Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

15 Aralık 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #9

8 Mart 2013
O gün hava serin olmasına rağmen güneş ışıklarını upuzun çubuklar halinde bize uzatıyordu. Sınıfın perdelerini tamamen açmış, bundan olabildiğince faydalanmaya çalışıyorduk.
Hayatım da tıpkı bu serin gün gibi ışıl ışıldı. Ben de gerçek ve alevli olanı bırakıp benim hayatıma doğan güneşten faydalanmaya çalışıyordum: Siyah saçlı, limon kokulu güneşim Demir'den.
Aptal gibi bayılıp en güzel yerinde terk ettiğim o atmosferden sonra aramızdaki ilişkide vıcıklaşan hiçbir şey olmamıştı. Demir her zamanki gibi davranıyordu. Tek farkı dişi olan her şeye attığı inceleyen bakışlarının azalıp ters orantılı olarak bana attığı sevimli bakışların artmasıydı. Eğer birdenbire canımlı cicimli olsaydık kendimi çok rahatsız hisseder, hayallerimdeki dünyayı zihnimle bile koruyamaz hale gelir, ondan uzaklaşırdım. Ama Demir sakindi, acelesi yoktu. Belli olan sona gitmeden önce her şeyin tadını çıkarmama izin veriyordu.
İki gün boyunca sürekli iyi olup olmadığımı sormuş; yemeğimi ve ruh halimi denetlemişti. Ama bunlar dışında asıl ilgilendiği şey yüzümdü. İkide bir sıkılıp dağıttığım kaküllerimi düzeltiyor, bir an bile dalsam yüzümdeki boş ifadeden şikayet ediyor, yanaklarımı sıkıp gülümsetmeye çalışıyordu.
Onun üstümdeki etkisine çok yabancıydım. Bir kelime, yüz ifadesiyle birlikte sadece ufacık bir için değişen ses tonu, parmaklarının ucuyla yüzüme dokunması gibi küçük ayrıntılar garip bir şekilde hafiflediğimi hissettiriyordu. Ruh deyince gözümün önüne derinin altında duran ikinci bir beden gelirdi; deri üstünü örtmezse uçup gidecek, kaçacak ikinci bir ben yani. Demir'in bu ufak jestleri ruhumu uçuruyor, kaçıp saklanmasına sebep oluyordu, üstelik üstünde hala derim varken... Eğer ölüm derinin ruhun kaçmasına izin vermesi, onu serbest bırakmasıysa Demir'in derimi oyuna getirip ruhuma yardım etmesi de ona benzer bir şeydi işte. Ölmek gibi hissettiriyordu; ama daha başına buyruk ve özgür, yani daha tatlı.
Bu hisse her an ulaşabilmek için bir gezegen edasıyla sevgili güneşim Demir'in etrafında bulunuyordum sürekli, zaten onun da benden uzaklaşmaya niyeti yoktu.
Üçüncü gün artık iyi olduğuma kanaat getirip bir daha Dilaşup modunda ayılıp bayılmayacağımdan emin olduktan sonra daha da normalleşmeye başladı. Hala ilgiliydi, sadece anbean üşenmeden beni kontrol etmekten vazgeçmişti o kadar. Ayrıca o gün çok uykusu vardı. Gün içinde en uzun süre güneş ışığından faydalanan sıranın bizim sıramız olması da ayılmasına hiç yardımcı olmuyordu. Kafası sıraya yapışık oturdu bütün gün, genellikle gözleri kapalı konuşuyordu. Uykulu gülümsemesi çok daha hayran olunasıydı ve sık sık gülümsüyordu. Benimle konuşmadığı -ya da uyumadığı- zamanlardaysa bütün gün kulağından hiç çıkarmadığı kulaklığından yükselen şarkılara, kelimeleri duyamayacağım kadar kısık sesle eşlik ediyordu. Bir kulağı bende, diğeri o şarkılardaydı. Bir ara kulaklık yapışıp kaldı da ondan çıkarmıyor diye bile düşündüm.
