlim Cha’ya ve Veliaht Prens’e yakın olmak onun öncelikli göreviydi.
Işıkların hemen hepsi bir saat içinde yakılmış, şölen alanı olduğundan daha canlı ve daha renkli gözükerek gecenin karanlığına başkaldırmıştı. İnsanlar önlerine ne konulursa yemeye ve içmeye, şen şakrak sohbetler içine dalmaya başlamışlardı.
Kimse bilmiyor muydu, yoksa bildikleri için mi böyle davranıyorlardı? İşlerine mi geliyordu yoksa işlerine gelmese de yapacak bir şeyleri olmadığından kafalarını dağıtmak mı istiyorlardı?
Taekwoon derin bir nefes aldı. Bacaklarındaki adalelerin gereğinden fazla kasıldığını hissediyordu. Bu gece sorunsuz geçerse yarından itibaren daha güçlü duracağına dair söz verdi kendisine. Aşk acısı çekiyordu yalnızca, halk için görev başında olmaktan daha önemli olamazdı. Karın doyurmaktan, özgür olmaktan, zulümden kurtulmaktan daha mühim olamazdı. Kendisine gelmeliydi, tüm bu ezici coşku son bulunca.
Kral Hazretleri ve hanedanın alana teşrifleri ilan edildi, herkes ayağa kalktı, selamlar verildi. Bir an oluşan sessizlik ve ardından yeniden başlayan gürültü kalabalığın büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. Taekwoon bu güruhun ne kadarının dost ne kadarının düşman olduğunu kestirmekte zorluk çekiyordu. İyi adamları tanımıyor olduğunu fark etti, yalnızca Âlim Cha’nın kara listesinde adı geçenlere göz aşinalığı vardı.
Müzisyenler çalmaya başladılar. Önce sakin, kısa bir girizgâh yaptılar. Her şey yolunda görünüyordu. Kimsenin yüzünde en ufak bir kasılma yoktu. Rahatlamaya çalıştı.
Enstrümanlar gittikçe yükselen seslerini davulun son sert notasıyla kestiler. Ayak sesleri duyuldu, narin ve hafif. Pembe ve altın renklerde ışıl ışıl elbiselere bezenmiş, uzun ince, kuğu gibi gisaengler alana dizildiler. Taekwoon farkında olmadan gösteriyi daha yakından izleyebilmek için genç âlimlerin olduğu tarafa yaklaşmıştı. Efendiler de heyecan içinde izliyorlardı.
Gösteri başlayınca muhafızların da gevşediğini gördü Taekwoon. Henüz en önemli kısım gelmemişti, lakin başlangıçta sorun çıkmaması işlerin yarısının hallolması demekti.
Gisaenglerin zarafeti göz kamaştırıcıydı. Delikanlı onlara hayranlık duymadan edemiyordu. Dışarıdan bir bütün gibi gözükseler dahi her biri farklı bir figür yapıyordu her an, hem birbirlerine hem kendi hareketlerine hâkimlerdi ve bu çok zordu. Buna rağmen gülümsüyorlar, efendilere davetkâr bakışlarla bakıyorlar, hiçbir adımı kaçırmayıp kendilerinden bir şeyler de katıyorlardı. Kusursuzlardı.
Bu güzelliğe kapılmış, ayağıyla şarkının ritmine eşlik ederken birinin kendisine gereğinden fazla yaklaştığını hissetti. Tam ardına dönerken bu kişi onu kolundan yakalayıp çekti. Kılıcı üstünde yoktu, gerekirse elle dövüşecekti.
“Taekwoon, gel benimle.” Bu ses Wongeun’a aitti. Rahatladı. İstemeye istemeye olsa da onu takip etti.
Neyse ki şölen alanından uzaklaşmadılar, yalnızca iri sütunlardan birinin arkasına saklandılar. Wongeun’un yüzüne renkli fenerlerden yansıyan loş ışık düşüyordu, perişan gözüküyordu.
