Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

19 Ocak 2018 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #23

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Doyeon bütün gün babasının gelmesini beklemişti. Elinde annesinin tutuşturduğu iğne iplik, dizlerinin üstünde dokunsan kirlenecek kadar temiz, bembeyaz bir kumaşla sundurmada oturup boş gözlerle yitip giden günü izlemişti.
Bugün insanlar ondan bakışları ve sözleriyle, dokunuşlarıyla özür dilemişlerdi. Bu onu rahatlatmamıştı. İçinde, yaşadıkları yüzünden alevlenen yangının sönmesi mümkün olmayacak gibiydi. Lakin o gün aklını kurcalayan bambaşka bir şeydi.
Çocukluk ettiğinin farkına varmıştı. Bir kez daha eli kolu bağlı oturmak zorunda kalacağını hissediyordu. İsminin önündeki “Âlim Cha Hakyeon’un kızı” sıfatından sonsuza dek kurtulmak istemişti. Nasıl yapacağını sanmıştı ki? Babasının himayesinden çıkıp başka bir adamın himayesine girerek mi? Eğer öyleyse yine kendisi olamayacaktı ki… Veliaht Prens Sanghyuk’un zevcesi Veliaht Prenses Doyeon olacaktı bu defa. Ne yazıktı, herkes onu yalnızca başkasının gölgesinde kalan ismiyle hatırlayacaktı.
Kafasına Prens’in kendisine üzgün olduğunu söylemesiyle dank etmişti bu. O kısa “Üzgünüm,” lafı “Boşuna seviniyorsun beni görünce, karım olmaktan fazlası olamayacaksın, üzgünüm,” demek miydi? Koskoca ülkenin prensi, hem de veliaht prensi, aciz bir kadını kendi gölgesinden bile kurtaramayacaktı öyle mi?
Ama asıl aptal olan Doyeon’du. Güya kendi kendini kurtaracaktı. İşte yine bir başkasının elini tutmasını bekliyordu. Bir başkasının eteğine saklanıp rahatlamak istiyordu.
Ne yapabilirdi ki? Annesi de dedesinin ismiyle anılıyordu bir zamanlar. Şimdi de kocasının adıyla… Bütün Hanyang onu tanırdı, görünce hayranlıkla bakardı. Ama o Hyeyeong Hanım değil, Âlim Cha’nın zevcesi Hyeyeong Hanım’dı.
Ana Kraliçe bile bugün yalnızca bir erkeğin annesi olarak anılıyordu dünyada. Bir erkeğin annesi olduğu için saygı görüp o sarayda yaşıyordu ve o erkeği doğurabilmek için, yine bir erkeğin karısı olarak anılması gerekmişti.
Ne yapacağını bilmiyordu Doyeon. Kendi adıyla anılmak istiyordu yalnızca.
Rüzgâr esti. Omuzlarına bir ürperti bindi, hafiften titreyince kucağındaki kumaş kayıp toprağa düştü. Saat geç olmuştu, hava kararmıştı. Belki de babasını içeride beklemek daha iyi olacaktı. Toparlanıp elindekileri odasına bıraktı ve Âlim Efendi’nin odasına gitti.
Minderin birine oturdu, mum yakmadı. Belki babası gelene kadar biraz uyuklayabilirdi. Saatlerdir düşünmek onu yorgun düşürmüştü. Sırtını duvara yaslayıp gözlerini yummuştu ki kapı aralandı. Genç kız kımıldamadan dinledi. Hırıltılı bir nefes alış duyuyordu.
Kendini korumak için ayağa kalkmaya hazırlandı. Lakin o bir şey yapamadan kapıyı aralayan kişi yere bir zarf bıraktı usulca ve gitti.
Doyeon önce getiren kişi içeri girip zarfı masaya bırakmadığı için mektubun kendisine geldiğini düşündü. Bir mum yaktı. Zarfı eline aldı. Üstünde babasının adı yazıyordu.
Normal bir durumda bırakırdı, ama bu gizemli geliş kafasını karıştırmıştı. Acil bir şey olabileceğinden korktu. Aslında bunu daha sonra bahane olarak kullanacağını söyledi kendine. Daha çok babasına neden böyle gizli saklı bir mektubun geldiğini anlamak istediği için açacaktı zarfı.
