Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

24 Aralık 2013 Salı

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #10

"Ya ama sen neden sürekli ağlıyorsun İpek?"
Demir dudaklarını kulağıma yaklaştırarak, sınıftakilerin dikkatini çekmemek için fısıldamıştı. Burnu saçlarımın arasından şakağıma değer gibi oluyordu ve nefesi yumuşakça tenime değiyordu. Sınıftaki herkes yaklaşan matematik sınavına çalışarak geçiriyordu öğle arasını. Bizse Demir'in telefonundan, bana getirdiği klipleri izliyorduk beraber. Kimseyi rahatsız etmemek için sessizce çalışıyorduk. Gözümün önünde ağlayan, dans eden, eli silah tutan, anlamlandıramayacağım şekilde bana çok çekici gelen çekik gözlü erkekler; kulağımda onların söylediği şarkı; yanımda bana çok yakın duran, ağladığım için ne kadar gerildiğini dişlerini sıkarak belli eden, çekik gözlü erkeklerden daha çekici olan, limon kokan Demir duruyordu. Ama yine de ben bütün bunlara rağmen klipteki hikayeye dikkatimi verebilmiş, hatta ağlayabilmiştim.
Klip bittikten sonra bir süre kararan ekrana bakarak burnumu çekmemeye çalıştım. Çünkü foşurtu dolu bir burun çekiş konsantre olan sınıf arkadaşlarımın çoğunu korkutacak kadar gürültülü olabilirdi. Kütüphaneden çok daha sessizdi, üstelik başımızda bir öğretmen falan da yoktu.
En sonunda dayanamayıp şiddetle burnumu çektim. "Başka klip yok mu?" diye sorarken, sesimin çatlak ve yüksek çıkmasına engel olamadım.
Kimseden bir tepki gelmeyince Demir de fısıldamaktan vazgeçti. "Ağlamaya devam edeceksen yok sana klip falan."
"Ama nasıl ağlamam ya. Adam ölmek üzereydi ve... Cebinden..." Nefesim tıkandı, içimi çekmekle burnumu tekrar çekmek arasında kaldım. "Cebinden sinema biletlerini çıkarttı. Sence de... Sence de çok fena değil mi?"
"Haklı olabilirsin. Yine de bu sana gözlerimin önünde ağlama hakkını vermiyor."
"Yaa Demir... Hadi başka bir klip aç."
"Biraz sessiz olun ya," diye çıkıştı Tuğçe. "Gidin başka yerde oynayın." Tuğçe'nin namını biliyordum. O ders çalışırken hep konuşur, kendi kendine ders anlatınca başkasının anlatmasından daha kolay öğrenirdi. Çok fazla anlamsız ses çıkartırdı soru çözerken. O bile bu ortam için alışkanlıklarını bırakmıştı, bu yüzden onun şikayet etmesi çok doğaldı. Üzgün bir bakış atıp yerimden kalktım. Demir de hiç tereddüt etmeden peşimden ayaklandı.
Yanından geçerken birden Meryem elimden tutuverdi. Kalemini sakince bırakıp kıvırcık saçlarını arkaya savurduktan sonra yüzüme baktı. "Bence sen de çalışsan fena olmaz İpek," dedi. Arkamdakine ters bir bakış attı. "Son zamanlarda pek çalışmıyorsun."
"Ben mi?" diye sordum şaşkınlıkla. "Ben... Ben aslında... Evde çalışıyorum." Bir an için anneme hesap veriyormuşum gibi hissettim. Meryem de Demir'in 'bakılacak kızlar' listesindeydi. Ama ona pas vermemişti, aslında bunu yapmayan tek kızdı. Bu da aralarında git gide büyüyen bir sürtüşmeye sebep oluyordu. Meryem, sınıftaki bütün kızları -özellikle beni- Demir'den korumak için sürekli tetikteydi, Demir'se kendisine genç kızları kaçırıp öldüren bir katil gibi davranılmasından ve en büyük kurbanı benmişim gibi Meryem'in sürekli ikimizi uzaklaştırmaya çalışmasından nefret ediyordu.
"Yani klipler falan... Kafan başka yerdeymiş gibi de..." diye devam etti Meryem. Demir'in arkamda burnundan soluduğunu duyuyordum.
"Başka yerde değil, merak etme Meryem. Endişelendiğin için sağ ol," dedim. Daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden yürüdüm.
