Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Saray tüm gürültüsünü ve telaşını yeniden kapalı kapılar
ardına saklamış gibi gözüküyordu.
Osman Efe yeğenini kütüphanede bırakıp bu gereğinden
fazla sessiz, her an patlamaya hazır sarayın bahçelerinde dolaşıyordu. Son
geldiğinden bu yana nelerin değiştiğini görmek, hizmetkârların fısıltılarından
birkaç kelime kapmak istiyordu.
Kendisine verilen konuttan henüz çıkmadan duymaya
başlamıştı aslında. Lakin duydukları hiç hoşuna gitmiyordu. Her cümle onu, Âlim
Cha’nın hanımı ve kızının kabul edileceği Ana Kraliçe'nin konutuna biraz daha
yaklaştırıyordu.
Bahçesinde bolca çiçek olan o konutun gürültüsü, sarayın
herhangi bir köşesininkinden daha fazla duyuluyor gibiydi. Ana Kraliçe’nin
hazırlanması yetmiyormuş gibi bir de hanedanın kadınları oraya akın ediyordu.
Bir geçit töreni gibiydi; Kral’ın eşleri, prensesler ve onların hizmetkârları
rengârenk elbiseleriyle birer birer geliyordu.
Kraliçe ise kayınvalidesinin emriyle ilk gelen olmuştu.
Anlaşılan konuklar teşrif etmeden konuşulması gereken önemli konular vardı.
Osman Efe iç çekti. Kızcağızın geçmesi gereken en zorlu
sınav buydu. Neyse ki Hyeyeong Hanım gibi güçlü ve bilge bir anneye sahipti.
Arkasında hızlı ayak sesleri duyunca başını hafifçe
çevirip o konuta koşturan başka bir hanımefendinin önünde durup durmadığından
emin olmak istedi.
Gördüğü yüz çok tanıdıktı. Baş döndüren bir sıcaklık
hissetti. Tamamen dönüp kendisine kocaman gülümseyen prensese baktı.
“Beyim!” diyordu neşeli sesiyle.
Ayakları yere bassın diye birkaç saniye bekledi Osman
Efe. Bir daha böyle gülerken göremeyeceğini düşündüğü bu yüzün gerçek olduğuna
kendini inandırdı.
“Bir prenses nasıl olur da benim gibi bir gezgine beyim
der?”
Kadın güldü. Gözlerinin kenarlarında en az gözleri kadar
güzel olan kırışıklıklar vardı.
“Hoşunuza gidiyor sizin de.”
“Gitmez olur mu hiç!” Sonunda Osman Efe de
gülümseyebilmişti. “Bizim o küçük Prenses Eunbyul musun sen sahiden?”
“Ta kendisiyim. Hanyang’a geldiğinizi duyduğum andan beri
sizi görmek için yanıp tutuşuyordum. Ana Kraliçe Hazretleri’nin davetinden
dönüşte konutunuza birini yollamayı düşünüyordum aslında.”
“Çok büyümüşsün Eunbyul.” Sesindeki hüznü gizlemek için
çok uğraşmıştı, fakat işe yaramamıştı.
“Zaman ne ilginç şey, değil mi? Sanki sizleri yolcu
edişim dündü, lakin bedenim yılların geçtiğini hatırlatıyor bana. Uzun
adımlarınıza yetişmek için acele ederken nefesim kesiliverdi.”
“Çocukken pek hızlıydın.”
“Ömür kadar hızlı değilmişim demek ki…”
Sessizlik girdi araya. Osman Efe kız kardeşi gibi sevdiği
bu kadını kucaklamak istercesine havada kalan kollarını indirdi. Sarayın
ortasında evli bir prensese sarılmak… Ne gülünç bir hayaldi. Oysa onu en son
görüşünde elini tutup sarayda koşabiliyordu.
“Anne olduğunu duydum,” dedi sonra.
Eunbyul tekrar gamzelerini göstererek gülümsedi. “Evet.
Bir oğlum var, bir de kızım. Kızım henüz bebek olduğu için onu bırakıp gelmek
çok zor geldi bugün.”
“Peki, oğlun kaç yaşında?”
“12 yaşına bastı. Bu sene Âlim Cha’ya emanet ettim onu.
Hocası kadar iyi bir âlim olmasını diliyorum.”
“Böyle zeki bir annesi varken zorlanacağını sanmam.”
“Uzaktayken bir hanım bulabildiniz mi kendinize beyim?
Peşinizde bir delikanlı dolaştığını duymuştum, yoksa oğlunuz mu?”
“Aman Eunbyul, sen de… Sanki bilmiyorsun beni.”
“Nedenmiş yahu, fena mı olurdu?”
“Yeğenimdir o peşimde dolaşan. Senin gibi o da pek
meraklı olduğundan geldi.”
“Onun sizin gibi bir dayısı var çok şükür.”
“Aman da aman küçük Eunbyul’umuz kıskanırmış da…”
“Küçük mü diyorsunuz hala? Çocuk yaptım diyorum.”
