Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

12 Ekim 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #16

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Saray tüm gürültüsünü ve telaşını yeniden kapalı kapılar ardına saklamış gibi gözüküyordu.
Osman Efe yeğenini kütüphanede bırakıp bu gereğinden fazla sessiz, her an patlamaya hazır sarayın bahçelerinde dolaşıyordu. Son geldiğinden bu yana nelerin değiştiğini görmek, hizmetkârların fısıltılarından birkaç kelime kapmak istiyordu.
Kendisine verilen konuttan henüz çıkmadan duymaya başlamıştı aslında. Lakin duydukları hiç hoşuna gitmiyordu. Her cümle onu, Âlim Cha’nın hanımı ve kızının kabul edileceği Ana Kraliçe'nin konutuna biraz daha yaklaştırıyordu.
Bahçesinde bolca çiçek olan o konutun gürültüsü, sarayın herhangi bir köşesininkinden daha fazla duyuluyor gibiydi. Ana Kraliçe’nin hazırlanması yetmiyormuş gibi bir de hanedanın kadınları oraya akın ediyordu. Bir geçit töreni gibiydi; Kral’ın eşleri, prensesler ve onların hizmetkârları rengârenk elbiseleriyle birer birer geliyordu.
Kraliçe ise kayınvalidesinin emriyle ilk gelen olmuştu. Anlaşılan konuklar teşrif etmeden konuşulması gereken önemli konular vardı.
Osman Efe iç çekti. Kızcağızın geçmesi gereken en zorlu sınav buydu. Neyse ki Hyeyeong Hanım gibi güçlü ve bilge bir anneye sahipti.
Arkasında hızlı ayak sesleri duyunca başını hafifçe çevirip o konuta koşturan başka bir hanımefendinin önünde durup durmadığından emin olmak istedi.
Gördüğü yüz çok tanıdıktı. Baş döndüren bir sıcaklık hissetti. Tamamen dönüp kendisine kocaman gülümseyen prensese baktı.
“Beyim!” diyordu neşeli sesiyle.
Ayakları yere bassın diye birkaç saniye bekledi Osman Efe. Bir daha böyle gülerken göremeyeceğini düşündüğü bu yüzün gerçek olduğuna kendini inandırdı.
“Bir prenses nasıl olur da benim gibi bir gezgine beyim der?”
Kadın güldü. Gözlerinin kenarlarında en az gözleri kadar güzel olan kırışıklıklar vardı.
“Hoşunuza gidiyor sizin de.”
“Gitmez olur mu hiç!” Sonunda Osman Efe de gülümseyebilmişti. “Bizim o küçük Prenses Eunbyul musun sen sahiden?”
“Ta kendisiyim. Hanyang’a geldiğinizi duyduğum andan beri sizi görmek için yanıp tutuşuyordum. Ana Kraliçe Hazretleri’nin davetinden dönüşte konutunuza birini yollamayı düşünüyordum aslında.”
“Çok büyümüşsün Eunbyul.” Sesindeki hüznü gizlemek için çok uğraşmıştı, fakat işe yaramamıştı.
“Zaman ne ilginç şey, değil mi? Sanki sizleri yolcu edişim dündü, lakin bedenim yılların geçtiğini hatırlatıyor bana. Uzun adımlarınıza yetişmek için acele ederken nefesim kesiliverdi.”
“Çocukken pek hızlıydın.”
“Ömür kadar hızlı değilmişim demek ki…”
Sessizlik girdi araya. Osman Efe kız kardeşi gibi sevdiği bu kadını kucaklamak istercesine havada kalan kollarını indirdi. Sarayın ortasında evli bir prensese sarılmak… Ne gülünç bir hayaldi. Oysa onu en son görüşünde elini tutup sarayda koşabiliyordu.
“Anne olduğunu duydum,” dedi sonra.
Eunbyul tekrar gamzelerini göstererek gülümsedi. “Evet. Bir oğlum var, bir de kızım. Kızım henüz bebek olduğu için onu bırakıp gelmek çok zor geldi bugün.”
“Peki, oğlun kaç yaşında?”
“12 yaşına bastı. Bu sene Âlim Cha’ya emanet ettim onu. Hocası kadar iyi bir âlim olmasını diliyorum.”
“Böyle zeki bir annesi varken zorlanacağını sanmam.”
“Uzaktayken bir hanım bulabildiniz mi kendinize beyim? Peşinizde bir delikanlı dolaştığını duymuştum, yoksa oğlunuz mu?”
“Aman Eunbyul, sen de… Sanki bilmiyorsun beni.”
“Nedenmiş yahu, fena mı olurdu?”
“Yeğenimdir o peşimde dolaşan. Senin gibi o da pek meraklı olduğundan geldi.”
“Onun sizin gibi bir dayısı var çok şükür.”