Öğle arası için zil çaldığında Gökçe ve arkadaşları Demir'i haftasonu sinemaya davet ettiler. Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde kavuşturduktan sonra ters ters Demir'e baktım. Bu daveti kabul etmesine bakışlarımla engel olabileceğimi düşünüyordum. Ona istediğimi yaptıramayacağımı pek çok kez tecrübe ettikten sonra öğrendim ancak.
Hafifçe kafasını kaldırıp tek gözünü açtı. Birkaç saniye boyunca vereceği tepkiyi kestirmeye çalışarak hepimiz ona baktık. O da kendisinin ne tepki vermesi gerektiğini anlamaya çalışarak bize bakıyor gibiydi.
"Hangi film?" diye sordu gırtlaktan gelen hırıltılı bir sesle sonunda. Sonra öksürüp boğazını temizledi.
Gökçe heyecanla ellerini kaldırıp "Muhteşem ve Kudretli Oz," dedi. Arkasından peş peşe, gelmesi için pek çok geçerli neden içeren hızlı cümleler sıraladı. Demir o konuşurken ağzını kocaman açıp esnedi, esnerken kulaklarından tutup kafasını sallamak istedim. Söyleyecekleri bitince yarısına kadar kapalı olan gözleriyle boş boş ona baktı, bir an bekleyip bana döndü ve sevimli bir şekilde "İpek ne dersin, gidelim mi?" deyip göz kırptı.
Onun böyle bir gıcıklık yapacağını biliyordum. Sınıfta film izlediğimiz günden beri Gökçe'yle ilgilenmemiş, bahsi geçtiğinde onun hakkında kötü konuşmutu. Şimdi uslu uslu bu ani teklifi kabul etmeyeceği aşikardı. Ama yaramazlığına beni de katıp tepkisini hiç ama hiç üzerime çekmek istemediğim o kızla beni karşı karşıya getirmesine de gerek yoktu.
Tek elimi şaşkınlıkla kaldırıp kendimi, sonra Demir'i işaret ettim. "Biz mi?"
"Evet, biz," dedi sevimliliğinden en ufak bir şey kaybetmeden.
"Ama seni davet etti." Bu cümleden davet edilmediğim için gücendiğim sonucu çıkarılmasın diye çok çabalamıştım, bu yüzden sesim çok garip çıktı.
"Öyle mi? Sadece ben mi?" Demir şaşkın bir köpek yavrusu gibi kafasını iyice kaldırıp Gökçe'ye soran gözlerle baktı. Gökçe sinirden kızaran suratıyla uyumlu kızıl saçlarını hareket ettirerek sert bir şekilde kafasını salladı. Nezaketsiz olmayı göze alacak kadar beni istemiyordu demek ki. Gözlerimi devirdim, Demir bu hareketimi yakalayıp çaktırmadan bana baktı.
"O zaman gelmiyorum," dedi sonra. "Size eğlenceler." Kafasını tekrar sıraya yaslayıp gözlerini kapattı, Gökçe'nin tek kelime bile söylemesine izin vermeden.
Demir'e çok kızgın olsam da yaptığı şey gerçekten hoşuma gitmişti. Kendini kurtarmak için beni kullandığı düşünmek yerine bensiz bir şeyler yapmak istemediğini düşünerek mutlu oluyordum. Bu açıdan düşününce siz bile mutlu olabilirsiniz.
Suratımda tuhaf bir gülümsemeyle uzun uzun onu izledim. Hiç kımıldamadığı için uyuduğunu düşünmeye başlamıştım ki birden elini yüzüne kapatıp "Bu kadar izlemek yeter, nazar değdireceksin," diye mırıldandı. Bu durumda utanmalıydım, ama bu cümle beni daha da keyiflendirdi. Uzanıp bacağını sertçe çimdikledim.
O yüksek sesle böğürünce önünde oturup bir matematik sorusuyla güreşen Ufuk yerinde sıçradı. Demir'le gülmemek için dudaklarımızı ısırırken önündeki test kitabını kaldırıp bize fırlattı.
"İpek 9. soruya yardım eder misin? Lütfen. Çıldıracağım!" Ufuk'un teklemeden konuşması çok olağandışı bir şeydi, çünkü o kekemeydi. Üstelik basitçe kekeme değildi; bir kelimeyi söylemek için dakikalarca uğraştıracak kadar ileri düzeyde bir kekemelikti onunkisi. Düzgün konuşabildiği tek zamanlarsa ciddi anlamda çıldıracak kadar sinirli olduğu zamanlardı.
