Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

28 Ağustos 2015 Cuma

Bir Garip Mavi Hikayesi

Geçen sabah uyandım ve kendimi yüzerken buldum. Uyku halindeyken de yüzmüş, yorgun düşmüştüm. Kesik kesik nefes alıyordum. Olan biteni anlamam epey sürdü, birkaç gün ve birkaç gece daha debelendim suyun içinde. Kulaç atmaya kıyıyı görmeye çabaladım tabii, öylece beklemedim. Allah'tan yüzme biliyorum yoksa boğulup giderdim aklım başıma gelinceye kadar.
Sonra baktım böyle olmuyor çıkardım kalemi koca bir gemi çizdim kendime, az öteye de varılacak yeri. Ama öyle yakına çizmeye gönlüm el vermedi; koca gemiyi çizmişim biraz uzaklara gideyim, giderken de gezeyim istedim.
Gemiye bindim. İçini pek güzel çizmişim ama görseniz sizin de binip benimle gezesiniz gelir. Ne ararsanız var, balo salonundan tutun altın kaplamalı muslukları olan tuvaletlerine kadar hayatınızda görüp görebileceğiniz en lüks gemiydi. Tabii konuklara hizmet edecek garsonlar, temizlikçiler, geminin teknik işleriyle ilgilenecek mühendisler de cabasıydı. Gelin görün ki kaptan yoktu ve eğer gemiyi ben sürersem -ki sürmeyi bilmiyordum- geminin işçilerine iş kalmaz diye gemiyi küçültme kararı alıp kendime orta halli bir tekne çizdim. Oldum olası ihtişamlı şeylere pek sevgi gösterememişimdir zaten.
Teknemde de beni mutlu etmeye yetecek şeyler vardı elbette. Üstelik bu defa sürmesini bana öğretecek bir kitapçık çizmeyi de akıl etmiştim. Tekneyi çalıştırdıktan sonra dinlemek istediğim şarkıları da sırayla çizdim. Yoksa kelimelerle müziği bile çizebileceğinizi bilmiyor muydunuz?
Her neyse... Başlarda hayatımın en eğlenceli yolculuğu olacağını biraz tadını çıkarmam gerektiğini düşünerek oldukça yavaş ilerliyordum.
Deniz kokusu burnumdan beynime giriyor delicesine mutlu ediyordu beni. Boynuma yapışan nem umurumda değildi, Bir ara keyiften gözlerimi kapatmışım sanırım. GÜÜÜÜM diye bir ses çarptı kulaklarıma. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim, sonrası karanlık.
Allah'tan ilk çizdiğim Titanik'i silmişim yoksa buz dağına falan çarpsaydım işim zordu. Boyu posu bizim tekneye denk bir köpek balığına çarpmışım. Hayır ben çizmedim köpek balığı falan diye düşünürken, farkında olmadan çizmiş olabileceğim dank etti kafama. Zira mutluyken ne zaman bitecek derim hep. Köpek balığı da salak mı artık bilmiyorum dan diye nasıl girdiysek kafaya kafaya.
Velhasıl tekne büyük zarar gördü. Ben de bir süre baygın yattım, kaşım da patlamış. Uyanınca kaşıma mı üzüleyim belimin ağrısına mı üzüleyim diyemeden köpek balığını gördüm geziniyor teknenin etrafında. 
Aklım hemen bir tüfek çizmemi emretti, tüfek ayaklarımın altında beliriverdi. Aldım tüfeği tak tak tak ateş ettim hayvana. Öldürmek istemezdim ama ben de insanım, üstelik tekne sürmeyi de yeni öğrenmişim. Nasıl kaçayım ne yapayım yani?
Hayvancağız ölünce bir süre nefes nefese olan biteni sindirmek için cansız bedenini izledim. Ne yapıyordum? Neden düşmüştüm ben bu denize? Neden can almam gerekmişti? Elbette bir sebebi olmalıydı, her şey bir sebep uğruna olurdu çünkü.
Tüfeği çizdiğim kirli bir bez parçasının altına sakladım. -kirli olmalıydı çünkü bu işler her zaman öyle yürürdü.- Sonra da teknemi tamir etmesi için iki adam bir kadından oluşan bir ekip çizdim. Kıyıda değildik, nasıl tamir edeceklerdi bilmiyordum. Yine de en azından başka bir çare bulmam için yardımcı olabilirlerdi.