“Aman da aman küçük Eunbyul’umuz kıskanırmış da…”
“Küçük mü diyorsunuz hala? Çocuk yaptım diyorum.” Karşılıklı gülüştüler. Neşesi ilk sönen Prenses oldu. “Keşke her geldiğimde sizi bu sarayda bulabileceğim bir dünyada yaşasaydım…”
“Kapıların ardına saklanıp yaşamak benlik değil, biliyorsun,” dedi Osman Efe.
“Biliyorum, biliyorum. İşte bu yüzden sizden hiç benimle kalmanızı istemedim.”
“Biz de bazı şeyleri bildiğimiz için senden bizimle gelmeni istemedik.”
“Ve sonunda böyle oldu…”
“Mutlu musun, Eunbyul?”
Kadın karşılarında duran konuttaki hareketliliğin artmasına aldırmadan cevabını ağırdan aldı. Bir süre dürüst bir cevap bekleyen iri adamın gözlerine baktı, düşündü.
Sonra kendinden emin bir şekilde “Mutluyum,” dedi. “Sadece bazen… Daha mutlu olabilir miydim diye düşünüyorum, hepsi bu.”
Osman Efe bir elini uzattı. “Sadece bir kez elini tutabilir miyim?” diye sordu.
Eunbyul etrafına bakınıp çekingen bir tavırla elini uzattı. Yüzük parmağında yeşim taşından bir yüzük parlıyordu.
Elleri buluşunca adam gülümsedi. Tıpkı eski günlerdeki gibi hissettiriyordu, ağırlık yapan bir yüzük olduğu halde…
“Hepimiz daha mutlu olabilirdik. Lakin ömürden hızlı olamadığımız gibi, ondan güçlü de değiliz. Bunun için kendimizi ya da başkalarını suçlamadan, yalnızca birbirimizi özleyerek yaşayalım Eunbyul.”
“Öyle yapıyorum… Abi.”
“Ah sonunda! Bu daha çok hoşuma gidiyor yavrucuğum.” Osman Efe boşta kalan elini yeşim yüzüklü elin üstüne kapatıp hafifçe sıvazladı. “Gitmeden bir kez daha görmek isterim seni.”
“Bu sıralar sık sık sarayda olacağım. Gelinimizi seçerken bana çok ihtiyaçları varmış gibi her yere çağırıyorlar.”
“O halde görüşmek üzere.”
“Hoşça kalın.”
Osman Efe onun gidişini izlerken, yıllar önce azarlanmak üzere ardını dönüp giden küçük Eunbyul’u hatırladı. Mutlu olduğunu söylerken kendisine doğruyu söylediğinden emindi. Lakin mutluluk ve hüznün aynı kalpte yaşayabileceğini de biliyordu.
***
Âlim Kim, Jaehwan’ın yüzüne uzun süredir bakıyordu. Öğlene kadar kendisini beklettiği için ona kızmak istiyordu. Buna rağmen tek söyleyebildiği “Nerede kaldın?” olmuştu, ondan yayılan içki kokusunu görmezden gelmişti.
Jaehwan cevap vermek yerine omuzlarını silkmişti. Gözlerinde yorgunlukla beraber, bariz bir huzursuzluk seçiliyordu. Wonsik o bu haldeyken üstüne gitmek istemedi.
Veliaht Prens’in konutuna giderken aynı huzursuzluk kendisine de bulaştı. Bir şey ayaklarını geriye çeker gibiydi, bunun ardında yürüyen abisinden kaynaklandığına kendisini inandırmaya çalıştı.
İlk kez toplantıya Efendi Lee’den önce gelmişlerdi. Bir başına bahçede dikilip gökyüzüne bakan Prens Sanghyuk, onları çok yakınına gelene kadar fark edemedi.
Dalgınlıkla misafirlerine doğru dönüp yine aynı dalgınlıkla gülümsedi. “Hava pek güzel…”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Bugün sundurmada otursak mı? Göğsüm daralıyor içeride.”
“Baş üstüne efendim.” Hizmetkârlar hızla sundurmayı hazırlamaya koşarlarken üç genç bahçede yürümeye başladı. Prens şemsiye istememişti, güneş yüzlerine parıldıyordu.
“Veliaht Prens Hazretleri böyle derince neyi düşünüyorlar? Canlarını sıkan bir pürüz mü var yoksa?” diye sordu Âlim Kim. Konuşurken bir yandan da Jaehwan’ı gözlüyordu.
Prens Sanghyuk iç çekti. “Hayır. Öyle bir şey değil de…”
“Bu izdivaçta gönlünüz yok mu?”
“Aklım karışıyor. Gönlüm olmadığından değil. Şayet gönlüm olmasaydı Âlim Cha’yla daha en başından el ele vermezdim. Lakin… O kızla dostça büyüdük, sen de biliyorsun.”
