Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
İki gündür saray ve
birlik oldukça sessizdi. Âlim Cha mektepte yatıp kalkıyor, “dava”
arkadaşlarıyla uzun uzun toplantılar yapıyor ve hiç yemek yemiyordu. Karısının
üç öğün gönderdiği sefertaslarını iç odadaki dolabında istiflemişti.
Yaverleri pek
ortalıklarda görünmüyordu. Boş kaldığı her an birilerine, bu çocukların nerede
olduğunu sormak istese de cesaret edemiyordu. Jaehwan’ın ara sıra uğrayıp bir
emri olup olmadığını sormasıyla avunmaya çalışıyordu.
Bu sabredişin sonunda
yapılacak en akıllıca şeyin yanında hiç muhafız olmadan, savunmasız şekilde
Yüce Kral’ın karşısına çıkmak olduğu kanaatine vardı. Özenle hazırladığı
naçizane hediyesiyle birlikte saraya girdiğinde öğle vaktiydi, aynı saatlerde
Veliaht Prens de babasını ziyaret etmek için konutundan çıkmak üzereydi.
Eksiksiz bir saygı
gösterisinden sonra görevi dâhilinde bilgilendirmesini yapmaya hazırlanıyordu
ki Kral Hazretleri uzun parmağını kaldırıp şöyle bir salladı. “Kısa kes.”
“Emredersiniz
Majesteleri. Kısa kesmem gerekiyorsa bilhassa belirtmem gerekecek kadar mühim
bir mesele yoktur. Müsaadeniz olursa Yüce Kral Hazretlerine layık olmasa da,
eşimin elleriyle hazırladığı tatlıyı size takdim etmek isterim.”
İki büklüm olmuş
hizmetkâr parlak turuncu kumaşa sarılı, ağzı açık yemek kutusunu Kral’a doğru
uzattı. “Temizdir Majesteleri.”
Kral gönülsüzce elini
uzatıp şekerli toplardan birini almaya yeltenmişti ki kapıdan Veliaht Prens’in
teşrif ettiğini duyurdular. Hevesle hediyesinin tadına bakılmasını bekleyen Âlim
Cha kenara çekilerek müstakbel damadına selam durdu.
“Sizi burada görmek ne
kadar güzel Baş Müşavir… Ben de babamla sizinle ilgili bazı meseleleri görüşmek
için gelmiştim.”
“Veliaht Prens
Hazretleri ve Yüce Kral ile aynı anda bir çatı altında bulunmayalı epey zaman
olmuştu, onur duydum Majesteleri.”
“Hayırdır?” Kral
Hyeyeong Hanım’ın yaptığı şekerlemelerden yemek için sabırsızlanıyor gibi
görünüyordu. Kutuyu hizmetkârın elinden alıp kucağına yerleştirdi.
“Baba, bu günlerde
müstakbel kayınbabamın etrafını saran bir takım yakışıksız lakırdılar olduğunu
elbette siz de duymuşsunuzdur. Bu durum beni ziyadesiyle rahatsız ediyor.”
Âlim Cha bir müddet
Kral’ın cevap vermesini bekledi, onun kucağındakilerle daha çok ilgilendiğini
görünce lafa karışmaya karar verdi. “Bağışlayın Majesteleri, kulunuz bu
lakırdılardan bihaberdir. Müsaade buyurursanız neler işittiğinizi bilmek
isterim. Neticede benimle alakalı…”
“Ne yazık Baş Müşavir,
kendinizi ve çevrenizi bilemeyecek kadar meşgulsünüz sanıyorum. Bu
meşguliyetinizin devletin yararına olduğunu umarım.”
“Elbette Majesteleri,
yüreğinizde bir şüphe varsa şayet, bu kulunuzu ziyadesiyle üzer.”
“Biraz kulaklarınızı
açıp etrafınızdakileri dinlemenizi tavsiye edeceğim o halde.”
Ortamın gerginleştiğini
fark eden Yüce Kral elini kaldırıp ikisini de susturdu. “Sadede gel.”