“Bir şey mi oldu? Bir sorun mu var?” Delikanlı paniklemişti.
“Hayır. Bir şey yok. Ben… Bana bir vursana sen.”
“Ne oluyor?”
“Sadece… Sadece bir tokat. Hadi ne olur.”
“Beyim…”
“Biz arkadaşız Taekwoon. İhtiyacım var. Osman Efe’yi bulamıyorum.”
“Ne olduğunu anlatmazsanız size yardım edemem.”
“Ben hiç gelmek istememiştim,” dedi nefes nefese. Ağlamamak için kendini tutuyordu. “Bunu tekrar yaşamak istememiştim. Galiba bayılacağım.”
“Neler söylüyorsunuz beyim? Oturacağınız bir yere kadar eşlik etmemi ister misiniz?”
“Taekwoon. Ben o kadını gördüm. Kocasının yanında… Oğluyla… Gülümsüyordu Taekwoon. Gamzesini gördüm.”
Anlamıştı delikanlı. Daha fazla duymasına gerek yoktu. Hiç düşünmeden, bunca zamandır içinde tuttuğu öfkesini ve haksızlığa uğramışlık hissini elinde toplayıp bir tokat patlattı Wongeun’a. Adam sendeledi, lakin düşmedi.
“Kendinize gelin,” dedi buz gibi bir sesle. “Yeri ve zamanı değil bunun.” Kendilerini izleyen ya da kazara olaya şahit olan biri olup olmadığını kontrol ederken diğeri nefesini topladı.
“Siktir,” diyordu bir yandan. “Siktir.”
“O laf da… Olmaz. Biz şu an saraydayız, hanedana beş adım uzaktayız. Kellenizin kıymetini bilin.”
“Sağ olasın orospu çocuğu.”
“Bedavaya yapmadım. İhtiyacım olursa, karşılığını isterim.”
“Merak etme.”
Birbirlerine gülümsediler. Taekwoon başka bir şey söyleme gereği duymadan onu orada bırakıp görev yerine döndü. Gisaengler son dönüşlerini yapıyorlardı.
Ekipler birbiri ardına sahneye çıktılar; dansçılar, müzisyenler, müzikler, danslar, yemekler sürekli değişiyordu. Testiler dolup boşalıyordu. Şölen başladığından daha hızlı akıyordu şimdi.
Efendiler eğlenir gibiydi, çoktan sarhoş olanlar vardı delikanlının bulunduğu bölümde. İç kısımlara doğru baktığında ise kimsenin sarhoş olmadığını, herkesin gelin adayını ayık bir şekilde beklediğini görüyordu.
Kendisiyle aynı hizada bulunan muhafızlardan birine bir baş hareketiyle içeri doğru yürüyeceğini haber verdi. Sıkılmıştı, hem de Âlim Wonsik’i görmek istiyordu. Hatta yapabilirse Veliaht Prens’i, Efendi Lee’yi ve Âlim Cha’yı da…
İşin eğlence kısmı fazla uzatmıştı sanki. Beklenti yükseltmek için mi böyle yapılıyordu yoksa gereksiz insanlar sıkılıp gitsinler diye mi uğraşıyorlardı, emin olamadı Taekwoon. Tek bildiği muhafızların da kendisi gibi sıkılmaya ve yorulmaya başladığıydı.
Masalar arasındaki ilk boşluğu aşıp genç âlimlerin ve genç efendilerin oturduğu yere geldi. Buradakiler içmekten ziyade gisaenglerle ilgileniyor gibiydiler. Âlimler utana sıkıla müziği dinlemeye çalışırken efendiler laf atacak kadar ileri gidiyorlardı.
Tüm bu insanların arasında yüzü sararmış, gözlüğünü sürekli kaydırıp burnunda biriken teri silen Âlim Wonsik’i görmek zor değildi. Onun da sıkıldığı ve her dakika daha da gerginleştiği belliydi. Bakışlarını yakalayabilmek için biraz orada bekledi delikanlı, usulca selamlaştılar. Muhafızları da kontrol ettikten sonra ilerlemeye devam etti.