Wonsik gülümsedi. Biliyordu. Saraya geldiğinde onlara oyunlar oynayıp rahatsız eden, kız çocuğu olduğu için hor görüldüğünde herkesten ala olduğunu hiç zorlanmadan kanıtlayabilen o kız… Şimdi bir kafese kapatılacaktı. Hem de dostunun karısı olarak…
“Benim için de tuhaf,” diyebildi yalnızca.
“Bir dostuyla evlenmek mi onun için daha kötü, yoksa bir Veliaht Prens’in karısı olarak ömür boyu tüm bu pisliğin içinde kapana kısılıp kalmak mı? Merak ediyorum doğrusu. Başka birisi olsaydı böylesine düşünür müydüm, onu da bilmiyorum.”
“Bir dostunuz olarak her zaman sizin yanınızda olacağını düşünüp içinizi rahatlatmaya çalışın Prensim… Ben de size iyi bakacağına olan inancımla öyle yapacağım.”
Genç Prens durup döndü. Arkadaşının yaverine baktı, yaver ise hiç oralı değil gibiydi.
“Peki… Sen ne düşünüyorsun? Âlim Cha’nın kızını senin de tanıdığını biliyorum.”
Jaehwan uykudan uyanır gibi gözlerini kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Kılıcına sımsıkı tutunuyordu. Dilini damağına bastırıp kötü sözlerini yutmaya çalıştı.
“Mutlu olamayacaksınız,” dedi aniden. Wonsik korkuyla yerinde sıçradı, inanamayan bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. “Küçük Hanım özgürlüğüne düşkündür. Yalnızca bunu bile geçerli bir sebep. Lakin görüyorum ki sizin de şüpheleriniz var, mutlu olmamak için sebepleriniz. Siz de bu aciz kulunuzun söylemesine gerek kalmadan biliyorsunuz ne olacağını. Lakin…”
“Lakin?” Prens ifadesiz bir şekilde dinliyordu.
“Bu izdivaç Prens Hazretleri yahut Küçük Hanım’ın mutluluğu gözetilerek düzenlenmiş değildir. Küçük Hanım babasının, dolayısıyla sizin için elinden geleni yapmaya; davamız için özgürlüğünü feda etmeye dahi gönüllü olmuştur. Bağışlayın Prens Hazretleri lakin bu kulunuz, sevgiyi ve mutluluğu en çok hak eden bir kız çocuğu kendisini halkın refahı için böylesine bağışlıyorsa; sizin duygularınıza kapılıp kendi aklınızı karıştırmaya, üzülmeye ve nihayetinde bunu o kız çocuğuna yansıtmaya hakkınız olduğunu düşünmemektedir.”
Konuşulanları uzaktan dinleyen kâhya bu genç kılıç ustasının kellesinin gideceğinden emin bir şekilde gözlerini kapatıp beklemeye başladı. Âlim Cha’nın yetiştirdiği çocuklar işte böyle deli cesaretiyle dolup taşıyorlardı. Yazıktı, çok yazıktı.
Jaehwan ise en ufak bir korku belirtisi göstermiyor, başını eğmiş Prens’in vereceği cevabı bekliyordu. Bunca zaman en az efendisi Cha Hakyeon’u koruduğu kadar koruyup kolladığı o kızı, böyle bir durumda kollayamıyor olmanın verdiği hüzün sonunda dudaklarından aktığı için memnundu.
Sessizlik yüzünden telaşı katlanarak artan Kim Wonsik yaveriyle Veliaht Prens’in arasına girdi. “Bağışlayın Yüce Prens. Öyle demek istemedi,” diyecek oldu. Fakat Prens Sanghyuk elini onun omzuna koyup aralarından çekilmesini işaret etti.
“Kılıç ustası Jaehwan!”
“Emredin Prens Hazretleri!”
“Sağ olasın.”
“A-Anlamadım?”
“Beni kendime getirdin. O kız çocuğuna iyi bakacağım. Gönlünü ferah tut.”
***
Âlim Cha da en az müttefiki Prens Sanghyuk kadar dalgındı. Karısı ve kızının, hanedan kadınlarının zorlu sınavları karşısında çok zorlanmayacaklarından emin olmakla birlikte tedirgindi. Ana Kraliçe ve Kral’ın ikinci karısının fena huyları olduğunu bilmeyen yoktu.
Aklı oradayken Taekwoon’la yaptığı sohbetten sıyrılmış, her şeyi unutmuştu. Elleri kucağında neresi olduğunu kendisinin de bilmediği bir yere bakıyordu. Delikanlı zaten fazla konuşmaya niyetli olmadığından efendisinin kendisine gelmesini beklemekle yetiniyordu.
İkisi böyle karşılıklı otururken küçük bir talebe aralık bahçe kapısından onları gözetliyor, ne diye hiç konuşmadıklarını anlamaya çalışıyordu.
Wongeun onu uzaktan görüp yanına gitti ve onunla birlikte gözetlemeye başladı.