Kendileri benimkinden daha küçük bir tekneyle, bir sürü alet edevatla ve can yelekleriyle gelmişlerdi. Zihnimde bu kadar ayrıntı olduğunu bilmiyordum, onlara can yeleği vermiştim ama kendime çizmeyi akıl edememiştim üstelik.
Aptal olduğum gerçeğinin üstünde fazla durmadım, çünkü malum benim zihnimdeydik. Sinirlemip gök taşı yağdırmak istemedim. Zaten gelenler de benim aptallığımla ilgilenemeyecek kadar meşgullerdi. Birkaç saat teknede hiç anlamadığım işlerle uğraştılar. Yüz ifadeleri gittikçe gerginleşiyordu.
Sonra uzun boylu olan adam "bu iflah olmaz" dedi ölü köpek balığına bakarak. Ağzına bir tokat patlatmak istedim, can aldığımı bana yeniden hatırlatmıştı lanet olası herif. Yine de kendimi tuttum, çünkü teknem yoksa ikinci bir tekne çizmem ya da kısa yoldan ölmem gerekiyordu.
Uzun boylu adam beni teknelerine davet edene kadar keşke köpek balığını öldürmeseydim, beni yeseydi diye düşündüm.
Davet gelince anladım ki asıl olayım kendi teknemle bir yere varmak değildi, ya da ölmek. Biraz macera yaşamaktı. Mutlulukta gittim teknelerine, bozuk tekneyi denizin üstünde bıraktık.
Diğerine göre daha kısa olan adamın evli olduğunu öğrendim, iki de çocuğu vardı. Aile fotoğraflarını iş formasının cebinde saklıyordu, birkaç kere fotoğrafı orada unutup formayla beraber yıkadığını anlattı. Hep beraber güldük.
Uzun boylu adam bekardı. (Evet.) Ve ekibin üçüncü elemanı olan genç kız da bekardı. İkisinin de hayattan büyük bir beklentileri yok gibiydi sadece yaşıyorlardı.
Üçünün de ismi yoktu. Sadece kısa olan, uzun olan ve genç kızdı onlar benim için.
Çizdiğim karaya doğru gidip gitmediğimizden emin değildim, zaten yolumuz gereğinden uzun sürdü. Sanki koca bir hayat geçirdim onlarla beraber. Genç kız çok kibardı ve yaşına rağmen olgundu. (tamam, kabul, benden büyüktü) Kısa adamla sohbet etmekse çok eğlenceliydi, bana çocuklarını anlattı bolca. İkisi de çok afacandı. Tanısam çok severdim.
Uzun boylu adamsa konuşmaktan pek hoşlanmıyordu. Ne zaman göz göze gelsek kendi teknemden aldığım tüfekle ilgili bir şeyler ya da "o köpek balığını sen mi öldürdün" diye soruyordu. Dipçikle kafasına vurmak istedim. Ama kendi çizdiğim birini öldürmek istemiyordum ya da o güzel yüzünde yara açmak.
Biz birlikte birkaç ay geçirdik. Uyumadık, arada bir yemek yedik, tuvalete gitmedik. Çoğunlukla konuştuk. Genellikle genç kızın dizlerinde yatıyordum, saçlarımı okşuyordu. Eğer kimse konuşmazsa şarkı söylerdi. Sesi de kendisi gibi zarifti.
Uzun adam ben onun dizlerinde yatarken bizi izlerdi. Hangimize baktığını kestiremezdim ama bize bakıp uzaklarda bir sevgiliyi düşlediğinden emindim.
Günler böyle geçti. Hiç uyku çizmedim, ama hep uykumuz var gibiydi.
Sonra bir gece kısa adamın gözlerine gözyaşları kondurdum, iri iri. Karısını çok özlediğini söyledi. Ağladı. Sonra hep beraber ağladık. 
Uzun adam gerçekten kız gibi ağlıyordu. Hayır, yalnızca kızlar ağlar diye demiyorum bunu. Erkekler de ağlar ama o gerçekten kız gibiydi. Sakinken olduğunun aksine ağlarken kadınsı tavırlar sergiliyordu. Genç kız ve ben ona sıkıca sarıldık.
