Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #25


Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

İki gündür saray ve birlik oldukça sessizdi. Âlim Cha mektepte yatıp kalkıyor, “dava” arkadaşlarıyla uzun uzun toplantılar yapıyor ve hiç yemek yemiyordu. Karısının üç öğün gönderdiği sefertaslarını iç odadaki dolabında istiflemişti.
Yaverleri pek ortalıklarda görünmüyordu. Boş kaldığı her an birilerine, bu çocukların nerede olduğunu sormak istese de cesaret edemiyordu. Jaehwan’ın ara sıra uğrayıp bir emri olup olmadığını sormasıyla avunmaya çalışıyordu.
Bu sabredişin sonunda yapılacak en akıllıca şeyin yanında hiç muhafız olmadan, savunmasız şekilde Yüce Kral’ın karşısına çıkmak olduğu kanaatine vardı. Özenle hazırladığı naçizane hediyesiyle birlikte saraya girdiğinde öğle vaktiydi, aynı saatlerde Veliaht Prens de babasını ziyaret etmek için konutundan çıkmak üzereydi.
Eksiksiz bir saygı gösterisinden sonra görevi dâhilinde bilgilendirmesini yapmaya hazırlanıyordu ki Kral Hazretleri uzun parmağını kaldırıp şöyle bir salladı. “Kısa kes.”
“Emredersiniz Majesteleri. Kısa kesmem gerekiyorsa bilhassa belirtmem gerekecek kadar mühim bir mesele yoktur. Müsaadeniz olursa Yüce Kral Hazretlerine layık olmasa da, eşimin elleriyle hazırladığı tatlıyı size takdim etmek isterim.”
İki büklüm olmuş hizmetkâr parlak turuncu kumaşa sarılı, ağzı açık yemek kutusunu Kral’a doğru uzattı. “Temizdir Majesteleri.”
Kral gönülsüzce elini uzatıp şekerli toplardan birini almaya yeltenmişti ki kapıdan Veliaht Prens’in teşrif ettiğini duyurdular. Hevesle hediyesinin tadına bakılmasını bekleyen Âlim Cha kenara çekilerek müstakbel damadına selam durdu.
“Sizi burada görmek ne kadar güzel Baş Müşavir… Ben de babamla sizinle ilgili bazı meseleleri görüşmek için gelmiştim.”
“Veliaht Prens Hazretleri ve Yüce Kral ile aynı anda bir çatı altında bulunmayalı epey zaman olmuştu, onur duydum Majesteleri.”
“Hayırdır?” Kral Hyeyeong Hanım’ın yaptığı şekerlemelerden yemek için sabırsızlanıyor gibi görünüyordu. Kutuyu hizmetkârın elinden alıp kucağına yerleştirdi.
“Baba, bu günlerde müstakbel kayınbabamın etrafını saran bir takım yakışıksız lakırdılar olduğunu elbette siz de duymuşsunuzdur. Bu durum beni ziyadesiyle rahatsız ediyor.”
Âlim Cha bir müddet Kral’ın cevap vermesini bekledi, onun kucağındakilerle daha çok ilgilendiğini görünce lafa karışmaya karar verdi. “Bağışlayın Majesteleri, kulunuz bu lakırdılardan bihaberdir. Müsaade buyurursanız neler işittiğinizi bilmek isterim. Neticede benimle alakalı…”
“Ne yazık Baş Müşavir, kendinizi ve çevrenizi bilemeyecek kadar meşgulsünüz sanıyorum. Bu meşguliyetinizin devletin yararına olduğunu umarım.”
“Elbette Majesteleri, yüreğinizde bir şüphe varsa şayet, bu kulunuzu ziyadesiyle üzer.”
“Biraz kulaklarınızı açıp etrafınızdakileri dinlemenizi tavsiye edeceğim o halde.”
Ortamın gerginleştiğini fark eden Yüce Kral elini kaldırıp ikisini de susturdu. “Sadede gel.”