“Neden öyle bakıyorsun içeri?” diye fısıldadı.
Ufaklık kılını bile kıpırdatmadan “Çok tuhaf,” dedi.
“Neymiş tuhaf olan?”
“Onca zamandır tek kelime etmeden oturuyorlar. Sanki gözleri açık uyuyor gibiler.”
“Öyle mi? Neden acaba?”
Çocuk geri çekilip Wongeun’a baktı. “Ben biliyorum galiba. Âlim Efendi’nin kızı saraya gelin gidecekmiş.”
“Bak sen… Adın ne sesin?”
“Kwangjae, efendim. Lee Kwangjae.
“Kwangjae… Nereden duydun bunu?”
“Annem söyledi.”
“Gelip onları izlemeni söyleyen de annen miydi peki?”
Küçük, öfkelenmiş gibi geri adım attı, kaşlarını çattı. “Hayır, ne münasebet! Sadece buradan geçerken sessizce oturduklarını görüp merak ettim.”
“Kızma, özür dilerim. Merak ettiğim için soruyorum Kwangjae, annen sana öylesine mi söyledi Âlim Efendi’nin kızının saraya gelin gideceğini?”
“Benim annem dedikoducu değil.”
Wongeun gerçek bir telaşla dizlerinin üstüne çöküp çocukla aynı seviyeye geldi. “Öyle demek istemedim, çocuğum. Tıpkı senin bu odada ne olduğunu merak ettiğin gibi, ben de merak ediyorum yalnızca.”
“Bugün saraya gelini görmeye gideceğini söyledi. O yüzden kız kardeşimi dadıya bıraktı.”
“Annen mi? Sarayda gelini görmeye mi gidecekti?”
“Evet. Sonuçta Veliaht Prens’in ablası oluyor.”
Adam heyecanla ayağa kalktı. Merakına yenik düşmemiş olmayı dilerdi. Ardını dönüp gitmeyi istedi, lakin kendisine şaşırmış bir şekilde bakan bu çocuğu bırakamazdı. Üstelik… Bırakmak da istemiyordu.
“Evladım. Söyle bana. Sen bir prensesin oğlu musun?”
“Öyleyim.”
“Acaba… Annenin adı… Eunbyul…”
“Annemi tanıyor musunuz?”
Gergince güldü Wongeun. “Ben mi? Ben bir prensesi nereden tanıyabilirim? İsmini duydum yalnızca. Çok zeki olduğu çalınmıştı kulağıma. Oğlunun Âlim Cha’nın öğrencisi olması şaşırtmadı beni.”
“Peki, siz kim oluyorsunuz?”
“İsmim Wongeun. Mektepte çalışan basit bir hizmetkârım yalnızca.”
O anda kaftanını çıkarıp kendi kıyafetlerini giymiş olduğuna şükürler ediyordu.
“Sizi daha önce görmemiştim.”
“İleride de fazla göremeyebilirsin.”
“Gidecek misiniz?”
“Çok uzaklara.”
Kwangjae gülümsedi. Gamzeleri annesininkiler gibi ışıldıyordu. “Ne yazık. Mektepte sizin gibi bir dostum olması beni mutlu ederdi.”
“Sizin gibi soylu biriyle tanışmış olmak bile beni mutlu etti Küçük Bey.”
“Kwangjae deyin bana. Eğer bir daha görüşebilirsek…”
Çocuk ağır adımlarla mektebin kütüphanesine doğru yürümeye başladı. Wongeun hızlı hızlı atan kalbini sakinleştirmek için sundurmaya oturdu ve gözlerini kapattı.
***
Sarayda işler yolunda gitmişti. Gelin hanım ve özellikle annesi hanedan kadınları tarafından beğenilmiş, onaylanmıştı. Tek pürüz gelinin babasının Âlim Cha olmasıydı.
Mecliste ve memurlar arasında Cha Hakyeon’un güce doymadığı, hak edebileceğinden daha fazlasını istediği, bu evlilik de olursa hanedan üzerinde karşı konulamayacak kozlara sahip olacağı konuşulmaktaydı. Bazı deli cesaretliler, onun ülkeyi ele geçirmek istediğini dahi dile getiriyorlardı.
Tüm bu konuşulanlar elbette Kral Hazretleri, Veliaht Prens’in dayısı Vekil Efendi ve Âlim Cha’nın kulağına gecikmeden ulaşıyordu.
Kral, Prens Sanghyuk’u huzuruna çağırmış ve korkutucu ses tonuyla, kararlı yüz ifadesiyle bir saniye bile ziyan etmeden sadelikle ve açıkça Âlim Cha’nın beklentileri hakkında ne düşündüğünü sormuştu.
Genç Prens sırtından ter boşandığını hissettiyse de bunu yüzüne yansıtmadı. “Bariz değil mi?” dedi. “Güç istiyor, inançlarının gereklerini yerine getirebilecek bir yol açıyor kendisine.”