Dışarı çıkarken Demir hala dişlerini sıkıyordu.
"Ne demeye çalıştı şimdi o cadı?" diye gürledi. Sesi boş merdivenlerde yankılandı. Farkında olmadan koluna giriverdim.
"Bir şey demeye çalışmadı. Beni düşünerek söyledi sadece," diye mırıldandım. Demir kollarını gererek elimi vücuduyla kolu arasına sıkıştırdı. Artık dişlerini sıkmıyordu, son söylediğim cümleyi bile duymamış gibiydi. Elimi çekmeye çalıştıysam da beceremedim. Koluna kelepçelenmiş gibiydim. Gerçi beni bırakmasını söylesem hemen bırakırdı, ama nedense ağzımdan kelimeler çıkmıyordu.
"Neyse hadi gidelim. Biraz temiz hava alalım," dedi neşeyle.
Birden olduğum yerde durup parmaklarımı koluna bastırdım. Aklımdaki her şey uçuverdi. Bir basamak aşağıda durup yüzüme baktı. "Dışarı gitmesek? Kantinde falan otursak?"
Gözlerini devirdi ve hiçbir şey söylemeden tekrar yukarı çıkmaya başladı.
Kantinimiz, öğle arasının ilk yarım saati çoktan bittiği için boşalmıştı. Bir kişi kafasını masaya koymuş uyukluyordu. İlk sınıflar bir masayı kapmış, etrafına bir sürü sandalye çekmiş sessizce sohbet ediyorlardı. Birinin kucağında bir gitar vardı, sanırım çalması için ona ısrar ediyorlardı. Kimse olmayınca kantinimiz büyük gözüküyordu. Bir duvarı boydan boya kaplayan camlardan güneş ışığı coşkuyla giriyordu. Renkli plastik sandalyeler hiç bu kadar canlı gözükmemişti gözüme. Buram buram kızartma kokmasına rağmen bu sakin hava kusursuzdu, insan içeri girerken gülümsemeye başlıyordu.
Kapıda bir an durup nereye otursak diye düşündük. Ben hala elimi kolundan kurtarmaya çalışıyordum, ama o ne zaman elimde bir hareket fark etse parmaklarımı sıkıştırarak bana engel oluyordu.
"Cam kenarına oturalım mı?" diye sordu yumuşak bir sesle. Sohbet eden gruptakiler kolunu tuttuğumu görmesinler diye iyice yanaşıp omuz silktim.
"Olur."
Benim için sandalyeyi çekerken en sonunda elimi kurtarabildim. Tam karşıma oturup camdan güneşe doğru baktı.
Nasıl anlatsam bilemiyorum, ama güneş ışığı bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi. Kimsenin ayak basmadığı bir mağaraya ışık tutmak gibiydi. Ama saldırıya geçen yarasalar yoktu, bir hazine vardı. Zaten ışıltılı olmasına rağmen üzerine vuran ışıkla adeta cana gelen, titreşen, heyecan yaratan bir hazine: Demir'in gözleri.
Onu abarttığımı düşünmeyin sakın. Çirkin yönleri güzel gören gözlerim yoktur. Güzel olmayanı sevmesini de bilirim. Ama Demir gerçekten kusursuz biriydi. Yani, karşımda güneşin verdiği huzurla gözlerini kısarak gülümsemesine kayıtsız kalmam imkansızdı. Kim olsa kafasından aynı şeyleri geçirirdi. Kim olsa kusursuzluğuna kapılırdı. Kim olsa severdi onu. Her insanın bir kusuru olduğu gerçeğini düşünmeyip bu gerçekten korkmadan hem de...
"Senin üstünde büyü mü var?" diye sordu birdenbire. Bana dönmüş ellerini masanın üstünde birleştirmişti. Dalga geçer gibi gözükmüyordu.
"Ne büyüsü?"
"Bilmem. Sadece bu binanın içinde arkadaş kalabiliyoruz da. Çıkınca benden hiç hoşlanmıyor gibi davranıyorsun."
"Ne zaman yaptım bunu?" diyerek gözlerimi kırpıştırdım. Hiç belli etmediğim sanmıştım, ama o farkındaydı.
"Her çıkış saatinde mesela? Gideceğimiz yerler aynı yolun üstünde ama birlikte yürümemek için kırk takla atıyorsun."
Vereceğim tepkinin beni kurtarmasının tek yolu rahat olmasıydı. Göz devirmek gibi bir şey yapmalıydım. Ama telaşla "Alakası bile yok," deyiverdim. Gözlerini deviren o oldu.
"Bir şey var," dedi. Düşündüm, minicik bir an için. Mantıklı bir açıklama bulabilirdim, peşimdeki canavardan bahsetmeden bu işten sıyrılabilirdim.
