Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

24 Ocak 2018 Çarşamba

Black - Mavi Gölgeler

Selam dostlar.
Ben aslında romantik bir şey izlemek istemiştim. Sıcacık, yüreğimi kıpırdatacak bir dizi aradım başlarda. Bu arama süreci sırasında doğru dürüst kaliteli bir dizi bulamadım. Hospital Ship'i bitirmiştim, gerçekten sağlam bir şeylere ihtiyacım vardı.
Dizi listesine bakınırken gözüm sürekli bu diziye çarpıyordu. Go Ara'yı çok sevmeyen biri olarak inatla izlemiyordum. Lakin gelin görün ki Song Seunghun'a olan sevgim, Go Ara'ya olan çekememezliğimden daha büyük çıktı. 
Ancak kocaman bir sorunumuz vardı. Black; romantik, sıcacık, yürek kıpırdatan bir dizi değildi. Buz gibi, kafa karıştırıcı, yürek parçalayan bir diziydi. İşte bu yüzden, eski zamanlardaki gibi bir analiz yazmaya geldim ehehe.
Dizinin türü polisiye fantastik. Bendeniz fantastik dizileri öyle kolay kolay beğenen biri değilim. Özellikle Kore televizyonunda fantastik diziler en başında oldukları kadar fantastik kalamıyorlar asla. 
Bu dizi farklıydı. Bu dizi açıkçası, hiçbir Kore dizisi gibi değil.
Dizinin baş karakterlerinden, posterde gördüğünüz hanımefendi Kang Haram. Kendisine Go Ara hayat veriyor. Bu kadın ölmek üzere olan insanların arkasında, ölümün gölgesini görebiliyor. Bu yüzden bütün hayatı boyunca güneş gözlüğü takarak ve insanlardan uzak durarak yaşamış.
Diğer baş karakterimiz ise Han Moogang. Kendisi bir dedektif. Cesetlerin üstüne kusmasıyla, hassas bünyesiyle meşhur bir delikanlı.
Malesef dizinin başında hemencecik ölüyor ve bedenini bir ölüm meleği geçiriyor.
Dizinin ilk beş bölümünde hiçbir şey anlatmıyorlar, hiçbir şey açıklamıyorlar. Bir anda kaosun ortasına düştüğünüzü hissediyorsunuz. Ben şahsen hiçbir şey anlayamadım. Bölümleri sakin sakin izlemem gerekti, telefonuma hiç bakmadan. Hatta bazen dalıp karakterleri dinlemediğim yerlerde mutlaka geri sarıp aynı sahneyi izlemek zorunda kaldım. Eğer öyle yapmasaydım bu diziden hiçbir şey anlayamazdım. Yani izleyecekseniz şimdiden söylüyorum. Tüm dikkatinizi verin ve acele etmeden izleyin.
Açıkçası bu dizinin konusuyla ilgili anlatabileceğim bir şey yok. Çünkü anlatsam da anlayamayacaksınız. Ben size sadece bu diziyi neden izlemeniz gerektiğini anlatacağım.
O halde Black'i izlemek için 5 neden listesi başlasın!
  • Sapasağlam Kurgu ve Hiç Düşmeyen Tempo
Sırları nereye gizleyeceğini bilen, hangi sahneyi ne zaman patlatacağı konusunda uzmanlaşmış bir senaristin elinden çıkma bu dizi. Her şeyi anladığınızı düşündüğünüz anda her şeyi tek bir hamleyle tepetaklak edebiliyor. Üstelik bu olduğunda bunun sonradan alınmış bir karar olmadığını, dizinin en başından beri bunu planladığını da görebiliyorsunuz. Çünkü size en başından ipuçlarını bırakmış oluyor. Kendinizi hem çok aptal hem de çok zeki hissettirecek bir dizi bu.
Ayrıca 18 bölümün 18'inde de hiç yavaşlamadı. Son ana kadar merak içinde izledim.
Tabii tüm bunlar için ilk birkaç bölümü sabırla izlemeniz gerekiyor. Çünkü dediğim gibi bir sürü ipucu verse de ilk bölümlerde hiçbir şey açıklamıyor, sadece bir şeyler olup duruyor. Ki bu da dizinin bir başka güzelliği. Seyirciyi aptal yerine koymuyor. Sadece sabrınızı ölçüyor.
  • Yan Karakterler
Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Dizinin hemen hemen bütün yan karakterleri çok ama çok iyi yazılmıştı. Hepsi özgün karakterlerdi ve yalnızca birilerini desteklemek için değil, kendileri olmak için bu dizide bulunuyorlardı. Kendileri için, bir başlarına parlıyorlardı.
Öncelikle Ölüm Melekleri'nden bahsetmek istiyorum. 007 ve 416!
Kendileri, Moogang'ın bedenini geçiren Ölüm Meleği 444'ün pek sadık arkadaşları oluyorlar.
Genç olan 416 hiphop sevdası ve sıcacık yüreğiyle bizi şaşırtırken, kıdemli 007 bilgeliğiyle ön planda. Dizi boyunca en çok güvendiğim karakterlerden biri 007 idi. Yüzünde hep "vakti gelince anlarsın" diyen o rahatlatıcı ifade vardı. Üstelik bir abi, bir baba gibi dizideki çoğu karakteri kolladı. Özellikle ortağı 416'yı çok seviyordu. Bir izleyici olarak en ufak bir şikayetimde kendisini bulup akıl danışabileceğimi hissettim. Beni hiçbir zaman yanıltmadı.
Bu dizide en sevdiğim kadın karakter Yoon Soowan! Çok acılar çekmesine rağmen, pes etmek için çok sebebi olmasına rağmen kendisine başarılı bir hayat kurmuş bu kadın.
Ve tüm gönlünce sevmiş sevdiği adamı.
Dizinin ilk bölümlerinde kendisi hakkında fikirlerim net olmasa da sonra kendisine sımsıkı sarılıp teşekkür etmek istedim.
Dürüst, güçlü bir kadın Yoon Soowan. Yaralarınızı sarabilecek bir kadın, kendi yaralarını sardığı gibi. Üstelik hevesli bir doktor! Hayatımı hiç çekinmeden ellerine bırakabileceğim biri o. Bencillik yapmak için çok sebebi vardı, kolayca sapabilirdi! Ama hep kendi çabasıyla doğru yolu buldu.
Vee Oh Mansoo! Dünyanın ve haliyle bu kurgunun en yalnız insanı. Bu kadar hırpalanmış bir karakterin böylesine sevgi dolu olması beni o kadar şaşırtmıştı ki! Tıpkı Soowan gibi onun da yoldan çıkmak için, kötü biri olmak için binlerce sebebi vardı.
Ama o kendi isteğiyle, kendi çabasıyla kendi yolunu buldu. Çok kırıldı ve üzüldü belki ama asla pişman olmadı. O bebek gibi suratını öpüp koklayasım geldi izlerken.
Ayrıca çok da zekiydi. Diziyi izlerken sanki gerçekten küçük bir çocukmuş, hatta biraz da aptalmış gibi hissettiren yerler oldu. Yüzünün şirinliği böyle bir yanılgı yarattı kimi zaman. Ama ne kadar zeki olduğunu hatırlatacak şeyler yaptı her zaman. Ayrıca böyle ufak gözüktüğüne bakmayın! Pek de cesurdur benim oğluşum.











Hepsinin yüzünün göründüğü bir fotoğrafı bulamamanın hüznüyle Moogang'ın maknaesi olduğu dedektif ekibini sizlere takdim ederim!
Dedektif ekibi benim bu dizide ennnnn sevdiğim yan karakterleri oluşturuyor. Her dizide görebileceğiniz polislerden çok başkalar, hepsinin kendine özgü karakterleri var; bu dizide her yan karakterde olduğu gibi.
Öncelikle ekip lideri: Bastıbacak Dede! Asıl ismi Şef Bong olup saçlarının dökülmesi, yaşlı ve kısa olmasıyla ilgili pek çok şaka yapılıyor dizide kendisine. Yalnızca lider değil bir abi gibi seviyor ekibini. Kendi deyimiyle ekipten birinin kılına zarar gelse "değil Mavi Ev'i Beyaz Saray'ı bile soruşturur" bizimki.
Ardından en kıdemlileri: Çılgın Köpek! Bu dizide en sevdiğim yan karakter kesinlikle kendisiydi. Dişlerini geçirdiği şeyi asla bırakmadığı için çılgın köpek lakabı takılmış ona. Zira dizide pek çok kez dişlerini nasıl geçireceğini görüyoruz. Ayrıca sürekli dişlerini fırçalıyor, bir şeyler anlatacağı zaman da tahtayı işaret etmek için diş fırçasını kullanıyor. Dişlerini fırçalarken konuşmayı da çok seviyor. Biraz üzücü, hatta baya üzücü bir geçmişi var. Çok seviyorum, çok.
