Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Doyeon bütün gün babasının gelmesini beklemişti.
Elinde annesinin tutuşturduğu iğne iplik, dizlerinin üstünde dokunsan
kirlenecek kadar temiz, bembeyaz bir kumaşla sundurmada oturup boş gözlerle
yitip giden günü izlemişti.
Bugün insanlar ondan bakışları ve sözleriyle,
dokunuşlarıyla özür dilemişlerdi. Bu onu rahatlatmamıştı. İçinde, yaşadıkları
yüzünden alevlenen yangının sönmesi mümkün olmayacak gibiydi. Lakin o gün
aklını kurcalayan bambaşka bir şeydi.
Çocukluk ettiğinin farkına varmıştı. Bir kez
daha eli kolu bağlı oturmak zorunda kalacağını hissediyordu. İsminin önündeki
“Âlim Cha Hakyeon’un kızı” sıfatından sonsuza dek kurtulmak istemişti. Nasıl
yapacağını sanmıştı ki? Babasının himayesinden çıkıp başka bir adamın
himayesine girerek mi? Eğer öyleyse yine kendisi olamayacaktı ki… Veliaht Prens
Sanghyuk’un zevcesi Veliaht Prenses Doyeon olacaktı bu defa. Ne yazıktı, herkes
onu yalnızca başkasının gölgesinde kalan ismiyle hatırlayacaktı.
Kafasına Prens’in kendisine üzgün olduğunu
söylemesiyle dank etmişti bu. O kısa “Üzgünüm,” lafı “Boşuna seviniyorsun beni
görünce, karım olmaktan fazlası olamayacaksın, üzgünüm,” demek miydi? Koskoca
ülkenin prensi, hem de veliaht prensi, aciz bir kadını kendi gölgesinden bile
kurtaramayacaktı öyle mi?
Ama asıl aptal olan Doyeon’du. Güya kendi
kendini kurtaracaktı. İşte yine bir başkasının elini tutmasını bekliyordu. Bir
başkasının eteğine saklanıp rahatlamak istiyordu.
Ne yapabilirdi ki? Annesi de dedesinin ismiyle
anılıyordu bir zamanlar. Şimdi de kocasının adıyla… Bütün Hanyang onu tanırdı,
görünce hayranlıkla bakardı. Ama o Hyeyeong Hanım değil, Âlim Cha’nın zevcesi
Hyeyeong Hanım’dı.
Ana Kraliçe bile bugün yalnızca bir erkeğin
annesi olarak anılıyordu dünyada. Bir erkeğin annesi olduğu için saygı görüp o
sarayda yaşıyordu ve o erkeği doğurabilmek için, yine bir erkeğin karısı olarak
anılması gerekmişti.
Ne yapacağını bilmiyordu Doyeon. Kendi adıyla
anılmak istiyordu yalnızca.
Rüzgâr esti. Omuzlarına bir ürperti bindi,
hafiften titreyince kucağındaki kumaş kayıp toprağa düştü. Saat geç olmuştu,
hava kararmıştı. Belki de babasını içeride beklemek daha iyi olacaktı.
Toparlanıp elindekileri odasına bıraktı ve Âlim Efendi’nin odasına gitti.
Minderin birine oturdu, mum yakmadı. Belki
babası gelene kadar biraz uyuklayabilirdi. Saatlerdir düşünmek onu yorgun
düşürmüştü. Sırtını duvara yaslayıp gözlerini yummuştu ki kapı aralandı. Genç
kız kımıldamadan dinledi. Hırıltılı bir nefes alış duyuyordu.
Kendini korumak için ayağa kalkmaya hazırlandı.
Lakin o bir şey yapamadan kapıyı aralayan kişi yere bir zarf bıraktı usulca ve
gitti.
Doyeon önce getiren kişi içeri girip zarfı
masaya bırakmadığı için mektubun kendisine geldiğini düşündü. Bir mum yaktı.
Zarfı eline aldı. Üstünde babasının adı yazıyordu.
Normal bir durumda bırakırdı, ama bu gizemli
geliş kafasını karıştırmıştı. Acil bir şey olabileceğinden korktu. Aslında bunu
daha sonra bahane olarak kullanacağını söyledi kendine. Daha çok babasına neden
böyle gizli saklı bir mektubun geldiğini anlamak istediği için açacaktı zarfı.
Kısacıktı, mektup denemezdi. Bir pusula belki.