Gözlerimiz çıkana kadar ağladık o gece.
Güneş doğarken karayı gördük. Bu benim en başta çizdiğim kara değildi. Onlarla vakit geçirmek istediğim için daha da uzaklara bir tane çizmiş olmalıydım.
Tekneden indik, kısa adam birkaç kısa cümle mırıldanıp ailesine gitmek üzere yanımızdan ayrıldı.
Uzun adam ve genç kız bir şeyler bekler gibi bana bakıyorlardı.
Onlara "Birbirinize çok yakıştığınızı biliyor muydunuz?" dedim. Üzüldüler. Birbirlerine yakışmak istemiyorlardı. İkisi de bana yakışmak istiyordu. Biri sonsuza kadar saçlarımı okşamak, biri de köpek balığını öldürecek kadar güçlü olmadığımı söyleyerek sonsuza kadar benimle dalga geçmek istiyordu.
Hayır.
Ben istiyordum.
Bütün bunları...
Ben istemiştim.
Hepsi aklımda olup bitiyordu işte. Ben çiziyordum. Uzun adamın gözlerini, genç kızın parmaklarını ben çizmiştim. Seslerini, gülüşlerini, gözyaşlarını hepsini ben çizmiştim.
Benim olsunlar diye.
Ah ne kadar da dramatikti.
Ve ne kadar yanlış.
Geri geri yürüdüm iskelede. Bana doğru gelmelerini istedim, geldiler de. Sonra dudaklarıma bir gülümseme kondurup kendimi suya attım.
Aklım ciğerlerimdeki havayı korumak için savaş veriyordu. Bense bir kalem darbesiyle hepsini boşaltıp yerine su doldurdum.
Başka denizlerde uyanmak, başka imkansız ve yanlış şeyler hayal etmek için.
Çünkü benim kalemim doğuştan yamuktu. Olsundu, her zaman yeni bir sayfa açabilirdi Mavi.
Yeter ki silmesindi. Silerse unutur, tekrar tekrar ölürdü.
İşte o yüzden Mavi asla silmez, asla atmazdı yazdığı kağıtları.


mavinot: Bu yazı size bir ağacın hikayesini anlatmak üzere başlatılmış olup ne idüğü belirsiz bir metin olarak sonlanmıştır. Sabrınız için teşekkür eder, başka mavi denizlerde buluşmak üzere mavi kalmanızı dilerim.
mavinot2: Hiçbir cümlesi ikinci kez okunmadan yazılmıştır.
mavinot3: Playlist yenilenmiştir.

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Angry Mom - Mavi dünyanın kara lekesi mi, kara dünyanın mavi penceresi mi?

Merhaba dostlar.
Bu yazıyı yazmak için neredeyse bir haftadır bekliyorum, gerçekten çok sıkışık durumdayım ehehe. Çılgın gibi çeviri işlerim var, çünkü depresyonum tuttu ve hepsini biriktirdim. Onlarla uğraşırken eh bir de akraba ziyaretleri sıklaşırken anca vakit buldum.
Normal bir dizi olsa ikinci günde çoktan vazgeçmiştim ama Angry Mom kesinlikle mavilenmeyi hak ediyor o yüzden sizi bundan mahrum bırakmak istemedim ve kendimle savaştım.
İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım diyerek girizgahı da yapmış bulunmaktayım.
Angry Mom'ı izleme kararını çok ani bir şekilde aldım. Birincisi okul dizisi izlemek istiyordum, ikincisi gülmek istiyordum -çünkü malum depresyon falan- üçüncüsü de aşk kusan bir dizi olmasını istemiyordum. Liste liste dizi ismi okuduktan sonra aklımda Anrgy Mom'ın adı yanıp sönmeye başladı. Zamanında bir arkadaşım izlerken önermişti, ben de çok ilgilenmeyip "hıı tamam bakarım ya bir ara" demiştim. O bir arayı çok güzel yakaladım, çok süper oldu.
Angry Mom Jo Kangja isimli baş karakterin kızıyla kavga etmesiyle başlıyor. Bu tatlı kız Oh Ahran, annesine onu annesi olarak istemediğini açık açık söylüyor ve yolun ortasında kavga ediyorlar. Sonra Oh Ahran, arkadaşlarının annesini görmesinden utandığını söyleyerek kadını orada bırakıp arkadaşıyla beraber dönüyor eve. Annesi de biraz oyalandıktan sonra peşinden gidiyor.