Kısacıktı, mektup denemezdi. Bir pusula belki. Gözlerinden yaşlar akarak okudu defalarca. Saç telleri kafatasına batıyormuş gibi hissetti, kolları uyuştu.
Koridorda ayak sesleri duyunca ilk işi mumu söndürmek oldu. Sonra pusulayı düzgünce katlamaya çalıştı. Ama titriyordu, yapamadı.
Neden kaçıyordu ki? Artık kimden kaçıyordu? Kaçması gereken kendisi değildi.
Kapı açıldığında arkası dönüktü. Bir şeyler yapabilmek için biraz cesarete ihtiyacı vardı. Elindeki kâğıtlar sımsıkı olan yumruğunun içinde buruşuyordu.
“Doyeon,” dedi Âlim Efendi son zamanlarda kızının duyduğu en yorgun sesle. “Babanı mı bekliyordun?”
Genç kız derin bir nefes aldı, sesi titremesin diye biraz bekledi. “Evet, seni bekliyordum.”
“Bir şey mi oldu yavrum?” Döndü. Gökyüzünde iyice belirginleşen ay, ışıklarını odaya salıyordu. Kızın yüzünde gözyaşları parladı.
“Senin yerine bu geldi.” Elindeki kâğıt tomarını yere attı. “Ben gerçekten senin kızın mıyım baba?”
“Ne saçmalıyorsun?” Cha Hakyeon yere eğilip pusulayı aldı. Sadece şöyle bir bakıp tekrar yere attı.
“Ne o? Önümde okumaya utanıyor musun yoksa?”
“Doyeon… Dinle beni…” Ellerini öne uzatıp kızını tutmaya çalıştı.
“Yazık… Hepimize çok yazık ettin baba.” Genç kızın aklından milyonlarca şey geçiyordu. Kendine inandırıp dava diye heyecanlandırdığı insanlardan başlayacaktı lakin aklına bambaşka bir şey geldi. Dizleri tutmaz oldu. Hıçkırıklarla yere çöktü. “O gün… O gün de mi? Beni tüm hanedanın önünde rezil ettikleri o gün de mi ellerinden tutuyordun baba? Ne zamandan beri düşman dediğinle aynı yolu tutuyorsun?”
Öz kızının perişan halini görmemek için hafifçe yan döndü, ellerini arkasında birleştirdi. “Dava uğruna feda etmemiz gereken çok şey var. Duvar örmek için çamura da ihtiyaç vardır.”
“Daha neyi feda edeceksin? Daha hangimizi feda edeceksin? O adamın umurunda mı senin şu dava dediğin!”
“Babana akıl öğretmeye mi kalkıyorsun? Sonsuza kadar böyle gitmeyecek ya bu!”
Doyeon ellerini titreyen dizlerine bastırıp ayağa kalkmaya çabaladı. Âlim Efendi kolundan tutup ona yardım etti. Genç kız bir anda kendisine sarılınca neye uğradığını şaşırdı.
“Yapma baba. Ne olur yapma. Yüreğinde bir damlacık sevgi varsa benim için, bizim için… Yapma bunu. İstediği şeyi verme ona.”
Kızının titreyen omuzlarını sıkıca sarıp kırmızı kurdeleli saçını okşadı usulca. “Doyeon’um… Korkma. Babana güven çocuğum.”
Genç hanımefendi başını kaldırıp aniden kendisine epey bir yabancılaşan bu ihtiyara baktı. Eskiden tecrübeyi çağrıştıran yüzündeki çizgiler, artık insanın ağzında acı bir tat bırakıyor gibiydi. Birden kendini topladı, gücünü geri kazandı. Silkinip uzaklaştı.
“Eğer mektupta yazanı yaparsan… Evlenmeyeceğim.”
“Doyeon…”
“Bir daha ismimle seslenme bana.”
“Yapma.”
Eteklerini toplayıp var gücüyle koşmaya başladı. Karanlıktı, gözlerinden hiç durmadan yaşlar akıyor ve başı dönüyordu, önünü göremiyordu. Yine de hiç durmadı. Sundurmaya çıkan kapıyı açarken babasının hemen ardında olduğunu fark etti.