Gözlerinden yaşlar akarak okudu defalarca. Saç telleri kafatasına batıyormuş
gibi hissetti, kolları uyuştu.
Koridorda ayak sesleri duyunca ilk işi mumu söndürmek
oldu. Sonra pusulayı düzgünce katlamaya çalıştı. Ama titriyordu, yapamadı.
Neden kaçıyordu ki? Artık kimden kaçıyordu? Kaçması
gereken kendisi değildi.
Kapı açıldığında arkası dönüktü. Bir şeyler
yapabilmek için biraz cesarete ihtiyacı vardı. Elindeki kâğıtlar sımsıkı olan
yumruğunun içinde buruşuyordu.
“Doyeon,” dedi Âlim Efendi son zamanlarda
kızının duyduğu en yorgun sesle. “Babanı mı bekliyordun?”
Genç kız derin bir nefes aldı, sesi titremesin
diye biraz bekledi. “Evet, seni bekliyordum.”
“Bir şey mi oldu yavrum?” Döndü. Gökyüzünde
iyice belirginleşen ay, ışıklarını odaya salıyordu. Kızın yüzünde gözyaşları
parladı.
“Senin yerine bu geldi.” Elindeki kâğıt
tomarını yere attı. “Ben gerçekten senin kızın mıyım baba?”
“Ne saçmalıyorsun?” Cha Hakyeon yere eğilip
pusulayı aldı. Sadece şöyle bir bakıp tekrar yere attı.
“Ne o? Önümde okumaya utanıyor musun yoksa?”
“Doyeon… Dinle beni…” Ellerini öne uzatıp
kızını tutmaya çalıştı.
“Yazık… Hepimize çok yazık ettin baba.” Genç
kızın aklından milyonlarca şey geçiyordu. Kendine inandırıp dava diye
heyecanlandırdığı insanlardan başlayacaktı lakin aklına bambaşka bir şey geldi.
Dizleri tutmaz oldu. Hıçkırıklarla yere çöktü. “O gün… O gün de mi? Beni tüm
hanedanın önünde rezil ettikleri o gün de mi ellerinden tutuyordun baba? Ne
zamandan beri düşman dediğinle aynı yolu tutuyorsun?”
Öz kızının perişan halini görmemek için hafifçe
yan döndü, ellerini arkasında birleştirdi. “Dava uğruna feda etmemiz gereken
çok şey var. Duvar örmek için çamura da ihtiyaç vardır.”
“Daha neyi feda edeceksin? Daha hangimizi feda
edeceksin? O adamın umurunda mı senin şu dava dediğin!”
“Babana akıl öğretmeye
mi kalkıyorsun? Sonsuza kadar böyle gitmeyecek ya bu!”
Doyeon ellerini
titreyen dizlerine bastırıp ayağa kalkmaya çabaladı. Âlim Efendi kolundan tutup
ona yardım etti. Genç kız bir anda kendisine sarılınca neye uğradığını şaşırdı.
“Yapma baba. Ne olur
yapma. Yüreğinde bir damlacık sevgi varsa benim için, bizim için… Yapma bunu.
İstediği şeyi verme ona.”
Kızının titreyen
omuzlarını sıkıca sarıp kırmızı kurdeleli saçını okşadı usulca. “Doyeon’um…
Korkma. Babana güven çocuğum.”
Genç hanımefendi başını
kaldırıp aniden kendisine epey bir yabancılaşan bu ihtiyara baktı. Eskiden
tecrübeyi çağrıştıran yüzündeki çizgiler, artık insanın ağzında acı bir tat
bırakıyor gibiydi. Birden kendini topladı, gücünü geri kazandı. Silkinip
uzaklaştı.
“Eğer mektupta yazanı
yaparsan… Evlenmeyeceğim.”
“Doyeon…”
“Bir daha ismimle
seslenme bana.”
“Yapma.”
Eteklerini toplayıp var
gücüyle koşmaya başladı. Karanlıktı, gözlerinden hiç durmadan yaşlar akıyor ve
başı dönüyordu, önünü göremiyordu. Yine de hiç durmadı. Sundurmaya çıkan kapıyı
açarken babasının hemen ardında olduğunu fark etti.
“Uzak dur benden!” diye
cıyakladı. Tam o anda kulağına kendi ismi çalındı, yumuşacık bir fısıltıyla.
