Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

27 Aralık 2013 Cuma

Bu Kış Mavi Kış

Evvet millet, sonunda bir yıl boyunca beklediğimiz festival zamanı geldi çattı! Bugün ilk festival yapıldı: KBS Gayo Daejun. İki gün sonra SBS'in ve ondan iki gün sonra da MBC'nin festivali var. Yehet!!
Bu yılki performanslar için inanılmaz derecede heyecanlıyım, çünkü ilk kez yazısını yazacağım. Üçünü birden izlemem gerekiyor, sanırım yılbaşı tatili bunun için mükemmel bir fırsat. Hakkını vereceğime söz veriyorum.
Ayrıca belirtmek isterim ki bu kış K-pop inanılmaz civcivli bir dönem yaşıyor. Bahsetmem gerektiğini düşündüğüm o kadar çok şey var ki kendime bir çizelge hazırladım, hangi tarihte hangi yazıyı yazmam gerektiğiyle ilgili. Düşündükçe heyecandan yerimde zıplıyorum.
Tabii tüm bunlar olup biterken okulumu ve sosyal hayatımı da bir kenara atmış bulunuyorum. Ama her neyse, bugün EXO festivalde yılın şarkısı ödülünü aldı!!
Beklemede kalın.
Bir sürü eğlenceli şey olacak.
Yeheey bu kış çok mavii!! ^^
*Mavinot: Gittikçe kısalan, anlamsızlaşan yazılar içimdeki heyecan karmaşasının yansımasıdır, mazur görünüz.

24 Aralık 2013 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #10

"Ya ama sen neden sürekli ağlıyorsun İpek?"
Demir dudaklarını kulağıma yaklaştırarak, sınıftakilerin dikkatini çekmemek için fısıldamıştı. Burnu saçlarımın arasından şakağıma değer gibi oluyordu ve nefesi yumuşakça tenime değiyordu. Sınıftaki herkes yaklaşan matematik sınavına çalışarak geçiriyordu öğle arasını. Bizse Demir'in telefonundan, bana getirdiği klipleri izliyorduk beraber. Kimseyi rahatsız etmemek için sessizce çalışıyorduk. Gözümün önünde ağlayan, dans eden, eli silah tutan, anlamlandıramayacağım şekilde bana çok çekici gelen çekik gözlü erkekler; kulağımda onların söylediği şarkı; yanımda bana çok yakın duran, ağladığım için ne kadar gerildiğini dişlerini sıkarak belli eden, çekik gözlü erkeklerden daha çekici olan, limon kokan Demir duruyordu. Ama yine de ben bütün bunlara rağmen klipteki hikayeye dikkatimi verebilmiş, hatta ağlayabilmiştim.
Klip bittikten sonra bir süre kararan ekrana bakarak burnumu çekmemeye çalıştım. Çünkü foşurtu dolu bir burun çekiş konsantre olan sınıf arkadaşlarımın çoğunu korkutacak kadar gürültülü olabilirdi. Kütüphaneden çok daha sessizdi, üstelik başımızda bir öğretmen falan da yoktu.
En sonunda dayanamayıp şiddetle burnumu çektim. "Başka klip yok mu?" diye sorarken, sesimin çatlak ve yüksek çıkmasına engel olamadım.
Kimseden bir tepki gelmeyince Demir de fısıldamaktan vazgeçti. "Ağlamaya devam edeceksen yok sana klip falan."
"Ama nasıl ağlamam ya. Adam ölmek üzereydi ve... Cebinden..." Nefesim tıkandı, içimi çekmekle burnumu tekrar çekmek arasında kaldım. "Cebinden sinema biletlerini çıkarttı. Sence de... Sence de çok fena değil mi?"
"Haklı olabilirsin. Yine de bu sana gözlerimin önünde ağlama hakkını vermiyor."
"Yaa Demir... Hadi başka bir klip aç."
"Biraz sessiz olun ya," diye çıkıştı Tuğçe. "Gidin başka yerde oynayın." Tuğçe'nin namını biliyordum. O ders çalışırken hep konuşur, kendi kendine ders anlatınca başkasının anlatmasından daha kolay öğrenirdi. Çok fazla anlamsız ses çıkartırdı soru çözerken. O bile bu ortam için alışkanlıklarını bırakmıştı, bu yüzden onun şikayet etmesi çok doğaldı. Üzgün bir bakış atıp yerimden kalktım. Demir de hiç tereddüt etmeden peşimden ayaklandı.
Yanından geçerken birden Meryem elimden tutuverdi. Kalemini sakince bırakıp kıvırcık saçlarını arkaya savurduktan sonra yüzüme baktı. "Bence sen de çalışsan fena olmaz İpek," dedi. Arkamdakine ters bir bakış attı. "Son zamanlarda pek çalışmıyorsun."
"Ben mi?" diye sordum şaşkınlıkla. "Ben... Ben aslında... Evde çalışıyorum." Bir an için anneme hesap veriyormuşum gibi hissettim. Meryem de Demir'in 'bakılacak kızlar' listesindeydi. Ama ona pas vermemişti, aslında bunu yapmayan tek kızdı. Bu da aralarında git gide büyüyen bir sürtüşmeye sebep oluyordu. Meryem, sınıftaki bütün kızları -özellikle beni- Demir'den korumak için sürekli tetikteydi, Demir'se kendisine genç kızları kaçırıp öldüren bir katil gibi davranılmasından ve en büyük kurbanı benmişim gibi Meryem'in sürekli ikimizi uzaklaştırmaya çalışmasından nefret ediyordu.
"Yani klipler falan... Kafan başka yerdeymiş gibi de..." diye devam etti Meryem. Demir'in arkamda burnundan soluduğunu duyuyordum.
"Başka yerde değil, merak etme Meryem. Endişelendiğin için sağ ol," dedim. Daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden yürüdüm.
Dışarı çıkarken Demir hala dişlerini sıkıyordu.
"Ne demeye çalıştı şimdi o cadı?" diye gürledi. Sesi boş merdivenlerde yankılandı. Farkında olmadan koluna giriverdim.
"Bir şey demeye çalışmadı. Beni düşünerek söyledi sadece," diye mırıldandım. Demir kollarını gererek elimi vücuduyla kolu arasına sıkıştırdı. Artık dişlerini sıkmıyordu, son söylediğim cümleyi bile duymamış gibiydi. Elimi çekmeye çalıştıysam da beceremedim. Koluna kelepçelenmiş gibiydim. Gerçi beni bırakmasını söylesem hemen bırakırdı, ama nedense ağzımdan kelimeler çıkmıyordu.
"Neyse hadi gidelim. Biraz temiz hava alalım," dedi neşeyle.
Birden olduğum yerde durup parmaklarımı koluna bastırdım. Aklımdaki her şey uçuverdi. Bir basamak aşağıda durup yüzüme baktı. "Dışarı gitmesek? Kantinde falan otursak?"
Gözlerini devirdi ve hiçbir şey söylemeden tekrar yukarı çıkmaya başladı.
Kantinimiz, öğle arasının ilk yarım saati çoktan bittiği için boşalmıştı. Bir kişi kafasını masaya koymuş uyukluyordu. İlk sınıflar bir masayı kapmış, etrafına bir sürü sandalye çekmiş sessizce sohbet ediyorlardı. Birinin kucağında bir gitar vardı, sanırım çalması için ona ısrar ediyorlardı. Kimse olmayınca kantinimiz büyük gözüküyordu. Bir duvarı boydan boya kaplayan camlardan güneş ışığı coşkuyla giriyordu. Renkli plastik sandalyeler hiç bu kadar canlı gözükmemişti gözüme. Buram buram kızartma kokmasına rağmen bu sakin hava kusursuzdu, insan içeri girerken gülümsemeye başlıyordu.
Kapıda bir an durup nereye otursak diye düşündük. Ben hala elimi kolundan kurtarmaya çalışıyordum, ama o ne zaman elimde bir hareket fark etse parmaklarımı sıkıştırarak bana engel oluyordu.
"Cam kenarına oturalım mı?" diye sordu yumuşak bir sesle. Sohbet eden gruptakiler kolunu tuttuğumu görmesinler diye iyice yanaşıp omuz silktim.
"Olur."
Benim için sandalyeyi çekerken en sonunda elimi kurtarabildim. Tam karşıma oturup camdan güneşe doğru baktı.
Nasıl anlatsam bilemiyorum, ama güneş ışığı bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi. Kimsenin ayak basmadığı bir mağaraya ışık tutmak gibiydi. Ama saldırıya geçen yarasalar yoktu, bir hazine vardı. Zaten ışıltılı olmasına rağmen üzerine vuran ışıkla adeta cana gelen, titreşen, heyecan yaratan bir hazine: Demir'in gözleri.
Onu abarttığımı düşünmeyin sakın. Çirkin yönleri güzel gören gözlerim yoktur. Güzel olmayanı sevmesini de bilirim. Ama Demir gerçekten kusursuz biriydi. Yani, karşımda güneşin verdiği huzurla gözlerini kısarak gülümsemesine kayıtsız kalmam imkansızdı. Kim olsa kafasından aynı şeyleri geçirirdi. Kim olsa kusursuzluğuna kapılırdı. Kim olsa severdi onu. Her insanın bir kusuru olduğu gerçeğini düşünmeyip bu gerçekten korkmadan hem de...
"Senin üstünde büyü mü var?" diye sordu birdenbire. Bana dönmüş ellerini masanın üstünde birleştirmişti. Dalga geçer gibi gözükmüyordu.
"Ne büyüsü?"
"Bilmem. Sadece bu binanın içinde arkadaş kalabiliyoruz da. Çıkınca benden hiç hoşlanmıyor gibi davranıyorsun."
"Ne zaman yaptım bunu?" diyerek gözlerimi kırpıştırdım. Hiç belli etmediğim sanmıştım, ama o farkındaydı.
"Her çıkış saatinde mesela? Gideceğimiz yerler aynı yolun üstünde ama birlikte yürümemek için kırk takla atıyorsun."
Vereceğim tepkinin beni kurtarmasının tek yolu rahat olmasıydı. Göz devirmek gibi bir şey yapmalıydım. Ama telaşla "Alakası bile yok," deyiverdim. Gözlerini deviren o oldu.
"Bir şey var," dedi. Düşündüm, minicik bir an için. Mantıklı bir açıklama bulabilirdim, peşimdeki canavardan bahsetmeden bu işten sıyrılabilirdim.
İşte o zaman hayatımdaki en büyük bahaneyi hatırladım. Her delikten geçmeme, hor görüldüğüm kadar hoş görülmeme yarayan o bahaneyi: "Demir, bak..." dedim. Ben de ellerimi masanın üstünde birleştirip ona doğru eğildim. "Benim babam ben daha okula bile başlamadan öldü. Annem gencecik yaşında dul kaldı. Dul kadınların ve onların kızlarının yapmaması gereken şeyler vardır."
"Çok saçma," diye nefesini verdi. Sırtını yaslayıp ellerini karnının üstüne koydu.
"Saçma değil!" diye bağırdım. Karşı köşede uyuyan çocuk yerinde sıçradı, hafifçe kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Onu uyandırdığım için bir an gerçekten çok üzüldüm ama Demir tüm hayatıma saçma demişti. "Büyüdüğüm ortamı bilmiyorsun. İnsanların dillerinin ne kadar keskinleşebileceği hakkında en ufak bir fikrin yok."
"Öyleyse ne olmuş, sen buraya yeni gelmedin mi? Kim tanıyor ki seni?"
"Beni tanımalarıyla alakaları yok."
"Neyle alakası var?"
"Böyle büyüdüm, elimde değil. Sana mahalle baskısı hakkında vaaz vermek istemezdim, ama gerçek bu. Senin de bunu anlayacağını sanmıştım." Beklediğim desteği alamadığım için hayal kırıklığına uğramış bir yüz ifadesiyle gözlerimi kaçırdım.
"İyi, tamam. Boşu boşuna kuruntu yapıyorum galiba," diye pes etti.
"Ne kuruntusu?"
"Beni görmekten hoşlanmayacak bir sevgilin olduğunu falan sandım. Eğer varsa söyle." Birdenbire, gayriihtiyari gülüverdim. Çok komikti. Çünkü, her şey temelde düşündüğü gibiydi ama hiç de öyle değildi.
"Yok öyle bir şey. Hadi sen şu kliplerden aç yine bana."
Yanındaki sandalyeye yavaşça vurup yanına çağırdı. O, hızla bir klip seçerken ben de sandalyeye yerleştim.
"Bu grubun adı T-ara," dedi. "Şarkının adı Lovey Dovey. Bir sürü versiyonu yayınlandı klibin, bu da zombi versiyonu."
Kulaklıkları takıp kafalarımızı birbirine yasladık. Klibi oynatmadan önce Ufuk kantine girdi. Bize el sallayıp tam karşımıza oturdu. Ben ona gülümsedim, Demir de telefonu tutan elinin serçe parmağıyla anlaşılmaz bir işaret çaktı. Sonra klibi izlemeye başladık. Başta müzikle karışık topuk sesleri duyuluyordu. Sonra o seslerin sahibinin ufak kalçalarına yakın çekim yapıldı.
Demir sırıtınca ters bir bakış attım. "Ne sırıtıyorsun öyle?"
"Sırıtmıyorum," dedi son heceyi uzatarak.
"Sırıtıyorsun işte. Çok mu hoşuna gitti?"
"İpek, izlemeye devam et." Ekrana bakmaya devam ettim ama Demir'in ağzı kulağıma oldukça yakın duruyordu ve gülmeye başladı, hiç susmayacakmış gibi.
"Demir," dedim "Sus artık."
"Tamam sustum." Ağzını kapatmak için alt dudağını ısırdı. Tabii ki bu bir işe yaramadı. Bu defa kahkaha atmaya başladı. Ortada komik olan bir şey yoktu, sinirlenmeye başlıyordum. Kulaklığı çıkartıp ayağa kalkmaya yeltendim. Hemen elimi yakaladı. "Ya tamam gülmüyorum, gel de izleyelim şunu. Söz gülmeyeceğim, hadi gel."
Başından beri sessizce oturan Ufuk usulca öksürdü. İkimiz de ona baktık. Söyleyeceği şeyi duymak için çok beklemedik, azıcık kekeledi. Normalde bu duruma sevinmeliydim, ama keşke duymasaydım Demir elimi tutarken. "Ya siz..." dedi. "Siz ne zaman çıkmaya başlayacaksınız?"
Demir'in parmakları kaskatı kesildi. Gözkapaklarım çıldırmışçasına kapanıp açılmaya başladılar. Duyduğum şeye inanmakta güçlük çekiyordum.
"E yuh ama Ufuk," dedi Demir. Hala elimi tutuyordu. "Öküzsün sen. Başka bir kelimeyle açıklanamaz bu." Sonra da kahkahalarına kaldığı yerden devam edip beni yanına oturttu.