Şaşkınlıkla yaprakları karalamaktan aşınmış test kitabını önüme koyup soruyu incelemeye başladım. Demir o sırada ineklerle ilgili bir şeylerden bahsetti.
Soru aslında çok kolaydı, ama Ufuk her seferinde üç ve ikinin çarpımını beş bulmuştu. Bunu söyleyince sinirle yüzünü sıvazladı, ciğerlerine derin bir nefes çekti, sonra da elimi avuçlarına alıp yüzünde minnettar bir ifadeyle "Teşekkürler kraliçem," diye mırıldandı.
"Ne kraliçesi be?!" Demir'in tepkisi çok ani olmuştu. Bütün gün yaptığı 'Notre Dame'ın Kamburu' duruşundan sıyrılıp sırtını dikleştirmişti.
"Matematik kraliçesi!" Ufuk'un da henüz sinirleri yatışmamıştı. Elim hala avuçlarındaydı.
"Nereden seni kraliçen oluyor İpek?"
"O kulaklıkları çıkarsaydın sabah matematik dersinde ona kraliçelik tacını taktığımı duyardın!" Ufuk haklıydı, derste böyle söylemişti ve bütün sınıf gülerek onaylamıştı.
"Kulaklıklarıma laf etme! İpek senin kraliçen değil."
"Sana ne oluyor be!"
"Ne yapıyorsunuz Allah aşkına?" diye iç çektim. Elimi Ufuk'un ellerinden kurtardım. "Kafanız mı güzel sizin? Üç dakika sonra bu ses tonunu kullandığınız için pişman olacaksınız, bunu biliyorum. O yüzden burada kesin bence."
Ufuk arkasını dönmeden önce "Demir'e söyle de seni sahiplenmeden önce kulaklıklarıyla senin aranda bir seçim yapsın," diye söylendi. Sorularıyla kaldığı yerden güreşmeye devam etti sonra.
Demir son laftan sonra benim tepkimi ölçmek ister gibi gözümün içine bakıyordu. Ben Ufuk'un ima ettiği şeyi hiç düşünmemiştim, ama Demir'le uğraşmak kadar eğlenceli bir şey olamazdı. O yüzden ben de bakışlarına karşılık vermemekte ısrar ediyordum. Kolumu sıraya koyup çenemi de ona yaslayarak o hizada duran herhangi bir şeye baktım, ne olduğundan o an bile emin değildim. Bir süre sonra usulca koluma dokundu.
"İpek," dedi. "Baksana bir bana." Yavaşça kafamı döndürdüm. "Çıkarayım mı kulaklığı?" Dürüst olmak gerekirse bu soruyu sormadan anında çıkarmasını beklemiştim, ama o bu soruyu soracak kadar o şarkıları dinlemek istiyordu.
Oyunumun yönünü değiştirdim. Artık benimle ilgilenmesi için değil, benimle ilgilenmeyecek kadar zevkle ne dinlediğini öğrenmek için oynayacaktım. "Hayır," dedim. "Gerek yok çıkarmana."
"Emin misin?"
"Evet, eminim. Eminim ama..."
"Ama ne?"
"Ne dinliyorsun böyle sabahtan beri sen ya?" Bu soruyu beklemiyormuş gibi şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı.
"Hiiç..." diye bakışlarını kaçırdı. Boşta duran sol kulaklığı avucunun içine alıp sıktı. Herkes bilir, 'hiç' demek 'hiç' demek değildir. 'Bunu bilmene gerek yok, daha fazla sorma, bu bir sır,' demektir ve yine herkes bilir, bir erkeğin sırları bir dişiyi her zaman harekete geçirir.
"Ne demek hiç?"
"Hiç işte, normal şarkı." Şarkılar 'normal' adı altında genelleme yapılacak şeyler değillerdir bence. Eğer başından beri şüpheyle yaklaşmasaydım bu numarayı yiyebilirdim, ama tabii ki yemedim.
