çok çok çok uzun bir zaman oldu son kez görüştüğümüzden bu yana. daha önce bir kez sizi selamlamak istedim geçtiğimiz ay ama içimde o gücü bulamadım sanırım. bana o gücü yine kartozları ülkesinden dünyaya inen dostlarım veriyor. ilk kar bugün düştü yaşadığım yere. az evvel hafif hafif atıştıran ve yüzümü soğuk soğuk okşayan beyaz tozların arasında kısacık bir yürüyüş yaptım.
geçen sene ilk kar düştüğü zaman çok da mutlu olmadığımı hatırlıyorum, hatta kışın artık bana mutluluk getirmediğini fark edip ya sonsuza kadar birbirimize küsersek diye epey korkmuştum. zira ben kartozuyum, içinde doğduğum mevsimle küs kalmak beni çok yıpratırdı.
ama öyle olmadı. ilk kar yüreğime merhem sürercesine çarpıyor pencereme. bu kelimeleri yazarken sürekli dönüp dönüp pencereye baktığım için bayağı yavaş yazıyorum hatta.
sizinle en son görüştüğümüzden bu yana hayatımda çok şey değişti. hayallerimden birini gerçekleştirmek üzere, gelmeyi hedeflediğim bir şehirde yaşıyorum artık. şimdilik sonsuza kadar burada yaşayacakmışım gibi gözükmüyor, ama elbette sonsuza kadar sürecek bir çocukluğumdan uzaklaşma sürecinin başlangıcıydı bu taşınma olayı. çocukluğum diyorum çünkü nihayet artık çocuk olmadığımı hissedebiliyorum. biliyordum, uzun bir süredir farkındaydım artık büyüdüğümün ama hissedemiyordum. artık hissediyorum da, biraz da tamamlanıyor içimdeki eksikler.
peki nasılım? nasıl burası? hayalim istediğim gibi mi? ne düşünüyorum? kendime sık sık soruyorum. epey stresliyim aslında, her zamanki gibi "olsun da çaresine bakarız" diye düşündüğüm için her şey olurken çaresine bakmak zorunda kalıyorum. haliyle yoruluyorum, fazlasıyla. üstelik olduğum yerde fazlasıyla tecrübesiz hissediyorum kendimi. açıkçası daha önceki birikimlerim olduğum yerde sadece olabilmek için yetmiyor, fazladan çabalamak zorunda kalıyorum.
anlayacağınız yine başıma iş açtım ve ilk zamanlarda epey canım sıkılıyordu. ama artık alıştım, bir şeyler düzene oturdu ve ben kendimi bu hayalin içindeki mavi olarak biraz daha anladım. artık daha iyiyim. hem ilk kar da düştü.
aslında kafamı kurcalayan bir sürü şey olmakla birlikte bunlar hayatımda hemen her zaman olan şeyler olduğundan beni paniğe sürüklemiyorlar. sadece fazladan çabaladığım için bari onlar olmasaydı diye düşünebiliyorum bazen.
ama gerçekten iyiyim.
sadece kalemimi çok özledim. aylardır yalnızca bir tane hikaye yazabildim. onda da birikip duran gözyaşlarımı akıtmaktan başka bir şey yapamadım. yeniden kalemimi cebime saklamak zorunda kaldım.
ama üretmiyor değilim. sadece istediğimden daha farklı şeyler üretmek zorundayım. sanırım yüreğim de hiç yoktan iyidir diyerek beni fazla bunaltmıyor. yakında kalemimi çıkarma fırsatım olacağını da seziyor sanırım.
kış tatiline bir aycık kaldı yalnızca. bu beni avutuyor gerçekten yorulduğum zamanlarda.
ah, bu yazıyı çok yorulup çok üzülüyormuşum gibi yazmak istemiyorum. halimden memnunum. hatta halimden memnun olmamayı düşündüğüm ufak tefek zamanlarda kendime gelip kendimi azarlayacak kadar memnunum.
yeni düzenin getirdikleriyle bir süre eskide bırakmak zorunda kaldıklarımı özlüyorum işte, o kadar. kalemimi, burayı, sizleri, kitaplarımı ve dizilerimi özlüyorum. ama sonsuza kadar sadece yapmak istediklerimi yaparak yaşayamayacağımı biliyorum. üzülmüyorum.
ilk karı bu kadar hevesle beklediğimi bilmiyordum. belki de geçen sene hissettiğim yürek ağrısını bu sene de hissetmekten korktuğum için karın yağacağını dahi unutmuş gibiydim. ama bu sabah telefonuma gelen kar yağıyor mesajları dün gece çok geç yatmış olmama rağmen hemen ayılttı beni. kara çok şey borçluyum. bu sene geç geldiği için ona kızmıyorum. hatta sanki benim için tam vaktinde gelmiş de omuzlarımdaki bir yükü almışçasına minnettarım ona.
artık dünyaya inen kartozlarıyla beraber kış tatilime kadar dayanmak zorunda olduğum bir ayda elimden gelenin çok daha iyisini yapabileceğim gibi.
ilk kar yağdığına göre bir sonraki hedefimiz çekinmeden kar yiyebileceğimiz kadar çok kar yağması olsun.
sizin ilk kar gününüz nasıl geçti? bugün size kar yağdı mı?
sizleri özlüyorum. daha sık görüşebileceğimizi umuyorum hayaletlerim.
hepinizin başlarını okşuyorum. kış tatiline kadar dayanın. mavi kartozu'nun gücü sizlerle olsun.
Okumak şöyle dursun sana söylediğim şeyleri
anlamaktan bile aciz olduğunu bilmeme rağmen sana olan hislerimi anlatmaya
ihtiyaç duyduğumdan yazıyorum bu mektubu.