***

O gün Süleyman Bey'deydi nöbet sırası. Akşam Demir'in beni metroya bırakmasına izin verdikten sonra onun arabasına bindim. Hala 'çıkmamız'la ilgili yöneltilen soruya çılgın gibi gülmesini hazmedemediğim Aptal Pazı'yı düşünmeden edemiyordum. Bu tavırdan ne çıkarmam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
Hiç konuşamıyordum. Kelimeler ağzımdan yavaşça çıkıyordu, bu yüzden cümlenin yarısında ne söylemem gerektiğini unutuyordum. Süleyman Bey, tıpkı düşüncelerimin ortasında savaş başlatan kişi gibi, kaküllerime dokunduğunda kendime gelebildim ancak.
"Yakışmış," diye gülümsedi. "Ama şu dalgın ifade hiç yakışmıyor."
"Özür dilerim. Sadece... Kafam karışık."
"Farkındayım. Ne oldu?"
"Okul, annem, hayat... Her zamanki şeyler."
"Her zamanki şeyler olsaydı, yüz ifaden hep böyle olurdu ve ben de yadırgamazdım." Göz ucuyla yüzüne baktım. Keyifli gibiydi.
"Haklısınız," dedim. "Her zamanki şeyler değil, her zamanki şeylere Atıf Bey de dahil oluyor uzun zamandır. Sahi o nerelerde? Özlediğimden değil de..."
"Atıf Bey işle meşgul."
"Genelde öyledir zaten."
"Ama bu seferki farklı," dedi heyecanla. "Çok büyük bir iş peşinde. Bir süre daha öyle olacak."
"Desenize tadını çıkarmak için 'bir süre'm daha var."
"Neyin tadını çıkarmak için?" Süleyman Bey kırmızı ışıkta durmaktan yararlanarak uzun uzun bana baktı. "Yahu çıkar ağzındaki şu baklaları. Bir sürü şey oluyor değil mi?"
"Hayır, olmuyor."
"Peki İpek. Olmasın bakalım." Aynı anda iç çektik. "Arkadaşların nasıllar?"
"İyiler, sınavlara hazırlanıyorlar."
"Sen hazırlanmıyor musun?"
"Ben?" Çok şaşırdım, konunun dönüp dolaşıp bana geleceğini unutacak kadar dalgındım. "Ben de. Ben de hazırlanıyorum."
"Sınav notlarını kontrol edeceğim," diyerek hınzırca güldü.
"Nasıl isterseniz." Verdiğim cevapların hiçbirinden memnun olmadığı çok açıktı. 'Artık senin uğraşmayacağım' dercesine radyoyu açtı, güzel bir müzik buldu, sesi yükseltti. Parmaklarını düğmeden çektiği anda dayanamayıp tekrar bastım ve radyoyu kapattım.
"Atıf Bey'in işi ne kadar sürecek?" diye sordum yan dönerek. Sesim fazla yüksek çıkmıştı.
"Sakin ol," dedi bir elini kaldırarak. "Birkaç ay daha."
"Birkaç ay mı? Gerçekten mi? O kadar uzun mu?"
"Evet, uzun. Ama neden bu soruları zamanında sormadın da birden aklına bir şey gelmiş gibi soruyorsun?"
"Ne kadar daha rahat olacağımı merak ettim."
"Uzunca bir süre. Ayrıca fark ettiysen çiftler halinde ya da üç kişi olarak gelmiyor korumalar artık."
"Tabii ki fark ettim! Hatta bazen onları göremiyorum."
"Atıf Bey uslu duracağına dair sözüne güvendiğini söyledi. Çok meşgul olduğu için korumaları çekiyor bazen ayak işlerine."
"Ciddi olamazsınız. Bana mı güveniyormuş?"
"Evet, öyle söyledi."
Yeniden önüme dönüp kucağımda duran çantama sarıldım. Mutluluktan ağlamamak için kendimi tutmaya çabaladım. Güzel şeyler oluyordu, Demir'e doğru adım atmak istediğim zaman önümdeki engeller çekiliveriyordu. Kalbimi Demir'e vermek istediğim zaman onu sıkı sıkı saran parıltılı sakız kağıdı açılıyor, gerçek hislerime izin veriyordu. Demir'e karşı hissettiklerim, hayatımda mucizeler yaratıyordu. O, yarısında feda etmek zorunda olduğum çocukluğum karşılığında bana verilmiş gibiydi. Şekerin tatlı olduğu belliydi ve ben o tadı almak hevesiyle dişlerimin çürüme olasılığını göz ardı edivermiştim.
"Birkaç ay..." diye mırıldandım. "Düşünebiliyor musunuz birkaç ay özgürüm!"
Ben bunları söylerken fark edememiştim. Süleyman Bey'in neden benim kadar mutlu olamadığını anlayamamıştım. Yine de şimdi biliyorum; o zamanlar ne kadar aptal olduğumu, hayatımın yanında kazandığım o birkaç ayın aslında hiçbir şey olmadığını, ne kadar acınası olduğumu...
Korkunç bir haldeymişim. Dönüp kendime baktığımda delirmediğime şaşırıyorum.
Ama o zaman birkaç ayım vardı. Demir ve benim için. Mutlu olmak için...


*Mavinot: Bugün geometri sınavından 0 aldım ve sonra bunu kutlamak(?) için bu iğrenç bölümü yazdım sizlere, üstelik Çalıkuşu izlerken. Üç beş okuyucum beni affedin, lütfen. Ayrıca... Nasıl diyor siz: Merry Christmas!!