"Adı ne mesela?" Yeniden gözlerini kırpıştırdı. Havaya bakıyordu, sanki orada şarkının adı yazıyormuş gibi.
Bu şaşkın halinden faydalanıp elini yakaladım. Avucunun içinde sıkı sıkı tuttuğu kulaklığa ulaşmak için parmaklarıyla mücadele ettim. Eğer benimle uğraşacağına şarkıyı durdursaydı, ya da kulaklığı çıkarsaydı o kazanırdı, ama gerçekten çok şaşkındı.
Sonunda kulaklığı kazanıp kulağıma geçirebildiğimde anlamadığım, ne olduğunu tahmin bile edemediğim bir dilde şarkı söyleyen kızlar duydum. Çok hareketli bir şarkıydı, dans etme isteği uyandırıyordu. Açıkçası vurguları ve hızlı söyledikleri kısımlar da biraz komikti.
"Bu... Ne?" diyebildim. Doğru kelimeleri seçememiştim.
"Şarkı," dedi.
"Of Demir. Yani ne şarkısı, hangi dilde? Kim söylüyor? Kim bu kızlar?"
Kaşlarını hınzırca kaldırıp "Benim kraliçelerim," diye güldü.
"Elizabeth, Victoria falan mı yani?"
"Onlar İngiltere'nin kraliçeleri, benim değil."
"Bunların da Türkiye'den olmadığı kesin."
İç çekti. "Onlar Koreli bir kız grubu. İsmi Ladies' Code."
"İsmi... Ne? Koreli mi?"
"Evet, Koreli." Birkaç dakika yeni başlayan ama ilkine göre çok daha ağır olan şarkıyı dinledim, bu arada sıradaki sorumun ne olacağını düşünüyordum. Kulaklıklar birbirinden çok uzak durmasın diye biraz kayıp Demir'e yaklaştım. Şarkıyı dinlerken gözlerimi hiç ayırmadan yüzüne baktım.
"Eğer düşündüğüm soruyu sorarsan..."
"Neden Kore?"
"Al işte. Bu sorudan nefret ediyorum."
"Neden?"
"Bu Amerikan fantasik filmlerini seven birine neden Amerika diye sormak gibi bir şey İpek."
"Anlamadım."
"Yani diyorum ki en iyi fantastik filmler Amerika yapımı olduğu için onu tercih ederler. Ben de en iyi müziği Koreliler yaptığı için onları tercih ediyorum."
"Ama bu tür müzikleri dünyanın her yerinde yapıyorlar."
"Fantastik filmleri de her yerde yapıyorlar."
"Ama en iyileri bunlar diyorsun."
"Evet." Gülümsedim, kafamı hafif hafif sallayarak yeni başlayan şarkıya eşlik ettim. Bu şarkıda bolca İngilizce kelime vardı.
"Sence de vurguları komik değil mi? Ayrıca İngilizce telaffuzları da öyle."
"İngilizce kısmına katılıyorum, ama vurguları hiç de komik değil tamam mı?"
"Peki, peki." Kulaklığı çıkarıp sıraya bıraktım. "Neden saklamaya çalıştın?"
"Çünkü... Bu... Biraz kız işi gibi gözüküyor dışardan," diye fısıldadı Ufuk'a bakarak göz ucuyla.
"Neden kız işi olsun ki? Herkesin kendi zevki."
"Dinlemekten bahsetmiyorum ki ben." Arkasına yaslanıp yeniden bakışlarını kaçırdı.
"Neden bahsediyorsun?" Sanki bunu sormamı bekliyormuş gibi heyecanla bana döndü ve ben o an Demir'in uzun zamandır bu hayranlığını biriyle paylaşma ihtiyacı hissettiğini fark ettim. En sevdiği oyuncağıyla kurduğu evcilik oyunlarını anlatan bir çocuk gibi sevimliydi.
"Aslında dün bütün gece yeni çıkan iki albümün şarkılarını ezberlemek için uyumadım."
"O kadar ilgilisin yani?"