İşte o zaman hayatımdaki en büyük bahaneyi hatırladım. Her delikten geçmeme, hor görüldüğüm kadar hoş görülmeme yarayan o bahaneyi: "Demir, bak..." dedim. Ben de ellerimi masanın üstünde birleştirip ona doğru eğildim. "Benim babam ben daha okula bile başlamadan öldü. Annem gencecik yaşında dul kaldı. Dul kadınların ve onların kızlarının yapmaması gereken şeyler vardır."
"Çok saçma," diye nefesini verdi. Sırtını yaslayıp ellerini karnının üstüne koydu.
"Saçma değil!" diye bağırdım. Karşı köşede uyuyan çocuk yerinde sıçradı, hafifçe kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Onu uyandırdığım için bir an gerçekten çok üzüldüm ama Demir tüm hayatıma saçma demişti. "Büyüdüğüm ortamı bilmiyorsun. İnsanların dillerinin ne kadar keskinleşebileceği hakkında en ufak bir fikrin yok."
"Öyleyse ne olmuş, sen buraya yeni gelmedin mi? Kim tanıyor ki seni?"
"Beni tanımalarıyla alakaları yok."
"Neyle alakası var?"
"Böyle büyüdüm, elimde değil. Sana mahalle baskısı hakkında vaaz vermek istemezdim, ama gerçek bu. Senin de bunu anlayacağını sanmıştım." Beklediğim desteği alamadığım için hayal kırıklığına uğramış bir yüz ifadesiyle gözlerimi kaçırdım.
"İyi, tamam. Boşu boşuna kuruntu yapıyorum galiba," diye pes etti.
"Ne kuruntusu?"
"Beni görmekten hoşlanmayacak bir sevgilin olduğunu falan sandım. Eğer varsa söyle." Birdenbire, gayriihtiyari gülüverdim. Çok komikti. Çünkü, her şey temelde düşündüğü gibiydi ama hiç de öyle değildi.
"Yok öyle bir şey. Hadi sen şu kliplerden aç yine bana."
Yanındaki sandalyeye yavaşça vurup yanına çağırdı. O, hızla bir klip seçerken ben de sandalyeye yerleştim.
"Bu grubun adı T-ara," dedi. "Şarkının adı Lovey Dovey. Bir sürü versiyonu yayınlandı klibin, bu da zombi versiyonu."
Kulaklıkları takıp kafalarımızı birbirine yasladık. Klibi oynatmadan önce Ufuk kantine girdi. Bize el sallayıp tam karşımıza oturdu. Ben ona gülümsedim, Demir de telefonu tutan elinin serçe parmağıyla anlaşılmaz bir işaret çaktı. Sonra klibi izlemeye başladık. Başta müzikle karışık topuk sesleri duyuluyordu. Sonra o seslerin sahibinin ufak kalçalarına yakın çekim yapıldı.
Demir sırıtınca ters bir bakış attım. "Ne sırıtıyorsun öyle?"
"Sırıtmıyorum," dedi son heceyi uzatarak.
"Sırıtıyorsun işte. Çok mu hoşuna gitti?"
"İpek, izlemeye devam et." Ekrana bakmaya devam ettim ama Demir'in ağzı kulağıma oldukça yakın duruyordu ve gülmeye başladı, hiç susmayacakmış gibi.
"Demir," dedim "Sus artık."
"Tamam sustum." Ağzını kapatmak için alt dudağını ısırdı. Tabii ki bu bir işe yaramadı. Bu defa kahkaha atmaya başladı. Ortada komik olan bir şey yoktu, sinirlenmeye başlıyordum. Kulaklığı çıkartıp ayağa kalkmaya yeltendim. Hemen elimi yakaladı. "Ya tamam gülmüyorum, gel de izleyelim şunu. Söz gülmeyeceğim, hadi gel."
Başından beri sessizce oturan Ufuk usulca öksürdü. İkimiz de ona baktık. Söyleyeceği şeyi duymak için çok beklemedik, azıcık kekeledi. Normalde bu duruma sevinmeliydim, ama keşke duymasaydım Demir elimi tutarken. "Ya siz..." dedi. "Siz ne zaman çıkmaya başlayacaksınız?"
Demir'in parmakları kaskatı kesildi. Gözkapaklarım çıldırmışçasına kapanıp açılmaya başladılar. Duyduğum şeye inanmakta güçlük çekiyordum.
"E yuh ama Ufuk," dedi Demir. Hala elimi tutuyordu. "Öküzsün sen. Başka bir kelimeyle açıklanamaz bu." Sonra da kahkahalarına kaldığı yerden devam edip beni yanına oturttu.

