Epey uzun zaman oldu değil mi? Beni özlediniz mi? Ben sizi çok özledim. Ama bir şeyler artık eskisi gibi değil, artık bir oturuşta bütün kalbimi dökebildiğim bir güncel yazmak bana çok zor geliyor. Bu günceli yazmak için ikinci girişimim bu, hadi bakalım sonumuz hayrolsun.
Bu günceli geçirdiğimiz bu seneye bir bakış ve öğrendiklerimizle gurur duymak amacıyla yazıyorum. Pardon, öğrendiklerimle... Çünkü ben bu sene ne kadar yalnız olabildiğimi ve herkesin de aslında yapayalnız olduğunu, hayatlarımızı bir başımıza yaşadığımızı öğrendim.
2017'ye çok umutlu başlamıştım. Zorluklar ve acılar her sene vardır, bu sene de olacağını biliyordum. Hazırdım bazı şeyler için... Ama her zamanki gibi yetenekli, biricik hayatım yeniden hiç düşünmediğim bir taraftan uzanıp şaplağı atıverdi suratıma. Ve o kadar hızlıydı ki ne olduğunu anlamadım, anlamazken birkaç ağır tokat daha yedim, henüz ne olduğunu anlayabilmiş değilim üstelik.
24 saat 42 dakika sonra yeni tokatlar yemek için yepyeni ve (belki?) tertemiz bir yıla başlayacağız. Yeniden umutluyum. Kötü şeyler olmayacağına dair umutlarım yok, kötü şeyler olsa da yeni bir yıla başlayabilecek gücüm kalacağına dair umudum var. Ne yaşarsam yaşayayım üstesinden gelebileceğime inancım var. Kendime inancım var bu defa, en çok ve yalnızca kendime.
Bu sene çok acı çektim. Size sayfalarca anlattığım kafamdaki dikenler değildi canımı yakan. Gerçekten canım yandı, fiziksel olarak. Yediğim o zalim ve zamansız tokat yüzünden kendimi hastane yataklarında buldum. Ağlayamadım, kızamadım, küsemedim. Sadece dua ettim ve çabaladım; ağlamamak, kızmamak, küsmemek ve iyi olmak için.
Bir yandan da okulla uğraşıyordum. Erasmus'u kazandım bu sene ben. Hepimizin çeşitli hayalleri var, ama bu hayaller hep bizi o ideal yaşama götürmek için varlar ya hani... İşte Erasmus benim için o ideal yaşama atacağım ilk adım olacak. Çok tuhaf değil mi? Hayat denilen kocaman tabloya bunca zaman hep minik çizikler atmışım da şimdi ilk kez cesur bir fırça darbesi vuruyormuşum gibi hissediyorum.
Sonra bu sene ben ilk kez yalnız başıma yaşama tecrübesini edindim. Beklediğim kadar huzur verici bir şey olduğunu söyleyemeyeceğim. Kötü bir deneyim değildi, kesinlikle çok büyük kolaylık ve rahatlık sağladı ama beklentilerim çok yüksekmiş herhalde. Bir an önce baba evine dönmek istiyorum artık. Sessizce ağlamayı özledim çünkü. Evet...
Bütün bu büyük olayların hepsi son altı ayda olan şeylerdi, hatta beş. İnanır mısınız Temmuz'dan önce olan hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Aslında hayal meyal hatırlar gibiyim, sanki başka birinden duyduğum bir dönemmiş gibi.
Ben bu sene koşuyordum. Oturup kendimi rahatça dinleyebildiğim bir dönem pek olmadı açıkçası. Bu yüzden blog çöle döndü diyebilirim. İnsan kendisiyle olan bağlantısını eskitince kalemi pas tutmaya başlıyor. Ben kendim olmadan yazamıyorum. Şimdi kendimle birlikteyim, Blogger'ın turuncu butonlarına gözlerimde yaşlarla bakıyorum. Kendimi de çok özlemişim, hayaletlerim! Hem de en çok kendimi...
Koca bir yıl boyunca en çok duyduğum laf şuydu: İnsanlar seni anlayabilir, yanında olup elini tutabilirler, senin için üzülebilirler bile; ama kimse senin yerine acı çekmez. Bu sene diğer zor senelerimden daha çok insan yanımdaydı, daha çok insan elimden tutup bana yardım etmek istedi; ama en çok bu sene yalnızdım. Çünkü öyle bir acıyı çektikten sonra aslında bunca zaman anladığınızı sandığınız bazı şeyleri anlamadığınızı fark ediyorsunuz, başkalarının da anlayamayacağını kabulleniyorsunuz. İyi dilekleriniz, dualarınız ve gözyaşlarınız için teşekkür ederim ama beni yalnız bırakın demek istiyorsunuz.