“Uzak dur benden!” diye cıyakladı. Tam o anda kulağına kendi ismi çalındı, yumuşacık bir fısıltıyla. Durup önüne baktı.
Şu anda görmek istediği en son kişi karşısında duruyordu. Yüzünde endişeli ve öfkeli bir ifade vardı. Doyeon onun buna şahitlik etmesini istemezdi, ama bir yandan da ona sarılmaK ve kendisini buradan götürmesini rica etmek istiyordu.
Dönüp babasına baktı. Gözleri iyiden iyiye kararıyordu. Farkında olmadan delikanlıya çarptı ve hiç durmadan koşmaya devam etti.
***
“Abi?”
“Beyim…” Jaehwan çıkmaya hazırlandığı ağacın gövdesine yaslanmış, ürkek bakışlarla Âlim Kim’e bakıyordu.
“Burada ne yapıyorsun?”
“Şey… Hiçbir şey… Siz… Gece vakti… Dışarıda ne…”
“Hava almaya çıktım. İçim daraldı biraz.”
“Anladım.” Doğruldu. Ellerini önünde birleştirip küçük bir çocuk gibi yere baktı. Gitmek için bir bahane aradı.
Wonsik koşup kendisine sarılınca neye uğradığını şaşırdı. “Geldiğin için teşekkür ederim abi.”
Jaehwan onun için gelmediğini, sadece buradan geçtiğini söylemek istedi. Ama söylemeyecekti. Yapamayacaktı.
“Özür dilerim beyim.”
“Ne diyorsun sen?”
“Gelmemeliydim. Sizi zor durumda bırakıyorum.”
Âlim Kim birkaç adım geri gidip kılıç ustasının yüzüne baktı dikkatle. “Âlim kardeşimin norigesini elime aldığım an zor durumda kalacağım kesinleşmişti zaten. Ben hazırlıklıyım. Keza dostum Hongbin ve Veliaht Prens de hazırlıklıydılar bu duruma.”
Jaehwan aniden yükselen öfkesini bastırmaya çalışarak dişlerini sıktı. “Sizi bile bile ateşe attıklarını mı söylüyorsunuz?”
“Hayır, bile bile ateşe atladığımı söylüyorum. Sen de öyle değil misin? Taekwoon da öyle değil mi? Hepimizin bir gayesi var abi, yalnızca hocamın değil.”
İtiraz etmek istedi. Ateşe atılanlar yalnızca bizim gibilerdir, sizin gibi efendiler ateşe atanlar olabilir yalnızca; demek istedi. O ağzını açamadan Wonsik onu kolundan yakalayıp içeri sürükledi. Jiwon kendisini görmeden gittiğini öğrenirse çok kızarmış, annesi çok üzülürmüş, öyle dedi.
Kılıç ustası, gönülsüzmüş gibi yapsa da içeri girdiği için mutluydu. Odasının kapısını aralayıp dışarı bakan Jiwon’u görünce gülümsedi.
Âlim Kim’in kendisinden farklı olmadığını o gün anladı. Kendisi bir efendi için neyse, Wonsik de bir veliaht prens için o kadardı işte.
***
Doyeon sevgilisinin peşinden geldiğinin farkında olmadan ve ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyerek bir süre avare gibi dolaşmıştı sokaklarda. Hüngür hüngür ağlamış, üşümüştü. Ayağının takıldığı da olmuştu, ama düşmemişti. Bazen keşke düşüp ölsem diye düşünmüştü.
Başlarda aklına gelen iki yer vardı: Han ve saray. Kendisini kabul edebilecek yalnızca buralar vardı. Lakin faydası olmazdı, sorulan sorulara cevap veremezdi, gönlünce ağlayamazdı, istediği sıcaklığı bulamazdı. Gerçi nasıl bir sıcaklık istediğini de bilemiyordu. Bir süre bunu aradı.
Cevabıysa bahçesinde çocukların koşturup şarkılar söylediği o köşkün kapısına gelince buldu. Bir anneye ihtiyacı vardı. Sırtını sıvazlayıp ağlamasına izin verecek bir anneye…
Yumruğunu sıkacak gücü bile yoktu, kapıya zar zor vurdu. Hıçkırıklarının arasından “Gongju Teyze…” diye seslendi. “Ben Doyeon.”