Karşılıklı gülüştüler. Neşesi ilk sönen Prenses oldu. “Keşke her geldiğimde
sizi bu sarayda bulabileceğim bir dünyada yaşasaydım…”
“Kapıların ardına saklanıp yaşamak benlik değil,
biliyorsun,” dedi Osman Efe.
“Biliyorum, biliyorum. İşte bu yüzden sizden hiç benimle
kalmanızı istemedim.”
“Biz de bazı şeyleri bildiğimiz için senden bizimle
gelmeni istemedik.”
“Ve sonunda böyle oldu…”
“Mutlu musun, Eunbyul?”
Kadın karşılarında duran konuttaki hareketliliğin
artmasına aldırmadan cevabını ağırdan aldı. Bir süre dürüst bir cevap bekleyen
iri adamın gözlerine baktı, düşündü.
Sonra kendinden emin bir şekilde “Mutluyum,” dedi.
“Sadece bazen… Daha mutlu olabilir miydim diye düşünüyorum, hepsi bu.”
Osman Efe bir elini uzattı. “Sadece bir kez elini
tutabilir miyim?” diye sordu.
Eunbyul etrafına bakınıp çekingen bir tavırla elini
uzattı. Yüzük parmağında yeşim taşından bir yüzük parlıyordu.
Elleri buluşunca adam gülümsedi. Tıpkı eski günlerdeki
gibi hissettiriyordu, ağırlık yapan bir yüzük olduğu halde…
“Hepimiz daha mutlu olabilirdik. Lakin ömürden hızlı
olamadığımız gibi, ondan güçlü de değiliz. Bunun için kendimizi ya da
başkalarını suçlamadan, yalnızca birbirimizi özleyerek yaşayalım Eunbyul.”
“Öyle yapıyorum… Abi.”
“Ah sonunda! Bu daha çok hoşuma gidiyor yavrucuğum.”
Osman Efe boşta kalan elini yeşim yüzüklü elin üstüne kapatıp hafifçe sıvazladı.
“Gitmeden bir kez daha görmek isterim seni.”
“Bu sıralar sık sık sarayda olacağım. Gelinimizi seçerken
bana çok ihtiyaçları varmış gibi her yere çağırıyorlar.”
“O halde görüşmek üzere.”
“Hoşça kalın.”
Osman Efe onun gidişini izlerken, yıllar önce azarlanmak
üzere ardını dönüp giden küçük Eunbyul’u hatırladı. Mutlu olduğunu söylerken
kendisine doğruyu söylediğinden emindi. Lakin mutluluk ve hüznün aynı kalpte yaşayabileceğini
de biliyordu.
***
Âlim Kim, Jaehwan’ın yüzüne uzun süredir bakıyordu. Öğlene
kadar kendisini beklettiği için ona kızmak istiyordu. Buna rağmen tek
söyleyebildiği “Nerede kaldın?” olmuştu, ondan yayılan içki kokusunu görmezden
gelmişti.
Jaehwan cevap vermek yerine omuzlarını silkmişti.
Gözlerinde yorgunlukla beraber, bariz bir huzursuzluk seçiliyordu. Wonsik o bu
haldeyken üstüne gitmek istemedi.
Veliaht Prens’in konutuna giderken aynı huzursuzluk
kendisine de bulaştı. Bir şey ayaklarını geriye çeker gibiydi, bunun ardında
yürüyen abisinden kaynaklandığına kendisini inandırmaya çalıştı.
İlk kez toplantıya Efendi Lee’den önce gelmişlerdi. Bir
başına bahçede dikilip gökyüzüne bakan Prens Sanghyuk, onları çok yakınına
gelene kadar fark edemedi.
Dalgınlıkla misafirlerine doğru dönüp yine aynı
dalgınlıkla gülümsedi. “Hava pek güzel…”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Bugün sundurmada otursak mı? Göğsüm daralıyor içeride.”
“Baş üstüne efendim.” Hizmetkârlar hızla sundurmayı
hazırlamaya koşarlarken üç genç bahçede yürümeye başladı. Prens şemsiye
istememişti, güneş yüzlerine parıldıyordu.
“Veliaht Prens Hazretleri böyle derince neyi
düşünüyorlar? Canlarını sıkan bir pürüz mü var yoksa?” diye sordu Âlim Kim.
Konuşurken bir yandan da Jaehwan’ı gözlüyordu.
Prens Sanghyuk iç çekti. “Hayır. Öyle bir şey değil de…”
“Bu izdivaçta gönlünüz yok mu?”
“Aklım karışıyor. Gönlüm olmadığından değil. Şayet gönlüm
olmasaydı Âlim Cha’yla daha en başından el ele vermezdim. Lakin… O kızla dostça
büyüdük, sen de biliyorsun.”