Biricik yol arkadaşım, bazen benden nefret
ettiğini hissediyorum. Sana seslendiğimde kısa bir bakışla geçiştirmen, sadece
bana ihtiyacın olduğunda sevgini göstermen, bazen bilerek eşyalarıma zarar
vermen; beni sevdiğin ihtimalini fazlasıyla düşürüyor.
Ama biliyorum ki sen geceleri bana sarılıp sıcacık
uyumayı, kalabalık misafirlerimiz gelip seni sevmeye çalıştığında benim
kucağımda oturup onlara pas vermeyerek asıl sahibini belli etmeyi, sana yemek
verdiğim zaman başlamadan önce bana bakıp bir süre teşekkür eder gibi beklemeyi
seviyor ve bana olan sevgini bu şekilde belli ediyorsun. Sen de bilmelisin ki
bunların hiçbirini yapmasan da bana karşı hissettiğin tek duygu nefret olsa da
ben seni yine evime getirdiğim o kedi yavrusunu sevdiğim gibi seveceğim.
Son zamanlarda dışarı çıkıp haytalık yapmayı ve
dayak yemeyi alışkanlık haline getirmiş olman beni delicesine üzüyor. Ah sana
bir yetişebilsem peşinden koşup tüm o kabadayı kedileri tek tek tekmeleyeceğim
de… Gerçi böyle bir şey yapmaya kalksam çok utanırsın biliyorum. Yine de
burnunda pati izleriyle yorgun argın eve girişini görmek kalbimi parçalıyor.
Gezdiğin sokaklarda kaç tane kedi yavrusu yaptın
da analarına bırakıp geldin bilmiyorum. Ama eğer bir gün yavrularını getirmek
istersen hepsini seni sevdiğim gibi seveceğim oğlum.
Şimdi ayaklarıma sürtünüyorsun, karnın acıkmış
olmalı. Yok yahu, daha yeni yemek yedin. Ağladığımı fark ettiğinden herhalde…
Biraz da sen beni merak et diye almayacağım seni kucağıma. Nasıl olsa biraz
sonra televizyonun önüne kurulup kucaklaşırız sıcacık.
Seni çok seviyorum Karam.
Anneciğinin hayatını kurtardığının farkında
olabilmeni çok isterdim. Yüreğimdeki boşlukları o yumuş tombik poponla bir
güzel doldurduğunu sana anlatabilsem dünyanın en mutlu kedisi olurdun,
biliyorum. Bu yüzden ne yaparsan yap önemli değil. Yeni aldığım ayakkabılara
sıçıp gecenin bir vakti yüzümü tırnaklayabilirsin. Hiç önemli değil.
Yeter ki hep yanımda kal.
Birazdan beni uyandırıp dışarı seni salmam için bas bas
bağırdığın zaman aynı şeyleri düşünür müyüm bilmiyorum. O yüzden şu an böyle
düşünürken bir yerlere kaydetmek istedim.
Şimdi de bacaklarımı tırnaklıyorsun. İşte senin
sevgin de bu kadar nankör kedi.
İyi ki varsın oğluşum.
Kediler insanların kelimelerini anlayacak hale
gelinceye kadar saklayacağım bu mektubu. Hadi sana biraz yeni aldığım
krakerlerden vereyim de kendine gel.
vallahi lafa nereden başlasam bir saattir düşünüyorum ama her zaman yaptığım gibi ortadan dalmak en münasibi olacak gibi. bloga uğramayışımın bu defa gerçekten tek bir sebebi vardı, o da kısa bir hikaye yayınlayacağım deyip sadece iki bölümünü yayınlamak ve devamını yazamamak, bundan büyük bir utanç duymaktır.
ama bugün dedim ki ben bloga gelsem de gelmesem de o hikaye bitmeyecek. hem bazı şeyler bitmez. biten en fazla ömür olabilir. bu sebeple buradayım, ömrüm bitmeden sizinle konuşmak istediğim daha çok şey var.
bu aralar yüksek lisans mülakatlarına gitmekle, en yakın arkadaşlarımla görüşmek için yola çıkmakla, eve geri dönmekle, vedamızı uzatmak için sık sık görüştüğüm üniversiteden arkadaşlarımla buluşmakla geçiyor vaktim. anlayacağınız evde pek bulunamıyorum. bulunduğum zamanlarda da nedense birden artan ev işi yapma isteğim yüzünden ya da çevirilerle meşgul oluyorum.
anlayacağınız bu aralar oturup kendimle pek konuşamıyorum. yaptıklarımdan ve her kötü ihtimale karşı yaptığım planlarımdan fazlasıyla memnun olmakla beraber davranışlarımı ve hislerimi kontrol edemediğimi düşünmeden edemiyorum.
her an birinin kalbini kırabilirim, her an birinin sözüne alınabilirim, her an sevilmediğimi ve sevilemeyeceğimi hissedebilirim, her an ağlayabilirim, her an öfkelenebilirim, her an bağırabilirim, her an içime kapanabilirim. bu dengesizlik beni fazlasıyla yorduğu gibi ilişkilerimin bana görünen tarafının da inceldiğini hissettiriyor bana. çok korkunç ve gözümün altındaki koyu halkalarla kabuslarımı arttırıyor.
ama inanır mısınız bilmem panik halinde değilim. sanırım kendi iç sorunlarımdan başka büyük sorunlarla da başa çıkıyor olduğum için sonsuz bir durgunluğa batmış durumdayım. dibe sertçe çarpmış kendime gelmeye çalıştığım dönemdeyimdir belki de. hem belki bu dengesiz halim de o diğer büyük, çok büyük, düşünmek istemediğim kadar büyük sorunlardan kaynaklanıyordur. evet, belkisi fazla. gerçekten öyle. o yüzden de korkmuyor olabilirim. sorun benden kaynaklanmadığına göre, çözümü daha kolay gelecektir. zira kendimizi sorumlu tuttuğumuz zaman zıvanadan çıkabiliyoruz.