Eve gelince haliyle çok üzgün oluyor ve kızıyla konuşmak istiyor, odasına girdiğinde kızı uyur halde buluyor. Eh ana yüreği, kıyafetlerini bile çıkarmadan yatmış olan kızını sevmek için yaklaşıyor kadıncağız. Yorganı çekiştirirken bir de ne görsün! Kızının bütün vücudu morluklar içinde. Panikle bağırarak kızını uyandırıyor. Kızı ne dese beğenirsiniz, seni ilgilendirmez diye bağırıp çağırıyor annesine.
Meğer bizim Oh Ahran bazı sebeplerden dolayı okuldaki iljinlerden şiddet görüyormuş. Iljinlerden tiksinen biri olarak bu diziye nasıl katlandığımı merak edebilirsiniz, ama merak etmenize gerek yok çünkü iljin-kurban ilişkisinden çok uzak bir diziydi.
Jo Kangja kızını korumak adına Milli Eğitim Bakanlığı'na, polise, okula giderek şikayette bulunmak istiyor ama şiddet gören kızı kendisiyle iş birliği yapmadığı için ne polis ne bakanlıktakiler bu kadına yardım ediyorlar. Kaldı ki okulda da zengin olanın borusu öttüğü için ve Oh Ahran'ı dövme talimatını verenler de zenginlerden olduğu için hiçbir şey yapamıyor Jo Kangja. Böyle çaresizce debelendikten sonra şu an mafya olan eski bir arkadaşının yardımıyla okula öğrenci olarak giriyor. Bu sırada da kızı hastanede yatıyor.
Okula Jo Bangwol adıyla giren bu kadıncağız olan biteni tek tek çözüyor, ama öyle güzel çözüyor ki heyecan asla doruktan inmiyor.
Dizinin bütün ana karakterleri aynı derecede sevilesiydi. Kötü karakterleriyse sevmek imkansızdı.
Dediğim gibi okulda olan olaylar yalnızca öğrenciler arasında gerginliklerden kaynaklanmıyordu. İşin içine öğretmenler, müdürler hatta devlet büyüklerinin bile karıştığı kocaman bir olaydı bu. Haliyle çoğu yerde sinirden midem bulandı, bazen o kadar gerildim ki tüylerim diken diken oldu ama gelin görün ki dizinin en güzel yanı tüm bu olayların içinde maşa olan güzelim çocukların masumluklarıydı. Yalnızca arkadaşını korumak isteyen Ahran, baba sevgisini hiç tatmamış Sangtae, içlerinde birer cici kız olan kötü kızlar Junghee ve saz arkadaşları, hayatında bir kıza dokunmamış olan masum Bokdong ve daha bir çokları...
Bunların yanında en az onlar kadar masum olan, onlara yardım etmeye çalışan bir öğretmen de vardı. Park Noah! Başlarda gereğinden fazla masumdu, hatta hiçbir şeyden haberi yok gibiydi. Ama sonra müthiş bir kararlılıkla kendini toplayarak bütün öğrencilerin ve annelerin gözdesi oldu. Haksızlığa göz yumamayan namuslu ve şeker öğretmenimiz, sizi seviyorum ehehe ^^
Şimdi size özel olarak dizinin en sevdiğim karakterinden bahsedeceğim: Go Bokdong!
Bu dünyanın en maviş, en iyi kalpli, en masum serserisi bu çocuk olsa gerek. Bütün dizi boyunca çılgınca "Go Bokdong! Go Bokdong! GO BOKDOOOONNNG!!" diye bağırmama sebep oldu kendisi. Çünkü içimi cız ettirip durdu.
Kendisi Oh Ahran'ın okul arkadaşı ve Oh Ahran'la bu yazıda adını geçirirsem spoiler vermekten kendimi alamam diye korktuğum arkadaşına dayak atan çocuğumuz olur. Buna rağmen yaptıklarından ve yapacaklarından pişmandır. Bilirsiniz işte, herkes yapmak istemediği şeyler yapar. Bokdong da istemediği şeyler yaptı. Ama onun altın kalbi hep aynıydı. Kendisini tanıtmak için kullandığı bu ekran görüntüsünü özellikle seçtim. Eğer izleyecek olursanız ya da izlediyseniz nedenini anlayacaksınızdır. Bu sahne beni hıçkırıklara boğmuştu.