Durup önüne baktı.
Şu anda görmek istediği
en son kişi karşısında duruyordu. Yüzünde endişeli ve öfkeli bir ifade vardı.
Doyeon onun buna şahitlik etmesini istemezdi, ama bir yandan da ona sarılmaK ve
kendisini buradan götürmesini rica etmek istiyordu.
Dönüp babasına baktı. Gözleri
iyiden iyiye kararıyordu. Farkında olmadan delikanlıya çarptı ve hiç durmadan
koşmaya devam etti.
***
“Abi?”
“Beyim…” Jaehwan
çıkmaya hazırlandığı ağacın gövdesine yaslanmış, ürkek bakışlarla Âlim Kim’e
bakıyordu.
“Burada ne yapıyorsun?”
“Şey… Hiçbir şey… Siz…
Gece vakti… Dışarıda ne…”
“Hava almaya çıktım.
İçim daraldı biraz.”
“Anladım.” Doğruldu.
Ellerini önünde birleştirip küçük bir çocuk gibi yere baktı. Gitmek için bir
bahane aradı.
Wonsik koşup kendisine
sarılınca neye uğradığını şaşırdı. “Geldiğin için teşekkür ederim abi.”
Jaehwan onun için
gelmediğini, sadece buradan geçtiğini söylemek istedi. Ama söylemeyecekti.
Yapamayacaktı.
“Özür dilerim beyim.”
“Ne diyorsun sen?”
“Gelmemeliydim. Sizi
zor durumda bırakıyorum.”
Âlim Kim birkaç adım
geri gidip kılıç ustasının yüzüne baktı dikkatle. “Âlim kardeşimin norigesini
elime aldığım an zor durumda kalacağım kesinleşmişti zaten. Ben hazırlıklıyım.
Keza dostum Hongbin ve Veliaht Prens de hazırlıklıydılar bu duruma.”
Jaehwan aniden yükselen
öfkesini bastırmaya çalışarak dişlerini sıktı. “Sizi bile bile ateşe
attıklarını mı söylüyorsunuz?”
“Hayır, bile bile ateşe
atladığımı söylüyorum. Sen de öyle değil misin? Taekwoon da öyle değil mi?
Hepimizin bir gayesi var abi, yalnızca hocamın değil.”
İtiraz etmek istedi.
Ateşe atılanlar yalnızca bizim gibilerdir, sizin gibi efendiler ateşe atanlar
olabilir yalnızca; demek istedi. O ağzını açamadan Wonsik onu kolundan
yakalayıp içeri sürükledi. Jiwon kendisini görmeden gittiğini öğrenirse çok
kızarmış, annesi çok üzülürmüş, öyle dedi.
Kılıç ustası,
gönülsüzmüş gibi yapsa da içeri girdiği için mutluydu. Odasının kapısını
aralayıp dışarı bakan Jiwon’u görünce gülümsedi.
Âlim Kim’in kendisinden
farklı olmadığını o gün anladı. Kendisi bir efendi için neyse, Wonsik de bir
veliaht prens için o kadardı işte.
***
Doyeon sevgilisinin
peşinden geldiğinin farkında olmadan ve ne yapacağını, nereye gideceğini
bilemeyerek bir süre avare gibi dolaşmıştı sokaklarda. Hüngür hüngür ağlamış,
üşümüştü. Ayağının takıldığı da olmuştu, ama düşmemişti. Bazen keşke düşüp
ölsem diye düşünmüştü.
Başlarda aklına gelen
iki yer vardı: Han ve saray. Kendisini kabul edebilecek yalnızca buralar vardı.
Lakin faydası olmazdı, sorulan sorulara cevap veremezdi, gönlünce ağlayamazdı,
istediği sıcaklığı bulamazdı. Gerçi nasıl bir sıcaklık istediğini de
bilemiyordu. Bir süre bunu aradı.
Cevabıysa bahçesinde
çocukların koşturup şarkılar söylediği o köşkün kapısına gelince buldu. Bir
anneye ihtiyacı vardı. Sırtını sıvazlayıp ağlamasına izin verecek bir anneye…
Yumruğunu sıkacak gücü
bile yoktu, kapıya zar zor vurdu. Hıçkırıklarının arasından “Gongju Teyze…”
diye seslendi. “Ben Doyeon.”