***

O gün Süleyman Bey'deydi nöbet sırası. Akşam Demir'in beni metroya bırakmasına izin verdikten sonra onun arabasına bindim. Hala 'çıkmamız'la ilgili yöneltilen soruya çılgın gibi gülmesini hazmedemediğim Aptal Pazı'yı düşünmeden edemiyordum. Bu tavırdan ne çıkarmam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
Hiç konuşamıyordum. Kelimeler ağzımdan yavaşça çıkıyordu, bu yüzden cümlenin yarısında ne söylemem gerektiğini unutuyordum. Süleyman Bey, tıpkı düşüncelerimin ortasında savaş başlatan kişi gibi, kaküllerime dokunduğunda kendime gelebildim ancak.
"Yakışmış," diye gülümsedi. "Ama şu dalgın ifade hiç yakışmıyor."
"Özür dilerim. Sadece... Kafam karışık."
"Farkındayım. Ne oldu?"
"Okul, annem, hayat... Her zamanki şeyler."
"Her zamanki şeyler olsaydı, yüz ifaden hep böyle olurdu ve ben de yadırgamazdım." Göz ucuyla yüzüne baktım. Keyifli gibiydi.
"Haklısınız," dedim. "Her zamanki şeyler değil, her zamanki şeylere Atıf Bey de dahil oluyor uzun zamandır. Sahi o nerelerde? Özlediğimden değil de..."
"Atıf Bey işle meşgul."
"Genelde öyledir zaten."
"Ama bu seferki farklı," dedi heyecanla. "Çok büyük bir iş peşinde. Bir süre daha öyle olacak."
"Desenize tadını çıkarmak için 'bir süre'm daha var."
"Neyin tadını çıkarmak için?" Süleyman Bey kırmızı ışıkta durmaktan yararlanarak uzun uzun bana baktı. "Yahu çıkar ağzındaki şu baklaları. Bir sürü şey oluyor değil mi?"
"Hayır, olmuyor."
"Peki İpek. Olmasın bakalım." Aynı anda iç çektik. "Arkadaşların nasıllar?"
"İyiler, sınavlara hazırlanıyorlar."
"Sen hazırlanmıyor musun?"
"Ben?" Çok şaşırdım, konunun dönüp dolaşıp bana geleceğini unutacak kadar dalgındım. "Ben de. Ben de hazırlanıyorum."
"Sınav notlarını kontrol edeceğim," diyerek hınzırca güldü.
"Nasıl isterseniz." Verdiğim cevapların hiçbirinden memnun olmadığı çok açıktı. 'Artık senin uğraşmayacağım' dercesine radyoyu açtı, güzel bir müzik buldu, sesi yükseltti. Parmaklarını düğmeden çektiği anda dayanamayıp tekrar bastım ve radyoyu kapattım.
"Atıf Bey'in işi ne kadar sürecek?" diye sordum yan dönerek. Sesim fazla yüksek çıkmıştı.
"Sakin ol," dedi bir elini kaldırarak. "Birkaç ay daha."
"Birkaç ay mı? Gerçekten mi? O kadar uzun mu?"
"Evet, uzun. Ama neden bu soruları zamanında sormadın da birden aklına bir şey gelmiş gibi soruyorsun?"
"Ne kadar daha rahat olacağımı merak ettim."