Ve Sotae! O kadar çok çişi geliyor ki... Beş dakikada bir tuvalete gidiyor. 444 yüzünden ellerini yıkamadan çıktığı çok zaman oldu ayrıca. Karısını da pek seviyor bizimki.
Gwinam ise ekibin, Moogang'dan sonraki en küçük üyesi. Onun da ne yazık ki silah tutarken elleri titriyor ve biraz yufka yürekli birisi. 444 ağlarken gözyaşlarını tutamayıp onu tutmaya çalışmasını hiç unutmayacağım.
Bu dörtlü Moogang'dan ve sonra 444'den çok şikayetçi olsalar da ona bir şey olacak diye ortalığı ayağa kaldırıp bir sürü adam dövdüler ehehe. İnsan ekiplerinin bir parçası olmak istiyor izlerken.
Hyojin ve annesinden bahsetmezsem çok üzüleceğim sanırım. 
Şahsen ben bu minik kız ve talihsiz anneciğinin dizinin akışını çok ama çok değiştirdiklerini düşünüyorum. 
Hyojin çok zeki bir kız çocuğu, annesiyse tüm yaşadıklarına rağmen; tıpkı diğer çoğu yan karakter gibi, yoldan çıkmak için çok sebebi olmasına rağmen kızı ve kendisi için en iyi yol için çabaladı.
Güzel çocuklar yetiştiren anne karakterleri görmezden gelemiyorum. Bu güzel kadını da görmezden gelemedim. Üzgün değilim!
Ayrıca ekleyemediğim bir sürü yan karakter var buraya. Hepsini yazarsam sadece yan karakterlerden bahseden bir yazı olur bu. İyisi mi izleyip kendiniz görün!
  • Karakter Gelişimleri ve İlişkileri
Dizide bir ölüm meleği olan 444'ün bir insanın bedenine girişini görüyoruz. Bir ölüm meleğinin, insanların ölümüne kayıtsız kalamayan bir insan oluşunu izliyoruz zamanla. Ben 444'ün can alan bir varlıktan, can vermek istemeyen bir varlığa dönüşmesini çok büyük bir keyifle izledim. Bu dönüşüm göze bata bata olmadı, o kadar yavaş ve sindirerek oldu, seyirciyi öylesine zorlamadı ki... Açıkçası oturup senaristle sırf bu konu üstünde saatlerce konuşabileceğimi hissediyorum.
Karakterlerin ilişkileriyse kesinlikle bu diziye çok büyük artılar kazandırdı. Çünkü gereksiz kızgınlıklar, kırgınlıklar, kıskançlıklar yoktu bu dizide. İçtenlikle edilen ricalar kırılmıyordu, kalpler boşu boşuna kırılmadığı gibi. Sanırım en çok insanların sadakati beni etkiledi.
Tam anlamıyla insancıl ve normal ilişkilerle doluydu. Ne çok çok sıkı fıkıydı herkes, ne de nefret doluydu. Tam kıvamındaydı, hiç yabancı gelmedi.
  • Doldurma Sahne Olmaması
Bu çok büyük bir artıydı benim için. Bu dünyada en nefret ettiğim şey doldurma sahneler olabilir. Dakikayı doldurmak için eklenen klipler de doldurma sahnedir diyebiliriz. Evet, bu dizide onlardan hiç yoktu! Çünkü dakikayı doldurmak gibi bir telaşları da yoktu! Sanırım OCN'nin en güzel tarafı bu. Dizileri 1 saat 10 dakika ile 1 buçuk saat arası değişen uzunluklarda oluyor. O yüzden kısaltma ya da doldurma yapmak gibi bir zorunlulukları da olmuyor.
Ayrıca Black özellikle dopdolu bir diziydi. Dizide birbirine aşık olan çiftin aşk dolu sahneleri bile yoktu! Sadece bir tanecik vardı, ama o da gerekli sayılırdı bence. Onun dışında doldurma sahneler olmadan da romantizmin, hüznün, heyecanın yansıtılabileceğinin mükemmel bir örneğiydi Black.
Dopdoluydu, o kadar doluydu ki hala senaristin bunu nasıl başardığını anlayabilmiş değilim. Ah.
  • Song Seunghun
BEN AŞIK OLDUM! Beyefendiyi Saimdang ile tanımış, ziyadesiyle tutulmuştum kendisine. Fakat oradaki karakteri içimdeki hisleri alev alev yakmaya yetecek kadar sağlam yazılmamıştı kesinlikle.
İnsan bedenine yapışmış bir ölüm meleği rolü için biçilmiş kaftandı Song Seunghun! Beni o kadar çok güldürdü ki bazen... Ama en çok iç çektim sanırım onu izlerken. Bir adam nasıl bu kadar güzel olabilir hala aklım almıyor dostlar.
Benim diziye başlamamın en büyük sebebi oydu, ama bu kadar sevmemin en büyük sebebi değil. Sadece bir sebebi o ehehe. Yine de hakkını vermek istiyorum.

Bunlar izlemeniz için geçerli sebepler mi? Umarım öyledir, ama değilse de kimseyi zorlamak istemem. Çünkü Black'in zor bir dizi olduğunu biliyorum. İzlediğim en zor dizilerden birisi olabilir hatta. İki günde bir dizi bitirebilen biri olarak bu dizi için epey uğraştım, çünkü insanın durup sindirmesi gerekiyor bazen.
Ayrıca fazlasıyla rahatsız edici görüntü vardı içinde. Polisiye sevmeyenlerin de çok olduğunu biliyorum. O yüzden, izlemeseniz de olur. Yine de ben beni bu kadar tatmin eden bir şeyi paylaşmadan edemedim.
Daha fazla ne söyleyebilirim bilmiyorum. Beni diken üstünde tuttuğu kadar güldürdü Black. Üzdüğü kadar mutlu etti. 
Yayınladığı sırada neden izleyen olmadığını anlayabiliyorum, ama aslında anlayamıyorum da. Güzel şeylerin genelde kıymeti bilinmiyor. Ben kıymetini bildim, görevimi de yerine getirdim.
Çekim açısından Black adı gibi oldukça karanlık bir atmosfere sahipti. Ama bir açıdan onu güzel yapan da buydu. Klasik dizi çekimi değildi de film çekimi gibi gözüküyordu. Kendine özgü bir havası vardı.
Müzikler açısından söyleyecek pek bir şeyim yok. Zira dizide ekstra müzik girecek zaman gerçekten olmadı. Sadece kapanışta müzik çalıyordu. Ama o kadarcık çalmasından bile favorimi buldum tabii ki ehehe.
Lütfen bu diziye bir şans vermeyi düşünün ve ilk bölümlerde bırakmamaya çalışın. Pişman olamayacaksınız, özellikle polisiye seviyorsanız.
Karşısınızda dizinin kapanış şarkılarından Like A Film!
Mavi kalın!
Uzun zaman sonra analiz yazmak çok iyi geldi.
Sizleri seviyorum hayaletler ve ölüm melekleri, ama en çok miççin ke.

19 Ocak 2018 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #23

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Doyeon bütün gün babasının gelmesini beklemişti. Elinde annesinin tutuşturduğu iğne iplik, dizlerinin üstünde dokunsan kirlenecek kadar temiz, bembeyaz bir kumaşla sundurmada oturup boş gözlerle yitip giden günü izlemişti.
Bugün insanlar ondan bakışları ve sözleriyle, dokunuşlarıyla özür dilemişlerdi. Bu onu rahatlatmamıştı. İçinde, yaşadıkları yüzünden alevlenen yangının sönmesi mümkün olmayacak gibiydi. Lakin o gün aklını kurcalayan bambaşka bir şeydi.
Çocukluk ettiğinin farkına varmıştı. Bir kez daha eli kolu bağlı oturmak zorunda kalacağını hissediyordu. İsminin önündeki “Âlim Cha Hakyeon’un kızı” sıfatından sonsuza dek kurtulmak istemişti. Nasıl yapacağını sanmıştı ki? Babasının himayesinden çıkıp başka bir adamın himayesine girerek mi? Eğer öyleyse yine kendisi olamayacaktı ki… Veliaht Prens Sanghyuk’un zevcesi Veliaht Prenses Doyeon olacaktı bu defa. Ne yazıktı, herkes onu yalnızca başkasının gölgesinde kalan ismiyle hatırlayacaktı.