Kapıyı arkasında
bekleşenlerden daha büyük olan bir erkek çocuğu araladı. “Doyeon Abla, burada
ne yapıyorsunuz?”
Kızcağız cevap
veremeden Han Gongju çocukların arasından sıyrılıp kapıya geldi. Hiçbir şey
sormadan baktı bir süre. Sonra kapıyı ardına kadar açıp başıyla girmesini
işaret etti. Ama sanki Doyeon’a değil de arkadaki birine izin vermişti. Genç
kız dönüp baktı.
Delikanlıyı gördüğünde
dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Hızlı bir adım atıp Gongju Hanım’a dayandı, utanç
içinde gözlerini kaçırdı. Neden geldiğini soramadı. Sormadan cevabını
bildiğinin bile farkında değildi.
Gongju Hanım’ın evinde
her zaman yemek pişerdi, her an yemeye hazır yemek bulunurdu. Evde o kadar çok
çocuk vardı ki kimin ne zaman acıkacağı belli olmazdı. O akşam bu kibar hanım,
iki koca çocuk için hazırladı sofrayı. Doyeon’la Taekwoon bahçede yan yana
oturup çocuklarla birlikte mutfakta uğraşan kurtarıcılarını izlediler.
Taekwoon kılıcını
getirdiği için pişman oluyordu. Böyle bir yere kan dökmeye aşina bir eşyayla
girilmemeliydi. Çocukların kendisinden çekindiğini de hissediyordu.
Yemek hazır olunca
Doyeon karnının aç olmadığını, yalnızca hanımefendiyle konuşmak istediğini
söyledi. Delikanlı oturup sessizce yemeğini yemesi gerektiğini anladı.
Onlar gitmeden hafifçe
eğilip Gongju Hanım’ın kulağına fısıldadı. “Kılıcımı çocukların görmeyeceği bir
yere koyabilir misiniz hanımım?”
“Tabii evladım, ver.”
Hanımefendi, sanki elinde yemek çubuğu tutuyormuş gibi ağır kılıcı alıp hızla
eve girdi, genç kız da peşinden gitti.
Delikanlı yemek yerken
çocuklar onunla ilgilenmeye başladılar.
“Doyeon Abla’ya ne
oldu?”
“Siz kimsiniz?”
“Âlim Amca’nın muhafızı
mısınız?”
“Doyeon Abla’nın
sevgilisi misiniz?”
“Saçmalama, Doyeon Abla
bir prensle evlenecek. Muhafız Bey ablamızı korumaya gelmiştir.”
“Neden
konuşmuyorsunuz?”
“Neden yemek
yemiyorsunuz?”
“Bu gece burada mı
kalacaksınız?”
Herkesten uzakta oturmuş
elinde bir topaç tutan bir kız çocuğu, onlara bakmadan yüksek sesle araya
girdi: “Doyeon Abla’yı siz mi ağlattınız?”
Taekwoon sarsılmamaya
çalıştı. Zar zor tuttuğu kaşığını bırakıp gözlerini kapattı, derin bir nefes
aldı. “Hayır,” dedi. “Ben ağlatmadım.”
O sırada Doyeon, Gongju
Teyze’nin kollarında yarı uyur yarı uyanık ağlamaya devam ediyordu. Kadın
hiçbir şey sormadan yalnızca saçlarını okşuyor, “Ah benim bahtsız evladım,”
diyordu. “Ah benim kimsesiz çocuğum.”
Han Gongju kimsesiz
çocukların annesiydi. Doyeon’un, Taekwoon’un ve nicelerinin… Genç kız artık
burada yaşayabilirdi, nasıl olsa yapayalnızdı artık.
“Anne,” dedi kendi
annesinin hayaliyle. “Anne… Benim annem yok artık…”
Uykuya dalarken
annesinin babasını kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini düşünüyordu.
***
Taekwoon gece
çocuklarla sohbet etti, akıllarını bulandırmamaya dikkat ederek Doyeon’a olan
sevgisini anlattı. Onu her gördüklerinde sarılmalarını, öpmelerini istedi.
Doyeon Abla’nın buna ihtiyacı vardı. Öpücüklere ve sevgiye…
Gece ilerledikçe
küçüklerden başlayarak çocuklar bir bir uyuyakaldılar sundurmada. Gongju Hanım
gidip uyumaları için ısrar etmiyordu kalanlara, uyuyanı kucaklayıp içeri
götürüyordu yalnızca.