onun dışında bu aralar hayallerime hızlıca ama sağlam adımlarla yaklaşıyormuşum hissi geliyor bana. mezun olduktan sonra öyle boşluğa falan düşmedim. yükseğe kabul edilmezsem de düşmeyeceğim. aa doğru ben mezun oldum, size anlatamadım ki hiç.
mutlu, gururlu ve geçmişimdeki bazı şeylere gerçek anlamda veda ettiğim, hem de sıkıca sarılıp hüngür hüngür ağlayarak veda ettiğim bir mezuniyet töreniydi. hiçbir pişmanlığım ve boşluğum olmadan tamamladığım bir dönemdi. üzerinden çok geçmediğinden midir bilmem hiç mezun olmuş gibi hissetmiyorum ama tam anlamıyla bir yetişkin gibi hissediyorum aynı zamanda.
kendime güveniyorum. en önemlisi bu. dengesiz, saatli bombadan farksız birine göre fazlasıyla güveniyorum hem de. en azından şimdiye kadar hiç patlamadım.
aferin bana.
bunca zaman fark ettiniz mi bilmiyorum ama ben buraya hep kendimi güzellemeye geliyorum ahahaha. çok seviyorum kendimi cesaretlendirmeyi, kendimi sevmeye bayılıyorum. sizi de seviyorum üstelik. sizi cesaretlendirebiliyor olmayı da çok isterim. size de aferin efendim.
bir de teşekkür ederim.
ben hep kaçıp gittiğim halde geri gelince yazılarıma tıklayıp halimi okuduğunuz için, çok ama çok teşekkür ederim.
size anlatacak çok şeyim var, ama nereden başlayacağıma henüz karar vermedim.
Güneş varlığını belli edecek kadar ışıldıyordu ne
olduğu belli olmayan engellerin arkasından. Az sonra tamamen kendini gösterecek
ve yapraklarından nisan suyu süzülen çiçekleri ışıl ışıl yapacaktı.
O gece yaşlıları evlerine tek başıma bırakmama
izin vermişlerdi. Sürekli bir şey anlatan ve eski genç günlerini özleyen
yaşlıların çenesinden yorulmuş olmalıydı annemler. Belki de birkaç sene içinde
bu yaşlılar gibi dönüşme yeteneklerini kaybedeceklerini hatırlamak
istemiyorlardı daha fazla.
Benim de işime gelmişti. Çevresine fazlasıyla
duyarlı olması gereken bir ev dolusu insana hiçbir şey fark ettirmeden bütün
gece onları izlemeyi becermiş şu adamla bir şeyler konuşmam gerekiyordu, hatta
biraz korkutmam.
Aslında başımın bir hareketiyle güçten düşmüş o
yaşlı sürüngenler bile onu iki saniyede parçalayabilirdi. Ama o baş hareketini
yapamamıştım. Merak, korku ve heyecan karışımı gözleriyle bizi izlerken
fazlasıyla zararsız görünüyordu. İkinci kez tekrarlanmasına izin vereceğimi
sanmasam da biraz gözlemekten bir şey çıkmazdı. Belki normal halimizi görüp
gördüklerinin rüya olduğuna kendi inandırmaya ihtiyacı vardı.
Şimdiyse uykulu ve ürkek adımlarla beni takip
ederken sabrımı taşırıyordu. Yaşlıları evlerine götürürken bile peşimizden
gelmişti, hiç mi korkusu yoktu? Ne kazanacaktı sanki?
Güneşin sonunda aydınlattığı dallardan birini
koparttım yanından geçerken. Bir olağan insan için güzel bir bitkiye zarar
verdiğime inanamıyordum.
Benden böyle bir şey beklemediğinden emindim. O
kadar hızlı olmamı da beklemiyordu muhtemelen. Yakasından tutup duvara yasladım
vücudunu. Dalın sivri ucunu da hafifçe boynuna dayamıştım.
“Ne istiyorsun?”
Dikkatle gözlerime bakıyordu. Gözbebeklerimin
kayıp şekil değiştirmesini bekliyor olmalıydı. O gün ona saldırmak için
atıldığımda nasıl gözüktüğümü merak ettim. Yakasındaki elim biraz gevşer gibi
oldu. Tam bir canavar olmalıydım.
“Rüya değildi.”
“Ne saçmalıyorsun sen? Sapık gibi gecenin bir
yarısı insanları takip etmeye utanmıyor musun?!”
“O evlerine götürdüklerinde senin gibi mi? O gün
getirdiğin çocuklar da mı?” Düşündüğümden fazla noktayı birleştirmişti. Şunları
benden başka birisi duyacak olsa onu öldürürdü.
Dalı kaldırıp yüzüne çarptım. “Arkanı kolla
delikanlı.” Korkuyla gözlerini kapatıp kafasını yana çevirmişti. Titremeye
başladı. Birazdan altına da işerse tam olacaktı.
Sakince yere bıraktım. Hemen dizlerinin üstüne
düşüverdi. Zayıftı. Arkamı dönüp yürümeye başladığımda “Gördüm işte!” diye
bağırdı. “Ne yapacaksın öldürecek misin?! Bırakmayacağım peşini.”
Aptal herif.
Bahçe kapısından girip annemle babamın olan
bitenden habersiz davranışlarını görünce kasılan vücudum gevşedi. Bununla
kalacaktı, bir daha görmeyecektim. Bir daha gelmeye cesaret edemezdi.
“Hadi uyuyalım artık.” Deponun önünde uğraştıkları
şeye bakmadan hızlıca eve girdim.