Dizi "güçlü kötü adamlar"ın ve "kötüyü koruyan yasalar"ın getirdiği bütün karamsarlığa rağmen parıl parıl bir diziydi, evet çok ağladım ama gülmekten de kendimi alamadığım çok zaman oldu.
Bir kere anneleri yaşında bir kadını akran zannedip onu seven ya da ona düşman kesilen gençler vardı. Kendisinden büyük olan birine öğrenciymiş gibi davranan şapşal bir öğretmen vardı. Ah bir de Jo Kangja'nın arkadaşı ve onun "kardeşleri" vardı.
Bu dizinin tadı tuzu, her şeyi kusursuzdu bence. Üstüne üstlük bir Kore dizisinden bekleyemeyeceğiniz şeyler de vardı.
Örneğin gergin sahnelerde çalan enerjik müzikler vardı ve bu bütün atmosferi düzeltiyordu, dizinin fon müzikleri harikaydı. Eğer bu müzikler olmasaydı tipik kasvetli bir Kore dizisi olmaktan öteye gidemezdi.
Şimdi size bir sır vereceğim yaklaşın. Bu sırrı bilirseniz bazı dizilerin neden hiç ama hiç sıkmadığını anlamış olursunuz.
Biz bu sırra kimya diyoruz.
Evet, oyuncular arasındaki kimyadan bahsediyorum. Eğer bir dizinin oyuncuları iyi anlaşıyorsa o dizinin sıkıcı olması gibi bir durum söz konusu olamaz. 
Angry Mom'ın oyuncuları da gerçekten çok iyi anlaşıyorlarmış, instagram hesaplarında kısa bir yolculuk bile bunu anlamama yetti. 
Haliyle kendileri gibi güzel bir iş koymuşlar ortaya, size de mavilemek düşsün lütfen.
Ayrıca dizide tahmin edemeyeceğiniz dönüşler vardı ki heyecanın dorukta olmasının en büyük sebebi buydu. Bir yerden sonra insan "Eh tamam artık dizi bu şekilde gider her şeyi öğreniriz sonra sonu da şöyle olur" gibi şeyler düşünüyor ama dizi her bunu düşündüğümde farklı bir tarafa döndü ve ben bir süre sonra kafamda oluşturduğum sonu da istediğim sonu da unuttum,dizi ne olduğunu anlamadan bitti.
Ama dizinin sonu tam kıvamındaydı. Bugüne kadar izlediğim en gerçekçi Kore dizilerinden biriydi ve sonu da gerçekten gerçekti. Tabii işin içine biraz da pembe katılmıştı çünkü dizide olup bitenler Kore'nin ve Koreli öğrencilerin içinde yaşadığı gerçek dünya olduğu için onlara biraz umut verilmek istenmişti. Bunu daha en başından anlayabiliyordum.
Yine de gerçekçiliğinden taviz vermeyen müthiş bir diziydi Angry Mom.
Dizinin senaryosu 2014'te yapılan bir senaryo yarışmasıyla seçilmiş, yani yıllardır bu sektörde deli gibi dizi yazan yaratıcılığı tükenmiş senaristleri sollaması ve bu kadar taze olmasının bir diğer sebebi de buydu.
Bu arada yazının başında Oh Ahran'a tatlı kız deyip "annesinden utandığını söylüyor" diye devam etmiştim, hatırladınız mı? Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama çekmesini istedim. Oh Ahran gerçekten çok tatlı ve zeki bir kız. Sadece biraz bunalmış. Eh okulda habire dayak yemek kolay bir şey değil sonuçta. Yani o da annesini çok seviyor, kendine göre sebepleri var.
Tıpkı bu dizide annelerini çok seven diğer çocuklar gibi.
Dizi bütün bu "büyük güçlerle savaş" işinin yanı sıra anne çocuk ilişkisine de çok güzel değinmişti ve dizinin sonunda babanın önemi de başarıyla vurgulanmış olup "biz anneleri övüyoruz ama babanızın da kıymetini bilin" mesajı verilmişti.