“Demem o ki, bu
lakırdıların ucu saraya ve size de dokunmaktadır Kral Hazretleri.” Muhatabı,
oğlunun söyledikleri pek umurunda değilmiş gibi şekerlemelerden güzel bir
tanesini seçip ağzına attı hızla. Parmaklarına bulaşan pudrayı afiyetle yaladı.
“İnsanların çenelerini kapatacak bir şey yapmalıyız.” İhtiyar kral şekerlemelerin
altında duran beyaz kâğıdı fark edince şaşırır gibi olduysa da bunu yalnızca
hediyeyi getiren kişi fark edebilmişti. Kutuyu kucağından düşmeyecek şekilde
bırakıp kâğıdı çıkarışını heyecanla izledi. Gözleri kâğıdın üstünde yazanlarda
gezinirken oğlu devam etti: “Tarafsız olduğunuzu, oğlunuzun da oğlunuzun
kayınbabasının da tarafını tutmadığınızı göstermek için…”
“Neden yapacakmışım?”
Bu beklenmedik cevap
genç prensi afallattı. “Efendim?”
Kral elindeki kâğıttan
gözlerini alamıyordu. “Ben, koskoca Joseon’un Kral’ı, o soysuzlara
tarafsızlığımı neden kanıtlamak zorundayım?”
“Majesteleri…” Kâğıdı
sakince katlayıp yenine sakladığı Veliaht Prens’in gözünden kaçmadı.
“Bağışlayın Kral
Hazretleri, Prens Hazretleri’nin sözlerine kulak vermenizin epey faydalı
olacağı kanaatindeyim.” Âlim Efendi’nin yüzünde gizleyemediği bir gülümseme
vardı.
“Herkes kendi işine
baksın,” dedi Kral. “Çıkın.”
***
Veliaht Prens’in
konutunda derin, korkutucu bir sessizlik hâkimdi. Kâhya hariç bütün
hizmetkârlar bahçe kapısının da dışına gönderilmişti.
Efendi Lee yine, bir
ucu bağdaş kurduğu bacaklarının arasında, bir ucu omuzunun üstünde olan
kılıcının etrafından kollarını çaprazlamış; odanın içinde volta atan dostunu
izliyordu. Son zamanlarda tek yaptığı şey buydu; izlemek.
İzliyor ve görüyordu,
bu genç adamın ne denli hızlı değiştiğini. Her şeyin, herkesin ve kendilerinin
de dönülmez bir yola girdiğini uyuşmuş bir bilinçle fark ediyor, lakin tepki
veremiyordu. Verilecek tepkiler her şeyi yavaşlatsa da hiçbir şeyi düzeltmezdi.
O günlerde aklına,
henüz yeniyetmeyken şu konutunun bahçesinde, güneşin altında saatlerce oturup
çizdirdikleri resim geliyordu sıkça. Sanki o resimden Wonsik siliniyordu
yavaşça, bulanıklaşıyordu. Sık görmediğinden mi oluyordu bu, bilmiyordu. Belki
de bundan sonra sık göremeyeceğindendi, hatta belki…
Kâhyanın gür sesi Âlim
Kim’in teşrif ettiğini haber verince Prens Sanghyuk’un adımları aniden durdu.
Kapıya dönüp omuzlarının günden güne küçüldüğünü fark etmediği arkadaşının
girişini izledi.
“Beni mi istediniz
Majesteleri?”
Genç adamın sesi
yorgundu, bunu yalnızca Efendi Lee duydu.
“Getirdiklerin yeterli
değil.”
“Af buyurun?”
Genç Prens ağır ve
güçlü adımlarla karşısında ezilen dostuna yaklaşıyordu. Sesi gürdü,
korkutuyordu. “Daha fazla lazım! O herifi bitirecek daha çok belgeye ihtiyacım
var! Tek seferde kellesini alabileceğim bir şeyler! Birkaç parça el yazmasıyla
olacak iş değil bu Kim Wonsik. İşini mi savsaklıyorsun sen?”