Nisan suyu içme işini daha şimdiden biraz abartmış
mıydım bilmiyorum. O sabah yatağıma uzanır uzanmaz uyumuştum. Hayatım boyunca
gördüğüm iki ya da üçüncü rüyayı gördüm o gece. Normalde bizim gibiler çok
nadiren rüya görürlerdi. Belki de nisan suyu bana dokunmaya başlamıştı.
Önce kendimi bir şelalenin altında yıkanırken
gördüm. Hiç çıkmak istemiyordum ama şelale kuruyuverdi. İçine gizlendiğim
kayalıkların derinliklerinden üstüme doğru bir kum rüzgarı başladı. Tenim hemen
pul pul oldu, gözlerim kendini korumak için şekil değiştirdi. Sanki bir
delikten içeri süzülüyordu bu fırtına, o deliği bulup kapatmak için
kayalıkların içine girdim. İlerledikçe artan şiddeti canımı acıtıyordu. Sonra
ötede ufak bir ışık kaynağı çarptı gözüme. Adımlarımı hızlandırmaya çalıştım.
Ufak bir gölcüktü bu. Etrafını saran parıltılı taşlar onu ışıl ışıl bir hale
getiriyordu. Yüzüme biraz su çalmak için eğildim. Suyun içinde bir sürü balık
vardı. Sakin sakin, kum fırtınasının farkında olmadan yüzüyorlardı. Sadece
birisi… Ne yaptığını bilmiyor gibiydi. Boğuluyordu. Bir balık… Boğuluyordu.
Annemin kalçama attığı bir şaplakla yorganımın
altında sudan çıkmış bir balık gibi çırpınarak uyandım. Yine sabah olmuştu. Bir
gündür uyuyordum.
“Tembel teneke. Kalk artık, bugün bolca
kaynatmamız lazım. Evden çıkamayanlar çok bu sene.”
İklimin değişmesi ve sağlıklı beslenememe yüzünden
bağışıklık sistemlerimiz zayıflıyor, aramızdan olağan insanların yakalandıkları
hastalıklara yakalananlar çoğalıyordu her geçen gün. Ayrıca yumurtadan yeni
çıkanların evden çıkması da çok sağlıklı olmuyordu. Bu yüzden bu evlere
davetiye bırakmak yerine hanedeki her kişiye bir kavanoz olacak şekilde nisan
suyu bırakıyorduk.
Depodan kazanlara aktardığımız tuzlu suyu kocaman
kepçelerle karıştırarak kaynatmak yorgun bedenim için pek faydalı olmasa da
arada bir kaynar sudan birkaç damla içebildiğim için memnundum.
İşi biten kazanı bahçeye götürüp küçük kavanozları
doldururken babam mutfaktan sanki öylesine bir şeyden bahseder gibi “Sakın
bakma,” dedi. “Şu geçen geceki oğlan seni izliyor duvarın üstünden.”
Bütün bedenim kımıldamak istese de hiçbir şey
duymamış gibi işimi yapmaya devam ettim. “İhtiyarlar geldiğinde de izliyordu
bizi, yeni mi gördün?” diye sordu annem.
“Sen evden çıktığında peşinden gelmedi değil mi?”
“Yok, gelmedi.” Gerçekten bir cinayet işlemek
istemiyordum ama şu siyah gözlerini üstümden çekmezse onu kör edebilirdim.
Sabrım taşıyordu, aileme yalan söylemek zorunda kalmıştım.
“Böyle giderse taşınabiliriz.”
Hızla arkama dönüp yeni koyulan kazanı karıştıran
babama baktım. Kaşlarım çatılmıştı. Farkında olmadan öfkelenmiştim.
“Ne bakıyorsun? Yapmadığımız şey değil sonuçta.”
Yalan söylemek zorunda değildim aslında.
“Sen bu akşam evde kal, kapını sıkı sıkı
kilitleyip dün gece yaptığın gibi uyu. Bu çocuğa güven olmaz.”
“Bir şey yapacağı yok. Gerzek insanın teki.”
Onlar evden çıkar çıkmaz dedikleri gibi odama
girip kapımı kilitlemiştim. Yanıma bir tencere nisan suyu alıp olağan
insanların bizim gibiler hakkında yazdıkları teorileri okuyarak güzel bir akşam
geçirmeye karar vermiştim.
Canavar kelimesini gördükçe keyifleniyor, kendimi
güçlü ve özel hissediyordum. Tarihimizde olağan insanlara zarar verme olayları
çok az görülmüştü. Hiçbiri kötü niyetli değildi, kendimizi korumak için
yaptığımız şeylerdi. Ama yine de kötü karakter olmayı seviyordum bazen. Hiçbir
şey bilmedikleri için atıp tutuyorlar, bizi olduğumuzdan daha kabiliyetli
gösteriyorlardı.
Uyuyacağımı düşünmemiştim. Tencerem kucağımda,
bilgisayar sandalyesinde gözlerimi dışarıdan gelen gürültülere açtım. Hava
kararmıştı. Boş tencereyi odamın bir kenarına fırlatıp kapının kilidini açtım.
Sesleri dinlemek için bir saniye merdivenlerin başında bekledim.
Paldır küldür aşağı inip güz yağmuru gibi yağan
yağmurun çamura buladığı bahçeye çıplak ayak çıktım. Deponun içindeydi. Boğuluyordu.
Bir anda kendimi yüksek depoya tırmanırken buldum.
Hiç tereddüt etmeden içine atlayıp kokulu suyun içinde çırpınan bedenini
yakaladım. Onu kendimle beraber dibe çektim ve deponun tabanına ayaklarımı
vurup hızla yukarı çıktım.