15 Aralık 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #9

8 Mart 2013
O gün hava serin olmasına rağmen güneş ışıklarını upuzun çubuklar halinde bize uzatıyordu. Sınıfın perdelerini tamamen açmış, bundan olabildiğince faydalanmaya çalışıyorduk.
Hayatım da tıpkı bu serin gün gibi ışıl ışıldı. Ben de gerçek ve alevli olanı bırakıp benim hayatıma doğan güneşten faydalanmaya çalışıyordum: Siyah saçlı, limon kokulu güneşim Demir'den.
Aptal gibi bayılıp en güzel yerinde terk ettiğim o atmosferden sonra aramızdaki ilişkide vıcıklaşan hiçbir şey olmamıştı. Demir her zamanki gibi davranıyordu. Tek farkı dişi olan her şeye attığı inceleyen bakışlarının azalıp ters orantılı olarak bana attığı sevimli bakışların artmasıydı. Eğer birdenbire canımlı cicimli olsaydık kendimi çok rahatsız hisseder, hayallerimdeki dünyayı zihnimle bile koruyamaz hale gelir, ondan uzaklaşırdım. Ama Demir sakindi, acelesi yoktu. Belli olan sona gitmeden önce her şeyin tadını çıkarmama izin veriyordu.
İki gün boyunca sürekli iyi olup olmadığımı sormuş; yemeğimi ve ruh halimi denetlemişti. Ama bunlar dışında asıl ilgilendiği şey yüzümdü. İkide bir sıkılıp dağıttığım kaküllerimi düzeltiyor, bir an bile dalsam yüzümdeki boş ifadeden şikayet ediyor, yanaklarımı sıkıp gülümsetmeye çalışıyordu.
Onun üstümdeki etkisine çok yabancıydım. Bir kelime, yüz ifadesiyle birlikte sadece ufacık bir için değişen ses tonu, parmaklarının ucuyla yüzüme dokunması gibi küçük ayrıntılar garip bir şekilde hafiflediğimi hissettiriyordu. Ruh deyince gözümün önüne derinin altında duran ikinci bir beden gelirdi; deri üstünü örtmezse uçup gidecek, kaçacak ikinci bir ben yani. Demir'in bu ufak jestleri ruhumu uçuruyor, kaçıp saklanmasına sebep oluyordu, üstelik üstünde hala derim varken... Eğer ölüm derinin ruhun kaçmasına izin vermesi, onu serbest bırakmasıysa Demir'in derimi oyuna getirip ruhuma yardım etmesi de ona benzer bir şeydi işte. Ölmek gibi hissettiriyordu; ama daha başına buyruk ve özgür, yani daha tatlı.
Bu hisse her an ulaşabilmek için bir gezegen edasıyla sevgili güneşim Demir'in etrafında bulunuyordum sürekli, zaten onun da benden uzaklaşmaya niyeti yoktu.
Üçüncü gün artık iyi olduğuma kanaat getirip bir daha Dilaşup modunda ayılıp bayılmayacağımdan emin olduktan sonra daha da normalleşmeye başladı. Hala ilgiliydi, sadece anbean üşenmeden beni kontrol etmekten vazgeçmişti o kadar. Ayrıca o gün çok uykusu vardı. Gün içinde en uzun süre güneş ışığından faydalanan sıranın bizim sıramız olması da ayılmasına hiç yardımcı olmuyordu. Kafası sıraya yapışık oturdu bütün gün, genellikle gözleri kapalı konuşuyordu. Uykulu gülümsemesi çok daha hayran olunasıydı ve sık sık gülümsüyordu. Benimle konuşmadığı -ya da uyumadığı- zamanlardaysa bütün gün kulağından hiç çıkarmadığı kulaklığından yükselen şarkılara, kelimeleri duyamayacağım kadar kısık sesle eşlik ediyordu. Bir kulağı bende, diğeri o şarkılardaydı. Bir ara kulaklık yapışıp kaldı da ondan çıkarmıyor diye bile düşündüm.
Öğle arası için zil çaldığında Gökçe ve arkadaşları Demir'i haftasonu sinemaya davet ettiler. Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde kavuşturduktan sonra ters ters Demir'e baktım. Bu daveti kabul etmesine bakışlarımla engel olabileceğimi düşünüyordum. Ona istediğimi yaptıramayacağımı pek çok kez tecrübe ettikten sonra öğrendim ancak.
Hafifçe kafasını kaldırıp tek gözünü açtı. Birkaç saniye boyunca vereceği tepkiyi kestirmeye çalışarak hepimiz ona baktık. O da kendisinin ne tepki vermesi gerektiğini anlamaya çalışarak bize bakıyor gibiydi.
"Hangi film?" diye sordu gırtlaktan gelen hırıltılı bir sesle sonunda. Sonra öksürüp boğazını temizledi.
Gökçe heyecanla ellerini kaldırıp "Muhteşem ve Kudretli Oz," dedi. Arkasından peş peşe, gelmesi için pek çok geçerli neden içeren hızlı cümleler sıraladı. Demir o konuşurken ağzını kocaman açıp esnedi, esnerken kulaklarından tutup kafasını sallamak istedim. Söyleyecekleri bitince yarısına kadar kapalı olan gözleriyle boş boş ona baktı, bir an bekleyip bana döndü ve sevimli bir şekilde "İpek ne dersin, gidelim mi?" deyip göz kırptı.
Onun böyle bir gıcıklık yapacağını biliyordum. Sınıfta film izlediğimiz günden beri Gökçe'yle ilgilenmemiş, bahsi geçtiğinde onun hakkında kötü konuşmutu. Şimdi uslu uslu bu ani teklifi kabul etmeyeceği aşikardı. Ama yaramazlığına beni de katıp tepkisini hiç ama hiç üzerime çekmek istemediğim o kızla beni karşı karşıya getirmesine de gerek yoktu.
Tek elimi şaşkınlıkla kaldırıp kendimi, sonra Demir'i işaret ettim. "Biz mi?"
"Evet, biz," dedi sevimliliğinden en ufak bir şey kaybetmeden.
"Ama seni davet etti." Bu cümleden davet edilmediğim için gücendiğim sonucu çıkarılmasın diye çok çabalamıştım, bu yüzden sesim çok garip çıktı.
"Öyle mi? Sadece ben mi?" Demir şaşkın bir köpek yavrusu gibi kafasını iyice kaldırıp Gökçe'ye soran gözlerle baktı. Gökçe sinirden kızaran suratıyla uyumlu kızıl saçlarını hareket ettirerek sert bir şekilde kafasını salladı. Nezaketsiz olmayı göze alacak kadar beni istemiyordu demek ki. Gözlerimi devirdim, Demir bu hareketimi yakalayıp çaktırmadan bana baktı.
"O zaman gelmiyorum," dedi sonra. "Size eğlenceler." Kafasını tekrar sıraya yaslayıp gözlerini kapattı, Gökçe'nin tek kelime bile söylemesine izin vermeden.
Demir'e çok kızgın olsam da yaptığı şey gerçekten hoşuma gitmişti. Kendini kurtarmak için beni kullandığı düşünmek yerine bensiz bir şeyler yapmak istemediğini düşünerek mutlu oluyordum. Bu açıdan düşününce siz bile mutlu olabilirsiniz.
Suratımda tuhaf bir gülümsemeyle uzun uzun onu izledim. Hiç kımıldamadığı için uyuduğunu düşünmeye başlamıştım ki birden elini yüzüne kapatıp "Bu kadar izlemek yeter, nazar değdireceksin," diye mırıldandı. Bu durumda utanmalıydım, ama bu cümle beni daha da keyiflendirdi. Uzanıp bacağını sertçe çimdikledim.
O yüksek sesle böğürünce önünde oturup bir matematik sorusuyla güreşen Ufuk yerinde sıçradı. Demir'le gülmemek için dudaklarımızı ısırırken önündeki test kitabını kaldırıp bize fırlattı.
"İpek 9. soruya yardım eder misin? Lütfen. Çıldıracağım!" Ufuk'un teklemeden konuşması çok olağandışı bir şeydi, çünkü o kekemeydi. Üstelik basitçe kekeme değildi; bir kelimeyi söylemek için dakikalarca uğraştıracak kadar ileri düzeyde bir kekemelikti onunkisi. Düzgün konuşabildiği tek zamanlarsa ciddi anlamda çıldıracak kadar sinirli olduğu zamanlardı.
Şaşkınlıkla yaprakları karalamaktan aşınmış test kitabını önüme koyup soruyu incelemeye başladım. Demir o sırada ineklerle ilgili bir şeylerden bahsetti.
Soru aslında çok kolaydı, ama Ufuk her seferinde üç ve ikinin çarpımını beş bulmuştu. Bunu söyleyince sinirle yüzünü sıvazladı, ciğerlerine derin bir nefes çekti, sonra da elimi avuçlarına alıp yüzünde minnettar bir ifadeyle "Teşekkürler kraliçem," diye mırıldandı.
"Ne kraliçesi be?!" Demir'in tepkisi çok ani olmuştu. Bütün gün yaptığı 'Notre Dame'ın Kamburu' duruşundan sıyrılıp sırtını dikleştirmişti.
"Matematik kraliçesi!" Ufuk'un da henüz sinirleri yatışmamıştı. Elim hala avuçlarındaydı.
"Nereden seni kraliçen oluyor İpek?"
"O kulaklıkları çıkarsaydın sabah matematik dersinde ona kraliçelik tacını taktığımı duyardın!" Ufuk haklıydı, derste böyle söylemişti ve bütün sınıf gülerek onaylamıştı.
"Kulaklıklarıma laf etme! İpek senin kraliçen değil."
"Sana ne oluyor be!"
"Ne yapıyorsunuz Allah aşkına?" diye iç çektim. Elimi Ufuk'un ellerinden kurtardım. "Kafanız mı güzel sizin? Üç dakika sonra bu ses tonunu kullandığınız için pişman olacaksınız, bunu biliyorum. O yüzden burada kesin bence."
Ufuk arkasını dönmeden önce "Demir'e söyle de seni sahiplenmeden önce kulaklıklarıyla senin aranda bir seçim yapsın," diye söylendi. Sorularıyla kaldığı yerden güreşmeye devam etti sonra.
Demir son laftan sonra benim tepkimi ölçmek ister gibi gözümün içine bakıyordu. Ben Ufuk'un ima ettiği şeyi hiç düşünmemiştim, ama Demir'le uğraşmak kadar eğlenceli bir şey olamazdı. O yüzden ben de bakışlarına karşılık vermemekte ısrar ediyordum. Kolumu sıraya koyup çenemi de ona yaslayarak o hizada duran herhangi bir şeye baktım, ne olduğundan o an bile emin değildim. Bir süre sonra usulca koluma dokundu.
"İpek," dedi. "Baksana bir bana." Yavaşça kafamı döndürdüm. "Çıkarayım mı kulaklığı?" Dürüst olmak gerekirse bu soruyu sormadan anında çıkarmasını beklemiştim, ama o bu soruyu soracak kadar o şarkıları dinlemek istiyordu.
Oyunumun yönünü değiştirdim. Artık benimle ilgilenmesi için değil, benimle ilgilenmeyecek kadar zevkle ne dinlediğini öğrenmek için oynayacaktım. "Hayır," dedim. "Gerek yok çıkarmana."
"Emin misin?"
"Evet, eminim. Eminim ama..."
"Ama ne?"
"Ne dinliyorsun böyle sabahtan beri sen ya?" Bu soruyu beklemiyormuş gibi şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı.
"Hiiç..." diye bakışlarını kaçırdı. Boşta duran sol kulaklığı avucunun içine alıp sıktı. Herkes bilir, 'hiç' demek 'hiç' demek değildir. 'Bunu bilmene gerek yok, daha fazla sorma, bu bir sır,' demektir ve yine herkes bilir, bir erkeğin sırları bir dişiyi her zaman harekete geçirir.
"Ne demek hiç?"
"Hiç işte, normal şarkı." Şarkılar 'normal' adı altında genelleme yapılacak şeyler değillerdir bence. Eğer başından beri şüpheyle yaklaşmasaydım bu numarayı yiyebilirdim, ama tabii ki yemedim.
"Adı ne mesela?" Yeniden gözlerini kırpıştırdı. Havaya bakıyordu, sanki orada şarkının adı yazıyormuş gibi.
Bu şaşkın halinden faydalanıp elini yakaladım. Avucunun içinde sıkı sıkı tuttuğu kulaklığa ulaşmak için parmaklarıyla mücadele ettim. Eğer benimle uğraşacağına şarkıyı durdursaydı, ya da kulaklığı çıkarsaydı o kazanırdı, ama gerçekten çok şaşkındı.
Sonunda kulaklığı kazanıp kulağıma geçirebildiğimde anlamadığım, ne olduğunu tahmin bile edemediğim bir dilde şarkı söyleyen kızlar duydum. Çok hareketli bir şarkıydı, dans etme isteği uyandırıyordu. Açıkçası vurguları ve hızlı söyledikleri kısımlar da biraz komikti.
"Bu... Ne?" diyebildim. Doğru kelimeleri seçememiştim.
"Şarkı," dedi.
"Of Demir. Yani ne şarkısı, hangi dilde? Kim söylüyor? Kim bu kızlar?"
Kaşlarını hınzırca kaldırıp "Benim kraliçelerim," diye güldü.
"Elizabeth, Victoria falan mı yani?"
"Onlar İngiltere'nin kraliçeleri, benim değil."
"Bunların da Türkiye'den olmadığı kesin."
İç çekti. "Onlar Koreli bir kız grubu. İsmi Ladies' Code."
"İsmi... Ne? Koreli mi?"
"Evet, Koreli." Birkaç dakika yeni başlayan ama ilkine göre çok daha ağır olan şarkıyı dinledim, bu arada sıradaki sorumun ne olacağını düşünüyordum. Kulaklıklar birbirinden çok uzak durmasın diye biraz kayıp Demir'e yaklaştım. Şarkıyı dinlerken gözlerimi hiç ayırmadan yüzüne baktım.
"Eğer düşündüğüm soruyu sorarsan..."
"Neden Kore?"
"Al işte. Bu sorudan nefret ediyorum."
"Neden?"
"Bu Amerikan fantasik filmlerini seven birine neden Amerika diye sormak gibi bir şey İpek."
"Anlamadım."
"Yani diyorum ki en iyi fantastik filmler Amerika yapımı olduğu için onu tercih ederler. Ben de en iyi müziği Koreliler yaptığı için onları tercih ediyorum."
"Ama bu tür müzikleri dünyanın her yerinde yapıyorlar."
"Fantastik filmleri de her yerde yapıyorlar."
"Ama en iyileri bunlar diyorsun."
"Evet." Gülümsedim, kafamı hafif hafif sallayarak yeni başlayan şarkıya eşlik ettim. Bu şarkıda bolca İngilizce kelime vardı.
"Sence de vurguları komik değil mi? Ayrıca İngilizce telaffuzları da öyle."
"İngilizce kısmına katılıyorum, ama vurguları hiç de komik değil tamam mı?"
"Peki, peki." Kulaklığı çıkarıp sıraya bıraktım. "Neden saklamaya çalıştın?"
"Çünkü... Bu... Biraz kız işi gibi gözüküyor dışardan," diye fısıldadı Ufuk'a bakarak göz ucuyla.
"Neden kız işi olsun ki? Herkesin kendi zevki."
"Dinlemekten bahsetmiyorum ki ben." Arkasına yaslanıp yeniden bakışlarını kaçırdı.
"Neden bahsediyorsun?" Sanki bunu sormamı bekliyormuş gibi heyecanla bana döndü ve ben o an Demir'in uzun zamandır bu hayranlığını biriyle paylaşma ihtiyacı hissettiğini fark ettim. En sevdiği oyuncağıyla kurduğu evcilik oyunlarını anlatan bir çocuk gibi sevimliydi.
"Aslında dün bütün gece yeni çıkan iki albümün şarkılarını ezberlemek için uyumadım."
"O kadar ilgilisin yani?"
"İlgiliden de öte bir şey bu. İlk sabahlayışım değil. Bir keresinde bir idol mesajımı okusun diye çıktığı radyo programına sabaha kadar elektronik posta göndermiştim. Okumadığı için de ertesi gece üzüntüden uyuyamadım." Kaşlarımı çattım, açıkçası bu kadarını beklemiyordum.
"Evet, ilgiden de öteymiş."
"Buna 'fanboy'luk diyorlar. Gururla söyleyebilirim ki ben de bir fanboyum."
"Arada bir bana da dinletmelisin," dedim.
"Gerçekten mi?" diye karşılık verdi anında. Gülümsemesi tüm yüzüne yayılmıştı. "Dinletebilir miyim?"
"Tabii ki. Her zaman."
Demir'in yüzünde o ifadeyi görmek için dünyalarımı verebilirdim, ama yalnızca onu dinleyeceğime dair bir söz yeterli olmuştu. Elimi avuçlarının içine aldı ve tıpkı Ufuk'un yapmasına kızdığı gibi "Teşekkürler kraliçem," diye fısıldadı.
Ufuk hızla bize dönüp elindeki kalemi Demir'e fırlattı: "Nereden senin kraliçen oluyor İpek?!" O cümleden sonra çok fazla güldüm, gözlerimden yaşlar gelene kadar. Çocuklar neyin bu kadar komik olduğunu anlamak için bana bakmaya başladıklarında da ellerimi yüzüme kapatıp sınıftan kaçtım. Kaçarken fark ettim ki ilk başta gülmüştüm, ama sonra gözlerimden gelen yaşlar ağladığım içindi.
Çünkü ben ne Ufuk'un ne de Demir'in kraliçesi olabilirdim.
Ben yalnızca Atıf Kılıçağ'ın kraliçesiydim.