Hongbin işe karışmak
istedi, bu kadarının da fazla olduğunu söylemek istedi. Kılıcını kavrayınca
sesi titreyen arkadaşının, Prens’in omzunun üstünden kendisini bakışlarıyla
durdurmak istediğini gördü.
“Bağışlayın Prens
Hazretleri. Size layık bir kul olamıyorum, affedin!”
Dizlerinin üstüne
çökmedi, lakin öylesine eğildi ki Prens Sanghyuk’un eteklerini öpmek üzereydi.
Odada yine adi bir sessizlik dolaştı.
Genç Prens arkasını
dönerken, kaftanının etekleri yerde sürtünce ses çıkarmasaydı kapının dışında
bekleyen kâhya sağır olduğunu sanacaktı.
“Öfkem, senin kabahatin
değil.”
“Majesteleri…”
“Bugün hoş olmayan bir
hadise vuku buldu gözlerimin önünde. Ondandır bu gerginliğim.” Hızla yeniden
dostuna baktı. “Lakin yanlış anlama. Görevini hala layıkıyla yerine
getirebilmiş değilsin.”
Kelamlardaki bu hızlı
değişim üzerine Âlim Kim ve Efendi Lee göz göze geldi.
“Elimden geleni yapmaya
devam edeceğim, Prens Hazretleri. Hayır, elimden gelenden fazlasını yapmaya
çalışacağım.”
“İyi. Çık şimdi.”
Kim Wonsik’in alınacak
hali kalmamıştı. “Emredersiniz efendim.” Kendi bedeninden daha ağır gelen bir
selam verip hızla çıktı odadan.
“Ne hadisesinden
bahsediyordunuz Majesteleri?” diye sordu Lee Hongbin o çıkar çıkmaz. “Benimle
bu bahsi konuşmadınız.”
Sanghyuk alnını
ovuşturdu. “Yorgunum abi. Sonra konuşalım.”
Bu gitmesi için üstü
kapalı bir emirdi. Ama genç efendinin buna sabrı kalmamıştı. Hiç çaba
harcamadan kılıcıyla beraber ayağa kalktı. “Sanghyuk. Hepimizin ne denli yorgun
olduğunu… Göremeyecek kadar gözlerini kapatmamanı umuyorum. Biz hepimiz… Az
önce ne halde olduğunu fark etmediğin o abin de… Hepimiz senin için
çabalıyoruz.”
“Ben çabalamıyor
muyum?” Bir anda ikisinin de gözlerinde kıvılcımlar çaktı.
“Tabii, Majesteleri.
Sizin çabalarınız, eminim bizim gibi kullarınızdan daha değerlidir. Lakin…
Unutmayınız. Yetersiz muamelesi yaptığınız o abiniz sizin yanınızda olmasaydı,
şimdi çaba harcayacak bir meseleniz dahi olmazdı. Yapayalnız, şu sarayda
herkesin çocuk gördüğü biri olarak yaşlanıp giderdiniz.” Dışarıda bekleyen
kâhya bu iki gencin azılı bir dövüşe tutuşacaklarından emindi şimdi. Nefesini
tuttu. “Ağır sözlerimi bağışlayınız. Hayvanlar bile son nefeslerini verirken
inlerler. Müsaadenizle, çekiliyorum.”
Efendi Lee yerde duran
şapkasını alıp başına geçirdi ve dostuna hiç bakmadan kapıya yollandı. Gölgesi
kâhyanın üzerine düşecek kadar yaklaşmış, elini sürgülü kapıya uzatmıştı ki
“Abi,” dedi Prens Sanghyuk. “O herif babamı tehdit etti. Babamı elinin altında
tutacak bir şeyler biliyor. Önümüz kapanıyor abi, acele etmeliyiz.”
***
Taekwoon üç gündür sevdiğiyle
birlikteydi. Aynı sofraya oturuyor, birlikte yürüyüşlere çıkıyor, bahçedeki
kamelyalarla birlikte ilgileniyorlardı. Hyeyeong Hanım, genç kılıç ustası için
bahçedeki barakayı güzel bir oda haline getirmişti.