Senarist gerçekten çok bilinçli ve zeki biri anlaşılan. Seni seviyorum senarist. Annelerin yalnızca kendi çocuklarını değil bütün çocukları düşünebildiğini ve düşünmesi gerektiğini gösterdiğin için teşekkürler.

Aslına bakarsanız bu analiz bekleterek ve parça parça yazdığım ilk analiz olduğu için biraz tuhaf olmuş olabilir ama benim hayaletlerim alacağını almıştır diye düşünüyorum.
Bu dizi öyle mavi ki mutlaka mavilemelisiniz. Size zevk vermese bile pek çok şey öğreteceğine adım gibi eminim.
Şu an bu diziyle ilgili tek sorunum bütün şarkılarının çok iyi olması, seçemedim açıkçası. O yüzden size bütün bir albüm getireceğim. Bir şeylerle uğraşırken fon müziği olması için mükemmel bir albüm bu! Bence diziyi izlemeniz için sizi tavlayabilir o yüzden çekinceleriniz varsa bile en azından albümü dinleyin.
Umarım çok sıkıcı bir yazı olmamıştır ve hiçbir şey atlamamışımdır.
Mavileyin bu diziyi, seveceksiniz!
Mavi kalın, mavi mavi öpüyorum sizi.

4 Ağustos 2015 Salı

Mavi'nin Evleri

Selam dostlar.
Size buraya bahaneler sıralamaya gelmedim. Açık açık adam gibi oturup konuşmaya geldim.
Son bir yıldır sıkça belirttiğim gibi "ben iyi değilim". Bunu duymaktan -ya da okumaktan mı demeliyim- sıkılmış olmalısınız, biliyorum. Ama böyle başlamayan bir güncel yazarsam eksik kalacakmış gibi hissediyorum. İyi olmadığımı göz önünde bulundurarak okuyunuz.
Kendimi bildim bileli üzülmeye her zaman meyilli biri oldum. Her kelimenin altında başlı başına bir cümle olduğunu düşünerek, satır aralarını okumaya çalışarak, kendi kendime kuruntu yaparak büyüdüm. Ve gerçekten açık sözlü olacağım, bireyi sevebilsem de toplum olabilen insanı hiç ama hiç sevemedim. "İnsan"a karşı sabrım gerçekten çok azdı her zaman.
Bu yüzden okumayı öğrendiğimden beri gerçekten "okur"um ve yazmayı öğrendiğimden beri de "yazar"ım. (Bozuk el yazımla yazdığım ilk hikayemi hala saklarım hatta, çocuklarım okumayı söktüklerinde ilk okutacağım şey o olacak derim hep.) Kendi insanlarımla sabrımı sınarım, böylece kapıdan dışarı adım attığımda gördüğüm gerçek insanların yüzüne tükürmeden yürüyebilirim. 
Bilirsiniz gerçekten okur yazar olan insanlar, düşünürler ve düşünmek de insanı yalnız olmaya içe kapanmaya iten bir şeydir. Çünkü düşünmek; çocukken bilmediğimiz şeyleri öğrenmek, gerçekleri görmek demektir yavaş yavaş. Bu dünyanın iki yüzü vardır ve düşünenler karanlık tarafına, düşünmeyenler aydınlık tarafına bakarlar.
Ben son zamanlarda karanlık tarafa baktığımı hissediyorum. Bakın, "ben çok biliyorum çok düşünüyorum çok iyiyim yazarım aferin bana şak şak" demiyorum. Demem de. Çünkü benim bildiğim hiçbir şey yok ve buna rağmen böylesine yük hissediyorum omuzlarımda. Bazen keşke düşünmeseydim diyorum. "Cahillik mutluluktur" deyiminin doğruluğunu iliklerime kadar hissediyorum, üstelik şu koca dünyada bilinmesi gereken şeylerin sayısına kıyaslandığımda kör kütük cahilken.
İşte bu yüzden ben hiçbir zaman tam anlamıyla "iyi" olamadım.
Sonra en iyi olmadığım dönemde, yetişkinliğe adım attığım dönemde, kendi kendime öğrendiğimi sandığım ama muhtemelen hiç öğrenemediğim o acımasız hayata adım atmaya hazırlandığım dönemde ayağımı kaydırmaya çalıştılar. Çöz dediler, bunlar testlerin. Ezberle dediler, bunlar kafana sokman gerekenler. "Delir Mavi, çünkü delirmeden atlatamazsın."