“Korkun yok mu senin?”
Sanghyuk başını kaldırıp babasının alev alev yanan gözlerine baktı. “Yoktur. Baba, siz her daim bana bir veliaht olmanın kaplan sürüsünün ortasına düşmüş bir ceylan olmaktan farksız olduğunu söylemiştiniz. Hatta bir veliaht, o durumdaki bir ceylandan daha savunmasızdır demiştiniz. Ceylan bedeninde olsam dahi bir kaplan gibi düşünüp öyle hissetmeyi sizden öğrendim. Korkmuyorum Yüce Kral. Âlim Cha’dan da, beklentilerinden de, bir an önce saraya sokmaya çalıştığı kızının bize ne kazandırıp ne kaybettireceğinden de… Onu sürünün ortasına düştüğümde kaçmama yardım etmesi için anlaştığım bir kaplan olarak göreceğim. Bir izdivaç tek taraflı olmadığı gibi, getirileri de tek taraflı değildir. O efendinin eline koz geçecekse, bizim de elimiz boş kalmayacaktır.”
Derin bir nefes aldı. Söylediklerinin etkisi artsın diye başını hızla eğip konuşmasına daha büyük bir heyecanla devam etti. “Hem yine siz Kral Hazretleri, bir duvar örmekten bahsetmiştiniz bana. Onca çamurun arasına bir tuğla olarak Cha Hakyeon’u yerleştirmekte bir ziyan göremiyorum. Ben kendimi bildim bileli; o adam vatanı için hayırlı âlimler yetiştirmekten, devletine destek olmadan başka bir iş yapmamıştır.”
Bir cevap gelmesi için bir süre bekledi, lakin hiçbir şey olmuyordu. Yanlış bir şeyler mi söylemişti? Hata mı etmişti? Devam etmeye karar verdi. “Benim bu izdivaçtan çekincem yahut korkum yoktur. Lakin babam Yüce Kral’ın gözlerinin benden daha iyi gördüğünü, aklının benden daha iyi bildiğini de bilirim. Majestelerinin buyurduğu yolda ilerleyeceğim.”
Yeniden başını kaldırıp yorgun gözlerle kendisini izleyen adama baktı. Sabırla beklemeye başladı, ufacık bir yüz ifadesi dahi olsa yakalamaya çalışıyordu.
Uzun bir süre sonra Kral, sanki bu coşkulu konuşmanın tek bir kelimesini bile dinlememiş gibi elini salladı. “Çıkabilirsin.”
Veliaht Prens huzurdan çekilirken korkmadığına inandırmaya çalışırken ne denli korktuğunu görmezden gelmeye çalıştı.
***
Âlim Cha kendisiyle ilgili konuşulanları bilmekle beraber, bunların hepsini beklediği için hiç endişelenmiyordu. Hatta Taekwoon’a “Sarayda hala umut var, beni sorgusuz sualsiz kabul etmiyor oluşları rahatlatıcı,” demişti. Bunun dışında bu konu üstünde hiç durmadı.
Onun aşıl meşgalesi kızının saray erkânına tam takdimi için sarayda bir şölen hazırlattırmaktı. Kral’ın huzuruna çıktığında beklenildiği gibi dil dökmemiş, hatta ustalıkla sade birkaç cümle kurmakla yetinmişti.
“Planlanan bu tören yalnızca prenses adayının takdimi için değil, aynı zamanda halkın neşesini yüksek tutmak için de işe yarayacaktır Majesteleri. Şayet Yüce Kral da uygun görürse törenin bir bölümünün halka açık olması gerektiği kanaatindeyim.”
Kral Hazretleri işin olurunu olmazını konuşmayı bile bir kenara bırakarak şölenin içeriği hakkında konuşmaya girişmiş ve anlaştıkları üzere yapılması kaydıyla tören hazırlıklarının yetkisini müstakbel dünürüne vermişti.
Şölen fikri şaşırtıcı bir şekilde Vekil Efendi’nin de hoşuna gitmişti. Cha Hakyeon işleri oldubittiye getirmeye çalışıyor olabilirdi, lakin böyle büyük adımlar atarken yeteri kadar düşünmüyor gibiydi. Vekil Efendi de onun yerine düşünmeye karar verdi.
Yazdığı mektup mektebe geldiğinde Âlim Cha okumayı sonraya bırakıp Taekwoon’u çağırdı. Heyecanına yorgunluk karışmıştı eninde sonunda, lakin delikanlı o gün efendisinin yüzünde ufak bir acı da görür gibi oldu.
“Buyrun beyim.”
“Taekwooncum, yavrum… Senden bir şey rica edeceğim.”
Rica mı? Ağzından çıkacak her cümleyi emir olarak kabul edecek birinden bir şey rica etmesinin manasızlığının farkında mıydı bu adam? Hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti.