Evdeki üç kadın bu kedi
suratlı delikanlının varlığından ziyadesiyle memnundu. Olup bitenlerden
sıyrılıp bir hayal dünyasında yaşamaya başlamışlardı. Yalnızca evin hanımı,
mektepten gelmeyen beyine yemek hazırlayıp kılıç ustasıyla birlikte
gönderdiğinde her şey gerçeğe dönüyordu.
Oraya her gidişinde
delikanlının gözleri abisini arıyordu. Üç gün içinde yalnızca bir kez görmüştü
onu, çökmüş avurtlarına bakmaktan kavuşmanın tadını çıkaramamıştı. Yemekleri
Âlim Efendi’ye değil ona vermiş, “Sen de ye abi,” demişti. “Hanımım senin için
de koydu içine.”
Her şeyin daha da
kötüye gittiğini bildiren rüzgâr; o bahçesi kamelyalı, hayallerden kendine bir
kalkan yapmış evde bile esiyordu. Herkes odasına çekilince kimi ağlıyor, kimi
düşünmekten uyuyamıyordu.
O gün, sabaha karşı
Doyeon’un çığlıklarıyla uyandılar. Kâbus görmüştü, terliyordu, farkında olmadan
çizdiği kollarından ince ince kanlar sızıyordu. Taekwoon’un odaya girmesini
münasip görmediler. O da kapı açıldığında gördüğü kadarıyla yetinebilmek ve
olabildiğince çok şey görebilmek için sundurmada, dizlerinin üstünde oturup
bekledi bütün gün.
Ara sıra, iyiden iyiye
bitap düştüğü halde yeni umutların arayışında olan Doyeon “Beyim,” diye
sesleniyordu. “Ben iyiyim.”
“Biliyorum Doyeon.”
Kahvaltıya kadar birkaç
kez tekrarlanan bu sade ikna ediş, ablanın Taekwoon’dan kardeşini sofraya
getirmesini istemesiyle son buldu. Genç kız mavi ceketinin altına, siyah bir
etek giymişti. Saçlarını güzelce örüp ucuna da kurdelesini takmıştı. Kapı
açılınca ayağa kalktı ve elini uzattı sevdiği adama.
“Beyim,” dedi yine.
“Bugün ölüyorum sandım.”
Delikanlı kendini
tutamayıp “Korkma Doyeon,” dedi. “Ben senin yerine öleceğim.”
Hyeyeong Hanım bu saçma
sesleniş biçimine alışmıştı, kızına ismiyle seslenilmesine de kızmıyordu. Lakin
bu saçma lakırdılar sabrını taşırmaya başlıyordu. Elindeki tabakları bilerek
sofraya çarparak bıraktı. “Çabuk gelin.”
Bahçesi kamelyalı evde
kimse kamelyaları sulamadı o gün. Sineklerin vızıltısı duyuluyordu. Sonbahar
iyiden iyiye gelmişken, bu hainler nereden çıkmıştı böyle?
Evin hanımı öfkeyle
hazırladı yemekleri. Taekwoon öğleden sonra evden çıkarken kimse onu geçirmeye
kapıya gelmedi. Mektebin yolu o gün daha uzun geldi delikanlıya.
Vardığında da aynı
tatsızlığı, hatta daha fazlasını buldu. Âlim Efendi neşeyle doluydu. Onu
görünce tutup yanaklarından öpecek kadar ileri gitti. Karşısındakinin kim
olduğunun farkına varamadığı bir sarhoşluk içerisinde gibiydi.
Delikanlı bu durumu
hayra yoramadı. Yanında yürüdüğü insanların mutluluğu bile rahatsız edici bir
hal almaya başlamıştı. Bu ne dünyaydı böyle?