Kafasına Prens’in kendisine üzgün olduğunu söylemesiyle dank etmişti bu. O kısa “Üzgünüm,” lafı “Boşuna seviniyorsun beni görünce, karım olmaktan fazlası olamayacaksın, üzgünüm,” demek miydi? Koskoca ülkenin prensi, hem de veliaht prensi, aciz bir kadını kendi gölgesinden bile kurtaramayacaktı öyle mi?
Ama asıl aptal olan Doyeon’du. Güya kendi kendini kurtaracaktı. İşte yine bir başkasının elini tutmasını bekliyordu. Bir başkasının eteğine saklanıp rahatlamak istiyordu.
Ne yapabilirdi ki? Annesi de dedesinin ismiyle anılıyordu bir zamanlar. Şimdi de kocasının adıyla… Bütün Hanyang onu tanırdı, görünce hayranlıkla bakardı. Ama o Hyeyeong Hanım değil, Âlim Cha’nın zevcesi Hyeyeong Hanım’dı.
Ana Kraliçe bile bugün yalnızca bir erkeğin annesi olarak anılıyordu dünyada. Bir erkeğin annesi olduğu için saygı görüp o sarayda yaşıyordu ve o erkeği doğurabilmek için, yine bir erkeğin karısı olarak anılması gerekmişti.
Ne yapacağını bilmiyordu Doyeon. Kendi adıyla anılmak istiyordu yalnızca.
Rüzgâr esti. Omuzlarına bir ürperti bindi, hafiften titreyince kucağındaki kumaş kayıp toprağa düştü. Saat geç olmuştu, hava kararmıştı. Belki de babasını içeride beklemek daha iyi olacaktı. Toparlanıp elindekileri odasına bıraktı ve Âlim Efendi’nin odasına gitti.
Minderin birine oturdu, mum yakmadı. Belki babası gelene kadar biraz uyuklayabilirdi. Saatlerdir düşünmek onu yorgun düşürmüştü. Sırtını duvara yaslayıp gözlerini yummuştu ki kapı aralandı. Genç kız kımıldamadan dinledi. Hırıltılı bir nefes alış duyuyordu.
Kendini korumak için ayağa kalkmaya hazırlandı. Lakin o bir şey yapamadan kapıyı aralayan kişi yere bir zarf bıraktı usulca ve gitti.
Doyeon önce getiren kişi içeri girip zarfı masaya bırakmadığı için mektubun kendisine geldiğini düşündü. Bir mum yaktı. Zarfı eline aldı. Üstünde babasının adı yazıyordu.
Normal bir durumda bırakırdı, ama bu gizemli geliş kafasını karıştırmıştı. Acil bir şey olabileceğinden korktu. Aslında bunu daha sonra bahane olarak kullanacağını söyledi kendine. Daha çok babasına neden böyle gizli saklı bir mektubun geldiğini anlamak istediği için açacaktı zarfı.
Kısacıktı, mektup denemezdi. Bir pusula belki. Gözlerinden yaşlar akarak okudu defalarca. Saç telleri kafatasına batıyormuş gibi hissetti, kolları uyuştu.
Koridorda ayak sesleri duyunca ilk işi mumu söndürmek oldu. Sonra pusulayı düzgünce katlamaya çalıştı. Ama titriyordu, yapamadı.
Neden kaçıyordu ki? Artık kimden kaçıyordu? Kaçması gereken kendisi değildi.
Kapı açıldığında arkası dönüktü. Bir şeyler yapabilmek için biraz cesarete ihtiyacı vardı. Elindeki kâğıtlar sımsıkı olan yumruğunun içinde buruşuyordu.
“Doyeon,” dedi Âlim Efendi son zamanlarda kızının duyduğu en yorgun sesle. “Babanı mı bekliyordun?”
Genç kız derin bir nefes aldı, sesi titremesin diye biraz bekledi. “Evet, seni bekliyordum.”
“Bir şey mi oldu yavrum?” Döndü. Gökyüzünde iyice belirginleşen ay, ışıklarını odaya salıyordu. Kızın yüzünde gözyaşları parladı.
“Senin yerine bu geldi.” Elindeki kâğıt tomarını yere attı. “Ben gerçekten senin kızın mıyım baba?”
“Ne saçmalıyorsun?” Cha Hakyeon yere eğilip pusulayı aldı. Sadece şöyle bir bakıp tekrar yere attı.
“Ne o? Önümde okumaya utanıyor musun yoksa?”
“Doyeon… Dinle beni…” Ellerini öne uzatıp kızını tutmaya çalıştı.
“Yazık… Hepimize çok yazık ettin baba.” Genç kızın aklından milyonlarca şey geçiyordu. Kendine inandırıp dava diye heyecanlandırdığı insanlardan başlayacaktı lakin aklına bambaşka bir şey geldi. Dizleri tutmaz oldu. Hıçkırıklarla yere çöktü. “O gün… O gün de mi? Beni tüm hanedanın önünde rezil ettikleri o gün de mi ellerinden tutuyordun baba? Ne zamandan beri düşman dediğinle aynı yolu tutuyorsun?”
Öz kızının perişan halini görmemek için hafifçe yan döndü, ellerini arkasında birleştirdi. “Dava uğruna feda etmemiz gereken çok şey var. Duvar örmek için çamura da ihtiyaç vardır.”
“Daha neyi feda edeceksin? Daha hangimizi feda edeceksin? O adamın umurunda mı senin şu dava dediğin!”
“Babana akıl öğretmeye mi kalkıyorsun? Sonsuza kadar böyle gitmeyecek ya bu!”
Doyeon ellerini titreyen dizlerine bastırıp ayağa kalkmaya çabaladı. Âlim Efendi kolundan tutup ona yardım etti. Genç kız bir anda kendisine sarılınca neye uğradığını şaşırdı.
“Yapma baba. Ne olur yapma. Yüreğinde bir damlacık sevgi varsa benim için, bizim için… Yapma bunu. İstediği şeyi verme ona.”
Kızının titreyen omuzlarını sıkıca sarıp kırmızı kurdeleli saçını okşadı usulca. “Doyeon’um… Korkma. Babana güven çocuğum.”
Genç hanımefendi başını kaldırıp aniden kendisine epey bir yabancılaşan bu ihtiyara baktı. Eskiden tecrübeyi çağrıştıran yüzündeki çizgiler, artık insanın ağzında acı bir tat bırakıyor gibiydi. Birden kendini topladı, gücünü geri kazandı. Silkinip uzaklaştı.
“Eğer mektupta yazanı yaparsan… Evlenmeyeceğim.”
“Doyeon…”
“Bir daha ismimle seslenme bana.”
“Yapma.”
Eteklerini toplayıp var gücüyle koşmaya başladı. Karanlıktı, gözlerinden hiç durmadan yaşlar akıyor ve başı dönüyordu, önünü göremiyordu. Yine de hiç durmadı. Sundurmaya çıkan kapıyı açarken babasının hemen ardında olduğunu fark etti.
“Uzak dur benden!” diye cıyakladı. Tam o anda kulağına kendi ismi çalındı, yumuşacık bir fısıltıyla. Durup önüne baktı.
Şu anda görmek istediği en son kişi karşısında duruyordu. Yüzünde endişeli ve öfkeli bir ifade vardı. Doyeon onun buna şahitlik etmesini istemezdi, ama bir yandan da ona sarılmaK ve kendisini buradan götürmesini rica etmek istiyordu.
Dönüp babasına baktı. Gözleri iyiden iyiye kararıyordu. Farkında olmadan delikanlıya çarptı ve hiç durmadan koşmaya devam etti.
***
“Abi?”
“Beyim…” Jaehwan çıkmaya hazırlandığı ağacın gövdesine yaslanmış, ürkek bakışlarla Âlim Kim’e bakıyordu.
“Burada ne yapıyorsun?”
“Şey… Hiçbir şey… Siz… Gece vakti… Dışarıda ne…”
“Hava almaya çıktım. İçim daraldı biraz.”
“Anladım.” Doğruldu. Ellerini önünde birleştirip küçük bir çocuk gibi yere baktı. Gitmek için bir bahane aradı.
Wonsik koşup kendisine sarılınca neye uğradığını şaşırdı. “Geldiğin için teşekkür ederim abi.”
Jaehwan onun için gelmediğini, sadece buradan geçtiğini söylemek istedi. Ama söylemeyecekti. Yapamayacaktı.
“Özür dilerim beyim.”
“Ne diyorsun sen?”
“Gelmemeliydim. Sizi zor durumda bırakıyorum.”