15-16 Ocak 2012
Yakalanmıştım, bir milyonuncu kez yeniden. Sigara kokan bir arabada iki gözüm iki çeşme ağlayarak İstanbul'a getirilmiştim. Atıf Bey beni ofisinde bekliyordu, gece yarısına az kalmıştı. Arabadan inerken saçlarıma düşen kartozlarına bakıp şimdi annemin kucağında uyuyor olmam gerektiğini düşündüm, sabah da kalkar kalkmaz pasta yapmaya başlayacaktık. Kaderim nasıl değişeceğini asla bilemediğim gibi, Atıf Bey'in de ne zaman beni enseleyeceğini bilemiyordum. Plan yapmaktan vazgeçmeye o gün, kartozlarına bakarken karar verdim.
Ofisine girdiğimde toplantı için orada bulunan masanın üstünde envai çeşit yiyecek olduğunu gördüm, yerde her renkten bir sürü balon vardı. Atıf Bey, kucağında irice bir ayıcıkla masanın en ucundaki sandalyeye oturmuş benim gelmemi bekliyordu. Beni görünce bir koluyla ayıcığı kucaklamaya devam ederek ayağa kalkıp yanıma geldi. Elimi avcuna alıp öptü.
"Hoş geldiniz kraliçem," diye güldü.
Kaçtığım için psikopatça bir konuşmaya hazırlamıştım kendimi. Böyle bir atmosfer beklemiyordum, yanaklarımda kuruyan gözyaşlarım bile şaşkındı.
"Ne oluyor?" diye sordum gayriihtiyari.
"Ne demek ne oluyor?" dedi gücenmiş bir tavırla. Saatine baktı. "Evet, gece yarısını geçti. Şu an senin doğum günün İpek. Unuttuğunu söyleme bana."
"Unutmadım," diye tısladım dişlerimin arasından. Babam 16 Nisan'da ölmüştü, doğum günümden tam üç ay sonra. Bu yüzden bile unutma ihtimalim yoktu.
"Gel hadi, mumları üfle." Kendi masasının üstünde sadece ikimiz için fazla büyük olan bir pasta duruyordu.
"Mum üflemeyi sevmiyorum. Bence saçma," diye yalan söyledim. Aksine bayılırdım.
"Öyle mi? Yazık oldu. Ben üfleyeyim o zaman." Eğilip sayısından emin olamadığım mumların hepsini tek nefeste söndürdü. "Doğum günün kutlu olsun İpek. Hadi yiyelim." Pastadan iki dilim kesip iki tabağa koydu ve toplantı masasına yürüdü. Mecburen peşinden gittim.
Ben tek dilimi yemek şöyle dursun, bir lokmayı bile zor alacaktım. Ayrıca o da sadece tadına bakmak için yiyor gibiydi. Aklım koca pastaya takıldı.
"O pasta biraz fazla değil mi? Ziyan olacak."
"Sorun değil, eve götürürüm." Evde bekleyen bir karısı olduğu fikri beni ürpertse de neyse ki öyle biri yoktu. Gerçi bir çocuğu olduğunu biliyordum.
Tepeleme tulumba tatlısı doldurulmuş bir tabağı önüme itti. "Yesene, sevdiğini biliyorum. Çekinme. Bugün doğum günün." Gözlerimi devirme riskini göze alamadım. Evet, benim doğum günümdü ve annemle olmak istiyordum. İsteksizce çatalımı tatlılardan birine batırdım. "Annen nasıl?" diye sordu.
"Endişeli ve üzgündü bıraktığımda. Doğum günüm olduğu için yanımda olmak istemişti."
"Gidince ona üzgün olduğumu söylersin." Cevap vermedim, ağzımı açarsam istediği şeyleri duymayacaktı.
Tatlıyı biraz kemirip -olabildiğince- sakinleştikten sonra "Kutlama bitince gidebilir miyim?" diye sordum. 'Kutlama' kelimesinin üstüne basmıştım, çünkü bahsi geçen şey adına benzemiyordu.
"Bu gece burada kalman daha iyi olur, hava soğuk." Gelirken soğuk olmadığını mı düşünüyordu, bilmiyorum. Ama soğuğun ne demek olduğunu anlasın diye önümdeki turuncu renkli, buzlu içeceği suratına çarpmak istedim.
"Nerede kalacağım?"
"Seni eve götürmek isterdim, ama bunu hiç istemediğini bildiğim için yine bir otel ayarladım." İstemediğim diğer bir şeyin yanında olmak olduğunun farkında değil gibiydi.
"Kendi evime gitsem olmaz mı?"
"Hayır," dedi net bir sesle. "Kraliçemin bana bahşedildiği günde en azından onunla aynı şehirde olmak istiyorum. Bana bunu çok görme."
'Lütfen!' diye bağırmak istedim. 'Hayatımı bana çok görme!'
Bu saçmalık yaklaşık iki saat sürdü. En sonunda canı sıkıldı ve ayağa kalktı: "Seni otele bıraksınlar."
Evime gidemeyeceğim için ağlamak üzere olsam da bu adamın yüzüne bakmaktan kurtulduğum için sevinçten havalara uçmak üzereydim.
Ofisin kapısına kadar arkamdan yürüdü. Tam kapıyı açıyordum ki birden elini omzuma koydu, eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu. Ufacık, anlık bir öpücük. Atıf Bey daha önce elimi tutmuş, elimi öpmüş, nadir de olsa bana sarılmıştı. Ama buna ilk kez cesaret ediyordu. Bedenim, belime demir sopayla vurmuşlar gibi kasıldı, gözlerim irileşti. Kalbimin titrediğini hissettim, korkudan. Daha fazlasını yapacağını sanmıştım.
Kapıyı açıp farkında olmadan adım atışımı izledikten sonra arkamdan şöyle seslendi: "İyi ki doğdun kraliçem!"
8 Mart 2013
Kaçışım bodrum kattaki soyunma odasının kapısının önünde son buldu. Farkında olmadan buraya koşmuştum, orada kendimi güvende hissedeceğimi düşünüyordum.
Şükürler olsun ki kimse yoktu. Kilitli kapıya yaslanıp ağlamaya devam ettim.
Demir'den uzak durmalıydım. Hatta tek arkadaşım olmasına rağmen Ufuk'tan da. Onların başına iş açarsam bunun sorumluluğu altında ezilirdim.
Yalnız olmalıydım. Kendimle beraber herkesi kurtarmanın tek yolu buydu.
Ama... Her ne kadar itiraf etmek istemesem de... İtiraf edince buna karşı koyamayacağımı bilsem de... Benim gerçekten ihtiyacım vardı... Benim diyebileceğim birine...
Nedenini anlayamadan "Demir," diye fısıldadım. Gözlerim onun görüntüsünü beynime göndermeden önce dudaklarıma göndermiş olmalılardı. Koşarak merdivenlerden indi, tam karşıma geçip durdu. Nefes nefeseydi.
"Niye kaçtın? Ne oluyor?" Yeniden ellerimi yüzüme kapatıp kaçmaya teşebbüs ettim ama o beni tuttu. Bileklerime sıkıca yapışıp direncimi kırdı, ellerimi çekti. "Yine ağlıyorsun. Anladım zaten, o kadar çok gülmen saçmaydı. Ne oldu?"
Cevap vermek istedim. Anlatmak istedim, her şeyi. Tek nefeste.
Eğer hıçkırmasaydım anlatacaktım, kararlıydım. Ama bazen hayatınızın yönünü değiştiren çok büyük ve korkutucu kararlar aldığınızda onları yapamıyorsanız mutlaka bir sebebi oluyordu. Bir şey anlatmamı engelliyordu.
Neyse ki Demir'in sebeplere ihtiyacı yoktu. Kayıtsız şartsız yanımdaydı. Parmaklarını bileklerimden aşağı kaydırıp ellerimi tuttu. Kendime engel olamayıp kafamı omzuna yasladım.
Kendi deyimiyle 'kız işi' şeyler yapan bu limon kokulu çocuk ne zaman ondan uzak durmam gerektiğini kendime hatırlatsam yanımda bitiyordu.
Karşı koymanın anlamı neydi ki artık? Kaçamıyorsam zevk almaya bakmalıydım. Değil mi?