Şimdi zengin adamların, az önce gördüğü efendilerin ve âlimlerin babalarının olduğu bölüme gelmişti. Bu insanlar arasında oğulları gibi arsız olanlar da vardı, lakin çoğu gisaenglerin davetkâr bakışlarından, şaşırtıcı anlık öpücük atmalarından utanıyor ve hatta birbirlerini utandıracak kadar şakalaşıyorlardı. Taekwoon’un gözleri bu insanların arasında oturan Efendi Lee’yi aradı. Ardı kendisine dönük olduğu için bulması biraz zaman almıştı. Uzanıp bir beyefendiye dokunması çok dikkat çekeceği için geçip gitmeye hazırlanıyordu ki Hongbin birisinin kendisine baktığını hissedip döndü. Kılıçta mahir olmak böyle hislere sahip olmak demekti aynı zamanda, delikanlı kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve karşılığında gergin bir selam aldı.
Buradan sonrasını yürümeye cüret etmeli miydi bilmiyordu, görev yerinin sınırında sayılırdı. Buradan sonrası abisi ve birkaç kıdemli muhafız tarafından korunuyordu. Kendisinin orada bulunması saygısızlık sayılabilirdi, hatta daha kötüsü bir sorun var zannedilebilirdi.
Yine de giderek yükselen ve doruğuna yaklaşan müzik içine bir heyecan salmıştı, devam etmekten kendini alıkoyamadı. Attığı her adımda havanın değiştiğini hissediyordu artık, sanki hanedanın nefes alışı bile farklıydı normal insanlardan. Meraklandı. Belki… Kral’ı da görebilirdi.
Bu bölümdeki insanları diğerlerine nazaran daha iyi tanıdığını şaşırarak fark etti. Kara listenin neredeyse tamamı burada oturuyordu ve bu bölümdeki hemen herkes gergin gözüküyordu. Neşeli, ama gergin.
İlk tanıdığı kişi Prens Hazretleri’nin dayısı olan Vekil Efendi’ydi. Yüzünde kendinden emin ve ürkütücü bir gülümsemeyle kurulmuştu yerine. Taekwoon onun oturduğu yerin Âlim Cha’nınkine göre alçakta kaldığını görünce kahkahalarla gülmek istedi. Âlim Cha neredeyse Yüce Kral’la denk seviyede, Osman Efe Bey’in yanında karısıyla birlikte oturuyordu.
Kral Hazretlerinin bir yanında Ana Kraliçe, diğer yanında eşi Kraliçe Hazretleri vardı. Veliaht Prens annesinin yanında, biraz daha geride oturuyordu. Yüzüne ışık vurmasına rağmen gölgede gibiydi.
Taekwoon’un gözleri abisini ararken Wongeun’un bahsettiği gamzeli kadını buldu. Yanında oturan küçük prense gisaenglerin renkli pabuçlarını işaret ederek bir şeyler söyleyip gülümsüyordu. Kocası olduğu belli olan adamsa yanında oturan bir vekille konuşmaya daha çok ilgi gösterir gibiydi. Delikanlı bu kadının saraydaki bu sıkıcı ve uzun gösteriden ziyade, sokaktaki eğlenceye daha çok yakışacağını düşündü. Onu çocuğuna bir şeker almış, akrobatların dansını hayretle bağırarak izlerken hayal edebiliyordu. Wongeun’a iyi ki tokat atmıştı, bu his insanın içini kemirmekten başka bir şey yapmıyordu.
Bir anda müzik en can alıcı noktasında kesildi ve gisaengler ellerindeki yaldızlı yelpazeleri aynı anda gürültüyle kapattılar. Geldikleri gibi narin ve hafif adımlarla, senkronize bir şekilde alanı boşalttılar. Delikanlı kapana kısıldığını düşündü, eğlence bitmeden görev yerine gitmeliydi ama oluşan sessizlik kendisini az önceki gürültü gibi gizlemeyecekti.