20 senedir, beni kimsenin anlayamayacağını sayısız tecrübeyle öğrenmiştim ve bu sene yalnızca beni değil, kimseyi kimsenin anlayamayacağını da fark ettim. Kendimi çok iyi anladığım için, başka herhangi bir kimseyi anlayamayacağımı da görmüş oldum. Yani yalnızlığın kaçınılmaz ve genel-geçer bir durum olduğu berraklaştı gözümde. Bu noktada umutsuzluğa kapılmaktan ziyade, yalnız olmakla barışmaya başladım. Çünkü hepimiz yalnızız, bunun çözümü yok. Bu durum kalbimin olmasıyla aynı şey bence, hepimizin kalbi var. Kalbimiz olmazsa yaşayamayız değil mi? Belki de canlı olmanın bir başka şartı da yalnız olmaktır. Yok yok, insan olmanın şartıdır diyelim.
Ben bu sene acı çeken, yalnız bir insandım. Ben bu sene insandım. Bu sene bir taraftan hayatımla boğuşurken, öbür taraftan hedeflerimi bir bir gerçekleştiren bir insandım. Ben bu sene başarılı bir insandım.
Ve seneye de acı çeken, yalnız, başarılı ve öğrenmeye devam eden bir insan olacağım.
Tekrar söylüyorum, yaşadığım her şey son altı hatta beş aya sıkışmış gibiydi. Sadece burada bahsettiğim şeyler değil üstelik. Mesela, stresimin büyük bölümünü eriten Kpop bu ay çok çok acı bir olay yaşadı ve ben zaten internet erişimim olmadığı için uzaklaştığım fandom ortamına dönerken zorlandım. Sonra hastanelere tıkılıp kaldığım için ya da koşturduğum için arkadaşlarımla çok vakit geçiremedim, sonra başka şeyler de oldu.
Yazamadım da.
Sanki şu altı ay için bana yalnızca bir çöp poşeti verilmişti, boşaltmama izin yoktu ve tüm o zaman zarfında olması gerekenden daha fazla çöp biriktirdim. Elime geçen her şeyi çöpe tıktım. Şimdi poşet dolup taşıyor ve ben etrafımda birinin suratı asıldığı an gözlerime hücum eden yaşları engellemeye uğraşıyorum.
Kar yağmadı bu sene. Kampüste kargalar çıldırmış gibi davranıyorlar, ben de onlarla çıldırmak üzereyim.
Ama bu sene 23 saat 57 dakika sonra bitecek.
Ben çıldırmayacağım, enine sonunda çöplerimi boşaltıp yenilerini doldurmaya başlayacağım.
Her şey güzel olmayacak, ama yeni bir sene yine başlayacak eninde sonunda.
Artık mutluluğu aramıyorum, çünkü mutluluk gerçekten var mı bilmiyorum bile. Sanırım ağzıma attığım bir kıt çikolatanın verdiği tat kadar süren, insanı güldüren şeylere mutluluk diyorlar. Kabul, onlardan bulabilirim. Hayatımı başarıyla, acı çekerek, öğrenerek, her seferinde bir kıt mutluluk çiğneyerek ve yapayalnız; ama insan olarak yaşamaya devam edebilirim.
Ve kendime şu sözü verebilirim: 2018'de daha iyisini yapacağım.
Ağlıyor muyuz? Sizleri öyle çok seviyorum ki hayal bile edemezsiniz, sevgili hayaletlerim.
Sizleri çok özlüyorum. Sizlere de şu sözü vermek istiyorum: Sizi unutmayacağım ve bu sene daha sık uğramaya çalışacağım. Bu sene kendimle daha sık bağlantı kurabilmek öyle güzel olurdu ki...
Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Taekwoon, mutfakta hancı kadının öfkeli nutuklarını
duymazdan gelerek hevesle yemek yapıyordu. Hiçbir şey düşünmüyormuş gibi, ya da
yalnızca tek bir şeyi düşünüp hiçbir şey hissetmiyormuş gibi gözüküyordu
dışarıdan. En sonunda kadın da pes edip ona yardım etmeye koyuldu.
Doyeon han odasında, delikanlının bulabildiği en yumuşak
yorganın altında kıpırtısız uyuyordu. Ateşi yoktu, uyurken titremiyordu,
düzenli nefes alıyordu. Rengi çok beyazdı, gözlerinin altında kocaman morluklar
vardı. Onlar da uykusunu iyice alıp yemeğini yedikten sonra geçecekti, öyle
umuyordu Taekwoon. O görmeden kaçmasın diye arka kapıyı kilitlemişti, gözünü de
ön kapıdan ayırmıyordu hiç.