Kapıyı arkasında bekleşenlerden daha büyük olan bir erkek çocuğu araladı. “Doyeon Abla, burada ne yapıyorsunuz?”
Kızcağız cevap veremeden Han Gongju çocukların arasından sıyrılıp kapıya geldi. Hiçbir şey sormadan baktı bir süre. Sonra kapıyı ardına kadar açıp başıyla girmesini işaret etti. Ama sanki Doyeon’a değil de arkadaki birine izin vermişti. Genç kız dönüp baktı.
Delikanlıyı gördüğünde dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Hızlı bir adım atıp Gongju Hanım’a dayandı, utanç içinde gözlerini kaçırdı. Neden geldiğini soramadı. Sormadan cevabını bildiğinin bile farkında değildi.
Gongju Hanım’ın evinde her zaman yemek pişerdi, her an yemeye hazır yemek bulunurdu. Evde o kadar çok çocuk vardı ki kimin ne zaman acıkacağı belli olmazdı. O akşam bu kibar hanım, iki koca çocuk için hazırladı sofrayı. Doyeon’la Taekwoon bahçede yan yana oturup çocuklarla birlikte mutfakta uğraşan kurtarıcılarını izlediler.
Taekwoon kılıcını getirdiği için pişman oluyordu. Böyle bir yere kan dökmeye aşina bir eşyayla girilmemeliydi. Çocukların kendisinden çekindiğini de hissediyordu.
Yemek hazır olunca Doyeon karnının aç olmadığını, yalnızca hanımefendiyle konuşmak istediğini söyledi. Delikanlı oturup sessizce yemeğini yemesi gerektiğini anladı.
Onlar gitmeden hafifçe eğilip Gongju Hanım’ın kulağına fısıldadı. “Kılıcımı çocukların görmeyeceği bir yere koyabilir misiniz hanımım?”
“Tabii evladım, ver.” Hanımefendi, sanki elinde yemek çubuğu tutuyormuş gibi ağır kılıcı alıp hızla eve girdi, genç kız da peşinden gitti.
Delikanlı yemek yerken çocuklar onunla ilgilenmeye başladılar.
“Doyeon Abla’ya ne oldu?”
“Siz kimsiniz?”
“Âlim Amca’nın muhafızı mısınız?”
“Doyeon Abla’nın sevgilisi misiniz?”
“Saçmalama, Doyeon Abla bir prensle evlenecek. Muhafız Bey ablamızı korumaya gelmiştir.”
“Neden konuşmuyorsunuz?”
“Neden yemek yemiyorsunuz?”
“Bu gece burada mı kalacaksınız?”
Herkesten uzakta oturmuş elinde bir topaç tutan bir kız çocuğu, onlara bakmadan yüksek sesle araya girdi: “Doyeon Abla’yı siz mi ağlattınız?”
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. Zar zor tuttuğu kaşığını bırakıp gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “Hayır,” dedi. “Ben ağlatmadım.”
O sırada Doyeon, Gongju Teyze’nin kollarında yarı uyur yarı uyanık ağlamaya devam ediyordu. Kadın hiçbir şey sormadan yalnızca saçlarını okşuyor, “Ah benim bahtsız evladım,” diyordu. “Ah benim kimsesiz çocuğum.”
Han Gongju kimsesiz çocukların annesiydi. Doyeon’un, Taekwoon’un ve nicelerinin… Genç kız artık burada yaşayabilirdi, nasıl olsa yapayalnızdı artık.
“Anne,” dedi kendi annesinin hayaliyle. “Anne… Benim annem yok artık…”
Uykuya dalarken annesinin babasını kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini düşünüyordu.
***
Taekwoon gece çocuklarla sohbet etti, akıllarını bulandırmamaya dikkat ederek Doyeon’a olan sevgisini anlattı. Onu her gördüklerinde sarılmalarını, öpmelerini istedi. Doyeon Abla’nın buna ihtiyacı vardı. Öpücüklere ve sevgiye…
Gece ilerledikçe küçüklerden başlayarak çocuklar bir bir uyuyakaldılar sundurmada. Gongju Hanım gidip uyumaları için ısrar etmiyordu kalanlara, uyuyanı kucaklayıp içeri götürüyordu yalnızca.