Deponun ağzını yakaladım. Sudan çıkar çıkmaz
ağzımdan çılgınca küfürler dökülmeye başladı. Bir cankurtaranlığım eksikti.
Aptal insan! Aptal!
Kendimizi bahçeye attığımızda – daha doğrusu
ikimizi de ben bahçeye attığımda – öksürüyordu. Gözlerini açmaya, bedenini
kaydıran ıslak çimen ve çamur karışımında doğrulmaya uğraşıyordu. Kendimi
tutamayıp gelişigüzel birkaç tane geçirdim. Hala avazım çıktığı kadar bağırıp
küfrediyordum.
Birden debelenmeyi bırakıp yattığı yerden
gözlerini yüzüme dikti. Sonunda alabildiği nefesleri az önceki can
çekişmesinden bile daha hızlıydı şimdi.
“Ne var?”
Sesimin değiştiğini fark ediverdim. Hemen ayağa
kalktım. Kaslarım çoktan açılmaya başlamıştı, derim genişliyordu. Görüşüm
bulutlandı. Su yutmuş olmalıydım. “Git buradan!”
Tam arkamı dönmüşken uzanıp paçamdan yakaladı.
Değişmek üzere olan ayağımla ağzına bir tekme attım. “Git buradan yoksa
gebereceksin!” Sesim genç bir kızınkinden çok çölde sürünen bir yılanınki gibi
çıkıyordu.
Kendimi eve atarken arkamdan geldiğini duyuyordum.
Kapıyı kilitledim ve kalan son gücümle merdivenleri tırmanmaya çalıştım. Bu
kadar kısa süre içinde ikinci kez değişmek çok canımı acıtıyordu. İnsan
kulaklarımla son duyduğum şey kapıyı yumrukladığı oldu. Odamın kapısını
güçlükle kapatan elim artık bir insan eli değildi.
mavinot: escapril tüm hızıyla devam ediyor! Lütfen yorum bırakmayı unutmayın, öpüyorum <3
Sarı, çöp poşetinden uydurma yağmurluğumun
hışırtısından yanımda yürüyen annemin sesini zar zor duyuyordum. Gereğinden
fazla kısa kollarından içeri sızan yağmur ve bunaltıcı hava yüzünden
koltukaltlarım sırılsıklam olmuştu.
“Şunu giymesem daha az ıslanırdım belki.”
Cümlelerin arasında bıraktığı kısa bir boşluktan faydalanıp araya girmiştim. “O
kadar yağmıyor bile.” Volta atarcasına birleştirdiğim ellerimden birini çözüp
gökyüzüne doğru açtım. Birkaç iri damladan başka bir şey düşmedi.
“Ne yapalım biz de kendimize göre önlem alıyoruz.”
Sabaha kadar eve dönmeyeceğimizi düşünürsek
mantıklı sayılabilirdi, şimdilik yalnızca rahatsız ediciydi. “En azından
botlarımızı düzgün aldık bu sene.”
Birkaç ay önce bu senenin nisan ayında havanın
tuhaflaşacağı, yağmurların normalden uzun süreceği, buna rağmen havanın
normalden daha sıcak olacağı kulaktan kulağa yayılmıştı. Kulakları olağan
şeyleri duyan insanlar, genelde haber aldıkları yerlerden böyle bir bilgiyi
edinememişlerdi elbette. Bizse hazırlıklıydık.
Bahçelerimize fazladan bir depo kurmuş, daha
dayanıklı yeni kauçuk botlar almış, yağmurluğa paramız yetmeyince dayanıklı çöp
poşetlerinden bir şeyler yapıvermiştik.
Ayın ilk günü oldukça kuru, hatta rüzgarlı geçtiği
için kendimize bir gün ayırabilmiştik. Herhangi bir plan yapmadan, düşen ilk
yağmur damlasını konuşmadan, aylaklık edip dinlendiğimiz bir gün… Büyük
sınavdan önceki gün çalışmayı bırakan öğrenciler gibi hazırlıkların sonuna
geldiğimiz için ferah ama heyecanlı bir gün…
Yalan söylemeyeceğim, birkaç gün daha tatil
verebilmek isterdim kendime. Ama bir yandan da artık tadına bakmak istiyordum;
tenim kuruyor, kanım kaynıyor, canım çekiyordu nisan suyunu.
İkinci gün yeryüzüne düşmüştü. Gerçekten de
fısıltıların söylediği kadar uzun sürüyor, sonsuz gökkuşakları açtırıyordu. İlk
mahsulü düşündüğümüzden daha çabuk elde edeceğimizi fark edince hemen o gün
çıktık dışarı. Yıllardır her nisan ayında önünden geçtiğim ve sadece önünden
geçtiğim zaman varlığının farkında olduğum kapılara varlığıyla yokluğu fark etmeyen,
sadece bekleyenin görebileceği o küçük ve renksiz zarfları bırakmaya başladık.
“Altısında,” yazıyordu içinde. Bir de her
zamankinden farklı olarak altına “İlk önce küçükler,” eklenmişti. Pek çok kez
depoyu dolup taşıracağımız için, önce doymak bilmez çocukları besleyip herkesi bitirdikten
sonra da hep beraber toplanıp bir ziyafet çekmeye karar vermiştik.
O sene değişen iklimden midir bilinmez, arada bir
depoya girip birikenin içinde yüzmek isteyecek kadar gerginleşiyordu derim.
Hatta kaynatılmadan lıkır lıkır içmek istiyordum bir bardak çalıp.
Babam bakışlarımı her yakaladığında kolumu
çimdikliyordu, zaten kurumaktan yaralar çıkarmaya başlamış derimi iyice
acıtıyordu.