Hiç korkmuyordu bir de. Aslında pek bir şey hissedip
hissetmediğini de bilemiyordu başlarda, lakin yaptığı yemeklerin güzel kokusu
burnuna çarptıkça kalbinin heyecanla çarptığını fark etti. Evet, sevdiği
kadınla yemek yiyebilecek olmak yalnızca heyecana sebep olabilirdi zaten. Başka
bir duyguya gerek yoktu.
Tek bir çekincesi vardı. Yolun ortasında genç kızı
kucaklayıp hiç duraksamadan hana yürürken de bir tek onu düşünmüştü: Abisini.
Ona söz vermişti, bir şey beklemeyeceğine söz vermişti. Gerçi Taekwoon’un bir
şey beklediği söylenemezdi. O sadece birkaç saatliğine de olsa sıcak, rahat bir
yuva vermek, karnını doyurmak istiyordu Doyeon’un. Ama bunu abisine anlatması
zor olacaktı biliyordu. Anlatması gereken, açıklama yapması gereken diğer
insanları düşünmüyordu bile.
Yemekleri taslara doldurup hancı kadınla güzelce
süsledikten sonra tepsiyi yüklenip kuytuda bir sofraya doğru ilerlerken geldi
Jaehwan. Tepsiyi düşürmemek için büyük çaba sarf edip yerine bıraktıktan sonra
koşar adım ona yetişmeye çalıştı. Fakat abisi kapıyı çoktan açmış, içeride bir
bebek gibi uyuyan Küçük Hanım’ı görmüştü. Şaşkınlıkla donakaldı.
Delikanlı onun arkasından uzanıp kapıyı usulca örttü.
“Önce beni dinle,” diye fısıldadı.
O an abisine çok yakın durduğuna pişman oldu. Jaehwan
öfkesini dizginlemeye çalışırken hızla ardına dönmüş, Taekwoon’a çarpmıştı.
Delikanlı bu ani çarpmayla geriye doğru sendeledi, yine abisi kolunu
yakalamasaydı aşağı yuvarlanacaktı.
“İyice kafayı yedin sen.” Sesi, açıkça Doyeon’u
uyandırmak istemediği için alçaktı.
“Çok hasta abi. Yolun ortasında bayılıp kaldı.”
“Götür anası baksın o zaman.”
Taekwoon kulaklarına inanamıyormuş gibi gözlerini
kırpıştırdı. “Anası ana olsa bu halde olur muydu sanıyorsun?”
Jaehwan iç çekti. Omuzları düştü. Kuytudaki sofrayı,
dumanı tüten yemekleri görüp elini yüzüne kapattı. “Kelleni koparacaklar
Taekwoon.”
“Ben yanlış bir şey yapmıyorum.”
İri elleriyle çocuğun yakasına yapıştı. “Ulan beni
delirtme! Bu kız prenses olacak diyorum sana!”
“Ben de onun muhafızıyım. Korumaya çalışıyorum onu,
görevim bu değil mi?”
Kapı gıcırdayarak açılırken ikisi de donup kaldı.
Taekwoon’un kalbi yine hızlı hızlı çarpıyordu.
Doyeon başını eğip dağılmış saçlarını düzeltti.
Gözlerinin altındaki morlukların rengi açılmıştı sanki.
Jaehwan kardeşinin yakasını bırakıp esas duruşa geçti.
Delikanlıysa ne yapacağını bilemez haldeydi. Konuştuklarını duymamış olmasını
umuyordu, bunların konuşulmadığı bir akşam yemeği olmasını istemişti.
“Karnım aç.” Genç kızın sesi kuru topraklara serin sular
akmış gibi duyuldu. Taekwoon yerinde sıçradı.
“Bu-Buyurun Küçük Hanım,” dedi. “Sofra hazır.”
Eşiği aşmak için bir adım attı hanımefendi. Fakat tekrar
rüzgârda kalmış bir yaprak gibi sallandı. Delikanlıdan önce Jaehwan yakaladı
onu.
Birkaç saniye gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı
Doyeon. Gözlerini açtığında gülümsüyordu. Kendisini tutana iyice yaslanıp
koluna sımsıkı tutundu. “Sofraya kadar bana eşlik et lütfen abi.”
“Tabii.” İkisini önde, delikanlı arkada bahçeyi geçtiler.
Hancı kadın mutfaktan telaş içinde onları izliyordu.