"İlgiliden de öte bir şey bu. İlk sabahlayışım değil. Bir keresinde bir idol mesajımı okusun diye çıktığı radyo programına sabaha kadar elektronik posta göndermiştim. Okumadığı için de ertesi gece üzüntüden uyuyamadım." Kaşlarımı çattım, açıkçası bu kadarını beklemiyordum.
"Evet, ilgiden de öteymiş."
"Buna 'fanboy'luk diyorlar. Gururla söyleyebilirim ki ben de bir fanboyum."
"Arada bir bana da dinletmelisin," dedim.
"Gerçekten mi?" diye karşılık verdi anında. Gülümsemesi tüm yüzüne yayılmıştı. "Dinletebilir miyim?"
"Tabii ki. Her zaman."
Demir'in yüzünde o ifadeyi görmek için dünyalarımı verebilirdim, ama yalnızca onu dinleyeceğime dair bir söz yeterli olmuştu. Elimi avuçlarının içine aldı ve tıpkı Ufuk'un yapmasına kızdığı gibi "Teşekkürler kraliçem," diye fısıldadı.
Ufuk hızla bize dönüp elindeki kalemi Demir'e fırlattı: "Nereden senin kraliçen oluyor İpek?!" O cümleden sonra çok fazla güldüm, gözlerimden yaşlar gelene kadar. Çocuklar neyin bu kadar komik olduğunu anlamak için bana bakmaya başladıklarında da ellerimi yüzüme kapatıp sınıftan kaçtım. Kaçarken fark ettim ki ilk başta gülmüştüm, ama sonra gözlerimden gelen yaşlar ağladığım içindi.
Çünkü ben ne Ufuk'un ne de Demir'in kraliçesi olabilirdim.
Ben yalnızca Atıf Kılıçağ'ın kraliçesiydim.

15-16 Ocak 2012
Yakalanmıştım, bir milyonuncu kez yeniden. Sigara kokan bir arabada iki gözüm iki çeşme ağlayarak İstanbul'a getirilmiştim. Atıf Bey beni ofisinde bekliyordu, gece yarısına az kalmıştı. Arabadan inerken saçlarıma düşen kartozlarına bakıp şimdi annemin kucağında uyuyor olmam gerektiğini düşündüm, sabah da kalkar kalkmaz pasta yapmaya başlayacaktık. Kaderim nasıl değişeceğini asla bilemediğim gibi, Atıf Bey'in de ne zaman beni enseleyeceğini bilemiyordum. Plan yapmaktan vazgeçmeye o gün, kartozlarına bakarken karar verdim.
Ofisine girdiğimde toplantı için orada bulunan masanın üstünde envai çeşit yiyecek olduğunu gördüm, yerde her renkten bir sürü balon vardı. Atıf Bey, kucağında irice bir ayıcıkla masanın en ucundaki sandalyeye oturmuş benim gelmemi bekliyordu. Beni görünce bir koluyla ayıcığı kucaklamaya devam ederek ayağa kalkıp yanıma geldi. Elimi avcuna alıp öptü.
"Hoş geldiniz kraliçem," diye güldü.
Kaçtığım için psikopatça bir konuşmaya hazırlamıştım kendimi. Böyle bir atmosfer beklemiyordum, yanaklarımda kuruyan gözyaşlarım bile şaşkındı.
"Ne oluyor?" diye sordum gayriihtiyari.
"Ne demek ne oluyor?" dedi gücenmiş bir tavırla. Saatine baktı. "Evet, gece yarısını geçti. Şu an senin doğum günün İpek. Unuttuğunu söyleme bana."
"Unutmadım," diye tısladım dişlerimin arasından. Babam 16 Nisan'da ölmüştü, doğum günümden tam üç ay sonra. Bu yüzden bile unutma ihtimalim yoktu.
"Gel hadi, mumları üfle." Kendi masasının üstünde sadece ikimiz için fazla büyük olan bir pasta duruyordu.
"Mum üflemeyi sevmiyorum. Bence saçma," diye yalan söyledim. Aksine bayılırdım.
"Öyle mi? Yazık oldu. Ben üfleyeyim o zaman." Eğilip sayısından emin olamadığım mumların hepsini tek nefeste söndürdü. "Doğum günün kutlu olsun İpek. Hadi yiyelim." Pastadan iki dilim kesip iki tabağa koydu ve toplantı masasına yürüdü. Mecburen peşinden gittim.