Delirmedim dostlar, korkmayın. Şükürler olsun aklım hala başımda. Sadece hala çok öfkeliyim. İplerimin inceldiği bir zamanda kopması için hazırlık yapan düzene isyan etmek istemiyorum, isyan etmek bir işe yaramıyor zira. Ama çok öfkeliyim. Çok.
Benim insanlara karşı ezelden beri az olan sabrım, tükenmek üzere. Barajın altında kaldı! Çünkü ben o sabrı bir gece ders çalışırken acıkıp yedim dostlar.
Şimdi başkalarının yazdığı hayali insanlara bile, hatta kendi yazdığım hayali insanlara bile sabır yetiştiremez oldum, gerçek insanlara nasıl yetiştireyim?
Kitaplara küstüm; eh kitaplara küsen kalbim kalemimin ucunu kırıverdi sinirinden, o yüzden kendi kelimelerimle de aram limoni. İzlemiyorum hiçbir şey. Ve tüm bunların dışında ben artık konuşamıyorum bile.
Yani anlayacağınız dostlar... Ben iyi değilim.
İyi olmam ne kadar sürer bilmiyorum, ama çabalıyorum. Tüm gücümle ayağıma bağladıkları yüklerden kurtulup su üstüne yüzmeye çalışıyorum, gerçekten. Biraz ters gidiyor işler gerçi.
Okumaya çalışıyorum - ama sevgimi geri kazandıracak bir kitap seçemiyorum.
İzlemeye çalışıyorum - ama sevgimi geri kazandıracak bir dizi seçemiyorum.
Yazmaya çalışıyorum - ama eski kalemim varmış gibi davrandığım için doğru kurguları seçemiyorum.
Ama yapacağım! Yapabilirim. Bu çok ağır bir darbe olabilir, ama ben de üflesen uçacak kadar hafif değilim. Savaşıyorum.
Bu süre boyunca bu blogun aktif olabilmesi için de savaşıyorum. Çünkü gerçekten aktif olmasını istiyorum, kafamda bir sürü plan var. Henüz savaşı kazanmadığım için çok sık güncel bırakamıyorum ama hep buradayım, çıkamıyorum blogtan.
Her şey daha güzel olacak söz veriyorum. *blogun duvarlarını okşar*
Geçenlerde kalemimin ucunu yavaş yavaş açmak için tek bölümlük bir hikaye yayınladım wattpad üzerinden. (Evet, sonunda korkumu yendim.) 

İşte burada hikayemin kısa yolu. Orada arada bir böyle kısa hikayeler yayınlamayı düşünüyorum, eğer ilgilenirseniz takip edebilirsiniz.

Aynı zamanda sevdiğim şarkıların çevirisini yaptığım kendi kendime eğlendiğim bir adet yutub kanalım var, ilgilenirseniz sizi buraya alacağım: Mavi Kartozu - Youtube
Tüm çılgın fangirllüğümü akıttığım bir Twitter hesabım var ama takip ettikten sonra pişman olabilirsiniz yine de başlamışken onu da buraya bırakacağım: Mavi Kartozu - Twitter
Belki arada hal hatır sormak isterseniz gizlice diye bir adet: Mavi Kartozu - Ask.fm
"Kendi reklamını yaparken utanmıyor musun Mavi?" Hayır efendim, ben kendi reklamımı yapmıyorum sadece diğer adreslerimi gösteriyorum size. Kim bilir belki canınız sıkılır iki lafın belini kırarız beraber. Ben basit bir insanım fazlasını düşünmeyin.
Oh be.
Günlerdir, haftalardır içimde tuttuğum şeyleri sonunda söyleyip içimi döktüm. Okuduğunuz için teşekkür ederim sayın hayaletim.
Biliyorum, herkesin kendine göre savaşları var. Umarım siz de kendi savaşınızdan en az yarayla ve muzaffer olarak çıkarsınız. Yapabileceğinizi biliyorum.
Her şey mavi olsun, bastırın!
Bu güncelin şarkısı pek sevgili Okdal'dan geliyor. Bugün de iyi iş çıkardınız millet!