12 Aralık 2013 Perşembe

Mavi Kartozu İAH'nın Pençesinde - İdol Alkışlama Hastalığı

Evet, yanlış duymadınız. Başımdaki çılgın düzeylerde seyreden gribin dışında uzun zamandır bir hastalıkla cebelleşiyorum. İdol olmadığım halde beni de yakalamış durumda. İdol Alkışlama Hastalığı. Ne mi saçmalıyorum? Hayır, saçmalamıyorum. Bu bir gerçek! Vakaları azımsanamayacak kadar fazla. Tüm k-pop camiasını ele geçirmiş durumda. Ve bu Mavi Kartozu'nu da...
Peki, nedir bu idol alkışlama hastalığı? Tamamen grup arkadaşınızın küçük düşmesiyle orantılıdır. Eğer bir programda, kankanızın yanında oturup sunucunun yaptığı gerzekçe şakaları dinliyorsanız ve sunucu birdenbire hiç alakası yokken kankanıza laf atıp onu utandırıyorsa hayvanca gülüp alkışlarsınız. Ama neden alkışlarsınız? Kimse bilmiyor! Sadece eller, ağzın açılmasıyla senkronize olmuş şekilde havaya kalkıp birbirine çarpmaya başlıyor.
İdoller -özellikle erkekler- bunu çok yapıyorlar. Aslına bakarsanız bir bayan idolde bunu gördüğümü hatırlamıyorum, onlar başka bir hastalıkları var ama bunu başka bir yazıda anlatabilirim: İdol Ağız Örtme Hastalığı - İAÖH.
Her neyse konumuza dönüyoruz.
Bunu erkek idollerin yaptığını söyledim. Bildiğiniz üzere ben bayan kısmında yer alıyorum, yani pek bana uygun sayılmaz. Ama bayan olduğum için de en çok erkek idolleri izliyorum. Haliyle üzüm üzüme baka baka mavileşiyor, saçma bir şekilde bu hastalık bana da bulaştı ve onlar ne zaman yardırarak gülse ellerim istemsizce birbirine çarpmaya başlıyor.
Örneğin yandaki gife çok fena gülmüştüm, yani ellerimle beraber. Chen o halde bile önce bir alkışlamayı planladı.
Eğer düşecek kadar şiddetli gülmeseydi muhtemelen buna devam edecekti, diğer çoğu üye gibi.
Bu hastalık, ben alkışlamaya başlayana kadar dikkatimi çekmemişti. Ancak dikkatle baktığımda gerçekten tüm k-pop dünyasının alkışladığını fark ettim. Hırsla, mutlulukla, canla başla alkışlıyorlar. "Hahaha çok komik lan. Şak şak şak şak."
Bakın, dalga geçtiğimi düşünmeyin lütfen. Ben çok ciddiyim. Gerçi benim ciddi olup olmadığım önemli değil, bu hastalık önemli. Herkes alkışlıyor!
Ama bu hastalığı ağır bir şekilde geçiren belli başlı idoller var. Bu idollerin ortak bir noktası var: Programlarda çok konuşmazlar, ellerini kollarını nereye koyacaklarını pek bilemezler. En azından bu hastalığı bana bulaştıran kişi öyle. Aslında kendisi gayet rahat biridir ama programlarda tecrübesiz gibi gözükür hep, ya da ben mi bir anne gözüyle görüyorum onu şu an tam emin olamadım. Lafı fazla uzatmayayım, kendisi Lee Jong Hyun. Başkası düşünülemezdi zaten. Gerçekten eğlendiğinde ve gerçekten elini koyabileceği bir yer yoksa anında alkışlıyor. Onun alkışlamaları ayrı bir olay benim gözümde. Bakınız:
Adeta alkışla bütünleşmiş, inanılmaz bir mutlulukla gülüyor. Diğer idolleri bilmem ama bu hastalık ona çok yakışıyor, başkasından değil de ondan kaptığım için de çok mutluyum. O torpilli, tamam mı? Ehehe.
Başka insanlardan da örnek vermeyi deneyelim.
Burada neye güldüklerini bilmiyorum ama Suho ve Sehun inatla alkışlıyorlar gördüğünüz gibi. Gördüğüm kadarıyla Suho İAH'nın ağır vakalarından birisi, oldukça alkışkan bir insan. Dikkatinizi çekerim, alkışçı değil: Alkışkan.
Sanıyorum o kişi Amber. Kangin elindeki nesneyi kendine çarptırıp düşürdüğünde alkışlıyor ve yer çekimine daha fazla karşı koyamayıp aşağıya doğru hareket ediyor.
Bu gifte gördüğünüz gibi tüm Infinite ahalisini korkutmaktan büyük zevk alan üye memnuniyetini gülmekle göstermekle yetinemeyip alkışlamaya başlıyor. Kendisini.
FT Island. Bunu hepiniz biliyorsunuzdur sanırım Hong Ki gülmek için yaratılmış inanılmaz yaramaz bir idoldür. Bir üye komik duruma düştüğü zaman onun gülmemesi imkansızdır, eğer çok ciddi bir şey değilse tabii ki. Güldüğü zaman da ya yanındakinin üstüne tırmanmaya çalışır, ya ellerini yanındaki insanın üstünde ritim tutarak alkışlamak için kullanır ya da alkışlar. Büyük vakalardan biridir Hong Ki ve burada Jong Hun'a da bulaştırmış gibi gözüküyor.

Tamamen bu yazı için kuytu köşelerden bulunmuş gifler eşliğinde, saatlerimi internet aramalarıyla geçirdiğim bir gece de böylece geçip gitti.
Bu hastalığı öğrenmek işinize yarayacaktır, belki k-pop camiasında o kadar belli olmuyor ama bir arkadaşınız düştüğü zaman herkes gülerken siz alkışlarsanız çok saçma oluyor. Eğer yakalandıysanız, hemen kendinizi toplamalısınız.
Hala bu hastalığın bir saçmalık olduğunu düşünüyorsanız sadece izlemenizi öneririm. Konuşmak için bulundukları komedi programlarında sıkça karşılaşacaksınız. Bunlar tesadüf olamaz anlıyor musunuz?! Ben delirmedim!
İAH ciddi bir durum. Japonca 'hayır' gibi telaffuz edilmesine karar verdim: İyah.
Çevrenizdekileri uyarın. Ya da bırakın çevrenizi kendinizi uyarın. Biliyorum, siz de benim gibi geceleri onları izlerken çılgınca alkışlıyorsunuz.
Saklamayın.
Unutmayın, tedavinin ilk adımı kabul etmektir.

Şansa bakın ki "Acaba bu yazının sonunda şarkı vermeli miyim?" diye düşünüp 'clap your hands' şeklinde arama yaptığımda 2NE1'nın böyle bir şarkısı olduğunu fark ettim.
Olaya ne kadar da uygun değil mi? Bu gece gerçekten şanslıyım.
İşte bu yazının -benim ilk defa dinlediğim- şarkısı geliyor.
Mavi geceler, geçmiş olsun efendim.

Mavinot: Aman Allah'ım ne kadar da aptalca bir yazı oldu böyle. Okudukça kendime gülüyorum. Her an alkışlayabilirim. (-.-)

10 Aralık 2013 Salı

İLK KAR DÜŞTÜ! - Mavi Kartozu Çok Mutlu

Evet, bir haftadır yurt genelinde bir kar yağışı söz konusu. (Özellikle Erzurum, ah Erzurum.) Yollar kapanıyor, okullar tatil ediliyor, çocuklar karda oynuyor. Ben de evimde kış şarkılarını dinleyip "Hani bana?" diyorum.
Evet, işte bugün. Hatta dakikalar önce benim de evimin kapısına kar yağdı efendim. İnanılmaz mutluyum, fakat bunu belli edemeyecek kadar hastayım. Karı izlemek için camdan bakmam bile en fazla üç dakika sürdü, gerçekten kafamı kaldıramıyorum.
Yine de kendime verdiğim sözü tuttum ve ilk karı gördüğüm an sizinle paylaşmaya geldim.
Şu haldeyim:
Pek çoğunuzun bildiği gibi tüm Asya dramalarında kış temalı dizilerin çok değerli bir malzemesi vardır: "İlk kar yağdığında ne yapacaksın?" İlk karın iki sevgili için büyük bir anlamı olduğunu fark ettim bunca zaman sonucunda. Gerçekten çok anlamlı, sanırım ilk kar yağdığında birlikte olmanın ölene kadar birlikte olmanızı sağlayacağını falan düşünüyorlardı. Tam hatırlamıyorum.
Ama emin olun ilk kara çok değer veriyorlar.
Ben de öyle.
Çünkü kış temalı diziler güzeldir. Kış şarkıları güzeldir. Kış güzeldir. Kar güzeldir.
Bu kış çok planım var, blogumun kıymetini artık öğreniyorum. Burada insanlar beni dinliyormuş gibi hissediyorum, o yüzden her şeyi anlatabilirim. Her şeyi.
Mutluyum, kar yağdı. Yağmaya devam edecek. Çünkü kış geldi.
Mutluyum.
Mutluyum.
Maviyim!!
Koşmak istiyorum. Herkese sarılmak istiyorum. Boğazımın ağrısı, titrerken kasılan bedenim hiçbir şey umurumda değil şu an.
Kış boyunca buralarda olun.
Yapmak isteyip de söyleyemediğim çok şey var.
Gidiyorum artık.
KAR YAĞIYOR!

Juniel ve en bi' sevdiğim oppam Jonghyun'un düeti Love Falls'la veda ediyorum.
"Bu kış ne kadar da sıcak seninleyken. Seni her zaman mutlu edeceğim, kış geçip gitse bile. Kar yağıyor, aşk yağıyor, bembeyaz!"
Sizin aşkınızın masmavi yağması dileğiyle. Mavi kalıın!!