Genç kız hiç konuşmadan yedi. Günlerdir tek lokma yememiş
gibi yedi. İki kılıç ustası yalnızca hayranlık içinde onu izleyerek karınlarını
doyurdular. Yanaklarını şişirecek kadar büyük lokmalar atıyordu ağzına, ama hiç
tıkanmadı ya da öksürmedi. Arada bir durup iki adama bakarak ağır ağır
çiğniyordu.
Hava kararmak üzereydi. Doyeon elini karnına vurup “Çok
doydum,” dedi cansız bir sesle.
“Afiyet olsun,” dediler hep bir ağızdan.
“Siz neden yemediniz ki?”
“Senin… Sizin için yapmıştım Küçük Hanım.”
“İsmimin Doyeon olduğunu size söyledim beyim.”
Bey kelimesini duyan Jaehwan gözlerini kocaman açarak
Taekwoon’a baktı.
“Ben de adımın Taekwoon olduğunu söylemiştim.”
“Şaşırma abi,” diye konuyu değiştirdi genç kız. “Şaşılacak
bunca şey varken, buna takılmaman daha hayırlı olur.”
“Aklımı kaçıracağım.”
“Bu sondu.”
“Ne?”
“Bu rahat yediğim son yemekti.”
“Küçük Hanım…”
“Kendime verdiğim son gün, rahat uyuduğum son uykuydu.
Belki de sizinle rahatça oturabileceğim son zamandı. Bundan sonra hiçbir şey
böyle olamayacak.”
“Ne diyorsun sen?”
“Artık yapmam gerekeni yapacağım abi.” Omuzlarını
dikleştirmiş, yüzüne kararlı bir ifade kondurmuştu. “Artık Cha Hakyeon’un kızı
olarak değil, Doyeon olarak tanınmak istiyorum.”
“Hep birlikte delirdik, ne güzel.”
“Babamın duruşunu onaylamıyorum.”
“Ne demek onaylamıyorum ya? Kızım senin adın Cha Doyeon
değil mi? Tabii ki onun kızı olarak bilecekler seni.”
“Ben yanınızdayım Küçük Hanım.”
“Taekwoon kes sesini!”
“Teşekkür ederim beyim.”
“Delirmişsiniz siz.”
***
Doyeon’un o yemek için niyeti, Taekwoon’unkiyle aynıydı
aslında. Havadan sudan sohbet etmek istiyordu, son kez. Ama olmamıştı işte, her
zamanki gibi hayalden ibaretti bazı şeyler.
Çıkmadan evvel hancı kadına gidip “Bugün gördüklerinizi
gördüğünüz gibi anlatabilirsiniz, koruyacağım diye yalan söylemeye kalkmayın
sakın,” demişti. Sonra kendisi önde sevdiği adam arkada çıkmışlardı handan.
Biraz uzaklaşınca dayanamamış, geriye doğru birkaç adım atıp onunla aynı hizaya
gelmişti. Delikanlı bunu fark edince geri kaçmaya çalıştı.
Genç kız ne yaptığını bilemeden onun yenini yakaladı.
Donup kaldılar. Doyeon bakışlarını kaçırdı. “Korkuyorum beyim, yan yana yürüsek
olmaz mı?”
Öyle yaptılar. Taekwoon, yenini tutan yumuşak el
kendisini bırakmadan rahat etmeyeceğini hissediyordu. Lakin bıraksın da
istemiyordu. Hep öyle, kızın eli kendi yeninde, sonsuza kadar yürüyebilirdi.
Son kez demişti Doyeon. Tıpkı yenini tutması gibi hep
rahatlatıcı hem korkutucu bir şeydi. Kendisini de bir şeyler yapmak zorunda
hissediyordu. Sevdiği kadının yanında olarak şansını deneyecekti. Nasıl olsa
herkes niyeti bozmuştu.
Genç hanımefendinin omuzları titredi. Öyle, hasta hasta
titrediği gibi değildi; üşümüştü belli ki. Taekwoon hiç düşünmeden uzanıp
pelerinin şapkasını örttü kızın başına. O sırada eliyle onun elini aradığını
fark edemedi. Yola devam edip beş on adım attıktan sonra anlayabildi ne
yaptığını. Duraksadı.
Doyeon panikle baktı ona. Neyse, diye düşündü Taekwoon. Bu
son demedik mi? Biz de bozalım niyeti madem.
Yürümeye devam ettiler. Yavaş yavaş delikanlı da
üşüdüğünü hissetti. Sanki o evin kapısına yaklaştıkça üşüyordu, elini bırakınca
da soğuktan dönüp ölecekti. Binlerce kez düşünmüştü, lakin hiç dilinin ucuna
gelmemişti bu kadar: Kaçalım demek istedi.