Âlim Kim birkaç adım geri gidip kılıç ustasının yüzüne baktı dikkatle. “Âlim kardeşimin norigesini elime aldığım an zor durumda kalacağım kesinleşmişti zaten. Ben hazırlıklıyım. Keza dostum Hongbin ve Veliaht Prens de hazırlıklıydılar bu duruma.”
Jaehwan aniden yükselen öfkesini bastırmaya çalışarak dişlerini sıktı. “Sizi bile bile ateşe attıklarını mı söylüyorsunuz?”
“Hayır, bile bile ateşe atladığımı söylüyorum. Sen de öyle değil misin? Taekwoon da öyle değil mi? Hepimizin bir gayesi var abi, yalnızca hocamın değil.”
İtiraz etmek istedi. Ateşe atılanlar yalnızca bizim gibilerdir, sizin gibi efendiler ateşe atanlar olabilir yalnızca; demek istedi. O ağzını açamadan Wonsik onu kolundan yakalayıp içeri sürükledi. Jiwon kendisini görmeden gittiğini öğrenirse çok kızarmış, annesi çok üzülürmüş, öyle dedi.
Kılıç ustası, gönülsüzmüş gibi yapsa da içeri girdiği için mutluydu. Odasının kapısını aralayıp dışarı bakan Jiwon’u görünce gülümsedi.
Âlim Kim’in kendisinden farklı olmadığını o gün anladı. Kendisi bir efendi için neyse, Wonsik de bir veliaht prens için o kadardı işte.
***
Doyeon sevgilisinin peşinden geldiğinin farkında olmadan ve ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyerek bir süre avare gibi dolaşmıştı sokaklarda. Hüngür hüngür ağlamış, üşümüştü. Ayağının takıldığı da olmuştu, ama düşmemişti. Bazen keşke düşüp ölsem diye düşünmüştü.
Başlarda aklına gelen iki yer vardı: Han ve saray. Kendisini kabul edebilecek yalnızca buralar vardı. Lakin faydası olmazdı, sorulan sorulara cevap veremezdi, gönlünce ağlayamazdı, istediği sıcaklığı bulamazdı. Gerçi nasıl bir sıcaklık istediğini de bilemiyordu. Bir süre bunu aradı.
Cevabıysa bahçesinde çocukların koşturup şarkılar söylediği o köşkün kapısına gelince buldu. Bir anneye ihtiyacı vardı. Sırtını sıvazlayıp ağlamasına izin verecek bir anneye…
Yumruğunu sıkacak gücü bile yoktu, kapıya zar zor vurdu. Hıçkırıklarının arasından “Gongju Teyze…” diye seslendi. “Ben Doyeon.”
Kapıyı arkasında bekleşenlerden daha büyük olan bir erkek çocuğu araladı. “Doyeon Abla, burada ne yapıyorsunuz?”
Kızcağız cevap veremeden Han Gongju çocukların arasından sıyrılıp kapıya geldi. Hiçbir şey sormadan baktı bir süre. Sonra kapıyı ardına kadar açıp başıyla girmesini işaret etti. Ama sanki Doyeon’a değil de arkadaki birine izin vermişti. Genç kız dönüp baktı.
Delikanlıyı gördüğünde dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Hızlı bir adım atıp Gongju Hanım’a dayandı, utanç içinde gözlerini kaçırdı. Neden geldiğini soramadı. Sormadan cevabını bildiğinin bile farkında değildi.
Gongju Hanım’ın evinde her zaman yemek pişerdi, her an yemeye hazır yemek bulunurdu. Evde o kadar çok çocuk vardı ki kimin ne zaman acıkacağı belli olmazdı. O akşam bu kibar hanım, iki koca çocuk için hazırladı sofrayı. Doyeon’la Taekwoon bahçede yan yana oturup çocuklarla birlikte mutfakta uğraşan kurtarıcılarını izlediler.
Taekwoon kılıcını getirdiği için pişman oluyordu. Böyle bir yere kan dökmeye aşina bir eşyayla girilmemeliydi. Çocukların kendisinden çekindiğini de hissediyordu.
Yemek hazır olunca Doyeon karnının aç olmadığını, yalnızca hanımefendiyle konuşmak istediğini söyledi. Delikanlı oturup sessizce yemeğini yemesi gerektiğini anladı.
Onlar gitmeden hafifçe eğilip Gongju Hanım’ın kulağına fısıldadı. “Kılıcımı çocukların görmeyeceği bir yere koyabilir misiniz hanımım?”
“Tabii evladım, ver.” Hanımefendi, sanki elinde yemek çubuğu tutuyormuş gibi ağır kılıcı alıp hızla eve girdi, genç kız da peşinden gitti.
Delikanlı yemek yerken çocuklar onunla ilgilenmeye başladılar.
“Doyeon Abla’ya ne oldu?”
“Siz kimsiniz?”
“Âlim Amca’nın muhafızı mısınız?”
“Doyeon Abla’nın sevgilisi misiniz?”
“Saçmalama, Doyeon Abla bir prensle evlenecek. Muhafız Bey ablamızı korumaya gelmiştir.”
“Neden konuşmuyorsunuz?”
“Neden yemek yemiyorsunuz?”
“Bu gece burada mı kalacaksınız?”
Herkesten uzakta oturmuş elinde bir topaç tutan bir kız çocuğu, onlara bakmadan yüksek sesle araya girdi: “Doyeon Abla’yı siz mi ağlattınız?”
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. Zar zor tuttuğu kaşığını bırakıp gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “Hayır,” dedi. “Ben ağlatmadım.”
O sırada Doyeon, Gongju Teyze’nin kollarında yarı uyur yarı uyanık ağlamaya devam ediyordu. Kadın hiçbir şey sormadan yalnızca saçlarını okşuyor, “Ah benim bahtsız evladım,” diyordu. “Ah benim kimsesiz çocuğum.”
Han Gongju kimsesiz çocukların annesiydi. Doyeon’un, Taekwoon’un ve nicelerinin… Genç kız artık burada yaşayabilirdi, nasıl olsa yapayalnızdı artık.
“Anne,” dedi kendi annesinin hayaliyle. “Anne… Benim annem yok artık…”
Uykuya dalarken annesinin babasını kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini düşünüyordu.
***
Taekwoon gece çocuklarla sohbet etti, akıllarını bulandırmamaya dikkat ederek Doyeon’a olan sevgisini anlattı. Onu her gördüklerinde sarılmalarını, öpmelerini istedi. Doyeon Abla’nın buna ihtiyacı vardı. Öpücüklere ve sevgiye…
Gece ilerledikçe küçüklerden başlayarak çocuklar bir bir uyuyakaldılar sundurmada. Gongju Hanım gidip uyumaları için ısrar etmiyordu kalanlara, uyuyanı kucaklayıp içeri götürüyordu yalnızca.
En sonunda Taekwoon ve topacını elinden bırakmayan kız kalmıştı dışarıda. Kızın başı Taekwoon’un dizinde, gözleri kapanmak üzereydi. Evin hanımı bütün gece gözünü kırpmamış, hep uğraşacak bir şeyler bulmuştu.
Hava alacakaranlığa kavuşmuştu, Gongju Hanım uyuyan kız çocuğunu içeri götürmek yerine üzerine bir yorgan örtüp delikanlının yanına oturdu.
“Ne olduğunu etraflıca anlat bana,” dedi. Taekwoon başını eğdi.
“Olanları biliyorsunuz ya hanımım. Bize olanları da… Ona olanları da… Bildiğinizi biliyorum.”
“Hayır çocuğum. Bu kızın hali hal değil. Başka bir şey olmuş. Babasına Âlim Cha diyor. Kendimi güvene almam gerektiğini de söyledi. Hiçbir şey anlamadım dediklerinden.”
“Ben de bilmiyorum. Sadece beyimden kaçışını gördüm. Korkmuş gibiydi.”
Yine yapacak bir iş olsun diye ayağa kalktı hanımefendi. Delikanlının dizinde yatan kızı kucağına almaya hazırlandı. “YanındaN ayrılma evladım. Gerekirse getir bana. Sen de gel istediğin zaman, olur mu?”
“Peki hanımım.”
Taekwoon da uyumak istiyordu biraz. Olduğu yere kıvrılıp yatmayı düşündü. Evde kendisine yer olduğunu sanmıyordu, o kadar çok çocuk vardı ki… Üstelik Doyeon rahat uyusun diye o odadakiler de diğer odalara sıkışmıştı.
Eğer uyursa genç kızın kendisini atlatıp kaçabileceğini düşündü bir an. Sonra bu düşünceyi bir kenara bıraktı. O kadar gücü kalmamıştı, denese bile Gongju Hanım izin vermezdi. En iyisi biraz uyumaktı.