Cumartesi gecesini zar zor bekledim. Olağan
insanlar gibi herhangi bir şeyin yokluğunu çekerken öfkeleneceğime aptalca bir
neşe içinde oluyor, dikkatsizleşiyordum. Bir de o gün karanlık çöktüğü halde
bile insanın midesini bulandıran sıcağın ve gürültülü çöp poşetimin içinde fark
edilmemek için ağır ağır yürürken annemin yanımda hiç ilgimi çekmeyen şeylerden
bahsedip durması da sabırsızlığıma pek iyi gelmemişti.
Zarfları bıraktığımız kapıların önünden, orada
bekleyen çocukların yüzlerine hiç bakmadan geçerken ellerimin kanadığının hiç
farkında değildim. Bizi hiç tanımıyormuş, hatta görmüyormuş gibi etkileyici
oyunculuklar sergileyen çocuklar annemle aramıza girip bizi iyiden iyiye
birbirimizden uzaklaştırmaya başladıkça da sürünün arkadan gelen koruyucusu
olarak önümde yürüyen küçük kafalardan başka bir şey görmez olmuştum.
Korkacak bir şey yoktu gerçi, bu dünyaya böyle
doğmuş çocuklar çoktan büyümüş olan yetişkinlerden daha aklı başında olurlardı.
Aramızdaki kalabalık gözle görülür derecede
artmıştı artık. Yolculuğumuzun sonuna da yaklaşmıştık. Kocaman kazanda kaynayan
o tatlı ekşi şerbetin kokusunu iki sokak öteden alabiliyordum. Kupkuru
dudaklarımı yaladım, yutkunmaya çalıştım.
Tek düşünebildiğim önümde yürüyen cücelerle
beraber kazana kafamı sokmakken bir şey beni hazırlıksız yakaladı. Biri sağ
bileğimi tutup kaldırmış, sokak lambasının ışığında kana bulanmış elime bakmaya
çalışıyordu.
“İyi misiniz?” diye sordu. Bir anda gözlerimin
yuvalarında döndüğünü hissettim. Cücelerin hepsi aynı anda durmuş, henüz olağan
insanların duyamayacağı kadar alçak sesle tıslıyorlardı. Ağzımın içinden fırlamaya
çalışan dilimi ısırdım.
Derin nefesler alıp şekil değiştirmesini
engellemeye çalıştığım gözlerimin ucuyla annemin derisinin yeşile döndüğünü
görebiliyordum. Çocuklar nefeslerini tutmuşlardı, saldırmaya hazırlardı.
Elime dikkatle bakarak cebinde peçete arayan
adamın bize bakmadan bizi izleyen orduyu fark etmemiş olmasını umarak geğirdim.
O, şaşkınlık dolu bir ifadeyle yüzüme bakmak için kafasını kaldırırken ordu
ilerlemeye başlamıştı, tıslamalar kesildi. Canını kurtarmıştım, biraz kabalığın
önemi yoktu.
Omuzlarımdaki derinin değişmeye başladığını
hissederek elimi usulca çektim. Aniden bir sürüngenin ayaklarına dönüşmesini
izlemesindense kanlı kalması onun için daha iyiydi. “İyiyim, yalnızca biraz
rahatsızım.”
Arkamı dönmeden önce kurtulmanın getirdiği kısa
rahatlama hissi görüşümdeki bulutları dağıttı, meraklı siyah gözlerindeki
endişeyi görmek beni gülümsetti. “Kusura bakmayın,” dedi. Bu kadar çabuk pes
etmesine biraz da şaşırarak omuz silktim.
Artık dikkat çekmek umurumda bile değildi, deli
gibi susamıştım. Adımlarımı olağan insanlarınkinden daha hızlı atıyordum. Yağmur
da benimle birlikte hızlanmıştı. Avluya girerken kendime daha fazla hâkim
olamayıp büyük bir hata yaptım, ağzımı açıp ılık yağmur damlalarını yuttum.
Ne yaptığımın farkına vardığımda henüz avluyu yarılamamıştım
bile. Ağırlaşan derimin altında kamburlaşan sırtımı taşıyarak güçlükle
sundurmaya tırmandım. Pantolonumun dikişleri yeterince güçlü değildi, kuyruğum
sarı çöp poşetimi de delerek bedenimin arkasında salınmaya başladı. Şekil
değiştiren gözlerimden dünya bambaşka görüyordu artık. Sutyenim, tişörtüm,
mevsimlik ceketim ve çöp poşetimin üst kısmı da sırayla genişleyen omuzlarıma
yenik düşmüştü.
Bahçe kapısını henüz değişmemiş ellerimle ittirip
açarken ardımda bıraktığım bahçe kapısının da açıldığının farkında değildim.
İçeride belki de ilk kez kendi cinslerinden birini
doğal haliyle gören küçük çocuklar ellerindeki rengârenk bardaklara sımsıkı
tutunmuş bana bakıyorlardı. Babamın içini çekti ve çok derin bir kuyudan
geliyormuş gibi duyduğum sesiyle “İşte sabredip nisan suyunu kaynatmadan
içerseniz böyle yolun ortasında deri değiştirmeye çalışırsınız,” dedi.
Annem halsiz bedenimin kapının eşiğinde yığılıp
kalmış olmasına hiç şaşırmamıştı. Çocukların hepsinin bardakları dolu olmasına
rağmen hiç de boş gözükmeyen ağır kazanı güçlü kollarıyla kaldırdı. Sıcak suyun
üzerime dökülmesini, nisan suyunu içmek için bütün gün beklediğim sabırsızlıkla
bekliyordum.
Davetsiz misafirimiz tutmayan dizlerinin
ihanetiyle yere yığılınca demir bahçe kapısı arkasındaki duvara gürültüyle
çarptı. Çocukların iştahlı yutkunmaları kesildi. Başlar aynı anda az evvel bana
endişeyle bakan korku dolu siyah gözlere doğru çevrildi.