Wonsik gülümsedi. Biliyordu. Saraya geldiğinde onlara
oyunlar oynayıp rahatsız eden, kız çocuğu olduğu için hor görüldüğünde
herkesten ala olduğunu hiç zorlanmadan kanıtlayabilen o kız… Şimdi bir kafese
kapatılacaktı. Hem de dostunun karısı olarak…
“Benim için de tuhaf,” diyebildi yalnızca.
“Bir dostuyla evlenmek mi onun için daha kötü, yoksa bir
Veliaht Prens’in karısı olarak ömür boyu tüm bu pisliğin içinde kapana kısılıp
kalmak mı? Merak ediyorum doğrusu. Başka birisi olsaydı böylesine düşünür
müydüm, onu da bilmiyorum.”
“Bir dostunuz olarak her zaman sizin yanınızda olacağını
düşünüp içinizi rahatlatmaya çalışın Prensim… Ben de size iyi bakacağına olan
inancımla öyle yapacağım.”
Genç Prens durup döndü. Arkadaşının yaverine baktı, yaver
ise hiç oralı değil gibiydi.
“Peki… Sen ne düşünüyorsun? Âlim Cha’nın kızını senin de
tanıdığını biliyorum.”
Jaehwan uykudan uyanır gibi gözlerini kaldırıp Veliaht
Prens’e baktı. Kılıcına sımsıkı tutunuyordu. Dilini damağına bastırıp kötü
sözlerini yutmaya çalıştı.
“Mutlu olamayacaksınız,” dedi aniden. Wonsik korkuyla
yerinde sıçradı, inanamayan bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. “Küçük Hanım
özgürlüğüne düşkündür. Yalnızca bunu bile geçerli bir sebep. Lakin görüyorum ki
sizin de şüpheleriniz var, mutlu olmamak için sebepleriniz. Siz de bu aciz
kulunuzun söylemesine gerek kalmadan biliyorsunuz ne olacağını. Lakin…”
“Lakin?” Prens ifadesiz bir şekilde dinliyordu.
“Bu izdivaç Prens Hazretleri yahut Küçük Hanım’ın
mutluluğu gözetilerek düzenlenmiş değildir. Küçük Hanım babasının, dolayısıyla
sizin için elinden geleni yapmaya; davamız için özgürlüğünü feda etmeye dahi
gönüllü olmuştur. Bağışlayın Prens Hazretleri lakin bu kulunuz, sevgiyi ve
mutluluğu en çok hak eden bir kız çocuğu kendisini halkın refahı için böylesine
bağışlıyorsa; sizin duygularınıza kapılıp kendi aklınızı karıştırmaya, üzülmeye
ve nihayetinde bunu o kız çocuğuna yansıtmaya hakkınız olduğunu
düşünmemektedir.”
Konuşulanları uzaktan dinleyen kâhya bu genç kılıç
ustasının kellesinin gideceğinden emin bir şekilde gözlerini kapatıp beklemeye
başladı. Âlim Cha’nın yetiştirdiği çocuklar işte böyle deli cesaretiyle dolup
taşıyorlardı. Yazıktı, çok yazıktı.
Jaehwan ise en ufak bir korku belirtisi göstermiyor,
başını eğmiş Prens’in vereceği cevabı bekliyordu. Bunca zaman en az efendisi
Cha Hakyeon’u koruduğu kadar koruyup kolladığı o kızı, böyle bir durumda kollayamıyor
olmanın verdiği hüzün sonunda dudaklarından aktığı için memnundu.
Sessizlik yüzünden telaşı katlanarak artan Kim Wonsik
yaveriyle Veliaht Prens’in arasına girdi. “Bağışlayın Yüce Prens. Öyle demek
istemedi,” diyecek oldu. Fakat Prens Sanghyuk elini onun omzuna koyup
aralarından çekilmesini işaret etti.
“Kılıç ustası Jaehwan!”
“Emredin Prens Hazretleri!”
“Sağ olasın.”
“A-Anlamadım?”
“Beni kendime getirdin. O kız çocuğuna iyi bakacağım.
Gönlünü ferah tut.”
***
Âlim Cha da en az müttefiki Prens Sanghyuk kadar
dalgındı. Karısı ve kızının, hanedan kadınlarının zorlu sınavları karşısında
çok zorlanmayacaklarından emin olmakla birlikte tedirgindi. Ana Kraliçe ve
Kral’ın ikinci karısının fena huyları olduğunu bilmeyen yoktu.
Aklı oradayken Taekwoon’la yaptığı sohbetten sıyrılmış,
her şeyi unutmuştu. Elleri kucağında neresi olduğunu kendisinin de bilmediği
bir yere bakıyordu. Delikanlı zaten fazla konuşmaya niyetli olmadığından
efendisinin kendisine gelmesini beklemekle yetiniyordu.
İkisi böyle karşılıklı otururken küçük bir talebe aralık
bahçe kapısından onları gözetliyor, ne diye hiç konuşmadıklarını anlamaya
çalışıyordu.
Wongeun onu uzaktan görüp yanına gitti ve onunla birlikte
gözetlemeye başladı.