Pabuçlarını çıkarıyordu ki bir kapının aralandığını duydu. Çıplak ayaklar sundurmayı geçip kendisine doğru geliyordu. Döndü. Şiş gözleriyle, beyaz içlikleriyle, açık saçlarıyla Doyeon’u gördü.
O ayağa kalkmaya fırsat bulamadan kız gelip onun yanına oturdu.
“Uyandın mı Doyeon?” Ağzından bir anda çıkmıştı bu sözler, içinden öyle gelmişti. Kendisi de şaşırdı ama geri adım atmadı.
“Gitmişsinizdir diye korktum.” Kızın omuzları titreyince, az önce Gongju Hanım’ın almadığı yorganı omuzlarına örttü Taekwoon.
“Benim görevim…”
“Beni korumak, biliyorum beyim. Ama burada kimsenin bana zarar veremeyeceğini siz de biliyorsunuz.”
Delikanlı vazgeçti. İç çekti. Beyazlayan gökyüzüne baktı. “Seni bırakıp nasıl gideyim?”
“Ben de onu diyorum. Gitmeyin.” Aynı anda birbirlerine baktılar. Taekwoon genç kızın saçlarına dokunmak istiyordu. Yumruklarını sıktı.
“Ne oldu? Niye böyle güzel gözlerini şişirene kadar ağladın?”
“Söyleyeceğim. Lakin önce söz verin ve bu defa sözünüzü tutun.”
“Ne sözü?”
“Üzülmeyeceksiniz. Zira ben sizin yerinize de ziyadesiyle üzüldüm.”
“Korkutma beni Doyeon.”
“Korkulacak bir şey bu.”
“Tamam, söz veriyorum. Hadi anlat.”
Doyeon elini, Taekwoon’un sıkılı yumruğunun üstüne koydu, kaldırıp parmaklarını tek tek açtı. Elini tuttu, sımsıkı tuttu.
“Âlim Efendi… Yapmaması gereken bir şey yapmış beyim.”
“Ne yapmış?”
“Vekil Efendi’yle… Başından beri ortadan kaldırmaya çalıştığı adamla ortak olmuş.” Delikanlının tepkisini görmek için eğdiği başını kaldırdı. Gulyabani görmüş gibi bakıyordu. “O gün beni bütün hanedanın önünde rezil etmeleri bile… Hepsi planlıymış…”
“Emin misin?” Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. Bütün bunların yalan olduğunu duymak ister gibiydi.
“Vekil Efendi’nin mektubunu gördüm.”
“Me…” Sanki nefesi kesilmiş gibi durdu bir an. “Mektup mu? Ne… Yazıyordu?”
“Beyim… Buradan sonrası… Beni öylesine utandırıyor ki… Dilim varmıyor.”
“Söyle Doyeon. Ne yazıyordu?”
“O adam… Sizi istiyor beyim.”
“Beni mi?”
“Âlim Efendi’nin, benim size ne kadar değer verdiğimizin farkında. Bir güven nişanesi olarak sizi kendi adamı yapmak istiyor. Tıpkı Veliaht Prens’in, Âlim Kim’i bize vermesi gibi…”
Taekwoon gözlerini kaçırdı. Sahiden utanç vericiydi. Ona değer verdiklerini söylemesi bile aşağılandığını hissettirmişti. Bu haberin kendisine bu şekilde ulaşması bile kendisini bir eşya gibi bir başkasına sunmak üzere olduklarını doğrular nitelikteydi. Yeni bir şey değildi, uyandırdığı iğrenç hisse hiç eskimiyordu.
Birdenbire Vekil Efendi’nin adamı olursa hayatının nasıl değişeceğini düşünmek dahi istemiyordu. Şerefini ayaklar altına almak demekti bu. Onu öldürmeleri daha iyi olurdu.
Doyeon yumuşak, soğuk elini onun yanağına koyup başını kendisine doğru çevirene kadar titrediğini fark etmemişti. “Beyim,” diye fısıldadı kız. “Korkmanız gereken şey bu değil. Merak etmeyiniz.”
“Ne demek istiyorsun?” Gözlerini açında güzel burnunu gördü ilk önce. İçi kaynadı sanki.
“Âlim Cha’ya söyledim. Eğer sizi o adama verirse… Veliaht Prens’le evlenmeyeceğimi…”
“Doyeon… Ne yaptın sen?”
“Bu yalnızca sizin meseleniz değil beyim. Benim de korumam gereken bir onurum olduğunu unutmayınız. Size olan sevgimi korumam gerektiğini de aklınızdan çıkarmayınız. En azından bu kadarını yapabilmek istiyorum.”
“Ama böyle değil… Bu şekilde olmaz.”
“Olacak. Yapacağını sanmıyorum lakin size gitmenizi söylerse gitmeyeceksiniz. Şayet giderseniz…”
“Gidersem ne?”
“Kendimi öldürürüm.”
“Cha Doyeon neler saçmalıyorsun sen!”
“Bana o adamın soyadıyla seslenmeyin, lütfen.”
“Doyeon…”
“Sorun değil beyim. Her şeyi yoluna koyacağım. Yapabilirim. Ben çocuk değilim artık. Hayır, bana öyle bakmayın, sözümden asla geri adım atmayacağım. Lakin dinleyin, daha önemli bir ayrıntıyı atlıyorsunuz. Biliyorum, daha yeni öğrendiğiniz için idrak edemediniz. Benimse düşünecek çok vaktim oldu. Asıl korkutucu olan şey bambaşka.”
Taekwoon sesini kontrol altına almaya çalıştı. “Nedir?”
“Prens Sanghyuk neden çat kapı mektebe geldi dersiniz?”
“Biliyor mu?”
“Parçaları birleştirince, öyle olduğu kanaatine vardım. Âlim Efendi’ye gözdağı vermek için yaptı. Hatta o gelince sizi gönderdiklerini bilmesine rağmen çayları sizin getirmenizi istedi. Çünkü sizle beni… Biliyordu.”
Delikanlı bu defa gözlerini kaçırmak için başını eğdi. Uzun parmaklarıyla alnını sıvazladı. Her şey mahvoluyordu. Hiçbir şeyi düzeltemeyeceklerdi.
“Biz küçük bir ayrıntıyız,” diye devam etti Doyeon. “Bunca şeyin arasında bunu kafasına takacağını sanmıyorum. Lakin Âlim Efendi bu hareketiyle sarayın güvenini kaybetmek üzere. Belki de kaybetti, bilmiyorum. Daha çok açığını aramaya çalışacaklar. Nereye kadar bildiklerini bile tahmin edemiyorum. Cha Hakyeon’un saklayacak başka bir şeyi var mı, emin olamıyorum. İşte asıl korkmamız gereken bu beyim. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum. Yanlış bir şey olursa biz… Hepimiz…”
“Sen demedin mi az önce? Her şeyi yoluna koyacağım diye. Her şeyi yoluna koyacağız Doyeon. Elimizden geleni yapacağız.”
“Yapacağız, değil mi beyim? Yapacağız.”
Genç kız başını delikanlının omzuna koydu. Delikanlı onu başının üstünden öptü.
***
O gece Veliaht Prens’in gözüne de uyku girmemişti. Ablasının anlattıkları, eline geçenler, yapılacak işler, düşünülecek tonlarca şey vardı.
Hongbin onun yanında, kucağında kılıcıyla oturarak uyumuştu. Bazen uyanıp arkadaşının gittikçe koyulaşan yüz çizgilerine bakıyor, uyumadan önce de kabus görmemek için aklına güzel şeyler getirmeye çalışıyordu.
Gün ağarırken en nihayetinde uykulu gözlerle konuşmuşlardı birbirleriyle. Konuşmanın sonucu olarak Hongbin, Wonsik’i evinden almakla görevlendirilmişti.
O saraydan çıkarken Taekwoon ve Doyeon da Gongju Hanım’ın evinden çıkıyorlardı, el ele. Tam o sırada da Wonsik’in evinde kalan Jaehwan uyanıyordu.
Genç kız ve delikanlının elleri, bahçesi kamelyalı eve doğru attıkları her adımda biraz daha ayrılırken Âlim Kim de uyandı. Çoktan hazır olan kahvaltı sofrasına oturdular. Şakalaşarak, gülümseyerek kahvaltı ettiler.
Hava biraz daha aydınlanmıştı Efendi Lee dostunun kapısını çaldığında. Jiwon farkında olmadan Jaehwan’ı kolundan çekip eve saklamıştı. Bunu fark eden anne, kalbinin acısını su içerek yok etmeye çalıştı.