Doyeon’un eli titredi bu kez. Delikanlı yuvasına girsin
de üşümesin artık diye düşündü gayriihtiyari. Birkaç hızlı adım attı, sonra
duraksadı yine. Bakıştılar.
Yuva, yuva olsa bu kız böyle hasta olur muydu sahi? Oraya
gidince daha çok üşüyecekti. Hem daha şimdi kaçsak mı diye düşünen kendisi
değil miydi? Evine götürmek için acele etmenin ne anlamı vardı?
Bilmiyordu Taekwoon. Bu
son, dedi kendine yine. Son olması korkutuyordu onu, Doyeon’un elini tutmak
da korkutuyordu. O ev de korkutuyordu. Yarın her şey daha kötü olacaktı, daha
kötü olmadan kaçmak vardı işte.
Var mıydı? Kaçmak ister miydi ki Doyeon? Bunca zaman
kendini bu kadar feda etmişken, bu davayı soyu sopu belli olmayan düşük bir
kılıç ustası için bırakıp gelir miydi? Gelmese kızabilir miydi ki insan? Kaçmak
var mıydı sahiden? Olsa bunca zaman neden Taekwoon’un söylemesini beklesindi ki,
olsa kendisi söylemez miydi kaçalım diye?
Var mıydı yok muydu derken, vardılar evin kapısına.
Delikanlı, genç kızdan daha çok titriyordu şimdi.
Elleri ayrılmadan birbirlerine döndüler. Biri görse ne
derdi? Biri bunları görüp bir şey dese bunlar kaçar mıydı, yoksa ayrılırlar
mıydı?
Delikanlı ikisini de yapmak istemiyordu. O anda, öylece
kalakalmak istiyordu.
“Bu son dedim size beyim.” Genç kızın sesi havadan da
serindi. Taekwoon titrediğinden daha çok üşüdü.
“Duydum, Küçük Hanım.”
“Anlamıyorsunuz. Bundan sonra size beyim diye
seslenemem.” Delikanlı omuz silkip önemli olmadığını söylemek istedi. Yapamadı.
İçi üşüdü. “Lakin demek istediğim o değil. Bu sizin bana Doyeon demek için,
Doyeon’um demek için de son şansınız.” Taekwoon elini çekmeye çalıştı, genç kız
izin vermedi. “Hayır beyim, yanlış söyledim. Sizin ağzınızdan ismimi duymak
için bu benim son şansım.”
“Küçük Hanım…”
“Yapmayın. Son dedim.”
Bahçe duvarının ardından Hyeyeong Hanım’ın sesi duyuldu.
Doyeon’un ablasına sesleniyordu.
“Ben nasıl…” diyecek oldu Taekwoon.
“Doyeon daha gelmedi mi? Saraydan çıkalı çok olmuş.”
“Gelmedi anne. Hava da karardı.”
Genç kız aşığının elini sıktı iyice. “Sonumuz bitmek
üzere,” diye fısıldadı.
Taekwoon gözlerini kaçırmama cesaretini kendinde bulmak
için birkaç saniye daha bekledi. Sevgilisinin gözlerinin içine baktı.
“Bu son,” diye tekrarladı. “Yanında olmaya devam
edeceğim, lakin… Sen kendine iyi bak. Ne olur hasta olma Doyeon.” Sesi
titriyordu, gözlerinden yaşlar süzülüverdi.
“İyi bakacağım. Hasta olmayacağım.”
“Doyeon…”
“Efendim beyim?”
“Doyeon’um…” Yine dilinin ucuna gelmişti o uğursuz kaçmak
kelimesi. Hıçkırığıyla beraber yuttu. “Yalnız değilsin. Biz yanındayız. Ben…”
“Biliyorum beyim. Ben… Sizi seviyorum.”
Delikanlı ağzını açtı, karşılık vermeye hazırlanıyordu ki
bahçede yaklaşan ayak sesleri duyuldu. “Ben mektebe kadar gideyim yavrum, belki
oradadır. Aklım kaldı.”
İki âşık biraz daha titrediler karşılıklı. Doyeon yine
hızlı davranıp bırakmayacakmış gibi sımsıkı tuttuğu eli götürdü dudaklarına ve
bıraktı. Beklemeden ardını dönüp içeri girdi. Kapı Taekwoon’un yüzüne kapandı.
“Neredesin bu saate kadar?” Genç kız annesinin yüzünü
görünce üşüyen yüreği buz tuttu. Yalan söylemişti, yapayalnızdı.