“Demem o ki, bu lakırdıların ucu saraya ve size de dokunmaktadır Kral Hazretleri.” Muhatabı, oğlunun söyledikleri pek umurunda değilmiş gibi şekerlemelerden güzel bir tanesini seçip ağzına attı hızla. Parmaklarına bulaşan pudrayı afiyetle yaladı. “İnsanların çenelerini kapatacak bir şey yapmalıyız.” İhtiyar kral şekerlemelerin altında duran beyaz kâğıdı fark edince şaşırır gibi olduysa da bunu yalnızca hediyeyi getiren kişi fark edebilmişti. Kutuyu kucağından düşmeyecek şekilde bırakıp kâğıdı çıkarışını heyecanla izledi. Gözleri kâğıdın üstünde yazanlarda gezinirken oğlu devam etti: “Tarafsız olduğunuzu, oğlunuzun da oğlunuzun kayınbabasının da tarafını tutmadığınızı göstermek için…”
“Neden yapacakmışım?”
Bu beklenmedik cevap genç prensi afallattı. “Efendim?”
Kral elindeki kâğıttan gözlerini alamıyordu. “Ben, koskoca Joseon’un Kral’ı, o soysuzlara tarafsızlığımı neden kanıtlamak zorundayım?”
“Majesteleri…” Kâğıdı sakince katlayıp yenine sakladığı Veliaht Prens’in gözünden kaçmadı.
“Bağışlayın Kral Hazretleri, Prens Hazretleri’nin sözlerine kulak vermenizin epey faydalı olacağı kanaatindeyim.” Âlim Efendi’nin yüzünde gizleyemediği bir gülümseme vardı.
“Herkes kendi işine baksın,” dedi Kral. “Çıkın.”
***
Veliaht Prens’in konutunda derin, korkutucu bir sessizlik hâkimdi. Kâhya hariç bütün hizmetkârlar bahçe kapısının da dışına gönderilmişti.
Efendi Lee yine, bir ucu bağdaş kurduğu bacaklarının arasında, bir ucu omuzunun üstünde olan kılıcının etrafından kollarını çaprazlamış; odanın içinde volta atan dostunu izliyordu. Son zamanlarda tek yaptığı şey buydu; izlemek.
İzliyor ve görüyordu, bu genç adamın ne denli hızlı değiştiğini. Her şeyin, herkesin ve kendilerinin de dönülmez bir yola girdiğini uyuşmuş bir bilinçle fark ediyor, lakin tepki veremiyordu. Verilecek tepkiler her şeyi yavaşlatsa da hiçbir şeyi düzeltmezdi.
O günlerde aklına, henüz yeniyetmeyken şu konutunun bahçesinde, güneşin altında saatlerce oturup çizdirdikleri resim geliyordu sıkça. Sanki o resimden Wonsik siliniyordu yavaşça, bulanıklaşıyordu. Sık görmediğinden mi oluyordu bu, bilmiyordu. Belki de bundan sonra sık göremeyeceğindendi, hatta belki…
Kâhyanın gür sesi Âlim Kim’in teşrif ettiğini haber verince Prens Sanghyuk’un adımları aniden durdu. Kapıya dönüp omuzlarının günden güne küçüldüğünü fark etmediği arkadaşının girişini izledi.
“Beni mi istediniz Majesteleri?”
Genç adamın sesi yorgundu, bunu yalnızca Efendi Lee duydu.
“Getirdiklerin yeterli değil.”
“Af buyurun?”
Genç Prens ağır ve güçlü adımlarla karşısında ezilen dostuna yaklaşıyordu. Sesi gürdü, korkutuyordu. “Daha fazla lazım! O herifi bitirecek daha çok belgeye ihtiyacım var! Tek seferde kellesini alabileceğim bir şeyler! Birkaç parça el yazmasıyla olacak iş değil bu Kim Wonsik. İşini mi savsaklıyorsun sen?”