“Benim kız, tören elbisesini annesinin dikmesini istiyor. Bin tane terzi döktüm önüne ama annem diye tutturdu mu tutturuyor. O yüzden Hyeyeong Hanım bugün elbise için kumaş alışverişine çıkacak, ona eşlik etmeni rica ediyorum senden.”
“Ben… Ben mi? Ben ne anlarım beyim kumaştan.”
“Biliyorum, sıkılacağını da biliyorum. Yine de hanımım senin ona eşlik etmeni istedi. Gitmek istemezsen ben ona bir bahane uydururum, çok önemli bir şey değil sonuçta. Diğer kızımla gidiverirler.”
“Pek bilmem lakin… Böyle alışverişlerde gelin hanımın bulunması daha münasip olmaz mı?”
Cha Hakyeon’un yüz ifadesi silindi. İki boş gözle uzun uzun baktı yaverine. Sanki zaman donmuş gibi hissettiren bu süre Taekwoon’u korkuttu.
“O dışarı çıkamaz.”
“Ne-Neden?”
Bu defa ciğerlerinin tamamını doldurarak bir iç çekmiş, sırf eli meşgul olsun diye masasının üstünde duran kâğıtları bir yandan öbür yana toparlamaya başlamıştı.
“Düğün arifesinde evde kalması daha münasip. Neyse, sen gitmek istemiyorsun sanırım, değil mi?”
Delikanlı bir an düşündü. Mektepteki bu aşırı neşeli hava ona iyi gelmiyordu, henüz acısını kalbine gömememişken onlar gibi mutlu olması bekleniyordu bu yerde. Belki birkaç saatliğine o güzel ve zeki hanımefendiyle dolaşırsa içi açılırdı. Hem belki… Belki Hyeyeong Hanım onu anlardı.
“İstiyorum beyim. Sizin için de bir sakıncası yoksa…”
Âlim Efendi gülümsedi. “Bir sakıncası olsa neden sorayım evladım? Öğle yemeğini ye de gidip al hanımını.”
“Emr-… Teşekk-” Ne diyeceği konusunda kafası karışmış bir şekilde efendisine baktı.
“Tamam, ben anladım. Hadi git.”
Hyeyeong Hanım beyaz pelerinini çıkarmak için evin bahçesinden çıkmayı bile bekleyememişti. Taekwoon’u görünce yüzünde kocaman bir gülümseme belirmiş, bu gülümsemeyi şakıyan sesiyle “Geleceğini biliyordum,” diyerek taçlandırmıştı.
Delikanlı bu yoğun ilgi karşısında birkaç dakika bocaladıysa da hanımefendinin kendisiyle uzun uzadıya konuşmak gibi bir niyeti olmadığını fark edince rahatladı, onun yalnızca kendisine eşlik edecek sessiz birine ihtiyacı vardı.
Birlikte pazar yerine inip kumaş dükkânlarına girip çıkmaya başladılar. Hanımefendi koyu renk boyadığı dudaklarındaki nazik gülümsemeyi bir kenara bırakmış, yüzü ciddiyetle sıvanıvermişti. Taekwoon da ciddi bir şekilde onun nelere dikkat ettiğini izliyor; gözlerinin kısılmasından şüpheci olduğunu, dudağını kıvırmasından memnun olduğunu anlıyordu.
İlk üç dükkândan sonra kendisine bir şey sorulmayacağını düşünerek çok sevinmişti. Lakin yanıldığını fark etmesi çok uzun sürmedi.
Dükkânların arasına kurulmuş bir tezgâha yaklaşan hanımefendi pelerinini delikanlının eline tutuşturdu. Tezgâhta saç tokaları, norigeler, yüzükler, kurdeleler vardı.
“Sence gelinlik bir genç kıza nasıl bir toka yakışır?”
“Ben… Ben nereden bilebilirim?”
“Ablalarından görmüş olmalısın. Hayır, belki de doğru bir yönlendirme olmadı. Evleneceğin kız nasıl bir toka taksa beğenirdin?”
Elindeki ipek pelerini buruşturmamak için elinden geleni yapan Taekwoon derin bir nefes aldı. Sesi titremeden cevap verebilecek miydi? Denemeliydi, susarsa daha çok şüphe çekerdi.
“Toka takmadan da… Yalnızca saçlarının ucunda bir kurdelesi olsa bile… Hayır, saçlarını hiç örmese bile… Beğenirdim hanımım.”
Kadın, genç kılıç ustasına dönüp baktı. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açmıştı ki vazgeçti. Yeniden tezgâha dikkatini verdi. İçlerindeki en sade gümüş tokayı eline aldı.
“Bu nasıl?” Sevdiği tek bir kadın vardı, o da hiç böyle şeyler kullanmazdı. Kara bir tavşan kadar sade ve yumuşaktı o yalnızca. Tek süsü esmer yanaklarıydı.
“Güzel.”