***
Toprak vergilerinin düşürülmesi meselesi tahmin edilenden
daha hızlı bir şekilde ulaştı saray meclisine. Âlim Cha baş müşavirlik görevini
hakkıyla yerine getirirken, aynı zamanda müşavir olduğunu unutmuşçasına saraya
yerleştirdiği adamlarına emirler yağdırıyordu. Ne hikmetse, Baş Müşavir Cha
Hakyeon’un bu konuyu açacağı günün sabahı yüzlerce dilekçe getirilmişti Kral’ın
huzuruna, neredeyse hepsi toprak vergilerinin çok yüksek olmasından
yakınıyordu.
Mecliste konu pek sıcak karşılanmadı, lakin Kral
Hazretleri yeşil ışık yakmış gibi gözüküyordu.
***
Osman Efe, yeğeni ve Wongeun bütün hazırlıklarını tamamladıklarında
mektep yeniden şu izdivaç meselelerinden önceki haline dönmüş, sıcak bir yuva
gibi gözüküyordu.
Yola çıkmadan önceki gece Wongeun, iki yeni dostunu,
Jaehwan ve Taekwoon’u bizzat hazırladığı içki masasına davet etmişti. Üçlü bir
araya geldiğinde ortada ilk tanıştıkları zamankinden daha tuhaf bir hava vardı.
Uzun sessizlikler, kaçırılan bakışlar, çekingen kelimeler eşlik ediyordu
onlara. İçki aktıkça açılmaya başladılar.
Onları bırakırken içinin hiç rahat etmeyeceğini
düşünüyordu Wongeun. Taekwoon geçtiğimiz günlere göre biraz daha canlı
gözüküyordu, lakin Jaehwan ölüyordu bu defa sanki. Nöbetleşe giriyorlardı
toprağın altına adeta.
Ölmekte olana ayağıyla vurdu. Çoktan sarhoş olmuş
gözlerle karşılaşınca gülümsedi. “Sakın ben de âşık oldum deme.”
“Yok yahu, demem. Olsam da diyemem zaten.”
“Nedenmiş o?”
“Benim aşklarım sizinkilere benzemez de ondan.”
Canlı olanla bakıştı bu kez. “Nasıl senin aşkların, abi?”
dedi delikanlı.
Üçü birden iç çekti. “Yok abi, bence gitsinler.
Geldiklerine pişman olmuşlardır. Bizim gibi kısılıp kalmasınlar burada.”
“Valla öyle. Benim bile kaçasım var onlarla.”
Wongeun ağzına götürmekte olduğu tası masaya bırakıp
araya girdi. “Gel kaç o zaman, yer açarım sana.”
“Olmaz, bırakamam.”
“Efendisine de pek sadık.” Ekşi bir şey yemiş gibi
suratını buruşturdu.
“Efendime değil be beyim. Aha şu süt suratlı kedicik
bensiz ölür buralarda.”
“Beni bahane etme,” diye güldü Taekwoon. Hâlbuki o da
ağzında ekşi bir şey varmış gibi hissetmişti.
“Bir de Kim Wonsik var tabii. Hadi sen kılıcınla bir
şeyler yaparsın da… O…” Sesi titremişti söylerken, zaten cümlesini de
bitiremedi.
Diğer ikisi yeniden bakıştılar. Sonra anlaşmış gibi üçü
birden fondip yaptı taslarındaki içkiyi.
“Yolunuz düşer mi bir daha buralara?” Canlı olandı soran,
öteki hafif hafif masaya meylediyordu. Kafasını yaslayıp sonsuz bir uykuya
dalmak ister gibiydi.
“Ölmez de sağ kalırsam, düşsün isterim. Lakin zor gibi…
Hatta imkânsız… Sizin Osman Efe’yle Âlim Efendi’nin arası açıldı biliyorsunuz.
Eskisi gibi karşılanmayız bu mektepte, bunu bile bile de gelmek istemez insan.”
“Tabii siz bir daha gelene kadar mektep falan kalırsa…”
Jaehwan’ın sesi fısıltı gibi çıkmasına rağmen duyuldu.
“O ne demek öyle abi?” Taekwoon kaşlarını çatmış ilgiyle
bakıyordu.
Abisi hepsinin tasını doldurdu. “Azıcık ağladığınızı
göreyim diye dedim,” dedi güler gibi yaparak. “Sahi beyim, siz sizin prensesle
karşılaştınız mı hiç?”
Delikanlı abisinin omzuna sertçe vurdu. “Abi!”
“Aman bırak, ayıbı falan kalmamış artık,” diye söylendi
Wongeun. “Karşılaştım, erkek gibi de ağladım karşısında.”
“Helal be beyime!”
Taekwoon benzer bir sorunun kendisine sorulması için
bekledi, fakat kimse bir şey sormadı. Onun sevdası ayıp dâhilindeydi henüz,
öyle anladı. Vazgeçti.