"Uzunca bir süre. Ayrıca fark ettiysen çiftler halinde ya da üç kişi olarak gelmiyor korumalar artık."
"Tabii ki fark ettim! Hatta bazen onları göremiyorum."
"Atıf Bey uslu duracağına dair sözüne güvendiğini söyledi. Çok meşgul olduğu için korumaları çekiyor bazen ayak işlerine."
"Ciddi olamazsınız. Bana mı güveniyormuş?"
"Evet, öyle söyledi."
Yeniden önüme dönüp kucağımda duran çantama sarıldım. Mutluluktan ağlamamak için kendimi tutmaya çabaladım. Güzel şeyler oluyordu, Demir'e doğru adım atmak istediğim zaman önümdeki engeller çekiliveriyordu. Kalbimi Demir'e vermek istediğim zaman onu sıkı sıkı saran parıltılı sakız kağıdı açılıyor, gerçek hislerime izin veriyordu. Demir'e karşı hissettiklerim, hayatımda mucizeler yaratıyordu. O, yarısında feda etmek zorunda olduğum çocukluğum karşılığında bana verilmiş gibiydi. Şekerin tatlı olduğu belliydi ve ben o tadı almak hevesiyle dişlerimin çürüme olasılığını göz ardı edivermiştim.
"Birkaç ay..." diye mırıldandım. "Düşünebiliyor musunuz birkaç ay özgürüm!"
Ben bunları söylerken fark edememiştim. Süleyman Bey'in neden benim kadar mutlu olamadığını anlayamamıştım. Yine de şimdi biliyorum; o zamanlar ne kadar aptal olduğumu, hayatımın yanında kazandığım o birkaç ayın aslında hiçbir şey olmadığını, ne kadar acınası olduğumu...
Korkunç bir haldeymişim. Dönüp kendime baktığımda delirmediğime şaşırıyorum.
Ama o zaman birkaç ayım vardı. Demir ve benim için. Mutlu olmak için...


*Mavinot: Bugün geometri sınavından 0 aldım ve sonra bunu kutlamak(?) için bu iğrenç bölümü yazdım sizlere, üstelik Çalıkuşu izlerken. Üç beş okuyucum beni affedin, lütfen. Ayrıca... Nasıl diyor siz: Merry Christmas!!

4 yorum:

  1. Saa da Merry Christmas bacım. Bölüm abarttığın kadar da kötü değildi be. Zaten geçiş bölümü. Asıl heyecanlı bölümleri bekliyom ben. Ellerine sağlık. Bu hikayenin sonunu çok merak ediyom ben yaa hehehe

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Delicim, teşekkür ederim. Ama gerçekten iyi bir bölüm değildi, bir an önce hızlanmalıyız. Ben de çok merak ediyorum dermişim :P

      Sil
  2. Şu saçma Atıf Bey'in içeceğine fare zehri falan dökemez mi bu kız? Hiç mi? İyice sinir olmaya başladım pis sünyancı herife :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ah fare zehri onu kesmez gerçekten :D Ama seni sinirlendirebildiğim için mutluyum ahaha :D

      Sil