Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

4 Kasım 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #18

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“Bu ne saçmalık?” Âlim Kim kapıda durmuş inanamayan gözlerle bakıyordu. “Neler dönüyor burada? Dışarıda kıyamet kopuyor, siz neredesiniz?!”
Jaehwan öne atıldı. “Ne kıyameti? Ne?”
“Vekil Efendi…” Sözünü bitirmesini beklemeden dışarı fırladı Taekwoon. Kılıcını gizlediği yerden alıp almaması gerektiğine karar veremiyordu. Yaklaşınca muhafızların soran bakışlarıyla karşılaştı. Perişan görünüyor olmalıydı.
Hiç düşünmeden Doyeon ve hanedanın bulunduğu alana yürüdü. Kendini gizleme gereği duyduğu söylenemezdi. Kalbi gümbür gümbürdü, göreceği şeyden korkuyordu yalnızca. Gerekirse genç kızı kolundan yakaladığı gibi kaçırabilirdi bile.
Kırmızılar içindeki hanımefendinin saygıyla eğilmiş olduğunu gördü önce. Omuzları bariz şekilde titriyordu. Hemen yanında lacivert ve pembe renklerle bezeli şaşalı ve şık elbisesiyle başka bir hanım duruyordu. Onun da başı eğikti, lakin Doyeon Hanım kadar itaatkâr gözükmüyordu. Konuşuyordu. Taekwoon onun ne dediğini anlayamayacak kadar sarhoş hissediyordu. Gerçi neler söylediğini anlamak için duymaya gerek yoktu, Vekil Efendi’nin sinsi suretine şöyle bir bakmak yeterliydi.
Ne yapmalıydı? Birden ortalığı dağıtmaya başlasa sevdiği kadının utancı son bulur muydu? Oracıkta diğer kadına ilan-ı aşk etse kurtulur muydu? Yoksa Kral’ın üstüne mi atılsaydı? Hem kısa yoldan ölmüş olurdu.
“Bu ne kepazelik! Yüce Kral’ın huzurunda böyle oyunlara kalkışmaya utanmıyor musunuz?” Herkes sesin sahibini arıyordu. Kalabalıktan biri değildi bunu söyleyen. Delikanlı sesin geldiği yönü de kimin söylediğini de çok iyi biliyordu: Wongeun.
İnsanların fısıldaşmalarından istifade edip birkaç adım geriye çekilerek karanlığa saklandı.
Jaehwan koşar adım kendisini yana yakıla arayan ama dışarıdan sakince oturuyormuş gibi gözüken beyinin yanına çıktı. Osman Efe Bey’in burun deliklerinden nefes değil de öfkeli alevler çıkıyordu sanki.
Âlim Kim de âlim dostları ve genç efendilerin yanına koşmuştu. Onlara Vekil Efendi’nin yaptığı şeyi gördüğünü, hocaları Âlim Cha’ya ile pek değerli ailesine Yüce Kral’ın huzurunda saygısızlık yapıldığını anlattı. Fısıltılar dışarıya taşmaya başladı.
Efendi Lee ise herhangi bir talimat olmadan durumu kavramış, etrafındaki yaşlı adamların aklına karpuz kabuklarını düşürmüştü. Kimisi şaşkın, kimisi huzursuz görünüyordu.
Jaehwan efendisine doğru eğildi. Âlim Cha öfke ve telaş içinde kısa talimatlar verdi. Bu sırada durumun gidişatından dolayı kafası karışmayan az sayıda kişiden biri olan Kraliçe; Hyeyeong Hanım’ın yaşlı gözlerle kızına bakışını izliyordu. Onun biraz ardındaki Veliaht Prens de bir dayısına bir de ağlamamak için kendisiyle harp eden çocukluk arkadaşına bakıyordu. Ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu.
Herkes karmakarışıktı. Bir tek Kral kılını dahi kıpırdatmadan izliyordu. Kalabalığın tepkisi onun için öncelikliydi. Saygısızlık kelimesi kulaktan kulağa dolaşmaya başladığında bile bir süre Vekil Efendi’nin getirdiği o arsız kızın konuşmasına müsaade etti.
Aldığı talimat üzerine koşup surlara doğru gitti Jaehwan. Orada bekleyen hizmetkârlar vardı, Cha Hakyeon’un adamı gibi değil de normal köylüler gibi gözüküyorlardı. Genç kılıç ustası onlara söylentilerin halk arasında yayılması için emir verdi.
O anki durum, Doyeon Hanım’ın ruhunda bıraktığı derin yara haricinde kolaylıkla bir fırsata çevrilebilirdi. Her şey yoluna koyulabilirdi; Âlim Efendi’yi utandırmak için yapılan bu hareket onun halk gözündeki sempatisini artırabilir, hatta sarayda yeni fırsatlar doğurabilirdi.