“Yarın sizi mektepten mi yolculayacağız, yoksa saraydan
mı?”
“Saraydan demeyi çok isterdim, fakat bizim bıyıklı
kıyamadı sizin efendinize. En son onu görecekmiş, öyle gidecekmiş.”
“Yarın herkes mektebe doluşacak desene. Otur izle
cümbüşü.”
Jaehwan güldü. “Geldiniz ortalığı karıştırdınız, giderken
de çorba edeceksiniz.”
“Biz mi karıştırdık ulan, o sizin salçalığınız.”
“Biz daha çok karışırız ya, hayırlısı.”
***
O gece çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonra yanına
kimseyi almadan evden çıktı Eunbyul. Üzerine kendi ipek pelerinini değil,
hizmetçi kadının soluk renkli örtüsünü almıştı.
Karanlıktan korkmazdı o. Küçükken en çok geceleri oyun
oynamayı severdi, gündüzleri izleyeni çok olurdu. Lakin bu defa oyun oynamaya
çıkmamıştı, kalbi kuş gibi çırpınıyordu. Dudakları ısırmaktan yara olmak
üzereydi. Yine de geri dönmeyi düşünmüyordu.
Surların olduğu taraftan girmedi, dolaşıp saray
mutfağının depo kapısını buldu. Bu saatte belki bir nöbetçi olurdu en fazla, o
da sorun olmazdı. Sonuçta kendisi prensesti. Ortalığı fazlaca karıştırmak üzere
olan bir prenses…
Mutfağın avlusundan değil içinden geçmeye karar vermişti.
Böylece görünmeyeceğini düşünüyordu, içeride görünürse hırsız zannedileceğini
fark edememişti.
“Dur orada! Kimsin!”
Böyle bir karşılaşmadan korktuğunu sanıyordu o ana kadar.
Lakin muhafızın sesini duyduğunda korkusu silinip gitti, örtüsünü yere atıp
kendinden emin bir şekilde döndü ve hanedan mührünü gösterdi. “Veliaht Prens’in
konutuna gitmeye çalışıyorum.”
“Prenses Hazretleri! Bağışlayın!” Muhafız anında
kıpkırmızı olmuştu.
“Bana oraya kadar eşlik etmeni rica edeceğim.” Başka biri
tarafından durdurulmak istemiyordu, sarayın giriş kapısından niyetini bağıra
bağıra girmekle aynı şey olurdu herkese o mührü göstermek.
“Emredersiniz!”
Evlenene kadar hep azar işitmesine sebep olan bir şey
yaptı: Yere eğildi. Sadık hizmetkârının yegâne örtüsünü burada bırakamazdı.
Genç adam bir prensesi eğilirken görmek acı veriyormuş gibi gözlerini kapattı.
“Hadi gidelim.”
Yoluna devam etmek üzere döndüğünde kalbi yeniden eski
hızına kavuşuverdi. Korktuğu şey yakalanmak değildi, yenine gizlediği kâğıtları
kardeşine götürmesine engel olacak bir şey olmamasından korkuyordu.
Hiçbir engel olmaksızın Prens Sanghyuk’un bahçesine
ulaştığında dudakları çoktan kanıyordu. Hala sarayda yaşıyor olsaydı için kanattığı
için üç gün ceza alırdı.
***
Mektep sabah kahvaltısından sonra insanlarla dolmaya
başladı. Osman Efe Bey ya da Wongeun’la herhangi bir şekilde yolu kesişmiş
kimseler bile vedalaşmak için geliyorlardı.
Âlim Cha gelenleri karşılıyor, Osman Efe Bey’in saraydan
gelmesini beklediklerini haber veriyordu. Son günlerin yorgunluğunu, kırgınlığı
bir kenara atmış gibiydi. Yüzünde güller açmıyordu, lakin en azından gözlerine
can gelmişti.
Wongeun, Jaehwan ve Taekwoon’un yanındaydı. Ağladı
ağlayacak, “Ben gitmek istemiyorum galiba,” dedi. İki genç kılıç ustası
seslerini çıkarmadan işlerine devam ettiler, duymazdan geldiler. Birkaç dakika
sonra fikrini değiştirdi: “Yok yok, kalamam ki buralarda.”
Kalamazdı. Evet, bu delikanlıları sevmişti. Evet; yaptığı
onca şeye rağmen abisinin dizinin dibinde, şu mektebin bir odacığında yaşamayı
çok seviyordu. Evet, Kwangjae’yi çok özleyecekti. Kendi memleketinin
yemeklerini, insanlarını, dilini, kokusunu çok özleyecekti.