Hongbin işe karışmak istedi, bu kadarının da fazla olduğunu söylemek istedi. Kılıcını kavrayınca sesi titreyen arkadaşının, Prens’in omzunun üstünden kendisini bakışlarıyla durdurmak istediğini gördü.
“Bağışlayın Prens Hazretleri. Size layık bir kul olamıyorum, affedin!”
Dizlerinin üstüne çökmedi, lakin öylesine eğildi ki Prens Sanghyuk’un eteklerini öpmek üzereydi. Odada yine adi bir sessizlik dolaştı.
Genç Prens arkasını dönerken, kaftanının etekleri yerde sürtünce ses çıkarmasaydı kapının dışında bekleyen kâhya sağır olduğunu sanacaktı.
“Öfkem, senin kabahatin değil.”
“Majesteleri…”
“Bugün hoş olmayan bir hadise vuku buldu gözlerimin önünde. Ondandır bu gerginliğim.” Hızla yeniden dostuna baktı. “Lakin yanlış anlama. Görevini hala layıkıyla yerine getirebilmiş değilsin.”
Kelamlardaki bu hızlı değişim üzerine Âlim Kim ve Efendi Lee göz göze geldi.
“Elimden geleni yapmaya devam edeceğim, Prens Hazretleri. Hayır, elimden gelenden fazlasını yapmaya çalışacağım.”
“İyi. Çık şimdi.”
Kim Wonsik’in alınacak hali kalmamıştı. “Emredersiniz efendim.” Kendi bedeninden daha ağır gelen bir selam verip hızla çıktı odadan.
“Ne hadisesinden bahsediyordunuz Majesteleri?” diye sordu Lee Hongbin o çıkar çıkmaz. “Benimle bu bahsi konuşmadınız.”
Sanghyuk alnını ovuşturdu. “Yorgunum abi. Sonra konuşalım.”
Bu gitmesi için üstü kapalı bir emirdi. Ama genç efendinin buna sabrı kalmamıştı. Hiç çaba harcamadan kılıcıyla beraber ayağa kalktı. “Sanghyuk. Hepimizin ne denli yorgun olduğunu… Göremeyecek kadar gözlerini kapatmamanı umuyorum. Biz hepimiz… Az önce ne halde olduğunu fark etmediğin o abin de… Hepimiz senin için çabalıyoruz.”
“Ben çabalamıyor muyum?” Bir anda ikisinin de gözlerinde kıvılcımlar çaktı.
“Tabii, Majesteleri. Sizin çabalarınız, eminim bizim gibi kullarınızdan daha değerlidir. Lakin… Unutmayınız. Yetersiz muamelesi yaptığınız o abiniz sizin yanınızda olmasaydı, şimdi çaba harcayacak bir meseleniz dahi olmazdı. Yapayalnız, şu sarayda herkesin çocuk gördüğü biri olarak yaşlanıp giderdiniz.” Dışarıda bekleyen kâhya bu iki gencin azılı bir dövüşe tutuşacaklarından emindi şimdi. Nefesini tuttu. “Ağır sözlerimi bağışlayınız. Hayvanlar bile son nefeslerini verirken inlerler. Müsaadenizle, çekiliyorum.”
Efendi Lee yerde duran şapkasını alıp başına geçirdi ve dostuna hiç bakmadan kapıya yollandı. Gölgesi kâhyanın üzerine düşecek kadar yaklaşmış, elini sürgülü kapıya uzatmıştı ki “Abi,” dedi Prens Sanghyuk. “O herif babamı tehdit etti. Babamı elinin altında tutacak bir şeyler biliyor. Önümüz kapanıyor abi, acele etmeliyiz.”
***
Taekwoon üç gündür sevdiğiyle birlikteydi. Aynı sofraya oturuyor, birlikte yürüyüşlere çıkıyor, bahçedeki kamelyalarla birlikte ilgileniyorlardı. Hyeyeong Hanım, genç kılıç ustası için bahçedeki barakayı güzel bir oda haline getirmişti.