“Neden öyle bakıyorsun içeri?” diye fısıldadı.
Ufaklık kılını bile kıpırdatmadan “Çok tuhaf,” dedi.
“Neymiş tuhaf olan?”
“Onca zamandır tek kelime etmeden oturuyorlar. Sanki
gözleri açık uyuyor gibiler.”
“Öyle mi? Neden acaba?”
Çocuk geri çekilip Wongeun’a baktı. “Ben biliyorum
galiba. Âlim Efendi’nin kızı saraya gelin gidecekmiş.”
“Bak sen… Adın ne sesin?”
“Kwangjae, efendim. Lee Kwangjae.
“Kwangjae… Nereden duydun bunu?”
“Annem söyledi.”
“Gelip onları izlemeni söyleyen de annen miydi peki?”
Küçük, öfkelenmiş gibi geri adım attı, kaşlarını çattı.
“Hayır, ne münasebet! Sadece buradan geçerken sessizce oturduklarını görüp
merak ettim.”
“Kızma, özür dilerim. Merak ettiğim için soruyorum
Kwangjae, annen sana öylesine mi söyledi Âlim Efendi’nin kızının saraya gelin
gideceğini?”
“Benim annem dedikoducu değil.”
Wongeun gerçek bir telaşla dizlerinin üstüne çöküp
çocukla aynı seviyeye geldi. “Öyle demek istemedim, çocuğum. Tıpkı senin bu
odada ne olduğunu merak ettiğin gibi, ben de merak ediyorum yalnızca.”
“Bugün saraya gelini görmeye gideceğini söyledi. O yüzden
kız kardeşimi dadıya bıraktı.”
“Annen mi? Sarayda gelini görmeye mi gidecekti?”
“Evet. Sonuçta Veliaht Prens’in ablası oluyor.”
Adam heyecanla ayağa kalktı. Merakına yenik düşmemiş
olmayı dilerdi. Ardını dönüp gitmeyi istedi, lakin kendisine şaşırmış bir
şekilde bakan bu çocuğu bırakamazdı. Üstelik… Bırakmak da istemiyordu.
“Evladım. Söyle bana. Sen bir prensesin oğlu musun?”
“Öyleyim.”
“Acaba… Annenin adı… Eunbyul…”
“Annemi tanıyor musunuz?”
Gergince güldü Wongeun. “Ben mi? Ben bir prensesi nereden
tanıyabilirim? İsmini duydum yalnızca. Çok zeki olduğu çalınmıştı kulağıma.
Oğlunun Âlim Cha’nın öğrencisi olması şaşırtmadı beni.”
“Peki, siz kim oluyorsunuz?”
“İsmim Wongeun. Mektepte çalışan basit bir hizmetkârım
yalnızca.”
O anda kaftanını çıkarıp kendi kıyafetlerini giymiş
olduğuna şükürler ediyordu.
“Sizi daha önce görmemiştim.”
“İleride de fazla göremeyebilirsin.”
“Gidecek misiniz?”
“Çok uzaklara.”
Kwangjae gülümsedi. Gamzeleri annesininkiler gibi
ışıldıyordu. “Ne yazık. Mektepte sizin gibi bir dostum olması beni mutlu
ederdi.”
“Sizin gibi soylu biriyle tanışmış olmak bile beni mutlu
etti Küçük Bey.”
“Kwangjae deyin bana. Eğer bir daha görüşebilirsek…”
Çocuk ağır adımlarla mektebin kütüphanesine doğru
yürümeye başladı. Wongeun hızlı hızlı atan kalbini sakinleştirmek için
sundurmaya oturdu ve gözlerini kapattı.
***
Sarayda işler yolunda gitmişti. Gelin hanım ve özellikle
annesi hanedan kadınları tarafından beğenilmiş, onaylanmıştı. Tek pürüz gelinin
babasının Âlim Cha olmasıydı.
Mecliste ve memurlar arasında Cha Hakyeon’un güce
doymadığı, hak edebileceğinden daha fazlasını istediği, bu evlilik de olursa
hanedan üzerinde karşı konulamayacak kozlara sahip olacağı konuşulmaktaydı.
Bazı deli cesaretliler, onun ülkeyi ele geçirmek istediğini dahi dile
getiriyorlardı.
Tüm bu konuşulanlar elbette Kral Hazretleri, Veliaht
Prens’in dayısı Vekil Efendi ve Âlim Cha’nın kulağına gecikmeden ulaşıyordu.
Kral, Prens Sanghyuk’u huzuruna çağırmış ve korkutucu ses
tonuyla, kararlı yüz ifadesiyle bir saniye bile ziyan etmeden sadelikle ve
açıkça Âlim Cha’nın beklentileri hakkında ne düşündüğünü sormuştu.
Genç Prens sırtından ter boşandığını hissettiyse de bunu
yüzüne yansıtmadı. “Bariz değil mi?” dedi. “Güç istiyor, inançlarının
gereklerini yerine getirebilecek bir yol açıyor kendisine.”