Birkaç adım geri çekilip olduğu yerde kalmaya karar verdi. Gisaeng kadınların çıktığı yerden onlarca hizmetkâr girdi, elleri kolları bohçalar ve sandıklarla doluydu. Onlar da sanki bir gösteri yapıyorlarmış gibi uyumlu hareket ediyorlardı. Taekwoon yine ne olduğunu anlamadığını fark etti. Bu ufak hareketlilikten faydalanıp ufak adımlarla bir önceki bölüme yürümeye başladı.
O sırada Âlim Cha’nın arkasındaki karanlıkta dikilen Jaehwan efendisine eğildi, başını Osman Efe Bey’le ikisinin arasına soktu. “Beyim,” dedi usulca. “Burada bir adam bırakıyorum, müsaadenizle aşağıda etrafı kolaçan etmek isterim.”
İki bey de ona bakmak istediler, lakin şüpheli bir harekette bulunmamaları gerekiyordu ve şu an yaşanan şeyin bir saniyesini bile kaçıramazlardı. Cha Hakyeon belli belirsiz bir el hareketiyle gidebileceğini işaret etti.
Jaehwan hızlı adımlarla aşağı indi. Kırmızı norigesini avucunda sımsıkı tutuyordu. Hiç kimseye bakmadan, emrinde olan muhafızlara bile göz atmadan dosdoğru diğer bölüme geçmek niyetindeydi. Lakin o çıkamadan hediyelerin girişi tamamlandı.
Gözünün ucuyla alana girmeye hazırlanan genç hanımı gördü.
Taekwoon tam geçiş bölümündeki hareketliliğin arttığını fark edince dikkat çekmemek için mecburen durdu. Alan yeniden boşalmıştı, herkes tek bir yere bakıyordu. O da başını çevirip baktı. Önce kırmızı eteklerini seçti, ardında iki hizmetçi kız uçlarına daha koyu kızıl renkte bir iplikle işlenmiş kamelya çiçekleri olan bu etekleri düzeltiyordu. Kol yakaları eteklerine kadar iniyor, narin bileklerini açıkta bırakıyordu. Tırnakları özenle kesilmişti esmer ve yumuşak ellerin. Beline sardıkları beyaz ve çiçekli kuşak üç dört kattı, lakin inceliğini örtememişti. Saçlarını örmemişlerdi, yine de kırmızı kurdelesini tutturmuşlardı başının arkasına. Delikanlı, omuzlarının titrediğini gördü bir an.
Sonra yürümeye başladı genç kız. Gözleri babasındaydı. Alana girmek için dönerken Taekwoon’un birkaç adım yakınında durduğunu görmedi. Zaten görseydi de… Başını çevirirdi.
Delikanlının kulakları çınlamaya başladı. Birisinin adını seslendiğini duyuyordu. Çok uzaklardan, bir rüyanın içinden gelir gibiydi bu ses. Ensesinden bir ter damlası süzülürken bacaklarını hissetmediğini fark etti. Zar zor uzanıp bir tüccarın içkisini dökmemeye çalışarak masaya tutundu.
Ölecek miydi? Ölür gibiydi.
“Taekwoon!” Bağırmıyordu kolunu tutan her kimse, yalnızca çiklet gibi uzadığını zannediyordu delikanlı adının. Başını çevirip telaşlı gözlerle kendisine tutan abisine baktı. Bir şey söylemek istedi. Lakin zihni boş, dili kesik gibiydi. Nefesini tuttuğunu fark etti. Kalabalığa arkasını dönüp karanlığa doğru nefesini bıraktı. Başı döndü.