En özgür şeklinde olan bedenimin ve artık insani
içgüdülerle hareket etmese de olacağının farkında olan beynimin her kası tüm
gücüyle gerildi. Kendimi sundurmadan aşağı atılırken, ıslak çimlerin üstünde
tehditkâr tıslamalarla ve dil savurmalarıyla ona doğru ilerlerken buldum.
Titriyordu. Tıpkı az sonra, annem arkamdan yetişip
sürüngen derime bir kazan sıcak nisan suyunu boşaltınca olağan insan derime
bürünüp yaşadıklarımın yorgunluğuyla iki büklüm karşısında oturacak olan ben
gibi…
Sonunda bayıldı. Aciz bedenine bakarken yüreğimi
sıkıştıran pişmanlık ve çocukların heyecanlı gülüşleri arasında, annemle babam
onu az önce karşılaştığımız sokakta bir köşeye kimseye görünmeden bıraktılar.
Sabah olduğunda her şeyin bir rüya olduğunu düşünmesini ummaktan başka çaremiz
yoktu. Nasıl olsa hiçbirimiz bir hafta evden dışarı adım atmayacaktık şafak
sökmeden çocukları evlerine bıraktıktan sonra. Onun için de çıkmadım gerçi.
Annemle babam bana sürekli nasıl hissettiğimi
soran ve imrenen gözlerle bakan çocukları peşlerine takıp ailelerine götürmek
için çıktıklarında, evde oturup kendime biraz daha nisan suyu kaynattım. Bu
sene bol bol içmeliydim. Bu senenin ikinci çağrısı için evden çıktığımda
dikkatimi toplayacak kadar ayık olmalıydım bir de.
Göz açıp kapayıncaya kadar geçti bir hafta. Çoktan
iki çağrı yapacak kadar nisan suyu birikmişti depolarda. Ama babam beni yeterince
beslediğinden emin olmadan kimseyi çağırmak istemedi. Susuzluğumun yeterince
giderildiğinden ve değişimimden sonra olağan insan derimde oluşan yarıkların
iyileştiğinden emin olduklarında bu defa yaşlıları toplamak üzere çıktık
dışarı.
Sorunsuzca, çocuklardan daha yavaşça toplandık
sokaklarda. Bu defa bir yerim kanamıyordu, etrafta kimse de yoktu.
Aslında bunun biraz tuhaf olduğunu itiraf
etmeliydim, en az bir iki insana rastlamalıydık. Sanırım bu defa annemin
dikkatsizliğinden anlayamadık neler olduğunu.
O gece evimizin sundurmasında babam yaşlılara
yaptığım hatayı anlatıp bir olağan insanı korkuttuğumuzu anlatırken elimdeki
tatlı ekşi kokulu bardaktan kafamı kaldırdığımda gördüm onu. Korkuttuğum olağan
insan gözlerini dikmiş, bu defa merakla bakıyordu.
mavinot: Uzun zaman oldu! Lütfen sonraki bölümleri heyecanla bekleyin ;)
ben bir daha buraya daha sık gelmek istiyorum demeyeceğim size. ne zaman söylesem gelmeyi kesiyorum çünkü.
bu aralar elimde uğraşacak çok şey var, bu ayın sonunda mezuniyet balomuz yapılacak. aynı zamanda tezim için de son teslim tarihi o aralarda bir yerlerde. bir yandan stajıma ve stajım için yapmam gereken projelere odaklanmam lazım. alttan aldığım dersin gereksizliği de beni epey sıkıyor.
tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de dodie'nin katıldığı, bizleri de davet ettiği escapril etkinliğine katılmaya karar verdim. (okuduğum kitaplar ve izlediğim dizileri saymıyorum bile.)
escapril'de nisan ayının her günü için bir konu başlığı var ve her gün farklı bir başlık altında bir şey üretmek gerekiyor. dodie sanırım bunu şarkı yazmak için kullanıyor, kimileri şiir yazıyor, ben de özlemle beraber hikaye yazıyorum bu konu başlıklarını alıp. üç gündür inanılmaz verimli geçiyor ve daha önce hiç yazmadığım konularda bile kafam çalışıyor. uzun zamandır bu kadar sık kalemimi elime almamıştım, hamlamış olmam bir yana fazlasıyla özlemişim.
kalemimle barışmış olmak beni ziyadesiyle mutlu etse de yapmam gereken diğer şeyleri biraz köşeye sıkıştırdım ve bu yüzden de kafamın arkasında sürekli fısıldayan bir kaygı canavarı var yine. neyse ki yarının konu başlığı da "kaygı". en azından bundan bir şeyler çıkarıp güzel bir şeyler üretebileceğim ehehe.
bu aralar gerçekten kendimi memnun edecek kadar üreticiyim ve hareketlerimi verim alabilecek şekilde ayarlıyorum. haliyle sürekli meşgulüm, sıkılacak vaktim de birkaç ay sonra mezun olacağımı düşünüp dertlenecek vaktim de kalmıyor.
bu yazıyı uzatacak kadar anlatacak bir şeyim de yok açıkçası. hazır kalemi elime almışken uğrayayım dedim ıssız evime.
bu aralar bir sürü güzel şarkı dinliyorum. keşke hepsini buraya atacak kadar bir sürü yazı yazabilsem ehehehe. bir gün o da olacak, hissediyorum.
escapril süresinde yazdığım hikayelerden birkaçını burada yayınlamak istiyorum. uzun zamandır burada bir şey üretmediğimin farkındayım ve bunu değiştirmenin vakti geldi bence. hatta bence siz de özlediniz benim kalemimi hıh.
haftasonu kısa ve güzel bir hikayeyle sizi bulmaya geleceğim, nisanın sonuna kadar en az dört hikaye yayınlamak niyetindeyim, bakalım bu niyet bizi nerelere sürükleyecek.
sizler nasılsınız? umarım bahar saçlarınızı tatlı tatlı okşamıştır. mavi kalın dostlarım, sizi seviyorum.
bu blogu açtığım günden bu yana ilk kez bir doğum günümde güncel yazmadım, ilk kez bir doğum günümde size içimi dökmedim ve, evet belki ilk uzun ayrılışım değil, ama ilk kez bu kadar bloga koşma ihtiyacı hissetmedim.
bunu her seferinde duymaktan bıktınız mı bilmiyorum ama ben blogumu çok çok özledim.