8 Aralık 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #8

4 Mart 2013
Kanepenin önüne yere bağdaş kurmuş oturuyordum. Annemin elinde göz bebeklerinin eksenlerini şaşırtacak kadar ayrıntılı bir iğne oyasının fotokopisi vardı ve inatla inceleyerek aynısını yapmaya çalışıyordu. O kadar odaklanmıştı ki önüme açtığım edebiyat kitabının içinde duran -ama bir türlü okuyamadığım- okuma kitabıyla elimden bir türlü bırakamadığım, her dakika titreyen telefonumu fark etmemişti.
Demir mesaj atıyordu. O benimle ilgilenirken benim onunla ilgilenmemem imkansızdı.
En son gelen mesaj şuydu. "Ya İpek." Gülücük yoktu, adımın ilk harfini büyük yazma zahmetine katlanmıştı ve en önemlisi cümlenin sonunda baktıkça büyüyen korkunç bir nokta vardı. Birinin bana en son mesaj atışının üstünden uzun zaman geçmiş olmasına rağmen bu belirtilerin ciddi sonuçlar getireceğini bilecek kadar normal bir ergendim.
"Efendim?" yazdım olabildiğince az yüz ifadesi yapmaya çalışarak. Annem yüzümün bukalemuna döndüğünü fark ederse olay gereğinden fazla hızlı ciddileşirdi.
Anında cevap geldi: "Bütün gün kaküllerinle oynayıp durdun. Çok az konuştun."
"Evet?"
"Yani durgundun."
"Evet?"
"NEDEN?"
"Sen de bütün gün benimle oynayıp durdun, o kadar dürttün ki kolum morardı. Alışılmadık bir şekilde neşeliydin."
"Sanırım, evet."
"Ben sana nedenini soruyor muyum?"
"Sormaman için bir sebep yok."
"Hayır, var. Belki de anlatmak istemezsin diye sormadım. Anlatmak isteyen insan belli eder."
"Yani şu an sen bana haddini bil diyorsun."
"Galiba öyle dedim."
"Peki."
"Demir seni hiç anlamıyorum."
"Nasıl yani?"
"Kız kardeşin var mı?"
"Hiç kardeşim yok."
"Neyse işte. Kız kardeşin olmasa bile bütün gün kızlarla haşır neşirsin. İlk kez köpek görmüş kedi yavrusu gibi dik dik kızlara bakıyorsun, her zaman. Hiç mi anlamazsın hallerinden?"
Yine hızlı bir cevap bekliyordum. Demir her zaman ışık hızıyla cevap verirdi. İlk telefonunu aldığı andan itibaren kızlarla mesajlaşmaya başladığından bu denli hızlandığını tahmin ediyordum. Ama bu defa uzunca bir cümleyi yaklaşık yirmi defa okumama yetecek bir süre sonunda geldi cevap.
"Bakmak görmek değildir, her zaman."
Daha ben okumayı yeni bitirmiştim ki ikinci bir mesaj geldi: "Yani ne hissettiğini anlayamadım."
Ve üçüncüsü: "Aslında anladım."
Tek kaşım istemsizce havaya kalkarken parmaklarım hızla tuşlarda gezindi: "Ama?"
"Ama dinlemek istedim. Anlatmak istememenin ne demek olduğunu ben biliyorum. Sen 'ona anlatmak istemiyorum' cümlesindeki 'o' olmanın ne demek olduğunu biliyor musun?"
Cevabım yalnızca "Hayır." oldu. Ama şöyle devam etmek istedim: Benim yanımda insanlar yoktu ki, nerden bileyim?
"Eğer bilseydin anlatırdın."
"O halde bilmemem daha iyi değil mi? Kötü bir şeymiş gibi söyledin."
"Aslında çok da kötü değil. Endişelenecek birilerine sahip olmak iyi."
"Benim için endişeleniyor musun?" Farkında olmadan kaşlarımı çatmış, dudağımı ısırmıştım. Biraz daha yaklaştırsam telefon burnuma çarpacaktı. Kafam zonkluyor gibi hissediyordum.
Aslında Demir'in yüzü gözümün önüne geldiğinde bu sorunun cevabını kolaylıkla alıyordum. Dudaklarına, hafifçe kıstığı gözlerinin kahverenginden sızan şefkati saklamak istercesine kondurduğu ukala gülümseme eşliğinde uzun parmaklarını siyah saçlarının dalgalarından geçirişinin hayali bile güven veriyordu insana. Hoşlanmadığım herhangi bir cevap veremezdi. Bütün gün peşimde dolaşıp beni konuşturmaya çalışmıştı, bu yüzden biliyordum.
Gözlerim telefonun ışığından acıyınca gönülsüzce elimden bırakıp kitabın üstüne koydum.
Demir'le sürekli konuşmak istiyordum. Sürekli sormak, sormak, sormak istiyordum. O güzel kafasının içinde anlatmak istediği çok şey var gibiydi. Yapamıyordu, bunu görebiliyordum. Yalnızca ben sıkıştırırsam kaçamak cevaplar veriyordu. Mesela annesi... Ondan yalnızca bir kere bahsetti ve kaçıp gitti. Ama söylerken sesi...
Birdenbire ellerimin altına duran telefon şiddetle titredi, annem sesi duyup kafasını kaldırdı. Onun öldürücü bakışlarını umursamadan, çok cüretkar bir tavırla telefonun tuş kilidini açıp ekrana dikkatle baktım: "Evet, endişeleniyorum İpek. Yarın etrafımda ol, sana göstereceğim. İyi geceler."
İşte yine kaçmıştı. Ama ben annemin koluma attığı terlikten kaçamamıştım.