Evdeki üç kadın bu kedi suratlı delikanlının varlığından ziyadesiyle memnundu. Olup bitenlerden sıyrılıp bir hayal dünyasında yaşamaya başlamışlardı. Yalnızca evin hanımı, mektepten gelmeyen beyine yemek hazırlayıp kılıç ustasıyla birlikte gönderdiğinde her şey gerçeğe dönüyordu.
Oraya her gidişinde delikanlının gözleri abisini arıyordu. Üç gün içinde yalnızca bir kez görmüştü onu, çökmüş avurtlarına bakmaktan kavuşmanın tadını çıkaramamıştı. Yemekleri Âlim Efendi’ye değil ona vermiş, “Sen de ye abi,” demişti. “Hanımım senin için de koydu içine.”
Her şeyin daha da kötüye gittiğini bildiren rüzgâr; o bahçesi kamelyalı, hayallerden kendine bir kalkan yapmış evde bile esiyordu. Herkes odasına çekilince kimi ağlıyor, kimi düşünmekten uyuyamıyordu.
O gün, sabaha karşı Doyeon’un çığlıklarıyla uyandılar. Kâbus görmüştü, terliyordu, farkında olmadan çizdiği kollarından ince ince kanlar sızıyordu. Taekwoon’un odaya girmesini münasip görmediler. O da kapı açıldığında gördüğü kadarıyla yetinebilmek ve olabildiğince çok şey görebilmek için sundurmada, dizlerinin üstünde oturup bekledi bütün gün.
Ara sıra, iyiden iyiye bitap düştüğü halde yeni umutların arayışında olan Doyeon “Beyim,” diye sesleniyordu. “Ben iyiyim.”
“Biliyorum Doyeon.”
Kahvaltıya kadar birkaç kez tekrarlanan bu sade ikna ediş, ablanın Taekwoon’dan kardeşini sofraya getirmesini istemesiyle son buldu. Genç kız mavi ceketinin altına, siyah bir etek giymişti. Saçlarını güzelce örüp ucuna da kurdelesini takmıştı. Kapı açılınca ayağa kalktı ve elini uzattı sevdiği adama.
“Beyim,” dedi yine. “Bugün ölüyorum sandım.”
Delikanlı kendini tutamayıp “Korkma Doyeon,” dedi. “Ben senin yerine öleceğim.”
Hyeyeong Hanım bu saçma sesleniş biçimine alışmıştı, kızına ismiyle seslenilmesine de kızmıyordu. Lakin bu saçma lakırdılar sabrını taşırmaya başlıyordu. Elindeki tabakları bilerek sofraya çarparak bıraktı. “Çabuk gelin.”
Bahçesi kamelyalı evde kimse kamelyaları sulamadı o gün. Sineklerin vızıltısı duyuluyordu. Sonbahar iyiden iyiye gelmişken, bu hainler nereden çıkmıştı böyle?
Evin hanımı öfkeyle hazırladı yemekleri. Taekwoon öğleden sonra evden çıkarken kimse onu geçirmeye kapıya gelmedi. Mektebin yolu o gün daha uzun geldi delikanlıya.
Vardığında da aynı tatsızlığı, hatta daha fazlasını buldu. Âlim Efendi neşeyle doluydu. Onu görünce tutup yanaklarından öpecek kadar ileri gitti. Karşısındakinin kim olduğunun farkına varamadığı bir sarhoşluk içerisinde gibiydi.
Delikanlı bu durumu hayra yoramadı. Yanında yürüdüğü insanların mutluluğu bile rahatsız edici bir hal almaya başlamıştı. Bu ne dünyaydı böyle?