En sonunda Taekwoon ve topacını elinden bırakmayan kız kalmıştı dışarıda. Kızın başı Taekwoon’un dizinde, gözleri kapanmak üzereydi. Evin hanımı bütün gece gözünü kırpmamış, hep uğraşacak bir şeyler bulmuştu.
Hava alacakaranlığa kavuşmuştu, Gongju Hanım uyuyan kız çocuğunu içeri götürmek yerine üzerine bir yorgan örtüp delikanlının yanına oturdu.
“Ne olduğunu etraflıca anlat bana,” dedi. Taekwoon başını eğdi.
“Olanları biliyorsunuz ya hanımım. Bize olanları da… Ona olanları da… Bildiğinizi biliyorum.”
“Hayır çocuğum. Bu kızın hali hal değil. Başka bir şey olmuş. Babasına Âlim Cha diyor. Kendimi güvene almam gerektiğini de söyledi. Hiçbir şey anlamadım dediklerinden.”
“Ben de bilmiyorum. Sadece beyimden kaçışını gördüm. Korkmuş gibiydi.”
Yine yapacak bir iş olsun diye ayağa kalktı hanımefendi. Delikanlının dizinde yatan kızı kucağına almaya hazırlandı. “YanındaN ayrılma evladım. Gerekirse getir bana. Sen de gel istediğin zaman, olur mu?”
“Peki hanımım.”
Taekwoon da uyumak istiyordu biraz. Olduğu yere kıvrılıp yatmayı düşündü. Evde kendisine yer olduğunu sanmıyordu, o kadar çok çocuk vardı ki… Üstelik Doyeon rahat uyusun diye o odadakiler de diğer odalara sıkışmıştı.
Eğer uyursa genç kızın kendisini atlatıp kaçabileceğini düşündü bir an. Sonra bu düşünceyi bir kenara bıraktı. O kadar gücü kalmamıştı, denese bile Gongju Hanım izin vermezdi. En iyisi biraz uyumaktı.
Pabuçlarını çıkarıyordu ki bir kapının aralandığını duydu. Çıplak ayaklar sundurmayı geçip kendisine doğru geliyordu. Döndü. Şiş gözleriyle, beyaz içlikleriyle, açık saçlarıyla Doyeon’u gördü.
O ayağa kalkmaya fırsat bulamadan kız gelip onun yanına oturdu.
“Uyandın mı Doyeon?” Ağzından bir anda çıkmıştı bu sözler, içinden öyle gelmişti. Kendisi de şaşırdı ama geri adım atmadı.
“Gitmişsinizdir diye korktum.” Kızın omuzları titreyince, az önce Gongju Hanım’ın almadığı yorganı omuzlarına örttü Taekwoon.
“Benim görevim…”
“Beni korumak, biliyorum beyim. Ama burada kimsenin bana zarar veremeyeceğini siz de biliyorsunuz.”
Delikanlı vazgeçti. İç çekti. Beyazlayan gökyüzüne baktı. “Seni bırakıp nasıl gideyim?”
“Ben de onu diyorum. Gitmeyin.” Aynı anda birbirlerine baktılar. Taekwoon genç kızın saçlarına dokunmak istiyordu. Yumruklarını sıktı.
“Ne oldu? Niye böyle güzel gözlerini şişirene kadar ağladın?”
“Söyleyeceğim. Lakin önce söz verin ve bu defa sözünüzü tutun.”
“Ne sözü?”
“Üzülmeyeceksiniz. Zira ben sizin yerinize de ziyadesiyle üzüldüm.”
“Korkutma beni Doyeon.”
“Korkulacak bir şey bu.”
“Tamam, söz veriyorum. Hadi anlat.”
Doyeon elini, Taekwoon’un sıkılı yumruğunun üstüne koydu, kaldırıp parmaklarını tek tek açtı. Elini tuttu, sımsıkı tuttu.
“Âlim Efendi… Yapmaması gereken bir şey yapmış beyim.”
“Ne yapmış?”
“Vekil Efendi’yle… Başından beri ortadan kaldırmaya çalıştığı adamla ortak olmuş.” Delikanlının tepkisini görmek için eğdiği başını kaldırdı. Gulyabani görmüş gibi bakıyordu. “O gün beni bütün hanedanın önünde rezil etmeleri bile… Hepsi planlıymış…”
“Emin misin?” Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. Bütün bunların yalan olduğunu duymak ister gibiydi.