Jaehwan onu çekiştirmeye çalıştı. Ama Taekwoon yerinden kımıldamıyordu. İyi ki kılıcım yok, diye düşünürken alana döndü yeniden. Konuşuyordu hanımefendi. Olması gerektiği kadar eğilmiş, saygılı ve güçlü bir sesle şöyle diyordu: “Bunlar Kudretli Joseon’un şerefli bir kız evladı olan bendenizin hanedana ve Yüce Kral’a armağanlarıdır. Sizlere layık olmak için elimden geleni yapacağım, Majesteleri.”
Ölür gibiydi Taekwoon.
Ölmüş gibiydi.
Kollarını hissetmiyordu şimdi de. Aniden abisinin kollarının beline sarıldığını fark etti. Ne olduğunu anlamadan birkaç adım atmış olmalıydı.
Ensesinde bir el hissetti sonra, birisi yakasını sımsıkı yakalamış onu geriye doğru çekiyordu. Kendini bırakmak istedi delikanlı, toprakta sürüklenmek istedi. Fakat bedeni karşı koyuyordu. Koşmalıydı şimdi, geri çekilmenin sırası değildi.
Bu ele abisinin güçlü kolları da yardım etti, birkaç muhafız onlara siper olmak için konuklarla aralarına girmemiş olsa Efendi Lee gibi herkes durumu fark edecekti neredeyse.
Taekwoon’u karanlığa çekip mutfaktan geçirdiler ve bir ambara attılar. Boylu boyunca yere yattı. İpek yeleği boka bulansın istiyordu. Sonra bir çığlık duydu. Giderek yaklaşan birinin çığlığı olmalı diye düşündü. Ama sonra anladı, kendisi bağırıyordu.
Son gücüyle ayağa kalktı. Wongeun ve Jaehwan’ı yere serebileceğini düşünmüştü, yapamadı. “Bırakın,” dedi, fakat duyma gücüne güvenemiyordu; gerçekten söylemiş miydi bilemedi.
Çok acıyordu. Bir şey çok acıyordu. Ölür gibiydi.
Wongeun’un gözlerine baktı. Jaehwan’a bakmak istemiyordu.
Ne yapacağını bilmiyordu. Bir kılıç olsa ne güzel olurdu. Şöyle kendi kellesini bedeninden ayırsa, tam da şu an…
“Taekwoon…” Abisi elini uzatmaya çalıştı.
“Kes sesini!”
“Ne olur abicim…”
“Sen benim abim falan değilsin.”
“Yapma yalvarırım.”
Wongeun sakinliğini koruyordu, kapıyı açıp dışarıda bekleyen bir diğer muhafızdan su istedi. Taekwoon kapı açılınca duyduğu gülüşmeler yüzünden çıldıracak gibi oldu. Ambarda ne varsa yıkıp dökmeye başladı. İçi durulmuyordu, hiçbir şey kesmiyordu. Abisine vurdu. Yetmedi, yakasına yapışıp yere çaldı. Doyamadı, üstüne çıkıp yumruk üstüne yumruk atmaya başladı. Kimse onu durdurmaya çalışmadı. Hatta bir ara Wongeun uzanıp daha rahat etsin diye başlığını çıkarttı.
Yorgun düşünce yere indi, kendi nefesini dinledi biraz. Sonra yere kapanıp ağlamaya başladı. Önce canı acır gibi, ölür gibi ağladı. Ardından bir hayvan gibi uludu, sesi bir çocuğunkine dönüşürken başını ambarın tahta zeminine vurmaya kalkıştı. Jaehwan kalkıp kendi burnundan akan kanı silmeden önce elini onun alnıyla zemin arasına koyup mani oldu.
Taekwoon onu ittirdi.
Wongeun araya girdi. Gelen testiyi kaldırıp içindeki suyu delikanlının suratına bir tokat gibi çarptı. Buz gibiydi. Artık yüzünü de hissetmiyordu.