En sonunda Taekwoon ve
topacını elinden bırakmayan kız kalmıştı dışarıda. Kızın başı Taekwoon’un
dizinde, gözleri kapanmak üzereydi. Evin hanımı bütün gece gözünü kırpmamış,
hep uğraşacak bir şeyler bulmuştu.
Hava alacakaranlığa
kavuşmuştu, Gongju Hanım uyuyan kız çocuğunu içeri götürmek yerine üzerine bir
yorgan örtüp delikanlının yanına oturdu.
“Ne olduğunu etraflıca
anlat bana,” dedi. Taekwoon başını eğdi.
“Olanları biliyorsunuz
ya hanımım. Bize olanları da… Ona olanları da… Bildiğinizi biliyorum.”
“Hayır çocuğum. Bu
kızın hali hal değil. Başka bir şey olmuş. Babasına Âlim Cha diyor. Kendimi
güvene almam gerektiğini de söyledi. Hiçbir şey anlamadım dediklerinden.”
“Ben de bilmiyorum.
Sadece beyimden kaçışını gördüm. Korkmuş gibiydi.”
Yine yapacak bir iş
olsun diye ayağa kalktı hanımefendi. Delikanlının dizinde yatan kızı kucağına
almaya hazırlandı. “YanındaN ayrılma evladım. Gerekirse getir bana. Sen de gel
istediğin zaman, olur mu?”
“Peki hanımım.”
Taekwoon da uyumak
istiyordu biraz. Olduğu yere kıvrılıp yatmayı düşündü. Evde kendisine yer
olduğunu sanmıyordu, o kadar çok çocuk vardı ki… Üstelik Doyeon rahat uyusun
diye o odadakiler de diğer odalara sıkışmıştı.
Eğer uyursa genç kızın
kendisini atlatıp kaçabileceğini düşündü bir an. Sonra bu düşünceyi bir kenara
bıraktı. O kadar gücü kalmamıştı, denese bile Gongju Hanım izin vermezdi. En
iyisi biraz uyumaktı.
Pabuçlarını çıkarıyordu
ki bir kapının aralandığını duydu. Çıplak ayaklar sundurmayı geçip kendisine
doğru geliyordu. Döndü. Şiş gözleriyle, beyaz içlikleriyle, açık saçlarıyla
Doyeon’u gördü.
O ayağa kalkmaya fırsat
bulamadan kız gelip onun yanına oturdu.
“Uyandın mı Doyeon?”
Ağzından bir anda çıkmıştı bu sözler, içinden öyle gelmişti. Kendisi de şaşırdı
ama geri adım atmadı.
“Gitmişsinizdir diye
korktum.” Kızın omuzları titreyince, az önce Gongju Hanım’ın almadığı yorganı
omuzlarına örttü Taekwoon.
“Benim görevim…”
“Beni korumak,
biliyorum beyim. Ama burada kimsenin bana zarar veremeyeceğini siz de
biliyorsunuz.”
Delikanlı vazgeçti. İç
çekti. Beyazlayan gökyüzüne baktı. “Seni bırakıp nasıl gideyim?”
“Ben de onu diyorum.
Gitmeyin.” Aynı anda birbirlerine baktılar. Taekwoon genç kızın saçlarına
dokunmak istiyordu. Yumruklarını sıktı.
“Ne oldu? Niye böyle
güzel gözlerini şişirene kadar ağladın?”
“Söyleyeceğim. Lakin
önce söz verin ve bu defa sözünüzü tutun.”
“Ne sözü?”
“Üzülmeyeceksiniz. Zira
ben sizin yerinize de ziyadesiyle üzüldüm.”
“Korkutma beni Doyeon.”
“Korkulacak bir şey
bu.”
“Tamam, söz veriyorum.
Hadi anlat.”
Doyeon elini,
Taekwoon’un sıkılı yumruğunun üstüne koydu, kaldırıp parmaklarını tek tek açtı.
Elini tuttu, sımsıkı tuttu.
“Âlim Efendi… Yapmaması
gereken bir şey yapmış beyim.”
“Ne yapmış?”
“Vekil Efendi’yle…
Başından beri ortadan kaldırmaya çalıştığı adamla ortak olmuş.” Delikanlının
tepkisini görmek için eğdiği başını kaldırdı. Gulyabani görmüş gibi bakıyordu.