“Vekil Efendi’nin mektubunu gördüm.”
“Me…” Sanki nefesi kesilmiş gibi durdu bir an. “Mektup mu? Ne… Yazıyordu?”
“Beyim… Buradan sonrası… Beni öylesine utandırıyor ki… Dilim varmıyor.”
“Söyle Doyeon. Ne yazıyordu?”
“O adam… Sizi istiyor beyim.”
“Beni mi?”
“Âlim Efendi’nin, benim size ne kadar değer verdiğimizin farkında. Bir güven nişanesi olarak sizi kendi adamı yapmak istiyor. Tıpkı Veliaht Prens’in, Âlim Kim’i bize vermesi gibi…”
Taekwoon gözlerini kaçırdı. Sahiden utanç vericiydi. Ona değer verdiklerini söylemesi bile aşağılandığını hissettirmişti. Bu haberin kendisine bu şekilde ulaşması bile kendisini bir eşya gibi bir başkasına sunmak üzere olduklarını doğrular nitelikteydi. Yeni bir şey değildi, uyandırdığı iğrenç hisse hiç eskimiyordu.
Birdenbire Vekil Efendi’nin adamı olursa hayatının nasıl değişeceğini düşünmek dahi istemiyordu. Şerefini ayaklar altına almak demekti bu. Onu öldürmeleri daha iyi olurdu.
Doyeon yumuşak, soğuk elini onun yanağına koyup başını kendisine doğru çevirene kadar titrediğini fark etmemişti. “Beyim,” diye fısıldadı kız. “Korkmanız gereken şey bu değil. Merak etmeyiniz.”
“Ne demek istiyorsun?” Gözlerini açında güzel burnunu gördü ilk önce. İçi kaynadı sanki.
“Âlim Cha’ya söyledim. Eğer sizi o adama verirse… Veliaht Prens’le evlenmeyeceğimi…”
“Doyeon… Ne yaptın sen?”
“Bu yalnızca sizin meseleniz değil beyim. Benim de korumam gereken bir onurum olduğunu unutmayınız. Size olan sevgimi korumam gerektiğini de aklınızdan çıkarmayınız. En azından bu kadarını yapabilmek istiyorum.”
“Ama böyle değil… Bu şekilde olmaz.”
“Olacak. Yapacağını sanmıyorum lakin size gitmenizi söylerse gitmeyeceksiniz. Şayet giderseniz…”
“Gidersem ne?”
“Kendimi öldürürüm.”
“Cha Doyeon neler saçmalıyorsun sen!”
“Bana o adamın soyadıyla seslenmeyin, lütfen.”
“Doyeon…”
“Sorun değil beyim. Her şeyi yoluna koyacağım. Yapabilirim. Ben çocuk değilim artık. Hayır, bana öyle bakmayın, sözümden asla geri adım atmayacağım. Lakin dinleyin, daha önemli bir ayrıntıyı atlıyorsunuz. Biliyorum, daha yeni öğrendiğiniz için idrak edemediniz. Benimse düşünecek çok vaktim oldu. Asıl korkutucu olan şey bambaşka.”
Taekwoon sesini kontrol altına almaya çalıştı. “Nedir?”
“Prens Sanghyuk neden çat kapı mektebe geldi dersiniz?”
“Biliyor mu?”
“Parçaları birleştirince, öyle olduğu kanaatine vardım. Âlim Efendi’ye gözdağı vermek için yaptı. Hatta o gelince sizi gönderdiklerini bilmesine rağmen çayları sizin getirmenizi istedi. Çünkü sizle beni… Biliyordu.”
Delikanlı bu defa gözlerini kaçırmak için başını eğdi. Uzun parmaklarıyla alnını sıvazladı. Her şey mahvoluyordu. Hiçbir şeyi düzeltemeyeceklerdi.