Mektepte kalıp
insanların ağzından laf almaya çalıştıysa da neler olup bittiğini, bu defa
hangi zararla kazandığımızı bilmiyordu. Taekwoon içi acıyarak Wongeun’u ve
abisini özlediğini fark etti. Sundurmada oturup gittikçe azalan genç âlimlerin
gelip gidişlerini izledi.
Çok geçmeden zararın
nereden verildiğini gördü. Jaehwan ve Âlim Kim aralarındaki boşluğu mahsus
bıraktıklarını çok belli ederek avluya girdiler. Gözlükleri sürekli takıp
çıkarmaktan gevşemiş, artık yüzünde durmayan genç âlim elindeki yelpazeyi
sallıyordu. Hava hiç sıcak değildi.
Kılıç ustası ayağa
kalkıp onları selamladı.
“Uzun zaman oldu
Taekwoon.”
“Evet beyim.”
“Dikkat et kendine.”
Abisine bir şey söylemeden, hatta ondan tarafa bakmadan kütüphaneye doğru
yürümeye başlayan efendi, aralarındaki eğreti boşluktan daha çok şaşırttı onu.
“Abi?”
“He?”
“Ne oluyor?”
“Artık ben de
bilmiyorum oğlum.”
İkisi de aynı anda iç
çektiler.
“Âlim Efendi’den
haberin var mı?”
“Var.”
“Ne olduğunu bana da
söyler misin?”
“Sen nerede yatıp
kalkıyorsun?” Birden uykudan uyanıp bu soruyu sorması gerektiğini hatırlamış
gibi gözlerini açtı.
“O evde.”
“O ev? O… Ev?”
“Sessiz ol abi.”
“Artık umurumda değil.
Senin ne yaptığında, onların ne düşündüğünde, sessiz olup olmamak da umurumda
değil.”
“O zaman neden
söylemiyorsun neler olup bittiğini?”
Jaehwan kaşlarını
çattı. Yüzündeki yağlar eridikçe olduğundan yaşlı göstermeye başlamış olmasına
rağmen dudaklarını büzünce hala şirin bir çocuk gibi gözüküyordu. “Benim de
korumama muhtaç olanları korumam lazım herhalde.”
Kendisi de aynı durumda
olduğu için anlayabiliyordu. Sustu, başını eğdi. Eve eli boş dönecekti.
“Gidiyorum, o halde.”
“Bu akşam handa uyu,”
dedi abisi o yürümeye başlayınca. “Yalnız uyumaktan sıkıldım.”
Taekwoon bahçesi
kamelyayı eve gidene kadar hana dönmenin kendisine ne kadar uzak bir düşünce
olduğunun yavaşça farkına vardı. Sanki sonsuza kadar o evde, o küçük barakada
yatacaktı. Sabahları sevgilisiyle kahvaltı edecekti… Kılıç kardeşi yine onu
hayallerinden çekip gerçeğe döndürmüştü.
İçeri girer girmez
Doyeon bir tavşan gibi zıplayarak hızla onun yanına gelip ellerine yapıştı.
“Beyim,” dedi ağlamaklı bir sesle. O sırada sundurmada oturan diğer hanımlar da
ayağa kalkıp ikisini izlediler, herkes onu bekliyordu. “Gelmeyeceksiniz sandım.
Kötü bir şey oldu sandım.” Parmaklarının ucuna yükselip kollarını genç adamın
boynuna doladı. “Bir daha gitmeyin beyim. Çıkmayın bu evden.”
O gece hana gitmek,
delikanlı için epey zor oldu.
***
İki gün sonra Prens
Sanghyuk’un konutuna yeşil esvaplı, kısa boylu bir genç efendi girdi. Kâhyaya
geleni ilan etmeden sessizce içeri almaları emredilmişti. Bütün konut sessizce
misafiri görmemiş gibi yapmakla meşgulken, Efendi Lee de kimsenin alışık
olmadığı bir şekilde avluda kılıcıyla birlikte bekliyordu.
mavinot: Ben geldim dostlar! Kırmızı Kamelya son düzlüğüne çıkmış bulunmakta, hızlıca yürüyüp bitirelim olur mu? Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!