“O gün beni bütün hanedanın önünde rezil etmeleri bile… Hepsi planlıymış…”
“Emin misin?” Sesi
yalvarır gibi çıkmıştı. Bütün bunların yalan olduğunu duymak ister gibiydi.
“Vekil Efendi’nin
mektubunu gördüm.”
“Me…” Sanki nefesi
kesilmiş gibi durdu bir an. “Mektup mu? Ne… Yazıyordu?”
“Beyim… Buradan
sonrası… Beni öylesine utandırıyor ki… Dilim varmıyor.”
“Söyle Doyeon. Ne
yazıyordu?”
“O adam… Sizi istiyor
beyim.”
“Beni mi?”
“Âlim Efendi’nin, benim
size ne kadar değer verdiğimizin farkında. Bir güven nişanesi olarak sizi kendi
adamı yapmak istiyor. Tıpkı Veliaht Prens’in, Âlim Kim’i bize vermesi gibi…”
Taekwoon gözlerini
kaçırdı. Sahiden utanç vericiydi. Ona değer verdiklerini söylemesi bile
aşağılandığını hissettirmişti. Bu haberin kendisine bu şekilde ulaşması bile kendisini
bir eşya gibi bir başkasına sunmak üzere olduklarını doğrular nitelikteydi.
Yeni bir şey değildi, uyandırdığı iğrenç hisse hiç eskimiyordu.
Birdenbire Vekil
Efendi’nin adamı olursa hayatının nasıl değişeceğini düşünmek dahi istemiyordu.
Şerefini ayaklar altına almak demekti bu. Onu öldürmeleri daha iyi olurdu.
Doyeon yumuşak, soğuk
elini onun yanağına koyup başını kendisine doğru çevirene kadar titrediğini
fark etmemişti. “Beyim,” diye fısıldadı kız. “Korkmanız gereken şey bu değil.
Merak etmeyiniz.”
“Ne demek istiyorsun?”
Gözlerini açında güzel burnunu gördü ilk önce. İçi kaynadı sanki.
“Âlim Cha’ya söyledim.
Eğer sizi o adama verirse… Veliaht Prens’le evlenmeyeceğimi…”
“Doyeon… Ne yaptın
sen?”
“Bu yalnızca sizin
meseleniz değil beyim. Benim de korumam gereken bir onurum olduğunu
unutmayınız. Size olan sevgimi korumam gerektiğini de aklınızdan çıkarmayınız.
En azından bu kadarını yapabilmek istiyorum.”
“Ama böyle değil… Bu
şekilde olmaz.”
“Olacak. Yapacağını
sanmıyorum lakin size gitmenizi söylerse gitmeyeceksiniz. Şayet giderseniz…”
“Gidersem ne?”
“Kendimi öldürürüm.”
“Cha Doyeon neler
saçmalıyorsun sen!”
“Bana o adamın
soyadıyla seslenmeyin, lütfen.”
“Doyeon…”
“Sorun değil beyim. Her
şeyi yoluna koyacağım. Yapabilirim. Ben çocuk değilim artık. Hayır, bana öyle
bakmayın, sözümden asla geri adım atmayacağım. Lakin dinleyin, daha önemli bir
ayrıntıyı atlıyorsunuz. Biliyorum, daha yeni öğrendiğiniz için idrak
edemediniz. Benimse düşünecek çok vaktim oldu. Asıl korkutucu olan şey
bambaşka.”
Taekwoon sesini kontrol
altına almaya çalıştı. “Nedir?”
“Prens Sanghyuk neden
çat kapı mektebe geldi dersiniz?”
“Biliyor mu?”
“Parçaları
birleştirince, öyle olduğu kanaatine vardım. Âlim Efendi’ye gözdağı vermek için
yaptı. Hatta o gelince sizi gönderdiklerini bilmesine rağmen çayları sizin
getirmenizi istedi. Çünkü sizle beni… Biliyordu.”
Delikanlı bu defa
gözlerini kaçırmak için başını eğdi. Uzun parmaklarıyla alnını sıvazladı. Her
şey mahvoluyordu. Hiçbir şeyi düzeltemeyeceklerdi.