Wonsik, Hongbin’in yüz ifadesini görüp telaşla “Bir şey mi oldu?” diye sorarken genç kız ve delikanlı yollarını uzatmak için başka yollara giriyorlardı. Öyle çok dolaştılar ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in konutuna girmek üzereyken anca geldiler evin kapısına. Elleri usulca ayrıldı birbirinden.
Doyeon kapıyı açan ablasına hiç bakmadan önden girdi içeri, Taekwoon da arkasından. Genç kızın isteği üzerine delikanlı bahçede beklemeye başladı. Doyeon sundurmaya çıkarken “Geldiyse yanıma gönderin,” diye bağırdı Âlim Cha.
O sırada Veliaht Prens olan biteni bağırmadan anlatmaya çalışıyordu Wonsik’e. Genç adam kulaklarına inanamıyor, duyduklarını sindiremiyordu. Prens Sanghyuk hiç durmadan konuşuyordu. En sonunda ona “son” görevini verdi.

Bu görev ona verilirken Doyeon hayatında ilk kez babasından sopa yiyor, Taekwoon bahçede durmuş kızın bacaklarına vuran kızılcık sopasının sesini ve Âlim Cha’nın hakaretlerini dinliyordu.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Okuyanları görmek istiyorum T_T


16 Ocak 2018 Salı

kartozu mevsimi hep gelir! - unutsak da

Selam dostlar.
Size çok tuhaf bir şey söyleyeceğim. Doğum günüm başladı ve yerde hiç kar yok. Aslında kar olmaması kadar şu an doğum günümde olmak da tuhaf geliyor bana. Nedense yirmi yaşım hiç bitmeyecek gibiydi. Gerçi çift sayılı yaşlarımdan vazgeçmek her zaman zor gelmiştir bana. Tek sayılı yaşlarımdan bir tek on yediyi çok sevmişimdir, neden hiç bilmiyorum.
Duygusal bir doğum günü yazamayacağım kendime. Biliyorsunuz bu sene alışkanlıklarımı bırakmayı öğrendim. Alışkanlıklardan vazgeçmek bir alışkanlık halini alacak gibi gözüküyor.
Size söylemek istediğim şey, hiçbir şey bitmedi. Hala yapacak çok işim var ve çoğundan haberim bile yok. Hala yaşamam gereken bir hayat var ehehe.
Açıkçası düne kadar doğum günümün yaklaştığının farkında bile değildim. Belki de birkaç hafta önceden arkadaşlarım kutladığı içindir, nedense bu sene gerçek bir doğum günüm olmayacak gibiydi.
Ama olacak çünkü Mavi, Mavi'yi asla yalnız bırakmaz.
Aslında size yalan söyledim. Alışkanlıklarımdan vazgeçebilseydim hiç içimden gelmediği halde zırvalamazdım burada. Yanlış anlamayın, yazmak değil içimden gelmeyen. Açıkça bir doğum günü yazısı yazmak istemiyorum kendime.
Bugünlerde kafam pek çalışmıyor. Hissedemiyor gibiyim, boşluktayım.
Aslında doğum günlerinde gelen saçma hüzün dışında hiçbir şey yok şu an ruhumu saran. Hala neden okuyorsunuz bu yazıyı? Hiçbir anlamı yok, öylesine birbirine fırlatılmış cümleler var yalnızca.
Aslında bunu internette açıkça anlatmayacağımı düşünüyordum ama sanırım iç karartıcı bir doğum günü yazısı için uygun bir hikaye olacak.
Ben bana yardım edebileceğini düşündüğüm birine gittim: Bir psikoloğa.
Yardım edemedi. Hatta kendi ağzıyla yardımcı olamadığını da söyledi. Bu onun için mi bir başarısızlıktı yoksa benim için mi hala anlamış değilim. Beklentilerim çok mu yüksekti onu da bilmiyorum. Ama nedense bugün hep şunu düşündüm: Psikoloğa giden insanların çoğu silah ruhsatı alabilmek için gidiyorlardı. 
Orada oturup sıramın gelmesini beklerken bu insanları inceleme fırsatı buldum. O an hissettiğim endişe şimdi hissettiğimden çok da farklı değildi. Psikologların işi Türkiye'de silah ruhsatı almak isteyenlere rapor yazmak mı olmuş bu ülkede? Bana çektiğim acıların hayat kalitemi yükselteceğini söyleyen insanlar mı bu raporları yazıyor?
Gelecek yaşlarım için endişeliyim. Artık endişelerim kendimden çok başkaları için. Bazen bende endişelenecek bir şey kalmadığını düşünüyorum, iyi anlamda mı kötü anlamda mı bilemesem de...
Yirmi bir yaşına girmenin beni güldüren tarafı uluslararası standartlarda yetişkin kabul edilecek olmam. Yetişkin gibi gözükmüyorum, yetişkin gibi değil de yaşlı gibi hissediyorum, biraz da çocuk gibi. Olmam gereken yaşta değilim sanki.
Ama mutsuz muyum? Hayır.
Değilim.
Aksine sanki bu gün bana dokunmadan geçecekmiş gibi hissediyorum. Diğer günlerden farkı yokmuş gibi. Bakın, buraya kadar gelmeme rağmen bir damla yaş akmadı gözlerimden. Sadece biraz boğazım acıyor o kadar...
Geçen sene doğum günü yazımda ne yazdığımı çok hatırlamıyorum. Galiba unutalım bu günü demiştim. Ama bu sene unutmakla hatırlamak arasında bir fark göremiyor gibiyim. Kayıtsızım, evet doğru kelime bu.
Ya da belki bu da bir yalandır.
Kayıtsız olsam neden yıllardır sürdürdüğüm bu alışkanlığımı bir kenara atamayayım ki?
Bu sene kendime yalan söyleyip söyleyemediğimi fark edemiyorum. Sanırım en iyi özetleyen cümle buydu.
Yirmi yaş geçiş evresiydi, ama artık sana yirmili yaşlarında diyecekler Mavi. Buna hazır mısın? İki on yılı geride bırakmış olmak nasıl hissettiriyor? Bomboş. Öyle boş ki...
Belki de kar yağmadığı içindir.
Kargalar çıldırıyorlar artık. Karga olmak istemezdim. Hem kar yağmıyor, hem de çok uzun yaşıyorlar.
Ben uzun yaşamak istiyor muyum? Bilmiyorum. Bazen evet, bazen hayır. Ama yirmi birinci yaşımı uzun uzun yaşamak istediğimi, artık tadını çıkarmak istediğimi biliyorum.
Yirminci yaşım siliniyor sanki, hep silik kalacak gibi. Yirmi birinci yaşımı upuzun yaşasam da hatırlamak istiyorum, ama güzel anılarla. Buruk gülümsemelerle değil, kahkahalarla hatırlamak istiyorum.
Bu yaş iyi bir yaş olsun diliyorum.
Hepimiz için iyi birer yaş olsun bu yaşlarımız.
Seni seviyorum Mavi.
İyi ki doğdun.
Doğum günü hediyen de direkt Koreceden çevirdiğin ilk şarkı olsun o zaman. İsmi neden şemsiye değil diye düşünme de... Senin için adı da şemsiye olsun.
İyi ki varsın. İyi ki varım.
Endişelerimizi umutlarımızın rahatlatması umuduyla...
Mavi kalın!

12 Ocak 2018 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #22

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Kervan gözden kaybolur kaybolmaz, insanlar bekleşmekten sıkılıp dağılmaya başladılar. Âlim Cha kızının elini tutmuş onu mektebe davet ediyor, genç kız reddettikçe ısrarla kolunu çekiştiriyordu. Taekwoon sükûnetini korumak, önceki gece verdiği sözleri tutabilmek adına gözlerini başka yerlere dikmeye, abisine dokunup onun ilgisini kendisine çekmeye çalışıyordu.
Jaehwan orada değildi. Ayrılık acısı çeker gibi bir hali yoktu, öfkeli de sayılmazdı. Uyuyordu sanki. Delikanlı kendi öfkesinden onun bu halini fark edemiyor gibiydi.
“Beyim!” Uykusundan aniden sıyrıldığı için ses tonunu kontrol edememişti. “Geliyorlar.”
“Ne? Geri mi dönüyorlar?” Âlim Efendi kervanın uzaklaştığı yola doğru dönüp gözlerini kıstı.
“Hayır, onlar değil. Şeyler…” Kemikli işaret parmağını tam aksi yöne uzatıp mektebe yaklaşan iki genç adamı işaret etti. Onları üzerlerindeki gösterişsiz kıyafetlerle tanımak zordu.