Lakin onun yeri yurdu artık Osman Efe’nin yanıydı.
Kalacağım dese, o sesini çıkarmazdı. Ayrılıverirlerdi. Sonrası meseleydi işte,
ikisi ayrı kalamazdı. Su yakardı ciğerlerini ayrı içtiklerinde.
Bugün yaşıyorsa o bıyıklıya borçluydu canını. O bıyıklı
da buna borçluydu tabii. Gitmez lazımdı. Bu bok çukurundan da kurtulurlardı.
Bir daha da gelmezlerdi. Artık unuturlardı. Herhalde…
Avluda biriken kalabalığın sesi artınca Wongeun hemen
aralarına daldı. Gelmişti. Sanki birlikte gitmeyeceklermiş gibi, veda eder gibi
sarıldılar birbirlerine. Cha Hakyeon gözlerinde yaşlarla izledi onları.
“Hazır mısın?” diye sordu Osman Efe.
“Gidelim artık.”
Taekwoon ve Jaehwan da efendileri Âlim Cha’nın ardına
dizildiler.
Kimse vedalaşmak istemiyordu. Civan Efe insanların
arasından geçip Âlim Efendi’nin önüne geldi. Kırık dökük kelimelerle “Her şey
için teşekkür ederiz beyim,” dedi. Uzanıp elini yakaladı, önce öptü sonra da
alnına değdirdi.
Herkes birbirine baktı. “Şaşırmayın,” diye açıkladı
Wongeun. “Onların âdetidir.”
Her şey çabucak oldu, herkes birbirine sarılıverdi. Bir
tek Cha Hakyeon ve iki yaveri kalmıştı vedalaşmayan, onlar da kapıya kadar
eşlik ettikten sonra merasimi tamamlayacaklardı.
Önde Osman Efe yanında kara muallim mektebin büyük kapısı
açılsın diye beklediler. Karşılarında Doyeon’u görmeyi kimse beklemiyordu.
Genç kız nefes nefese kalmıştı, yüzünde canlı bir
gülümseme vardı. “Yetiştim!”
“Bizi görmeye mi geldiniz Küçük Hanım?”
“Evet, size veda etmeye geldim.”
Taekwoon dişlerini sıktı. Jaehwan efendisinin tepkisini
görmek için başını kaldırdı.
Osman Efe, genç hanımefendiye doğru yaklaştı. “Çektiğin
sıkıntıdaki payımız için bizi affedin Doyeon Hanım.”
Doyeon annesinin hiç sevmediği o ses tonuyla, yüksek
sesle güldü. “Ne affetmesi!” dedi. “Bilakis, Veliaht Prens’le izdivacımız için
büyük çaba sarf ettiğinizin bilincindeyim. İstikbalim için çok yardımınız oldu.
Gitmeden size teşekkür etmek istedim.”
Kalabalık neşe içinde güldü.
“Küçük Hanım…”
“Dikkatli gidiniz! Yolunuz açık olsun beyefendi.”
Karşısındakinin daha fazla konuşmasına izin vermeden yoldan çekildi ve
babasının yanına dikildi. Zaten bu kadar insanın önünde uzatılacak bir mevzu
değildi.
Kılıç ustaları Wongeun’la vedalaştılar. Taekwoon artık
ağlıyordu, Jaehwan dalga geçmeye çalıştı. Osman Efe kara muallime sarıldı.
“Bir daha göremeyiz birbirimizi dostum,” dedi Türkçe. “Son
nefesini vicdanın sızlamadan vermeni dilerim. Çocuklarına iyi bak.” Arkalarında
bekleyen iki genç adama dönüp ekledi: “Hepsine.”
Âlim Cha’nın yumuşak yanaklarından yaşlar süzüldü. “Bunca
zamanki sabrın ve yardımların için minnettarım. Yolun açık olsun çocuğum.”
Wongeun abisine isteksiz sarılmayı planlamıştı. Son kez
göreceği aklına gelmeseydi öyle yapacaktı, lakin yüzünü görünce dayanamadı. “Abim,”
dedi. “Beni gönderdiğin için sağ ol. Kendine dikkat et.”
“Sen de kardeşim. Güle güle git. Artık gözün arkada
kalmasın.”
Gözü arkada kalacaktı. Yalnızca onun değil, giden veya
kalan herkesin.
Uzaklaşan kervanın arkasından bakarken Âlim Cha
gözyaşlarını gizlemek istercesine kızına sarıldı. Doyeon başını onun göğsüne
gömmüş, sakince sırtını sıvazlıyordu.
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Hikayenin sonuna çok yaklaştık ehehe.