“Yalancı seni.”
“Efendim?”
“Tokaya bir defa bile bakmadan nasıl beğenebilirsin? Aklındaki hanımın başına yakıştıramıyor musun böyle şeyleri?”
Hyeyeong Hanım insanın bam teline basmakta kocasından bile ustaydı. “Aklımdaki hanım tek başına buradaki tüm mücevherlerden daha parlak, daha gösterişli. Öyle ki kulağının arkasına bir çiçek dahi koysanız gereksiz durur. Berrak ve yalındır o.”
Anlamıştı kadın. Elindeki tokayı bırakıp yürümeye devam etti. Bir sonraki kumaş dükkânına girmeden önce, ardına bakmadan “Özür dilerim, evladım,” dedi. “Yarana dokunmak istemedim.”
Hanımefendi, pazar yerindeki hiçbir dükkânı beğenmemişti. Şimdi Taekwoon’u kırmızı kiremitli evlerin arasından dolaştırarak başka bir yere götürüyordu.
“Kılı kırk yaracağımı bildiği için benden istedi elbiseyi dikmemi,” diye söylendi. “Yumurta kapıya dayanmadan söylemeyi de hiç sevmez. Şöyle önceden iste de ayarlayalım kumaşını. Değil mi ama?”
“Nasıl bir kumaş arıyorsunuz hanımım?” Delikanlı kumaşlar arasındaki farkı çok bilmese de gözleri görüyordu. Hayatında hiç dokunamayacağı kadar kaliteli kumaşları bile beğenmemişti kadın.
“Kızım gibi bir kumaş. Hafif, yumuşak bir şeyler ve tabii ki kırmızı renkte.”
“Kırmızı mı?”
Pazar yerindeki satıcıların aklını karıştıran o gülümsemesi yeniden kondu dudaklarına. “Kızcağızım pek sever kırmızıyı. Baştan aşağı o renkte bir elbise olmasını istiyorum. Hem zaten gelinler de kırmızı giyiyorlar. Uzaktan bakınca bir nevi ‘siz daha kabul etmeseniz de ben prensle evleneceğim’ demesini istiyorum.”
Taekwoon başını salladı. Böyle bir kadının bilinçsiz hazırlık yapması tuhaf olurdu zaten.
Birlikte hiç de dükkân gibi gözükmeyen; çok zarif hanımefendiler, küçük hanımlar ve onların hizmetkârlarıyla dolu bir yere girdiler. Delikanlı bu kadar kadının arasında satıcılardan başka tek erkek olmanın yükünü hissetti. Hanımının hemen bir adım ardında yürümeye başladı.
“Wook Bey,” diye seslendi Hyeyeon Hanım, mekânın tam ortasında durup. Bir yandan da Taekwoon’un elinden pelerinini alıyordu. “Wook Bey!”
Uzaktan ayak sesleri duyuldu. Mini mini bir adam askıların, kumaş yığınlarının arasından koşarak onlara yaklaşıyordu.
“Ah! Küçük Hanım! Sizi görmek ne güzel!”
“Asıl sizi görmek çok güzel. Nasıl oluyor da seneler size hiç dokunmadan geçip gidiyor?”
“Ben de nasıl oluyor da seneler size böyle nazikçe dokunuyor diye sormak istiyordum.”
İkili gülüşürlerken delikanlı çok daha tuhaf hissetti. Ne yapması gerektiğini bilemez bir şekilde dikiliyordu ki Hyeyeong Hanım çocukluğundan beri elbiselerini diken Wook Bey’le tanıştırdı onu. Lafı fazla uzatmadan kumaşlara dalıverdiler.
Adam kırmızı kumaş toplarını hanımefendinin önüne seriyordu, her tondan kırmızı ayaklarının dibinde duruyordu. Yere serilmiş olmaları Taekwoon’u çok gerdi, hiçbirine basmamak için sabit durmaya çalışıyordu.
Kadın hepsini tek tek elleyip yüzüne değdirdikten, uçlarını havaya kaldırıp pencereden giren güneş ışığına tuttuktan sonra iç çekti.
“Artık alışkanlığımı kırayım, biraz pazar dolaşayım diye buraya gelmekten kaçındım. Lakin işte, yine sizden başka bana yarayan biri yok.” Kan kırmızısı olan kumaşı kaldırıp Taekwoon’a doğru uzattı. “Nasıl?” diye sordu. “Sence ona yakışır mı?”
Delikanlı afalladı. “Ben… Küçük Hanım’ı hiç görmedim hanımım.”
Afallama sırası hanımefendideydi. Hilal şeklindeki kaşlarını çatmış, ak gerdanını kırıp başını yana eğmişti. Bir süre üçü de sessizce durdular.
Hyeyeong Hanım kumaşı Wook Bey’e uzattı, Taekwoon’a arkasını dönmüştü. “Görmedin tabii, hata bende,” diye mırıldandı. “O halde şölende ilk kez göreceksin onu. Bak şimdi heyecanlandırdın beni.”