“Korkun yok mu senin?”
Sanghyuk başını kaldırıp babasının alev alev yanan
gözlerine baktı. “Yoktur. Baba, siz her daim bana bir veliaht olmanın kaplan
sürüsünün ortasına düşmüş bir ceylan olmaktan farksız olduğunu söylemiştiniz.
Hatta bir veliaht, o durumdaki bir ceylandan daha savunmasızdır demiştiniz.
Ceylan bedeninde olsam dahi bir kaplan gibi düşünüp öyle hissetmeyi sizden
öğrendim. Korkmuyorum Yüce Kral. Âlim Cha’dan da, beklentilerinden de, bir an
önce saraya sokmaya çalıştığı kızının bize ne kazandırıp ne kaybettireceğinden
de… Onu sürünün ortasına düştüğümde kaçmama yardım etmesi için anlaştığım bir
kaplan olarak göreceğim. Bir izdivaç tek taraflı olmadığı gibi, getirileri de
tek taraflı değildir. O efendinin eline koz geçecekse, bizim de elimiz boş
kalmayacaktır.”
Derin bir nefes aldı. Söylediklerinin etkisi artsın diye
başını hızla eğip konuşmasına daha büyük bir heyecanla devam etti. “Hem yine
siz Kral Hazretleri, bir duvar örmekten bahsetmiştiniz bana. Onca çamurun
arasına bir tuğla olarak Cha Hakyeon’u yerleştirmekte bir ziyan göremiyorum. Ben
kendimi bildim bileli; o adam vatanı için hayırlı âlimler yetiştirmekten,
devletine destek olmadan başka bir iş yapmamıştır.”
Bir cevap gelmesi için bir süre bekledi, lakin hiçbir şey
olmuyordu. Yanlış bir şeyler mi söylemişti? Hata mı etmişti? Devam etmeye karar
verdi. “Benim bu izdivaçtan çekincem yahut korkum yoktur. Lakin babam Yüce
Kral’ın gözlerinin benden daha iyi gördüğünü, aklının benden daha iyi bildiğini
de bilirim. Majestelerinin buyurduğu yolda ilerleyeceğim.”
Yeniden başını kaldırıp yorgun gözlerle kendisini izleyen
adama baktı. Sabırla beklemeye başladı, ufacık bir yüz ifadesi dahi olsa yakalamaya
çalışıyordu.
Uzun bir süre sonra Kral, sanki bu coşkulu konuşmanın tek
bir kelimesini bile dinlememiş gibi elini salladı. “Çıkabilirsin.”
Veliaht Prens huzurdan çekilirken korkmadığına
inandırmaya çalışırken ne denli korktuğunu görmezden gelmeye çalıştı.
***
Âlim Cha kendisiyle ilgili konuşulanları bilmekle
beraber, bunların hepsini beklediği için hiç endişelenmiyordu. Hatta Taekwoon’a
“Sarayda hala umut var, beni sorgusuz sualsiz kabul etmiyor oluşları
rahatlatıcı,” demişti. Bunun dışında bu konu üstünde hiç durmadı.
Onun aşıl meşgalesi kızının saray erkânına tam takdimi
için sarayda bir şölen hazırlattırmaktı. Kral’ın huzuruna çıktığında
beklenildiği gibi dil dökmemiş, hatta ustalıkla sade birkaç cümle kurmakla
yetinmişti.
“Planlanan bu tören yalnızca prenses adayının takdimi
için değil, aynı zamanda halkın neşesini yüksek tutmak için de işe yarayacaktır
Majesteleri. Şayet Yüce Kral da uygun görürse törenin bir bölümünün halka açık
olması gerektiği kanaatindeyim.”
Kral Hazretleri işin olurunu olmazını konuşmayı bile bir
kenara bırakarak şölenin içeriği hakkında konuşmaya girişmiş ve anlaştıkları
üzere yapılması kaydıyla tören hazırlıklarının yetkisini müstakbel dünürüne
vermişti.
Şölen fikri şaşırtıcı bir şekilde Vekil Efendi’nin de
hoşuna gitmişti. Cha Hakyeon işleri oldubittiye getirmeye çalışıyor olabilirdi,
lakin böyle büyük adımlar atarken yeteri kadar düşünmüyor gibiydi. Vekil Efendi
de onun yerine düşünmeye karar verdi.
Yazdığı mektup mektebe geldiğinde Âlim Cha okumayı
sonraya bırakıp Taekwoon’u çağırdı. Heyecanına yorgunluk karışmıştı eninde
sonunda, lakin delikanlı o gün efendisinin yüzünde ufak bir acı da görür gibi
oldu.
“Buyrun beyim.”
“Taekwooncum, yavrum… Senden bir şey rica edeceğim.”
Rica mı? Ağzından çıkacak her cümleyi emir olarak kabul
edecek birinden bir şey rica etmesinin manasızlığının farkında mıydı bu adam?
Hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti.
“Benim kız, tören elbisesini annesinin dikmesini istiyor.