Ben tek dilimi yemek şöyle dursun, bir lokmayı bile zor alacaktım. Ayrıca o da sadece tadına bakmak için yiyor gibiydi. Aklım koca pastaya takıldı.
"O pasta biraz fazla değil mi? Ziyan olacak."
"Sorun değil, eve götürürüm." Evde bekleyen bir karısı olduğu fikri beni ürpertse de neyse ki öyle biri yoktu. Gerçi bir çocuğu olduğunu biliyordum.
Tepeleme tulumba tatlısı doldurulmuş bir tabağı önüme itti. "Yesene, sevdiğini biliyorum. Çekinme. Bugün doğum günün." Gözlerimi devirme riskini göze alamadım. Evet, benim doğum günümdü ve annemle olmak istiyordum. İsteksizce çatalımı tatlılardan birine batırdım. "Annen nasıl?" diye sordu.
"Endişeli ve üzgündü bıraktığımda. Doğum günüm olduğu için yanımda olmak istemişti."
"Gidince ona üzgün olduğumu söylersin." Cevap vermedim, ağzımı açarsam istediği şeyleri duymayacaktı.
Tatlıyı biraz kemirip -olabildiğince- sakinleştikten sonra "Kutlama bitince gidebilir miyim?" diye sordum. 'Kutlama' kelimesinin üstüne basmıştım, çünkü bahsi geçen şey adına benzemiyordu.
"Bu gece burada kalman daha iyi olur, hava soğuk." Gelirken soğuk olmadığını mı düşünüyordu, bilmiyorum. Ama soğuğun ne demek olduğunu anlasın diye önümdeki turuncu renkli, buzlu içeceği suratına çarpmak istedim.
"Nerede kalacağım?"
"Seni eve götürmek isterdim, ama bunu hiç istemediğini bildiğim için yine bir otel ayarladım." İstemediğim diğer bir şeyin yanında olmak olduğunun farkında değil gibiydi.
"Kendi evime gitsem olmaz mı?"
"Hayır," dedi net bir sesle. "Kraliçemin bana bahşedildiği günde en azından onunla aynı şehirde olmak istiyorum. Bana bunu çok görme."
'Lütfen!' diye bağırmak istedim. 'Hayatımı bana çok görme!'
Bu saçmalık yaklaşık iki saat sürdü. En sonunda canı sıkıldı ve ayağa kalktı: "Seni otele bıraksınlar."
Evime gidemeyeceğim için ağlamak üzere olsam da bu adamın yüzüne bakmaktan kurtulduğum için sevinçten havalara uçmak üzereydim.
Ofisin kapısına kadar arkamdan yürüdü. Tam kapıyı açıyordum ki birden elini omzuma koydu, eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu. Ufacık, anlık bir öpücük. Atıf Bey daha önce elimi tutmuş, elimi öpmüş, nadir de olsa bana sarılmıştı. Ama buna ilk kez cesaret ediyordu. Bedenim, belime demir sopayla vurmuşlar gibi kasıldı, gözlerim irileşti. Kalbimin titrediğini hissettim, korkudan. Daha fazlasını yapacağını sanmıştım.
Kapıyı açıp farkında olmadan adım atışımı izledikten sonra arkamdan şöyle seslendi: "İyi ki doğdun kraliçem!"
8 Mart 2013
Kaçışım bodrum kattaki soyunma odasının kapısının önünde son buldu. Farkında olmadan buraya koşmuştum, orada kendimi güvende hissedeceğimi düşünüyordum.
Şükürler olsun ki kimse yoktu. Kilitli kapıya yaslanıp ağlamaya devam ettim.
Demir'den uzak durmalıydım. Hatta tek arkadaşım olmasına rağmen Ufuk'tan da. Onların başına iş açarsam bunun sorumluluğu altında ezilirdim.
Yalnız olmalıydım. Kendimle beraber herkesi kurtarmanın tek yolu buydu.