Asıl delikanlı heyecanlanmıştı. Lakin söyleyemedi.
Wook Bey’in “Yeni Prenses” için iyi dileklerini uzun uzun dinledikten sonra genç kılıç ustası hanımını eve bıraktı. Kumaşlar da birkaç saat sonra peşlerinden geldi.
***
Şölene kadar her şey yolunda gitti. Vekil Efendi’nin yazdığı manasız mektup bile kimsenin keyfini kaçıramamıştı. Hazırlıklar sorunsuz devam ediyor, Jaehwan ve Taekwoon da tıpkı diğer herkes gibi sürekli bir şeylerle meşgul oluyordu.
Osman Efe Bey törenin arifesinde mektebe geldi. Bu büyük olaydan önce Âlim Cha’yla konuşması gereken şeyler vardı, planlanması gereken meseleler.
Aynı gün sarayda Vekil Efendi’nin Âlim Cha’ya karşı bir şeyler planlandığından bahsediliyordu. Birkaç saat içinde dedikodular surlardan taşıp halkın arasına karışmış, mektebin kapısına kadar inmişti. Lakin kimse onlara kulak asmadı. Plan kusursuz gidiyordu, henüz hiçbir darbe almamıştı. Bu yüzden en güçlü halindeydi ve darbe ne denli büyük olursa olsun toparlanılabilirdi.
İki dost uyudukları birkaç saat haricinde arifeyi ve tören gününün sabahını bitmek bilmeyen bir konuşmayla geçirdiler. Biri sustuğunda diğeri uzun uzun konuşuyor, kâğıtlar havada uçuşuyordu. Bazen odaya Wongeun’ın girdiği oluyor, kendi fikirlerini söyleyip çıkıyordu. Onun dışında kimse ne konuşulduğunu bilmiyordu. Zaten görüşme Joseon dilinde değil, Osmanlıca yapılıyordu.
Öğlene doğru, saraya gidilmeden birkaç saat önce Taekwoon içeride seslerin yükseldiğini duydu. Bağıran Osman Efe Bey’di. Ne dediğini anlamasa da hoş şeyler söylemediğini ayırt edebiliyordu delikanlı. İçeri girip zayıf ve yaşlı efendisini koruma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Yalnızca kapının ardından gölgelerini izlemekle yetinebiliyordu.
Misafir sessizleştiğinde Âlim Efendi ayağa kalktı. Masasını devirdi ve o da bağırmaya başladı. Fakat sesi karşısındakine göre o kadar güçsüz çıkıyordu ki Taekwoon içinin yandığını hissetti. Her şeyden önce o bir ihtiyardı.
Osman Efe Bey’in gölgesi de ayağa kalkınca delikanlı duramayacağını düşündü. Kapıyı aralamak için elini uzattı, bir parmaklık yer açtı. O sırada koridorun ucundan Wongeun’ın ayak sesleri duyuldu.
Delikanlı geri çekilirken Osman Efe Bey’in efendisine gözdağı verir gibi iyice yaklaştığını; yüzüne soluyarak, dişlerinin arasından bir şeyler söylediğini gördü.
Wongeun, Taekwoon’un surat ifadesini görünce hızlandı ve hemen kapıyı açtı.
“Ne yapıyorsunuz?” dedi öfkeyle. “Nedir alıp veremediğiniz?”
“Bir şey yok,” diye cevapladı Âlim Cha. “Fikir alışverişi yapıyorduk.”
Taekwoon onun dalga geçtiğini sandı.
“Evet, bir şey yok. Bazen böyle oluyoruz, bilmiyormuş gibi yapma.”
Delikanlı ve Wongeun göz göze geldiler. Wongeun gözlerini deviriyordu.
“Neyse ne, bir an önce sakinleşin. Saraya gitme vakti.”
Osman Efe yere bıraktığı kavuğunu alıp arkadaşına omuz atarak odadan çıktı. Âlim Efendi onun arkasından gülümseyerek bakıyordu.
Bu gece zor bir gece olacağa benziyordu.

mavinot: bir sonraki bölüm uzun ve eğlenceli ve rengarenk olacak o yüzden lütfen birazcık gaz verin bana eheheh. Teşekkür ederim, yorumlarınızı esirgemeyin!

4 yorum:

  1. Ah be Cha Hakyeon aklından neler geçtiğini çözemiyorum

    Bir heyecanla okudum ve ne ara sonuna geldiğini anlamadım bile
    Şenlik gününden korkuyorum Taekwoon üzülcek gibi

    YanıtlaSil
  2. Ekşınlı ve çekirdek çitleten bir drama izliyor gibiyim, çok heyecanlıyım o yüzden modum: thank you, next

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yaşasın amacıma ulaşmışım o halde ehehe

      Sil