Bin tane terzi döktüm önüne ama annem diye tutturdu mu tutturuyor. O yüzden
Hyeyeong Hanım bugün elbise için kumaş alışverişine çıkacak, ona eşlik etmeni
rica ediyorum senden.”
“Ben… Ben mi? Ben ne anlarım beyim kumaştan.”
“Biliyorum, sıkılacağını da biliyorum. Yine de hanımım
senin ona eşlik etmeni istedi. Gitmek istemezsen ben ona bir bahane uydururum,
çok önemli bir şey değil sonuçta. Diğer kızımla gidiverirler.”
“Pek bilmem lakin… Böyle alışverişlerde gelin hanımın
bulunması daha münasip olmaz mı?”
Cha Hakyeon’un yüz ifadesi silindi. İki boş gözle uzun
uzun baktı yaverine. Sanki zaman donmuş gibi hissettiren bu süre Taekwoon’u
korkuttu.
“O dışarı çıkamaz.”
“Ne-Neden?”
Bu defa ciğerlerinin tamamını doldurarak bir iç çekmiş,
sırf eli meşgul olsun diye masasının üstünde duran kâğıtları bir yandan öbür
yana toparlamaya başlamıştı.
“Düğün arifesinde evde kalması daha münasip. Neyse, sen
gitmek istemiyorsun sanırım, değil mi?”
Delikanlı bir an düşündü. Mektepteki bu aşırı neşeli hava
ona iyi gelmiyordu, henüz acısını kalbine gömememişken onlar gibi mutlu olması
bekleniyordu bu yerde. Belki birkaç saatliğine o güzel ve zeki hanımefendiyle
dolaşırsa içi açılırdı. Hem belki… Belki Hyeyeong Hanım onu anlardı.
“İstiyorum beyim. Sizin için de bir sakıncası yoksa…”
Âlim Efendi gülümsedi. “Bir sakıncası olsa neden sorayım
evladım? Öğle yemeğini ye de gidip al hanımını.”
“Emr-… Teşekk-” Ne diyeceği konusunda kafası karışmış bir
şekilde efendisine baktı.
“Tamam, ben anladım. Hadi git.”
Hyeyeong Hanım beyaz pelerinini çıkarmak için evin
bahçesinden çıkmayı bile bekleyememişti. Taekwoon’u görünce yüzünde kocaman bir
gülümseme belirmiş, bu gülümsemeyi şakıyan sesiyle “Geleceğini biliyordum,”
diyerek taçlandırmıştı.
Delikanlı bu yoğun ilgi karşısında birkaç dakika
bocaladıysa da hanımefendinin kendisiyle uzun uzadıya konuşmak gibi bir niyeti
olmadığını fark edince rahatladı, onun yalnızca kendisine eşlik edecek sessiz
birine ihtiyacı vardı.
Birlikte pazar yerine inip kumaş dükkânlarına girip
çıkmaya başladılar. Hanımefendi koyu renk boyadığı dudaklarındaki nazik
gülümsemeyi bir kenara bırakmış, yüzü ciddiyetle sıvanıvermişti. Taekwoon da
ciddi bir şekilde onun nelere dikkat ettiğini izliyor; gözlerinin kısılmasından
şüpheci olduğunu, dudağını kıvırmasından memnun olduğunu anlıyordu.
İlk üç dükkândan sonra kendisine bir şey sorulmayacağını
düşünerek çok sevinmişti. Lakin yanıldığını fark etmesi çok uzun sürmedi.
Dükkânların arasına kurulmuş bir tezgâha yaklaşan
hanımefendi pelerinini delikanlının eline tutuşturdu. Tezgâhta saç tokaları,
norigeler, yüzükler, kurdeleler vardı.
“Sence gelinlik bir genç kıza nasıl bir toka yakışır?”
“Ben… Ben nereden bilebilirim?”
“Ablalarından görmüş olmalısın. Hayır, belki de doğru bir
yönlendirme olmadı. Evleneceğin kız nasıl bir toka taksa beğenirdin?”
Elindeki ipek pelerini buruşturmamak için elinden geleni
yapan Taekwoon derin bir nefes aldı. Sesi titremeden cevap verebilecek miydi?
Denemeliydi, susarsa daha çok şüphe çekerdi.
“Toka takmadan da… Yalnızca saçlarının ucunda bir
kurdelesi olsa bile… Hayır, saçlarını hiç örmese bile… Beğenirdim hanımım.”
Kadın, genç kılıç ustasına dönüp baktı. Bir şey
söyleyecek gibi ağzını açmıştı ki vazgeçti. Yeniden tezgâha dikkatini verdi.
İçlerindeki en sade gümüş tokayı eline aldı.
“Bu nasıl?” Sevdiği tek bir kadın vardı, o da hiç böyle
şeyler kullanmazdı. Kara bir tavşan kadar sade ve yumuşaktı o yalnızca. Tek
süsü esmer yanaklarıydı.
“Güzel.”