“Neden!” diye bastı çığlığı. “Neden hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz! Hiçbiriniz bana hiçbir şey söylemedi! Neden! Beni! Neden! Bana neden! Neden böyle yaptınız! Hepiniz! Biliyordunuz!”
“Üzgünüm yavrum.”
“Üzgün müsün?” Ürkütücü bir kahkaha patlattı. O ana kadar sakinliğini koruyan Wongeun bile irkildi. “Üzüntünüzden ölün. Alın davanızı başınıza çalın. Siz hayvansınız.”
“Böyle olsun istemedik.”
“O elbisenin… Kumaşını… Ben seçtim… O giymeden bu parmaklarla dokundum ben o kumaşa. Onun tenine değmeden benimkine değdi. BEN! Ben dedim ki annesine! Benim kadınım, saçlarını hiç örmese bile! Benim kadınım… Saçlarını örmese bile… Başına bir çiçek dahi koysanız… Benim kadınım… Berrak ve yalındır… Dedim ki annesine… Buradaki her mücevherden daha parlak ve gösterişlidir. Benim kadınım! Benim değil… Hepiniz biliyordunuz. O kadın da! Göklerden indiremediğiniz o âlim de! Bu kadını başka bir adam beğensin diye… Benim kadınımı başka bir adama… Ben hazırlandım… NE? Üzgün müsün?”
“Özür dilerim. İstemedim. Yemin ederim. İstemedim Taekwoon. Abisinin ciğeri…”
“Sen benim abim değilsin artık. Hiçbiriniz… Siz değilsiniz artık.”
Wongeun yerde iki büklüm oturan delikanlının yanına çöktü. Dağılan saçlarını eliyle şöyle bir düzeltip yüzündeki suyu ve teri sildi. Taekwoon tepkisizdi, en azından ona karşı. Çünkü biliyordu, şu an onu en çok anlayabilecek kişi oydu.
“Bilmez misin ey yiğit,
Ne zalimdir bu vakit.
Devletin bekasına…
Gerektir şu canın, git.
Gardaşın görürsen eğer,
Yanlış yapar, hata eder…
Çek de sapla bir hançer.”
Bir çocuk gibi delikanlının üstünü başını silkelerken sessizce söylemişti Joseon’un kimsenin bilmediği köylerinde öğrendiği bu türküyü. “Çocuğum, affet bu sözlerimi. Canının acısını en çok ben bilirim. Lakin yarın uyandığında, hayır başın alıp gittiğinde, ananın babanın açlıktan kırıldığını görürsen o hançeri kendi yüreğine saplamak isteyeceğini de en çok ben bilirim.”
“Ben hata etmedim.” Sesi inler gibi çıkmıştı.
Jaehwan yeleğinin içinden çıkardığı bir mendille burnundan akan kanı durdurmaya çalışıyordu. “Etmedin abicim, biliyorum,” dedi boğuk bir sesle. Taekwoon hırladı, adeta bir hayvana dönüşüyordu.
“Etmedin,” diye tekrarladı Wongeun da. “Etmedin de… Her Allah’ın günü seni bağışlasınlar diye yalvaran şu günahsızı hırpalamana üzüldüm.”
Delikanlı duymamış gibi yaptı. Sakinleşiyor muydu yoksa bayılmak üzere olduğu için mi böyle sessizdi, kendisi de emin değildi.
“Bu sabah seni görebilseydim, anamı görmek nasip olmasın vallahi söyleyecektim sana artık.”
“Artık mı? O gün sen Doyeon’u benim yanımda gördün. Onca zaman bunu bilip de nasıl yüzüme baktın? Utanmadın mı? Aşağılık.”
Wongeun sakin ayaklarını bir kenara bırakıp “Taekwoon!” diyerek sert bir sesle uyardı onu. “Bu adam senin yüzünden kaç gündür uyku uyuyamıyor lan.”
“Peki ya ben? Ben uyuyabiliyor muyum? Uyuyabilecek miyim bir daha?”
“Uyursun paşam, günü gelir onu da yaparsın.”