Mektepte kalıp insanların ağzından laf almaya çalıştıysa da neler olup bittiğini, bu defa hangi zararla kazandığımızı bilmiyordu. Taekwoon içi acıyarak Wongeun’u ve abisini özlediğini fark etti. Sundurmada oturup gittikçe azalan genç âlimlerin gelip gidişlerini izledi.
Çok geçmeden zararın nereden verildiğini gördü. Jaehwan ve Âlim Kim aralarındaki boşluğu mahsus bıraktıklarını çok belli ederek avluya girdiler. Gözlükleri sürekli takıp çıkarmaktan gevşemiş, artık yüzünde durmayan genç âlim elindeki yelpazeyi sallıyordu. Hava hiç sıcak değildi.
Kılıç ustası ayağa kalkıp onları selamladı.
“Uzun zaman oldu Taekwoon.”
“Evet beyim.”
“Dikkat et kendine.” Abisine bir şey söylemeden, hatta ondan tarafa bakmadan kütüphaneye doğru yürümeye başlayan efendi, aralarındaki eğreti boşluktan daha çok şaşırttı onu.
“Abi?”
“He?”
“Ne oluyor?”
“Artık ben de bilmiyorum oğlum.”
İkisi de aynı anda iç çektiler.
“Âlim Efendi’den haberin var mı?”
“Var.”
“Ne olduğunu bana da söyler misin?”
“Sen nerede yatıp kalkıyorsun?” Birden uykudan uyanıp bu soruyu sorması gerektiğini hatırlamış gibi gözlerini açtı.
“O evde.”
“O ev? O… Ev?”
“Sessiz ol abi.”
“Artık umurumda değil. Senin ne yaptığında, onların ne düşündüğünde, sessiz olup olmamak da umurumda değil.”
“O zaman neden söylemiyorsun neler olup bittiğini?”
Jaehwan kaşlarını çattı. Yüzündeki yağlar eridikçe olduğundan yaşlı göstermeye başlamış olmasına rağmen dudaklarını büzünce hala şirin bir çocuk gibi gözüküyordu. “Benim de korumama muhtaç olanları korumam lazım herhalde.”
Kendisi de aynı durumda olduğu için anlayabiliyordu. Sustu, başını eğdi. Eve eli boş dönecekti.
“Gidiyorum, o halde.”
“Bu akşam handa uyu,” dedi abisi o yürümeye başlayınca. “Yalnız uyumaktan sıkıldım.”
Taekwoon bahçesi kamelyayı eve gidene kadar hana dönmenin kendisine ne kadar uzak bir düşünce olduğunun yavaşça farkına vardı. Sanki sonsuza kadar o evde, o küçük barakada yatacaktı. Sabahları sevgilisiyle kahvaltı edecekti… Kılıç kardeşi yine onu hayallerinden çekip gerçeğe döndürmüştü.
İçeri girer girmez Doyeon bir tavşan gibi zıplayarak hızla onun yanına gelip ellerine yapıştı. “Beyim,” dedi ağlamaklı bir sesle. O sırada sundurmada oturan diğer hanımlar da ayağa kalkıp ikisini izlediler, herkes onu bekliyordu. “Gelmeyeceksiniz sandım. Kötü bir şey oldu sandım.” Parmaklarının ucuna yükselip kollarını genç adamın boynuna doladı. “Bir daha gitmeyin beyim. Çıkmayın bu evden.”
O gece hana gitmek, delikanlı için epey zor oldu.
***
İki gün sonra Prens Sanghyuk’un konutuna yeşil esvaplı, kısa boylu bir genç efendi girdi. Kâhyaya geleni ilan etmeden sessizce içeri almaları emredilmişti. Bütün konut sessizce misafiri görmemiş gibi yapmakla meşgulken, Efendi Lee de kimsenin alışık olmadığı bir şekilde avluda kılıcıyla birlikte bekliyordu.


mavinot: Ben geldim dostlar! Kırmızı Kamelya son düzlüğüne çıkmış bulunmakta, hızlıca yürüyüp bitirelim olur mu? Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!