“Yalancı seni.”
“Efendim?”
“Tokaya bir defa bile bakmadan nasıl beğenebilirsin?
Aklındaki hanımın başına yakıştıramıyor musun böyle şeyleri?”
Hyeyeong Hanım insanın bam teline basmakta kocasından
bile ustaydı. “Aklımdaki hanım tek başına buradaki tüm mücevherlerden daha
parlak, daha gösterişli. Öyle ki kulağının arkasına bir çiçek dahi koysanız
gereksiz durur. Berrak ve yalındır o.”
Anlamıştı kadın. Elindeki tokayı bırakıp yürümeye devam
etti. Bir sonraki kumaş dükkânına girmeden önce, ardına bakmadan “Özür dilerim,
evladım,” dedi. “Yarana dokunmak istemedim.”
Hanımefendi, pazar yerindeki hiçbir dükkânı beğenmemişti.
Şimdi Taekwoon’u kırmızı kiremitli evlerin arasından dolaştırarak başka bir
yere götürüyordu.
“Kılı kırk yaracağımı bildiği için benden istedi elbiseyi
dikmemi,” diye söylendi. “Yumurta kapıya dayanmadan söylemeyi de hiç sevmez.
Şöyle önceden iste de ayarlayalım kumaşını. Değil mi ama?”
“Nasıl bir kumaş arıyorsunuz hanımım?” Delikanlı kumaşlar
arasındaki farkı çok bilmese de gözleri görüyordu. Hayatında hiç dokunamayacağı
kadar kaliteli kumaşları bile beğenmemişti kadın.
“Kızım gibi bir kumaş. Hafif, yumuşak bir şeyler ve tabii
ki kırmızı renkte.”
“Kırmızı mı?”
Pazar yerindeki satıcıların aklını karıştıran o
gülümsemesi yeniden kondu dudaklarına. “Kızcağızım pek sever kırmızıyı. Baştan
aşağı o renkte bir elbise olmasını istiyorum. Hem zaten gelinler de kırmızı
giyiyorlar. Uzaktan bakınca bir nevi ‘siz daha kabul etmeseniz de ben prensle
evleneceğim’ demesini istiyorum.”
Taekwoon başını salladı. Böyle bir kadının bilinçsiz
hazırlık yapması tuhaf olurdu zaten.
Birlikte hiç de dükkân gibi gözükmeyen; çok zarif
hanımefendiler, küçük hanımlar ve onların hizmetkârlarıyla dolu bir yere
girdiler. Delikanlı bu kadar kadının arasında satıcılardan başka tek erkek
olmanın yükünü hissetti. Hanımının hemen bir adım ardında yürümeye başladı.
“Wook Bey,” diye seslendi Hyeyeon Hanım, mekânın tam
ortasında durup. Bir yandan da Taekwoon’un elinden pelerinini alıyordu. “Wook
Bey!”
Uzaktan ayak sesleri duyuldu. Mini mini bir adam
askıların, kumaş yığınlarının arasından koşarak onlara yaklaşıyordu.
“Ah! Küçük Hanım! Sizi görmek ne güzel!”
“Asıl sizi görmek çok güzel. Nasıl oluyor da seneler size
hiç dokunmadan geçip gidiyor?”
“Ben de nasıl oluyor da seneler size böyle nazikçe
dokunuyor diye sormak istiyordum.”
İkili gülüşürlerken delikanlı çok daha tuhaf hissetti. Ne
yapması gerektiğini bilemez bir şekilde dikiliyordu ki Hyeyeong Hanım
çocukluğundan beri elbiselerini diken Wook Bey’le tanıştırdı onu. Lafı fazla
uzatmadan kumaşlara dalıverdiler.
Adam kırmızı kumaş toplarını hanımefendinin önüne
seriyordu, her tondan kırmızı ayaklarının dibinde duruyordu. Yere serilmiş
olmaları Taekwoon’u çok gerdi, hiçbirine basmamak için sabit durmaya
çalışıyordu.
Kadın hepsini tek tek elleyip yüzüne değdirdikten,
uçlarını havaya kaldırıp pencereden giren güneş ışığına tuttuktan sonra iç
çekti.
“Artık alışkanlığımı kırayım, biraz pazar dolaşayım diye
buraya gelmekten kaçındım. Lakin işte, yine sizden başka bana yarayan biri yok.”
Kan kırmızısı olan kumaşı kaldırıp Taekwoon’a doğru uzattı. “Nasıl?” diye
sordu. “Sence ona yakışır mı?”
Delikanlı afalladı. “Ben… Küçük Hanım’ı hiç görmedim
hanımım.”
Afallama sırası hanımefendideydi. Hilal şeklindeki
kaşlarını çatmış, ak gerdanını kırıp başını yana eğmişti. Bir süre üçü de
sessizce durdular.
Hyeyeong Hanım kumaşı Wook Bey’e uzattı, Taekwoon’a
arkasını dönmüştü. “Görmedin tabii, hata bende,” diye mırıldandı. “O halde
şölende ilk kez göreceksin onu. Bak şimdi heyecanlandırdın beni.”