5 Mart 2013
Demir'in attığı mesajdan sonra okula gitmeye biraz korktum o sabah. Ona güveniyordum elbette, ama saçmalıklar yaparken beni utandırabileceğini fark edip etmeyeceği konusunda oldukça tereddütteydim. Sonuçta söz konusu olan Demir'ti. Sağı solu belli olmazdı.
Ama sınıfa girer girmez bütün endişelerim uçup gitti. Her şeyin olağanüstü derecede sıradan olacağını anladım. Demir dün söylediklerini unutmuştu, ya da unutmuş gibi yapıyordu. Belki de ben rüya görmüştüm, bilmiyorum.
"Günaydın, "diye mırıldandım matematiğin neden var olduğunu sorgulayan Demir ve Ufuk'a. Ufuk yalnızca el sallamakla yetindi. Demir'se selamıma karşılık bile vermeden "İpek bugün matematik dersinde bana yardım eder misin?" diye sordu.
"Uyumana mı yardım edeceğim?"
"Hayır, sözlü notları için sınav olacakmışız."
Hafifçe kafamı salladım, Aptal Pazı'nın sözüne uyup toplamadığım kaküllerim zarifçe sallandı. "Hallederiz," dedim sesimdeki isteksizliği uyku mahmurluğuyla gölgelemeye çalışarak.
Bana söylediği en uzun cümleler bunlar oldu. Sonra olabildiğince az iletişime geçtik. Ben yüzümdeki bütün kasları zorlayarak somurturken, o sınıftaki herkesle ilgileniyordu. Yani benden başka herkesle...
Saçlarını kısacık kestirip beğenmeyen, herkese nasıl olduğunu sorup tatmin olmaya çalışan Derin'e gayet güzel olduğunu, endişelenmemesi gerektiğini söyleyip onu teselli etti. Ama Derin hiç de güzel olmamıştı. Sapsarı, dümdüz saçları kısalınca ensesiyle yanaklarına yapışmışlardı ve hiç hareket etmiyorlardı. Yeşil gözleri saçlarının boyuyla orantılı olarak yuvalarından dışarı fırlamış gibi duruyorlardı. Annesinin gözlerinin derinliğine bakarak kendisine bu ismi verdiğini anlattığı hikayeyi yalanlarcasına bakıyordu artık etrafa. O da bunun farkında olduğu için herkese soruyordu zaten. Demir'in onu teselli etmesiyle gerçekten güzel olduğuna inandı, bütün gün uçar gibi gezdi. Arkadaşları Demir'e minnettar bakışlarla bakıyorlardı.
Sinirimden kudurmak üzereydim, bu yalancı bana da kaküllerimin güzel olduğunu söylemişti.
Sert bir hareketle Zeynep'i dürtüp tel toka istedim. Beceriksiz hareketlerle kakülümü toplarken Demir bilincini kaybetmiş gibi bakan kahverengi gözleriyle beni izledi. Durdurmasını bekledim, ama o usulca gözlerini devirip sessiz kalmayı tercih etti.
Kantine giderken beni çağırmadı, teneffüslerde yanımda durmadı. Son iki saatteki beden eğitimi dersinde öğretmenlerle bir futbol maçı düzenlemeye çalışan çocukların peşinde dolaşıp durdu. Ufuk onun bu ilgisinden memnundu. Sonuçta, onun arkadaşlığı gerçekten değerliydi. İnsanlar, onun ilgisini çekebildiklerinde memnun oluyorlardı.
Diğer taraftan Zeynep beni sınıfın dedikodu oranı yüksek kız grubuna sokmuştu. Ara sıra onlarla iletişime girsem de genelde uzak dururdum. Birbirimize bir zararımız olmamıştı, bu yüzden benimle iyi geçindiler.
O gün, gerçekten, Demir'le kutuplaşmalara karşı koyan arkadaşlığımızın sona ermeye başladığını düşünmüştüm. O erkeklere karışmıştı, ben de ister istemez kızlara. Yasak bölgelerdeydik ve istesek de birbirimize ulaşamazdık. Onun ulaşmayı istediğinden pek emin değildim gerçi.
Onca rahatsız edici düşüncenin arasında saatlerce vızıldayan bir ses vardı: Büşra. Eşofmanını unuttuğunu söylerken yerden eşofman fışkırmasını umut edercesine dolaşıp duruyordu etrafta. Sabah aynı şey bana da olmuştu. Annemin torbayı kafama fırlatmasıyla kurtulmuştum olası bir Aziz Hoca gazabından. Ders programımızın bu kadar sık değişmesi uykusuzluk hissiyle birlikte beni sinirlendirmişti sabah, ama gittikçe daha da hissizleştiğim için günün yarısı bittiğinde umursamıyordum bile. Öğle arasında müdür yardımcılarını geçip direkt olarak müdüre gittim ve son iki ders eve gitmek için izin aldım. Bu izin için yirmi dakika hocayı beklemiş, o gelince de on dakika dikkatini bana vermesi için sabretmiştim; kısacası öğle yemeğim hayal olmuştu.
En azından derse girmeyeceğimi söyleyip eşofmanlarımı Büşra'ya ödünç verdiğimde yüzünde kocaman bir gülümseme görebildim. Sıkı sıkı sarılması da açlığımı unutturmaya yetti. Kendi başıma bir sürü derdim olabilirdi, yine de başkaları için endişelenip onları mutlu edebilirdim. Yalancı Pazı gibi insanları ortada bırakacak halim yoktu.
Beden eğitimi dersinden önceki teneffüs için zil çaldığında erkek öğrenciler çitalar gibi soyunma odasına koşmaya başladılar. Öğretmenlerle yapacakları maç onları deli gibi heyecanlandırıyordu.
Kızlar ağır adımlarla bodrum kattaki soğuk ve boğucu soyunma odasına gidip giyinmeye başladılar. Ben yalnızca Zeynep'in peşinde kuyruk gibi dolaştım. Tek amacım o giyindikten sonra kaybetmeyecek kadar dikkatini topladığı zaman izin kağıdımı ona verip hocaya iletmesini rica etmekti. Herkesle sohbet edip kaplumbağaları kıskandıracak yavaşlıkta hareke etmeseydi her şey daha kolay olabilirdi. Kızlar gittiğinde, onu takip etmekten de muhabbetleri yakalamaya çalışmaktan da yorulmuştum. Hiç de mükemmel olmayan moralim yerlerde sürünmeye başlamıştı. Kafamın içinde binlerce hamamböceği yapışkan ayaklarıyla tıkırtılar çıkararak yürüyorlardı. Dayanılmazdı.
Eve kadar metroda dayanmak zorunda olduğumu bahane ederek, dinlenmek için tahta oturaklardan birinin ucuna oturdum. Dirseklerimi dizlerime dayayıp kafamı avuçlarıma yasladım. Bir an oluşan o büyük sessizlik gerçekten yorulduğumu hissettirdi, ama asıl kötü olan gideceğimi Demir'e haber vermediğimi hatırlamaktı. En azından bir mesaj atmam gerektiğini düşündüm ve hemen bu düşünceden vazgeçtim. Telefonum çantamdaydı; çantama ulaşmak için doğrulmam, sonra ilkinden daha çok eğilmem, çantanın hangi cebinde olduğunu hatırlayıp fermuarı açmam gerekiyordu. Ayrıca mesaj atmak bütün gün beni görmezden geldiğini görmezden gelmek demek olurdu ki şu an bunu yapmaya pek gönüllü sayılmazdım.
Sadece susacaktım. Bunu yapmaya alışıktım.
Tekrar hiç sevemediğim bu odanın garip sessizliğine daldım.
Birdenbire kapı açıldı. Yerimde sıçradım, ama bunu kalkmak için yaptığım bir hamleymiş gibi gösterip çantamı tutmaya çalıştım. Aynı anda kapıya bakmaya da çalışıyordum.
Gelen Demir'di. Elinde telefonu, kulağında kulaklığı, yüzünde kendi odasına giriyormuş gibi rahat bir ifade vardı. Zaten kafamı toplayamıyordum, bir de onu hiç beklemediğim bir anda görünce yapmaya çalıştığım her şey uçtu. Çantaya parmağımın ucuyla bile dokunamadım, gerisin geri oturağa oturdum.
Dudaklarımdan farkında olmadan bir cümle döküldü: "Ne arıyorsun burada?"
Gerçekten bir şey arıyormuş gibi etrafına bakındı. "Uyuyacak bir yer," diye cevap verdi.
"Saçmalama, çık dışarı." Sesimi kontrol edemiyordum, istediğim gibi sert çıkmıyordu. Daha çok 'anne beş dakika daha, lütfen' der gibiydi.
Etrafı taraması bitince sanki çıkacakmış gibi döndü, elini cebine attı ve bir anahtar çıkardı. Ben ne yaptığını anlayana kadar çoktan kapıyı kilitlemiş, bana doğru geliyordu.
"Ne yapıyorsun sen? Burası kızların soyunma odası!" Nihayet sesimi biraz yükseltebilmiştim, ama sadece biraz...
Demir yanıma oturdu, sonra poposunu biraz kenara kaydırıp yana doğru devrilmeye başladı. "Ama burada hiç kız yok," derken kafası çoktan dizlerimdeydi.
Alaycı bir tavırla gülüp sırtımı duvara yasladım. Söyleyecek tek bir cümlem yoktu, hatta tek bir kelimem...
Telefonuyla oynamaya devam etti, dünyanın en eğlenceli oyunuymuş gibi sırıtmaya da. Birkaç dakika böylece kaldık, çünkü ben hala bir şey yapacak gücü kendimde bulamıyordum.
En sonunda kendime geldiğimde bir yılanın otların arasında ilerlemesi kadar ürpertici bir sesle "Bana böyle davranmayı kes," dedim.
"Nasıl davranmayı keseyim?" Sesinde sinsilik vardı, salağa yatmayı tercih ediyordu.
"Yokmuşum gibi, ya da kız değilmişim gibi, ya da endişelendiğini söylediğin insan ben değilmişim gibi."
Telefonunun ekranından gözünü bir an bile ayırmadan cevap verdi: "Öyle mi davranıyorum?"
Ani bir hareketle ayağa kalktım. Bu yüzden kafasını sertçe oturağa çarptı.
"Yok canım, öyle davranmıyorsun tabii ki. Uyduruyorum işte ben." Çantama uzanmaya çalıştım. Bu hamlem üzerine bileğimden kavrayıp beni yanına oturttu. Doğrulmuştu, telefonunu cebine koymuştu. Hiçbir hareketinin farkında değildim, başım dönüyordu.
"Öyle davranmıyorum," dedi gözlerimin içine bakarak. Parmakları hala bileğimdeydi.
"Davranıyorsun işte Demir. Gördüm benim için nasıl endişelendiğini sağ ol."
"Canını sıkan ne İpek?"
Gözlerimi devirdim, artık uğraşmak istemiyordum. "Sensin."
"Ben ondan bahsetmiyorum."
"Benim bahsedebileceğim tek şey bu, çünkü canımı sıkan tek şey sensin!"
"İpek sakin ol."
"Ben sakinim. Kapıyı aç gideceğim ben." Demir boşta olan eliyle saçlarını karıştırdı, diğer eli hala beni tutuyordu. Kaçmamdan korkar gibiydi.
"Hangisi için özür dileyeyim?" diye sordu. Kaşlarımı çattım.
"Kalbini neden kırdığımı bilmiyorum."
Kolumu sertçe çekip parmaklarından kurtardım. "Demir git."
"Gidemem. Bütün gün seni burada yakalayabilmek için çırpındım, seninle konuşabilmek için. Şimdi sen söyledin diye kalkıp gidecek halim yok." Duyduklarıma anlam vermekte güçlük çekiyordum.
"Ne konuşacaktın da bütün gün yüzüme bile bakmadın?"
"Neden canının sıkkın olduğunu öğrenmeye çalışıyorum sadece. Belki kızlara anlatırsın diye seni onlara bıraktım bugün. Okulda seninle muhabbet etmemek ne kadar sıkıcı bir fıkrin var mı?"
"Dalga mı geçiyorsun benimle?" Ne hissedeceğimi bilmiyordum: Gülebilirdim, sırf benim neden üzüldüğümü öğrenmek için saçma sapan şeyler yaptığı için; ya da ağlayabilirdim, canımı sıkan şeyin bu kadar basit olduğunu düşündüğü için.
"Hayır," dedi kafasını iki yana sallarken. "Asla. Ciddiyim. Seni merak etmekten başka bir şey düşünemez oldum. Neyin var İpek?"
Nasıl kaçsam diye düşünüyordum. Demir kararlıydı, benden laf almak için her şeyi yapacaktı.
"Ben iyiyim." Az daha 'boş ver' diyecektim. Bu söz öbeğinin anlamı 'anlatmak istiyorum, sormaya devam et' olabilirdi ancak. Zaten onun devam etmeye niyeti varken bu riski göze alamazdım.
"Yalan söylüyorsun."
"Söylemiyorum."
Sessizlik. Demir yeniden parmaklarını bileğime dokundurdu. Gözlerimin içine bakıyordu ve ben her an bana öyle bakmaması için yalvarmaya başlayabilirdim.
"Gözlerin..." dedi. "Gözlerin doldu. Sözlerinin gerçek olduğuna nasıl inanabilirim?"
Gülümsemeye çalıştım. İşte o zaman gözpınarlarımda hazır bekleyen damlaları hissettim. Kendimden nefret ediyordum, ayrıca bir gün surat astım diye ortalığı birbirine katan Demir'den de.
"Yoruldum bugün," diye mırıldandım. "Yorulduğum zaman gözlerim sulanır."
"Yalan söylüyorsun," dedi yine.
"Hayır, söylemiyorum."
"Çenen titriyor, İpek."
Ah, Demir. Neden beni o kadar zorlamıştı ki? Sadece kızlara özgü saçmalıklar olduğunu düşünüp umursamasaydı olmaz mıydı? Gözlerinin önünde ağlamamı çok mu istemişti?
Uzanıp kaküllerimi tutan tel tokayı çekti, düzensizce düşen tutamları sevimli bir gülümsemeyle düzeltti. "Sana güzel olduklarını söylemişim, toplamamalıydın," diye fısıldadı kendi kendine konuşur gibi. Sesindeki ton birden hafiflediğimi hissettirdi. Hafifçe kafamı sallayıp onaylayan bir ses çıkarmak istedim, ama maalesef inlemiştim. Acı dolu bir inilti.
Demir'in parmakları kaküllerimden yanağıma doğru kaydı. "Neyin var İpek?"
"Bir şeyim yok," dedim sesim yere düşen bir yumurta gibi çatlarken.
"Var işte."
"Gerçekten..." Gözümden bir damla yaş süzüldü. Artık kendimi tutamazdım. "Gerçekten bir şeyim yok Demir. Gerçekten. Hiçbir şeyim yok. Hiç kimsem yok." Demir eliyle çenemi kavradı, hareketleri çok yumuşaktı ve benim gerçekten çok başım dönüyordu. "O kadar yalnızım ki azıcık benimle ilgilendin diye sana kafayı takacak seviyeye gelebiliyorum." Kafamı eğdim. Utangaç bir edayla omuzlarımı silktim.
"Azıcık mı ilgilendim? Gerçekten azıcık ilgilendiğimi mi düşünüyorsun?"
"Bilmiyorum Demir. Ama gerçekten eğer buna devam edersen, gittikçe daha dayanılmaz biri olacağım. Yalnızken daha iyiyim."
"İyi değilsin."
"İyiyim. Ağladığıma, sızlandığıma bakma benim. Bir şeyim yok." Burnumu çektim.
"Bir kere daha bir şeyim yok dersen..."
"Ama gerçekten..." diye sözünü kestim. "Bir şeyim yok." Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Milyonlarca anlam yüklenebilecek bir gülümseme kondu dudaklarına.
Parmakları yeniden yanaklarımda gezinerek gözyaşlarımı yakaladı. Sonra şöyle fısıldadı: "Ben varım ya işte."
Daha fazla hıçkırıklarımı tutamadım. Ağlarken vücudum sarsılıyordu, bakışlarımı bir yerde sabit tutamıyordum. Başım dönüyordu, çok dönüyordu.
Bana doğru kayıp kollarını omuzlarıma doladı ve beni kendine yasladı.
Boynundan gelen limon kokusu burun deliklerimden kalbime doğru giderken çok önemli bir ayrıntıyı fark ettim: Demir kızların bölgesine, yani yasak bölgeye gelmişti. Yalnızca benim için; bana ulaşmak, elimi tutup beni çekmek için.
O gün, bizi kimsenin göremediği yer altındaki o odada, bir yasak bölgede, herkesin görmesini yasakladığım zayıf İpek'i Demir'e göstermiştim.
Bana ağır gelen bu muydu, açlık mıydı, yoksa yorgunluk muydu bilmiyorum. Tanzimat Edebiyatı zamanındaki saf roman karakterleri gibi bayılıvermişim. Artık gözüme aptal gibi gözüken o yumuşak kalpli kızları anlıyordum, bu yük çok ağırdı.
Gözlerimi açtığımda revirdeydim. Demir yanıbaşımda iğreti bir şekilde oturmuş hipnotize olmuş gibi yere bakıyordu. Kımıldayınca anında bana döndü. Gülümsedi.
Onu uyarmıştım, değil mi? Benden uzak durması gerektiğini, yalnızken daha iyi olduğumu açıkça dile getirmiştim. İşte o gülümseyişle bana teslim oldu, tehlikeleri görmezden geldi. O başlattı, suç tamamen onda. Ona aşık olmamın sebebi tamamen o.

4 Aralık 2013 Çarşamba

#artıkgeçersiz Mavi Ödüller, Mavi Gözyaşları - Ağlayan EXO

BU YAZI MAVİ KARTOZU'NDA ONU YAZDIĞI ANDAKİ HİSLERİ YARATMIYOR OLUP GEÇERLİLİĞİNİ KAYBETMİŞTİR. 