Ama... Her ne kadar itiraf etmek istemesem de... İtiraf edince buna karşı koyamayacağımı bilsem de... Benim gerçekten ihtiyacım vardı... Benim diyebileceğim birine...
Nedenini anlayamadan "Demir," diye fısıldadım. Gözlerim onun görüntüsünü beynime göndermeden önce dudaklarıma göndermiş olmalılardı. Koşarak merdivenlerden indi, tam karşıma geçip durdu. Nefes nefeseydi.
"Niye kaçtın? Ne oluyor?" Yeniden ellerimi yüzüme kapatıp kaçmaya teşebbüs ettim ama o beni tuttu. Bileklerime sıkıca yapışıp direncimi kırdı, ellerimi çekti. "Yine ağlıyorsun. Anladım zaten, o kadar çok gülmen saçmaydı. Ne oldu?"
Cevap vermek istedim. Anlatmak istedim, her şeyi. Tek nefeste.
Eğer hıçkırmasaydım anlatacaktım, kararlıydım. Ama bazen hayatınızın yönünü değiştiren çok büyük ve korkutucu kararlar aldığınızda onları yapamıyorsanız mutlaka bir sebebi oluyordu. Bir şey anlatmamı engelliyordu.
Neyse ki Demir'in sebeplere ihtiyacı yoktu. Kayıtsız şartsız yanımdaydı. Parmaklarını bileklerimden aşağı kaydırıp ellerimi tuttu. Kendime engel olamayıp kafamı omzuna yasladım.
Kendi deyimiyle 'kız işi' şeyler yapan bu limon kokulu çocuk ne zaman ondan uzak durmam gerektiğini kendime hatırlatsam yanımda bitiyordu.
Karşı koymanın anlamı neydi ki artık? Kaçamıyorsam zevk almaya bakmalıydım. Değil mi?

4 yorum:

  1. aylardır "güneşim demir" kadar vıcık vıcık bir hitap şekli duyduğumu hatırlamıyorum kartozu. allah bildiği gibi yapsın seni, yemin ediyorum neredeyse ekrana kafa atıyordum.
    ama o sinema teklifine "ne dersin, beraber gidelim mi?" demesi de yine koltuk yumruklatacak kadar harika bir hareketti. ne yalan söyleyeyim, demir'e gıcık olmakla yanaklarını sıkacak kadar sevmek arasında gidip geliyorum.
    ufuk'un "kulaklıklarıyla senin arasında bi' seçim yapsın önce" diye fırçasını atması da süperdi. ufuk'a en ufak bir garezim yok, kayıtsız şartsız seviyorum o çocuğu, çok tatlı lan.
    atıf bey'e gelince... ettiğim küfürleri zaten biliyorsun.
    çok bekletme bizi ey kartozu, bekletme!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hahaha "güneşim demir" yazarken bana çok doğal gelmişti, demek ki yazarken İpek oluyorum. Demir, tam da senin arada kaldığın gibi bir çocuk. O iki taraftan herhangi birine birazcık kayarsan işte o zaman ben Demir'i yazamıyorum demektir.
      Teşekkür ederiiim, teşekkür ederiim. Haftaya görüşürüz. :P

      Sil
  2. Bu bölümde Ufuk, Demir'den de sempatik geldi gözüme. ahahah :D Demir'in kpop dinlemesi çok sempatik geldi ama gece uyuyamayacak kadar onlara takıntılı olduğunu duyunca gözlerimi devirmedim değil. Nedense adı Demir olan birine bunu yakıştıramadım ama sanırım bu da onun havalı kişiliğinin ardında yumuşacık bir kalbi olduğunu gösteriyor. Şuan gözümdeki Demir Pazı, Temel Reis'den, School 2015'deki Sungjae'ye doğru geçş yapmaya başladı yavaştan :D Bir an onun hayali bir karakter olduğunu unutup acaba Rise ve EunB'nin ölüm haberine ne tepki vermiştir diye düşündüm hatta

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rise ve EunB gittiğinde ben de Demir'in ne düşüneceğini merak etmiştim. Ama muhtemelen duymadı bile :( school 2015 izlemedim ama ona benzemesini istemiyorum ahaha :D teşekkür ederiimm ^^

      Sil