Asıl delikanlı heyecanlanmıştı. Lakin söyleyemedi.
Wook Bey’in “Yeni Prenses” için iyi dileklerini uzun uzun
dinledikten sonra genç kılıç ustası hanımını eve bıraktı. Kumaşlar da birkaç
saat sonra peşlerinden geldi.
***
Şölene kadar her şey yolunda gitti. Vekil Efendi’nin
yazdığı manasız mektup bile kimsenin keyfini kaçıramamıştı. Hazırlıklar
sorunsuz devam ediyor, Jaehwan ve Taekwoon da tıpkı diğer herkes gibi sürekli
bir şeylerle meşgul oluyordu.
Osman Efe Bey törenin arifesinde mektebe geldi. Bu büyük
olaydan önce Âlim Cha’yla konuşması gereken şeyler vardı, planlanması gereken
meseleler.
Aynı gün sarayda Vekil Efendi’nin Âlim Cha’ya karşı bir
şeyler planlandığından bahsediliyordu. Birkaç saat içinde dedikodular surlardan
taşıp halkın arasına karışmış, mektebin kapısına kadar inmişti. Lakin kimse
onlara kulak asmadı. Plan kusursuz gidiyordu, henüz hiçbir darbe almamıştı. Bu
yüzden en güçlü halindeydi ve darbe ne denli büyük olursa olsun
toparlanılabilirdi.
İki dost uyudukları birkaç saat haricinde arifeyi ve
tören gününün sabahını bitmek bilmeyen bir konuşmayla geçirdiler. Biri
sustuğunda diğeri uzun uzun konuşuyor, kâğıtlar havada uçuşuyordu. Bazen odaya
Wongeun’ın girdiği oluyor, kendi fikirlerini söyleyip çıkıyordu. Onun dışında
kimse ne konuşulduğunu bilmiyordu. Zaten görüşme Joseon dilinde değil,
Osmanlıca yapılıyordu.
Öğlene doğru, saraya gidilmeden birkaç saat önce Taekwoon
içeride seslerin yükseldiğini duydu. Bağıran Osman Efe Bey’di. Ne dediğini
anlamasa da hoş şeyler söylemediğini ayırt edebiliyordu delikanlı. İçeri girip
zayıf ve yaşlı efendisini koruma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Yalnızca kapının
ardından gölgelerini izlemekle yetinebiliyordu.
Misafir sessizleştiğinde Âlim Efendi ayağa kalktı.
Masasını devirdi ve o da bağırmaya başladı. Fakat sesi karşısındakine göre o
kadar güçsüz çıkıyordu ki Taekwoon içinin yandığını hissetti. Her şeyden önce o
bir ihtiyardı.
Osman Efe Bey’in gölgesi de ayağa kalkınca delikanlı
duramayacağını düşündü. Kapıyı aralamak için elini uzattı, bir parmaklık yer
açtı. O sırada koridorun ucundan Wongeun’ın ayak sesleri duyuldu.
Delikanlı geri çekilirken Osman Efe Bey’in efendisine
gözdağı verir gibi iyice yaklaştığını; yüzüne soluyarak, dişlerinin arasından
bir şeyler söylediğini gördü.
Wongeun, Taekwoon’un surat ifadesini görünce hızlandı ve
hemen kapıyı açtı.
“Ne yapıyorsunuz?” dedi öfkeyle. “Nedir alıp
veremediğiniz?”
“Bir şey yok,” diye cevapladı Âlim Cha. “Fikir alışverişi
yapıyorduk.”
Taekwoon onun dalga geçtiğini sandı.
“Evet, bir şey yok. Bazen böyle oluyoruz, bilmiyormuş
gibi yapma.”
Delikanlı ve Wongeun göz göze geldiler. Wongeun gözlerini
deviriyordu.
“Neyse ne, bir an önce sakinleşin. Saraya gitme vakti.”
Osman Efe yere bıraktığı kavuğunu alıp arkadaşına omuz
atarak odadan çıktı. Âlim Efendi onun arkasından gülümseyerek bakıyordu.
Bu gece zor bir gece olacağa benziyordu.
mavinot: bir sonraki bölüm uzun ve eğlenceli ve rengarenk olacak o yüzden lütfen birazcık gaz verin bana eheheh. Teşekkür ederim, yorumlarınızı esirgemeyin!
Ah be Cha Hakyeon aklından neler geçtiğini çözemiyorum
YanıtlaSilBir heyecanla okudum ve ne ara sonuna geldiğini anlamadım bile
Şenlik gününden korkuyorum Taekwoon üzülcek gibi
Teşekkür ederim yorumun için ^^
SilEkşınlı ve çekirdek çitleten bir drama izliyor gibiyim, çok heyecanlıyım o yüzden modum: thank you, next
YanıtlaSilYaşasın amacıma ulaşmışım o halde ehehe
Sil