“Biz küçük bir
ayrıntıyız,” diye devam etti Doyeon. “Bunca şeyin arasında bunu kafasına
takacağını sanmıyorum. Lakin Âlim Efendi bu hareketiyle sarayın güvenini
kaybetmek üzere. Belki de kaybetti, bilmiyorum. Daha çok açığını aramaya
çalışacaklar. Nereye kadar bildiklerini bile tahmin edemiyorum. Cha Hakyeon’un
saklayacak başka bir şeyi var mı, emin olamıyorum. İşte asıl korkmamız gereken
bu beyim. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum. Yanlış bir şey olursa biz…
Hepimiz…”
“Sen demedin mi az
önce? Her şeyi yoluna koyacağım diye. Her şeyi yoluna koyacağız Doyeon.
Elimizden geleni yapacağız.”
“Yapacağız, değil mi
beyim? Yapacağız.”
Genç kız başını
delikanlının omzuna koydu. Delikanlı onu başının üstünden öptü.
***
O gece Veliaht Prens’in
gözüne de uyku girmemişti. Ablasının anlattıkları, eline geçenler, yapılacak
işler, düşünülecek tonlarca şey vardı.
Hongbin onun yanında,
kucağında kılıcıyla oturarak uyumuştu. Bazen uyanıp arkadaşının gittikçe
koyulaşan yüz çizgilerine bakıyor, uyumadan önce de kabus görmemek için aklına
güzel şeyler getirmeye çalışıyordu.
Gün ağarırken en
nihayetinde uykulu gözlerle konuşmuşlardı birbirleriyle. Konuşmanın sonucu
olarak Hongbin, Wonsik’i evinden almakla görevlendirilmişti.
O saraydan çıkarken
Taekwoon ve Doyeon da Gongju Hanım’ın evinden çıkıyorlardı, el ele. Tam o
sırada da Wonsik’in evinde kalan Jaehwan uyanıyordu.
Genç kız ve
delikanlının elleri, bahçesi kamelyalı eve doğru attıkları her adımda biraz
daha ayrılırken Âlim Kim de uyandı. Çoktan hazır olan kahvaltı sofrasına
oturdular. Şakalaşarak, gülümseyerek kahvaltı ettiler.
Hava biraz daha aydınlanmıştı
Efendi Lee dostunun kapısını çaldığında. Jiwon farkında olmadan Jaehwan’ı
kolundan çekip eve saklamıştı. Bunu fark eden anne, kalbinin acısını su içerek
yok etmeye çalıştı.
Wonsik, Hongbin’in yüz
ifadesini görüp telaşla “Bir şey mi oldu?” diye sorarken genç kız ve delikanlı
yollarını uzatmak için başka yollara giriyorlardı. Öyle çok dolaştılar ki Âlim
Kim, Veliaht Prens’in konutuna girmek üzereyken anca geldiler evin kapısına.
Elleri usulca ayrıldı birbirinden.
Doyeon kapıyı açan
ablasına hiç bakmadan önden girdi içeri, Taekwoon da arkasından. Genç kızın
isteği üzerine delikanlı bahçede beklemeye başladı. Doyeon sundurmaya çıkarken
“Geldiyse yanıma gönderin,” diye bağırdı Âlim Cha.
O sırada Veliaht Prens
olan biteni bağırmadan anlatmaya çalışıyordu Wonsik’e. Genç adam kulaklarına
inanamıyor, duyduklarını sindiremiyordu. Prens Sanghyuk hiç durmadan
konuşuyordu. En sonunda ona “son” görevini verdi.
Bu görev ona verilirken
Doyeon hayatında ilk kez babasından sopa yiyor, Taekwoon bahçede durmuş kızın
bacaklarına vuran kızılcık sopasının sesini ve Âlim Cha’nın hakaretlerini
dinliyordu.
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Okuyanları görmek istiyorum T_T
Hakyeon'a yeter artık diye bağırmak istiyorum
YanıtlaSilOlayların benim düşündüğüm kadar basit olmayacağını tahmin etsemde artık gerçekten Hakyeon'un karşısına geçip yeter bu kadar acı çekmeleri demek istiyorum
Hakyeon hala senden korkuyorum
Sanırım artık herkes Hakyeon'dan korkuyor. Yorumun için teşekkür ederim. Seni tekrar görmek güzel!
SilSanırım
SilSonunda gelebildiğim için mutluyum baya ara vermiştim
BİR ÖPÜCÜĞÜN KARŞILIĞI SOPA MIYDI EY HAKYEON BEY BEN SİZE BUNUN HESABINI SORARIM
YanıtlaSil