Efendim K-pop fanlarının yakından takip ettiği üzere bu ay iki büyük ödül töreni oldu: MAMA Hong Kong ve Melon MA. Her yıl izlerim ama bu yıl kafam çok meşgul o yüzden oturup da izleyemedim bu ödül törenlerini.
Tek yapabildiğim EXO'nun performanslarını izlemek oldu. Bir de ödül konuşmalarını izleyebildim. İşte bu sebeple burdayım.
Yaklaşık iki saattir ağlıyorum. EXO'nun yeni şarkısı (Miracles in December - tam bir kış şarkısı) beni çarpmıştı zaten yeterince, gözlerim falan doldu izlerken klipleri. Sonra da kalkıp ödül törenlerini izlemeye başladım. Gözyaşlarım yeni kurudu yanaklarımda efendim, hemen koştum geldim sizi de kendim gibi yapma amacıyla.
Girişi EXO'nun Wolf'la kazandığı ilk ödül konuşmasıyla yapmak istiyorum.
Ben bu videoyu nasıl buldum? Tabii ki hayran bloglarından buldum. Chanyeol'un sürekli şakasını yapıp durduğu "çirkin Suho" bu videodaymış dediler, hemen atladım.
EXO'nun kazandığı ilan edilince herkes çok mutlu sarılıyorlar birbirlerine, diğer gruplar -özellikle SHINee- hemen çocukları tebrik ediyorlar. Mutlu bir atmosfer, kutlu bir şarkı çalıyor. Ama bir terslik var: Kimse ağlamıyor. Sonra mikrofonu Suho'ya veriyorlar ve sunucular çekiliyor. Suho "Evet..." diye başlıyor. Bir teşekkür cümlesi savuruyor. Sonra da sıcaktan bunalmış yaşlı teyze edasıyla "Huh," diye yere eğilip ağlamaya başlıyor.
Önce bir gülecek gibi oluyor insan ona bakarken. "Ay salak şey yaa..." gibi bir yüz ifadesiyle izlemeye devam ediyorsunuz. Sonra Chen gözleri dolmuş, elinde çiçekler Suho'ya yaklaşıyor ve siz Suho'nun ne kadar ciddi bir şekilde ağladığını fark ediyorsunuz.
Gülümsemeniz anında sönüyor.
Suho çok fena ağlıyor.
Chanyeol sürekli "Ah hyung, ağlama. Ağlama," deyip dursa da bütün üyeler sürekli ona sarılsa da kendini durduramıyor.
Ama susması lazım, o bir lider konuşma yapması lazım yahu. Hem konuşmasını tamamlayamıyor hem de çok mutlu olan üyelerin de hüzünlenmesine yol açıyor. Bir bakıyorsunuz hepsinin gözleri dolmuş.
Konuşma bittiğinde şarkıyı yeniden söyledikleri zaman Suho arkaya gidip oturuyor ve ağlamaya devam ediyor. Kai -şu siyah şapkalı olan- şarkıya katılmaya çalışıyor ama sanırım o da çok ağlıyor ki baya zorlanıyor. Kai ağlarken çok aşık olunası ya.
Ha bir de bu ödül konuşmasına damgasını vuran Taemin'in sahnede kalıp Kai'yle dans etmesi bence. Bayılıyorum şu ikisine.
İşte bu ödül töreninden sonra ödül töreni hastalığı gibi bir şey oldu bende. Baya izledim, ama baya.
Bu yazıyı EXO odaklı yazacak olmasaydım burayı doldururdum. Ehehe.

Gelelim ikinci ödüle: Bu ödül MAMA Hong Kong'ta EXO'nun kazandığı Yılın Albümü ödülü.
12 üyenin 10 tanesi konuştu bu ödülü alırken efendim. Konuşmayanlar Xiumin ve D.O'ydu. D.O sakatlandığı için orada değildi ve Xiumin neden konuşmadı bilmiyorum.
Suho'nun konuşması çok hoşuma gitti gerçekten. Bir kere ağlamamak için sürekli durması ve ağzını yayarak gülmesi -ki bunu ben de çok yapıyorum- çok sevimliydi. Chanyeol gelip kafasını okşadığında "Ah, işte şimdi ağlamaya başlayacak," dedim ama ağlamadı, güçlü durdu. Birkaç üye gelip kocaman sarıldılar ona. Sonra Suho tekrar konuşmaya devam etti. Saatine baktı. Tarihi, saati söyledikten sonra "Bu anı asla unutmayacağız," dedi. Hayranlar o sırada zırlamaya başladılar: Tıpkı Tao, Kai, Baekhyun ve benim gibi.
Sonra Kris'le Lay konuştu. Luhan da bir cümle haykırdı. Arkasından Kai geldi. Sesi titreyerek konuşmasını yaptıktan sonra ağlayarak çekildi. Hıçkıra hıçkıra ağlayan fanlar beni de ağlatıyordu o sırada. Yani tabii ki üyeler ağladığı için değil canım, fanlar ağladığı için ağlıyordum ben. Chanyeol'un o gözleri beni öldürüyordu açıkçası ve Chen'in hüzünlü gülümsemesi... Ama asıl olay Tao'nun konuşmasıydı. Ne dediğini anlayamasam da, Tao'nun ağlıyor olması beni gerçek anlamda yaralıyor.
Sonra Chanyeol ve Suho'nun maknaeyi zorla mikrofona getirip konuşturması da çok hoştu.
Keşke D.O da orada olsaydı...

Üçüncü ödül: Melon MA - Yılın Şarkısı ödülü.
Bu konuşmada beni ilgilendiren tek bir şey vardı. (Diğer 11 tanesini saymazsak yani.)
Ödülü takdim eden korkunç ajummayı görmezden gelirsek ve mutlu mutlu yapılan konuşmaları de bir kenara bırakırsak, kısacası videonun sonuna gelirsek göreceğiz ki bütün üyeler konuşuyor, fakat korkunç ajumma onları dinlemiyor. Birden diyor ki "Şey... Tao da..."
Ama o sırada Lay konuşmaya başlıyor. Tatlı tatlı, şirin gamzeleri eşliğinde bir şeyler söylüyor. Sonra herkes selam falan veriyor ama ajumma kararlı Tao'yu konuşturacak. Uzatıyor mikrofonu Tao'ya. O nasıl bir tatlılıktır, o nasıl bir içten "Sizi seviyorum"dur. O gözyaşlarını yerim senin Tao Bey.
Hemen lider ve mutluluk virüsü koşup ona sarılıyorlar, bense dolan gözlerimle meşgulüm o sırada.
Seviyorum bu çocukları.

Son olarak dördüncü ödül: Bu ödül de Melon MA'dan ancak sahibi EXO değil, SHINee. Yılın Sanatçısı ödülünü alıyor canlarım.
Şimdi diyorsunuz ki EXO odaklı yazıda SHINee ne alaka? Anlatayım her şeyi.
Kazanan açıklandığında grup üyeleri farklı hallere giriyorlar efendim. Jonghyun dizlerine kapanıyor, Taemin ayaklanıyor falan. Normal tepkiler veriyorlar gerçi. Ama Onew öylece kalakalıyor. Hani daha önce hareket ettiğini görmesem heykel sanacağım çocuğu. O sırada işte EXO koşuyor abilerinin yanına tebrikler falan havada uçuşuyor. Baekhyun koşuyor, heykalvari Onew'un ellerini tutup onu kaldırıyor, sarılıyor falan.
Derken bunlar sahneye giderken el ele tutuşup zıplaya zıplaya hareket ediyorlar. Key çoktan ağlamaya başlıyor yolda.
Selam veriyorlar, Onew konuşmasını yapıyor. Konuşmaya başlamadan önce "Ne söylemem gerektiğini unuttum," diyor gerçi. Neyse, ilk konuşma bitiyor yine fanları selamlıyorlar. Key mikrofonu Taemin'e uzatıyor konuşsun diye. Taemin alıyor mikrofonu, ağzına götürüyor. Ama bir kelime bile edemiyor. Mikrofon Key'e geri dönüyor, kırmızı gözleriyle konuşmaya çalışıyor. İkinci cümlesinin sonunda konuşamayacak duruma geliyor. Sonra hepsi çabalamaktan vazgeçiyor, arkalarını dönüp höykürerek ağlıyorlar. Onew'un suratını görmelisiniz, o kadar ifadesiz ki elimi uzatıp gözyaşlarını silmek ve onu bağrıma basmak istedim.
Minho'nun omuzları şiddetle sarsılıyor. Onew eğilip dakikalarca öyle kalıyor. Key, sanki kolunu kesiyorlarmış gibi ağlayan Jonghyun'a gidiyor ama o kendinden geçmiş bir halde ağlamaya devam ediyor.
Hadi bakalım. Gelin de ağlamayın. Yapabiliyorsanız yapın hadi!
Minho'nun konuşması da çok kalbimi kırdı, Minho hep güçlü ve soğuk çocuk olarak aklımda kalmış nedense, o yüzden ona bakarken baya ağladım. Jonghyun mikrofonu alıp "Anne seni seviyorum," diyebildiğinde kopmuştum zaten.
Grup kucaklaşmasında sunucunun durumu kurtarmaya çalışması, hayranların yüz ifadeleri... Sonra EXO koşa koşa sahneye çıktı ve herkes birbirine sarılmaya başladı, ah çok... Fenaydı. Gerçekten. Kai hemen Taemin'i kaptı. Ehehe.
Baekhyun ve Kai habire gözlerini siliyorlardı, diğer üyelerin de gözleri yaşlıydı. Hayranlar ayrı bir dünya, resmen gözyaşları ekrandan taşacaktı.
Sunucular ekrandan çekildiler sonra, ödül töreni bitti. Bizimkiler hala sarılıyorlardı o sırada.
Tao'yla Key çok sevimliydi. Tao kocaman elleriyle Key'in omzuna pat pat vurdu.
Jonghyun, Chanyeol'un omzuna yattı. Chanyeol her zamanki gibi güçlü ve kocamandı.
Onew hala çok kötü durumdaydı ve yüzü sırılsıklamdı, sonra Baekhyun koşup onu kucakladı.
Herkes SHINee'yle ilgilenirken Kai köşede eğilmiş ağlıyordu. Taemin onun yanına gitti. Kai, onlardan daha çok ağladı galiba, ehehe.
EXO ve SHINee üyeleri sırayla kısa kısa konuşmalar yaptılar, bu süre zarfında Taemin ve Kai kayıptı. Jonghyun konuşma yaparken, Suho tam arkasında duruyordu ve birdenbire Wolf'la kazandıkları ilk ödülde ağladığı gibi çılgınca ağlamaya başladı. Gerçekten hıçkırıyordu. Ah Suho, seni çılgın. ^^
Sonra selam vermek için el ele tutuştular. Bizim Taemin'le Kai çifti hala ortalarda yok. Meğer arkada birbirlerine sarılıp ağlıyorlarmış hala.
Bu ödül konuşması benim favorim çünkü SHINee ve EXO'nun arkadaşlığına hayranım gerçekten. Ayrıca bayıldığım 17 erkeğin birden salya sümük ağlaması beni çok etkiliyor. İyi mi kötü mü bilmiyorum gerçi.

Evet, yazıyı burada kesmeliyim sanırım. Daha fazla örnek verirsem sabaha kadar ağlarım.
EXO'yla ilgili ilk yazımda hepsinin ağlıyor olmasını planlamıyordum, ama iyi oldu böyle. Bu arada yazıyı baştan okudum da jet hızında gider gibi olmuş, halbuki yazmak saatlerimi aldı.
Öhöm... Neyse efendim ben artık, müsaadenizle çekileyim.
EXO'yu ve her ödülde ağlayabilecek kadar işlerine kendilerini adamış oluşlarını sevin lütfen. Bir de yumuşacık kalplerini.
Mavi akşamlar efendim. ^^