“Biz küçük bir ayrıntıyız,” diye devam etti Doyeon. “Bunca şeyin arasında bunu kafasına takacağını sanmıyorum. Lakin Âlim Efendi bu hareketiyle sarayın güvenini kaybetmek üzere. Belki de kaybetti, bilmiyorum. Daha çok açığını aramaya çalışacaklar. Nereye kadar bildiklerini bile tahmin edemiyorum. Cha Hakyeon’un saklayacak başka bir şeyi var mı, emin olamıyorum. İşte asıl korkmamız gereken bu beyim. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum. Yanlış bir şey olursa biz… Hepimiz…”
“Sen demedin mi az önce? Her şeyi yoluna koyacağım diye. Her şeyi yoluna koyacağız Doyeon. Elimizden geleni yapacağız.”
“Yapacağız, değil mi beyim? Yapacağız.”
Genç kız başını delikanlının omzuna koydu. Delikanlı onu başının üstünden öptü.
***
O gece Veliaht Prens’in gözüne de uyku girmemişti. Ablasının anlattıkları, eline geçenler, yapılacak işler, düşünülecek tonlarca şey vardı.
Hongbin onun yanında, kucağında kılıcıyla oturarak uyumuştu. Bazen uyanıp arkadaşının gittikçe koyulaşan yüz çizgilerine bakıyor, uyumadan önce de kabus görmemek için aklına güzel şeyler getirmeye çalışıyordu.
Gün ağarırken en nihayetinde uykulu gözlerle konuşmuşlardı birbirleriyle. Konuşmanın sonucu olarak Hongbin, Wonsik’i evinden almakla görevlendirilmişti.
O saraydan çıkarken Taekwoon ve Doyeon da Gongju Hanım’ın evinden çıkıyorlardı, el ele. Tam o sırada da Wonsik’in evinde kalan Jaehwan uyanıyordu.
Genç kız ve delikanlının elleri, bahçesi kamelyalı eve doğru attıkları her adımda biraz daha ayrılırken Âlim Kim de uyandı. Çoktan hazır olan kahvaltı sofrasına oturdular. Şakalaşarak, gülümseyerek kahvaltı ettiler.
Hava biraz daha aydınlanmıştı Efendi Lee dostunun kapısını çaldığında. Jiwon farkında olmadan Jaehwan’ı kolundan çekip eve saklamıştı. Bunu fark eden anne, kalbinin acısını su içerek yok etmeye çalıştı.
Wonsik, Hongbin’in yüz ifadesini görüp telaşla “Bir şey mi oldu?” diye sorarken genç kız ve delikanlı yollarını uzatmak için başka yollara giriyorlardı. Öyle çok dolaştılar ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in konutuna girmek üzereyken anca geldiler evin kapısına. Elleri usulca ayrıldı birbirinden.
Doyeon kapıyı açan ablasına hiç bakmadan önden girdi içeri, Taekwoon da arkasından. Genç kızın isteği üzerine delikanlı bahçede beklemeye başladı. Doyeon sundurmaya çıkarken “Geldiyse yanıma gönderin,” diye bağırdı Âlim Cha.
O sırada Veliaht Prens olan biteni bağırmadan anlatmaya çalışıyordu Wonsik’e. Genç adam kulaklarına inanamıyor, duyduklarını sindiremiyordu. Prens Sanghyuk hiç durmadan konuşuyordu. En sonunda ona “son” görevini verdi.

Bu görev ona verilirken Doyeon hayatında ilk kez babasından sopa yiyor, Taekwoon bahçede durmuş kızın bacaklarına vuran kızılcık sopasının sesini ve Âlim Cha’nın hakaretlerini dinliyordu.

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Okuyanları görmek istiyorum T_T


4 yorum:

  1. Hakyeon'a yeter artık diye bağırmak istiyorum
    Olayların benim düşündüğüm kadar basit olmayacağını tahmin etsemde artık gerçekten Hakyeon'un karşısına geçip yeter bu kadar acı çekmeleri demek istiyorum
    Hakyeon hala senden korkuyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanırım artık herkes Hakyeon'dan korkuyor. Yorumun için teşekkür ederim. Seni tekrar görmek güzel!

      Sil
    2. Sanırım
      Sonunda gelebildiğim için mutluyum baya ara vermiştim

      Sil
  2. BİR ÖPÜCÜĞÜN KARŞILIĞI SOPA MIYDI EY HAKYEON BEY BEN SİZE BUNUN HESABINI SORARIM

    YanıtlaSil