“Prens Hazretleri!”
Cha Hakyeon’un sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Prens Sanghyuk sakince elini kaldırıp onu daha fazla devam etmekten alıkoydu.
“Geldiğimi bilsinler isteseydim kaftanımı kuşanıp tahtırevanla gelirdim, değil mi Âlim Efendi?”
“Bağışlayın efendim. Sizi burada görmeyi beklemiyorduk.” Doyeon hemen babası gibi eğilmiş, yüzünde hınzır bir ifadeyle eteklerinin altından ucu gözüken pabuçlarına bakıyordu.
“Misafirlerinizi bir de sizinle birlikte yolculayalım demiştik, lakin geç kaldık görüyorum ki…”
“Vakitleri varsa Majestelerini mektebimizde ağırlamak isteriz.” Genç kız başını kaldırmış nişanlısına gülümsüyordu. Aynı karşılığı alamamak onu etkilemedi, dönüp yanında kılıcıyla duran Efendi Lee’ye gülümsemeye devam etti.
Veliaht Prens hiçbir şey söylemeden kapıda kılıç ustalarına gözünün ucuyla bakarak avluya süzüldü. Arkadaşı da peşinden girdi.
“Emriniz var mı beyim?” Jaehwan artık kendine hâkim olmakta çok zorlanan kardeşinin bileğini kavramış, oradan kaçmaya hazırlanıyordu.
“Hana gidip dinlenin, öğlen işiniz olabilir.”
“Baş üstüne!”
Âlim Cha da tıpkı yaverinin kardeşine yaptığı gibi, yanında duran kızının bileğini sıkıca tutup peşinden sürükledi. Kaçmasından korkar gibi bir hali vardı, lakin hanımefendinin öyle bir niyeti yok gibiydi.
Veliaht Prens tek kelime etmeden mektebin avlusunu geçip binaya girmiş, koridorları hızlıca yürümeye ve iç odaya doğru ilerlemeye başlamıştı. Efendi Lee de onunla aynı hızla ilerliyor, bedenini arkadan gelenlerle Genç Prens arasına siper ediyordu.
Odaya girer girmez, Prens Sanghyuk kendi konutuna girmiş gibi yerleşti Cha Hakyeon’un yerine. Dimdik oturdu ve hatta diğerlerini içeri çağırdı neredeyse.
Doyeon Hanım pelerinini babasının yanındaki mindere bırakıp çay hazırlamak için müsaade istedi.
“Sizin şu delikanlı nerede? Çayı onun elinden içmek isterdim, nicedir görüşmedik.”
Âlim Efendi dişlerini sıkmamak için büyük bir çaba harcadı, onun yerine iç organları sımsıkı yapışmış gibi hissetti. Bu çocuk az önce yaverlerini gönderdiğini açıkça duyduğu için yapıyordu bunu, üstüne gelmek için.
“Ne yapmalı Majesteleri? Az evvel istirahat etsinler diye gönderdim onları. İsterseniz adam göndereyim arkalarından. Lakin gelmeleri zaman alacaktır.”
Genç Prens hafifçe gülümsedi. Şimdi çağırsa Doyeon’un çay getirmesinden daha hızlı geleceklerini biliyordu. Fakat buna gerek yoktu, o istediğini almıştı. “O halde müstakbel zevcemin ellerinden içelim.”
“Baş üstüne!” Genç kız neredeyse şakımış, kapıyı kapatır kapatmaz da koşmaya başlamıştı.
O çıkar çıkmaz Sanghyuk’un yüzündeki gülümseme siliniverdi. Çatık kaşlarıyla kayınbabasına baktı.
“Hocam.”
“Buyurun Prens Hazretleri…”
“Bugünlerde biraz tedirginim.” Bir bebek gibi dudağını büzüp kollarını göğsünde kavuşturdu. Efendi Lee gülmemek için başını eğdi.
“Niçin efendim?”
“Dayım… Biraz şüpheli davranıyor gibi.”
Cha Hakyeon’un bunu beklemediği aşikârdı. Hafifçe öne eğildi, kaşlarını kaldırdı. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Farkında değil misiniz?” Prens Sanghyuk ayağa kalktı, solundaki kitaplığı karıştırmaya başladı. “Hanesinden sürekli ulaklar çıkıyor.” Bir defter seçip tekrar yerine oturdu, rastgele bir sayfa açtı.
Efendi Lee, Cha Hakyeon’un öfkeli bakışlarını görünce içinde tutmaya çalıştığı kahkahasının başı çıkıverdi dudaklarından. İkisinin de kendisine döndüğünü fark etmemiş gibi öksürdü sonra, gülmediğini kanıtlamaya çalışır gibi göğsüne de vurdu.
“Tabii,” diye devam etti Genç Prens. “Siz sarayda pek meşgulsünüz artık. Haberiniz olmaması da doğal neticede. Benim yerime çoğu meseleyi de çözdüğünüz için benim vaktim bol.”
“Haşa Majesteleri, sizin yerinize ben nasıl…”
“Kayınbabam olarak bittabi benim yerime bazı meselelerle meşgul olacaksınız. Siz yanımda olduğunuz için böylesine kendime güveniyorum ya… Bakın kendim çözmek yerine size danışmaya geldim. Haberiniz olmadığını biliyordum çünkü Baş Müşavir.”
“Onur duydum Prens Hazretleri.”
“Ne demek istediğimi anladığınızı varsayıyorum.”
“Anladım efendim.”
Veliaht Prens’in defterin sayfalarını çeviren parmakları durdu. Cha Hakyeon’un gözleri açık sayfaların arasında duran kâğıt parçasına kilitlendi.
“Anladınız mı?”
“Evet.”
İki genç adam dalıp gitmiş bu ihtiyara bakmak için başlarını kaldırdılar. O kendine gelene kadar birbirlerine bakacak vakti de bulmuşlardı.
Prens Sanghyuk farkında olmadan yapıyormuş gibi kâğıdı defterin arasından aldı usulca. Âlim Cha yutkundu.
“Anladıysanız neden benim için bu meseleyi de halledeceğinizi söylemiyorsunuz Baş Müşavir?”
Âlim Efendi uykusundan uyanır gibi kendine geldi. Bakışlarını yere indirdi. “Bağışlayın Majesteleri. Elbette sizin için hiçbir sorun çıkmadan bu meseleyi halledeceğim. İçinizi ferah tutun.”
“Dün gece uyuyamadınız mı yoksa? Pek dalgınsınız. Ah şuna bakın, size derken ben de dalıvermişim. Notlarınızı karıştırıyorum. Kusuruma bakmayın.” Kâğıdı açmadan defterin içine bıraktı.
“Estağfurullah tüm yazılarım size feda olsun.”
Prens Sanghyuk nihayet güldü. Ayağa kalktı. “O zaman size güvenip bekleyeceğim kayınbabacığım.”
“Teşekkür ederim Prens Hazretleri.”
Cha Hakyeon ayağa kalkana kadar Efendi Lee onun yerine açmıştı kapıyı. Veliaht Prens dimdik kapıya yürüdü. O sırada Doyeon elinde tepsiyle geliyordu.
“Gidiyor musunuz Prens Hazretleri? Lakin daha çayınızı içmemiştiniz…” Gözlerinde samimi bir hüzün seçiliyordu.
Sanghyuk da ona gülümsedi. Tereddütle elini kaldırdı. Genç kızın yumuşak yüzünü okşadı usulca. “Üzgünüm.”
“Hayır, Majesteleri. Üzülmeyiniz. Size çay yapacak çok vaktim olacak bundan böyle.”
Eli nişanlısının yüzünden omzuna indi, omzunu tutup sıktı. “Haklısın. Kendine iyi bak.”
“Siz de efendim. Dikkatli gidiniz.”
Efendi Lee dostunun peşinden ilerlerken geriye dönüp elinde tepsiyle dikilen Doyeon’a baktı. O zaman genç kız Efendi Lee’nin de Veliaht Prens kadar üzgün olduğunu ve bunun çayla alakası olmadığını anladı.
***
Âlim Kim hana giden delikanlıların yolunu kesmiş, Jaehwan’dan kendisiyle gelmesini istemişti. Taekwoon ikisinin birbirine ve kendisine bakışlarından bu görüşmeyi kimseye söylememesi gerektiğini anlamış, tuhaf bir durum olduğunu sezinlemişti. Soru sormadan yürümeye devam etti.
Wonsik, Jaehwan’ın evine gelmesini istiyor, ısrar ediyordu. Kılıç ustası ise her ne kadar yüreğinden gitmek geçse de reddediyordu.