“Çıldıracağım.” Bunu öyle sakince söylemişti ki duyan insan zaten çıldırmış olduğunu anlardı.
Gözlerini sıkıca yumdu, koca bir testiye yaslandı. Bacaklarını saldı ve ölmüş biri gibi uzandı. “Tanrım! Şimdi al canımı.”
Göğsüne birinin çöktüğünü hissetti, bakmadı. “Aç gözünü.” Abisinin nefesi yüzünü yaladı. Yok saydı. Varsın canlı canlı yesinlerdi onu. “Bana bak.”
“Taekwoon dinlesene.”
“Aç diyorum sıçtırma ağzına.” Delikanlı hızlıca kalkıp abisini düşürdü ve yüzüne tükürdü. Wongeun’u da bir kol darbesiyle ittirip ambarın kapısına gitti. Orada baş etmesi gereken iki kişi daha olduğunu hesaba katmıştı, hazırlıklıydı.
Hesaba katmadığı şey o anda tören alanına hâkim olan derin sessizlikti. Sağa sola bakındı. Durduğu yerden yalnızca Âlim Wonsik’i görebiliyordu tanıdık. O da ayağa kalkmış ilerisini görmeye çabalıyordu. Yüzü alabildiğine korkuyla doluydu. Ne yapması gerektiğine karar veremeyerek o da etrafına baktı. Taekwoon’u gördü. Masaların arasından geçerek yaklaşmak istedi.
Delikanlı tam o sırada duydu, başka bir genç kadın konuşuyordu şimdi ve bütün saray onu dinliyordu. “Hayır,” diye fısıldadı. “Olamaz…”
Kendisini çoktan kollarından yakalamış olan muhafızlardan silkelenerek kurtuldu ve kendi isteğiyle ambara döndü.
Jaehwan toparlanmaya çalışırken Wongeun bıkkın bir şekilde dilenciler gibi yere çökmüştü. Geri dönüşüne şaşırıp ayağa kalktı.
Taekwoon abisine hiç bakmadan dümdüz diğerine yürüdü. “Bana bir borcunuz var,” dedi.
“Artık anladın, değil mi?” diye sordu abisi. Delikanlı onun sesini duyunca zar zor topladığı benliğinde yeni bir çatlak hissetti.
“Size bedavaya yapmadığımı söylemiştim. Bana yardım edin. Yalnızca bir tokat.”
“Bir terslik mi var?”
“Lütfen… Bayılacak gibiyim. Güçlü kalmam lazım.”
Ambarın kapısı usulca açıldı, içeri giren Âlim Wonsik’in gördüğü ilk şey Wongeun’un, Taekwoon’un suratına patlattığı acı bir tokattı.

mavinot: Geciktiğini biliyoruuum. Nerelerde olduğumu merak ediyorsanız ilgili yazıyı okumak için buraya tıklayın. Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyiiin çok ihtiyacım var öpüyorum.

4 yorum:

  1. Bayılacak gibiyim yok mu bir tokatta bana benim bile canım acıdı burda okurken ah be Taekwoon adım adım bu sona geldiğini biliyordum ama yine de bilmek cidden bir şeyi değiştirmiyor .

    Beklediğimize değdi gerçekten hiç olmazsa ufak tefek bir şeyler ortaya çıktı ama daha saklı bir sürü şey var hissedebiliyorum zaten bu bitişten sonra yeni bölümü heyecanla bekliyor olacağım
    Ellerine sağlık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Valla benim de canım acıyor ne yalan söyleyeyim :D İnşallah ilerleyen bölümlerde hızlanacağız. Teşekkür ederim :)

      Sil
  2. Ben de tokat istiyorum ne istedim masum çocuğumdan ya :( bu kadar kaos gerekli miydi bir dava uğruna

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsan karakterine kıyıyor da sana nasıl kıyacağız da tokat atacağız yahu?

      Sil