şimdi gelelim neden doğum günümde burada olmadığıma ve neden bir süredir hiç blogger'a bile girmediğime.
öncelikle doğum günümde ilk kez evden uzakta, arkadaşlarımla güzel bir gün geçirdim. ankara'ya gittik, karlı ve soğuk bir gündü. bir eksik olmakla birlikte en yakın arkadaşlarım istanbul'dan geldiler. doğum günüme denk gelmesi tamamen tesadüftü, ama çok güzel bir tesadüftü. daha mutlu olamazdım. şimdi düşününce bile çok mutlu oluyorum.
o yüzden hem zaten blog yazacak kadar internet erişimim yoktu, hem de anın tadını çıkarmak istedim, hepsi bu.
bloga neden gelmediğimi soracak olursanız, bu dönemde yapılmamış her işin yapılmama sebebi olarak gösterdiğim şeyi söyleyeceğim: gerçekten hiç vaktim yok. stajım var, tezim var, alttan almak zorunda olduğum bir ders var ve tüm bunlar olurken kendime bile vakit ayıramıyorken bir şeyler üretmek gerçekten zor geliyor.
inanır mısınız bloga gelmediğim süre boyunca elime hiç kalem almadım ve hiç kurgu yazamadım, sıfır. ayrıca, sanırım bu sene kışla birbirimize küstük. artık etrafın bembeyaz olması beni çok mutsuz ediyor. doğal olarak kış henüz bitmediği için de baya mutsuzum. ama daha iyiyiz şimdi, arada bir güneş gösteriyor yüzünü. ikindi vakti camımın penceresinden halıma vuran gün ışığının altında uzanıp kitap okuyacak vakit bulabiliyorum bazen.
bir süre uyuduğumu söylemek istiyorum kısaca. çünkü yazmak bir kenara, hiç okumadım da bu sırada. tek yaptığım tez için çalışmak, staja ve okula gitmek, arada da new journey to the west'le knowing brothers izlemekti. gerçekten verimsiz ama deli gibi dolu bir dönemdi.
şimdiyse yavaş yavaş uyanıyorum. kitap okumaya yeniden başladım ve kalemimi hareket ettirecek birkaç fikir de belirdi kafamda. bunu tezimde olabildiğince ilerlemiş olmaya ve sık sık beni kucaklayan güneşe bağlıyorum.
aslında bu uyku bana acele etmemeyi öğretti. bu sıralar gayet erken sayılabilecek bir yaşta, insanların kariyerlerine başladığı sıralarda kariyerlerine veda etmek durumunda kalan sporcuları düşünüyorum sık sık. aslında bu fikri bana kang hodong vermiş olabilir ehehe. herkesin kariyerleri başlarken onlarınki bitiyor bir açıdan baktığımızda, ama aslında yeni bir şans edinmiş oluyorlar. kimisi için geç bile sayılabilecek yaşlarda yeniden hayatlarını kuruyorlar.
siz hiç hayatınızı kurup sonra onu istediğiniz anda bırakıp yeni bir tanesini kurabileceğinizi düşündünüz mü? bunu yapan ne kadar çok insan olduğunu düşündünüz mü? bunu en yakın arkadaşımla konuştuğumuzda istediğim kadar hayat kurup yıkabilirim diye düşündüm, ölene kadar istediğim kadar şansım olacak. sonuçta benim hayatım yıkılmış, kurulmuş defalarca ne olabilir en fazla? o yüzden acele etmemeliyim. bu uykuda da yapmak istediklerimle yapmak zorunda olduklarımı harmanlayarak her şeyi yavaştan aldım.
bir şeyler yazmak için kendimi zorlamadım, çünkü aslına bakarsak tezim için yaptığım şeylerin yüzde doksanı yazı yazmakla alakalıydı. illa kurgu yazmama gerek yoktu, bir süre bu şekilde kalemimi kullanabilirdim. bir şeyler okumak için de kendimi zorlamadım, çünkü zaten tezim için yazmam gereken şeyler hakkında bol bol okuma yapıyordum. hem kafamı resetlemiş oldum böylece. acele etmeden. yine içimden geleni yapabileceğimde içimden bir şeyler geleceğini bilerek dolaştım şu iki ayda.
iki aydır yokum, hem de bilinçli olarak. aslında inanasım gelmiyor. ama sonunda içimden geleni yapabileceğim bir anda içimden bloga yazmak geldi. ve içimden geldiği anda içimden geleni yapıyorum. siz neler yapıyorsunuz?
kelimelerimi özlemişim.
kalemim de paslanmış sanki, düşüncelerimi toplamadan yazdığım için anlaşılmaz bir yazı da olmuş olabilir bu. azar azar da olsa paslarımızı sileceğiz.
mavi akşamlar olsun.
özledim hayaletlerimi.
yakın zamanda yaşamamızı seven bir adam tarafından bizlere armağan edilen, bizzat çevirdiğim bir şarkıyla kapatıyorum. ama bu sefer uzunca kapalı kalmayacak burası. söz (değil).