“Neden böyle yapıyorsun abi?”
“Bilmediğinizden mi soruyorsunuz beyim?”
“Bilmiyorsam söyleyecek misin?”
Jaehwan derin bir nefes aldı. Evlerden uzaklaşmış, bir köşe başında dikilmiş konuşuyorlardı.
“Sizin benden daha iyi biliyor olmanız lazım. Rica ederim şu çocukça inadınızı bir kenara bırakın. Bugün Veliaht Prens’in yüz ifadesini gördüm.”
Genç âlim şaşırmış görünüyordu. Kaşlarını çattı. “Nerede gördün?”
“Az önce mektebe geldi.” Wonsik’in bozulduğunu görmek zor değildi. Başını çevirdi. “Bilmiyor muydunuz?” Bu sorunun ardından gelen sessizlik ikisini de utandırmış, cevap halini almıştı. “Her neyse beyim. Bu bile neler olduğunu anlamanız için yeterli. Lütfen siz de bundan sonra adımlarınızı mümkün mertebe dikkatli atın. Müsaadenizle…”
Jaehwan selam verip yürümeye başladı.
Âlim Kim “Annem çağırmıştı,” diye seslendi arkasından. “Jiwon sana çizdiklerini göstermek istiyordu.”
Kılıç ustası durdu, dönüp tekrar selam verdi. “Teşekkür ettiğimi ve özür dilediğimi iletiniz. Âlim Cha’nın muhafızı olarak değil, abiniz Jaehwan olarak…”
***
“Bir süre gelmezsin sanmıştım,” dedi Taekwoon hemen arkasından odaya giren abisine bakıp. “Ne zamandır görüşmüyordunuz, özleşmişsinizdir.”
Abinin kaşları çatıktı. Yeleğini çıkardı, saçlarını bağlayan çaputu çözdü. “Görev olmadığı için görüşmüyorduk Taekwoon. Birbirimizi özleyecek kadar yakın değiliz.” Çoraplarını da çıkarıp uzandı. “Çağıran olursa uyandırırsın. Başım ağrıdı, kestireceğim.”
Yalancı, diye düşündü delikanlı. Daha dün gece onu kendisinden başka koruyacak kimse yok diye ağlamak üzereydi bu adam.
Yüklüğe sırtını yaslayıp dizlerini karnına çekti. Kendisinin de başı ağrıyordu, ama uyuyarak geçmezdi. Gözünün önüne sırf kendilerini kötü hissetsinler diye kervanı uğurlamaya gelen ve nişanlısını görünce heyecanlanan Doyeon geldi.
“Kıskandım galiba abi,” dedi. Jaehwan gözlerini açtı.
“Gördüm.”
“Düğünlerinde de beni görevlendirirler mi?” İç çekti.
“Hepimiz orada oluruz muhtemelen.”
“Prense saldırırım diye korkuyorum.”
Abisi güldü, yattığı yerde dönüp kardeşine bir tekme attı. “Bu sefer Wongeun Bey de yok, nasıl kapatırım seni depoya?”
“Evlenmelerini istemiyorum.”
“Eminim kimse evlenmelerini istemiyordur.”
“Ama bu izdivaç gerçekleşmezse her şey daha kötü olacak değil mi?”
“Muhtemelen.”
“Evlenirlerse de…”
“Oradan sonrasını düşünmek bize düşmez. Eminim herkesin bir planı vardır.”
“Korkuyorum.”
“Kral bile korkuyordur eminim.”
“Ben Doyeon’un çocuklarıyla, Wongeun Bey’in Kwangjae’yle arkadaş olduğu gibi arkadaş olamam abi.”
“Taekwoon…”
“Of bilmiyorum. Uyu hadi sen, bir şey olursa uyandırırım.”
Jaehwan uyumadı, haber de gelmedi. Biri uzanmış, biri oturmuş; açtıkları arka kapıdan esen serin rüzgâra aldırmadan bahçeyi izlediler boş gözlerle. Taekwoon eve gitmek istediğini düşünüyordu, yeğenini çok özlemişti. Jaehwan’ın aklı Âlim Kim’de kalmıştı. Karnının gurultusu Kim Hanım’ın yemeklerini hatırlatıyordu. Bugün onunla gitmek istemişti. Belki de son kez gitmeliydi.
Peş peşe iç çekmelerle gün bitmişti. Güneş batmış, rüzgârlar şiddetlenip durulmuş, kuşlar susmuş, köpekler ulumuş, yıldızlar çıkmıştı. Yerlerden birazcık bile kımıldamadan öylece durmuşlardı bütün gün. Baş ağrıları şiddetlenmişti, karınları iyiden iyiye acıkmıştı.
Hancı kadın sundurmaya yemek bıraktığını haber vermek için kapıyı tıklatınca ikisi de doğruldu. İştahları yoktu, sırf meşgale olsun diye yediler.
Taekwoon boşalanları mutfağa götürmek için çıktığında Jaehwan saçlarını taramaya girişti. Delikanlı geri gelince o da üstündekileri değiştirdi. Birbirlerine tek kelime etmeden hazırlanıp aynı anda handan çıktılar.
Biri bahçesi kamelyalı eve doğru yürümeye başladı, diğeri ikinci annesinin bulunduğu eve doğru. İkisi de içeri girip girmeyeceklerini bilmiyordu. Sadece yürümek istemişlerdi.
Kamelyalı evin kapısına gelmeyi geciktirmek için etrafında iki tur attı delikanlı. En sonunda cesaret edip hafiften vurdu tokmayı. Kimse duymayacaktı böylece, o da bunu bahane edip gidecekti.
Lakin daha saniyeler geçmeden aralandı kapı. Sanki biri arkada durmuş onun gelmesini bekliyordu.
“Ne için geldiniz?” Doyeon’un ablasıydı bu.
“Doyeon Hanım çağırdı,” diye yalan söyleyiverdi Taekwoon.
“Ne zaman çağırdı?”
“Öğlen… Akşam gelmemi söylemişti.”
“Şu an pek müsait değil.”
“Önemli demişti.” Genç hanımefendinin huzursuzluğu yüzünden okunuyordu. Her an bağırmaya başlayacakmış gibi gözüküyordu. “Bir sorun mu var hanımım?”
“Hayır. Bekleyin burada. Gidip soracağım.” Kapıyı aralık bırakıp bahçeyi geçti. Delikanlı başını uzatıp içeri baktı. Yalnızca mutfakta ışık vardı. Karanlık ve sessizdi her yer. Bunun ne anlama geldiğini bilemedi Taekwoon.
Doyeon kendisini içeri çağıracak mıydı, emin olamıyordu. Belki de buraya gelmekle hata etmişti. Hanımı beklemeden geri dönse daha iyi olacaktı galiba. Kimse olmadan kapı açık kalmasın diye tokmağa uzanıyordu ki içeriden silik bir çığlık duydu.
Ne olduğunu anlamadan kendisini sese doğru koşarken buldu. Şimdi evin büyük kızı da ortalıklarda gözükmüyordu. Sundurmaya çıkmaya hazırlanıyordu ki tam karşısındaki kapı açıldı.
“Uzak dur benden!”
“Doyeon…” diye fısıldadı Taekwoon. Kızcağız öyle hızlı çıkmıştı ki az daha delikanlıya çarpıyordu.
Gözleri kan çanağıydı. Yine titriyordu, rengi solmuştu. Eteklerini sımsıkı tutmuş, yeniden koşmaya hazırlanırken birkaç saniye sevdiği adamın gözlerine baktı. Devam etmeden önce dönüp bir kez daha ardına baktı. Delikanlıya çarpıp gitti.
Taekwoon başını kaldırdığında göreceği şeyin ne olduğunu biliyordu. Biraz daha çökmüş ve küçülmüş, her şeyden biraz daha pişmanlık duyan, yumuşak suratlı bir ihtiyar…
“Ne zaman bitecek?” dedi dişlerinin arasından. “Siz bile yoruldunuz artık.”
Sevdiğinin peşinden gitmek üzere döndü.
“Yalnız bırak,” derken sesi de yaşlı çıkıyordu Âlim Efendi’nin. “Yalnız kalmaya ihtiyacı var.” O sırada Hyeyeong Hanım mutfaktan olanları izliyordu, delikanlıyla göz göze geldiler.
“Bence sizin yalnız kalmaya ihtiyacınız var beyim,” dedi Taekwoon. “Düşünecek çok şeyiniz var.”


mavinot: Upuuzuuuun bir aradan sonra tekrar birlikteyiz. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Sona çok yaklaştık!