Öyle de oldu; ertesi gün toplanan mecliste herkes Vekil Efendi’den uzak duruyordu, birkaç şakşakçısı haricinde tabii.
Âlim Cha da o günkü meclis de bulunuyordu. Kral’a en yakın duran oydu, diğer vekillerden ayrı olarak hafif yan dönmüştü. Hiç kimseyle göz teması kurmak istemediği belliydi. Yaşanan olaylardan dolayı kendisine üzüntülerini iletmeye gelenlere basitçe başını sallayıp teşekkür ediyordu. Yorgun görünüyordu, esmer yüzünden daha esmer halkalar vardı gözünün altında.
Majesteleri teşrif ettiğinde gerginlik hat safhaya çıktı. Bütün vekiller hala pişkin pişkin sırıtan ihtiyar Vekil Efendi’nin meclisin ortasında çocuk gibi azarlanacağından emindi neredeyse. Lakin Kral Joseon’un güvenliği ve maliyesiyle ilgili raporları aldı önce. Ardından kalabalıklar tarafından saraya ulaştırılmış önemli arzuhalleri okudu. Herkes, özellikle gençler sabırsızlanırken Âlim Cha hiç başını kaldırmadan dinliyordu yalnızca.
Oylanabileceği kadar oyalandıktan, emirleri verdikten sonra tahtına iyice kuruldu Yüce Kral. Ellerini göbeğinin üstünde birleştirip tek tek karşısında el pençe divan duranları izledi. Bakışları Cha Hakyeon’da sabitlendi.
“Sen,” dedi. Vekiller irkildiler, hatta arkalardan birisi yerinde sıçradı.
Sürekli yere baksa da kendisine seslenildiğini anlayan Âlim Efendi “Emredin Yüce Kral Hazretleri,” dedi vakur bir sesle.
“Kaçıp gidecek gibi duruyorsun.”
“Kulunuz pek çok kez mecliste bulunmuştur, lakin asla kendisini buraya ait hissetmemiştir. Ben bir âlimim yalnızca Majesteleri. Affınıza sığınarak; bugün neden buraya çağırıldığımı da anlamış değilim.”
“O yüzden korkuyorsun, öyle mi?”
“Öyle gözüktüğüm için bağışlayın.”
“Yıllardan beri sarayın kapısını aşındırırsın, kaç prens kaç kral görmüş adamsın. Nasıl olur da dönüp meclise hiç bakmazsın? İnsanlar itler gibi birbirleriyle kapışırken, şurada durup zırvalamak için can atarken sen niye hiç istemezsin buraya gelmek?”
Salondakiler tokat yemişe döndüler. Kendilerine edilen hakareti sessizce hazmetmeye çalıştılar. Yüzleri kızaranlar oldu, Vekil Efendi hala gülümsüyordu.
“İzin verirseniz, durumu sizin dilinizden izah etmek isterim. Bendeniz, bu memleketin onurlu bir kulu olarak yaşamayı, bu insanların arasına girmeye tercih ederim. Burada bulunacağıma, çocuklar gibi sidik yarıştıracağıma, halkla bağımı koparacağıma, bir muallim olarak öğrenciler yetiştirmeye ve bağışlayın Kral Hazretleri, size içten önerilerle gelmeye daha istekliyim. Siyaset, benim gibi birini yalnızca köreltir. Bunu siz benden daha iyi bilirsiniz.”
Kral gırtlaktan gelen korkutucu bir sesle güldü. “Yine lafını esirgemedin. Köpeklerle kurdu yarıştırmaya niyetim yok, merak etme.”
Âlim Efendi sessiz kaldı. Aslında bu konuşmanın nereye gittiğini biliyordu. Duruşundan ve yüzünün asılışından gönülsüz olduğu seziliyordu. Vekil Efendi’nin gülümsemesi de söner gibiydi.
Majesteleri doğruldu, göbeğini içine çekerek omuzları dimdik ayağa kalktı. “Bundan gayrı Âlim Cha Hakyeon, sarayın ve bittabi meclisin baş müşavirliğine atanmıştır. Böyle biline.”
Meclis emrivakiyi sevmez, kral emri olsa dahi kendisine danışılmadan iş yapılmasını istemez; bu sebepten itirazı çabuktur. Lakin o gün kendisine bir hediye olarak sunulan bu görev için itiraz eden ilk kişi Cha Hakyeon’du.
Yere kapanıp “Majesteleri!” diye haykırdığında Vekil Efendi titriyordu.
“Ne istiyorsun be adam? Köpeklerin arasına koymadım işte seni. Tek fark âlim cübbeni çıkarıp memur cübbesi giymek olacak senin için. Şükürsüzlük etme.”
Âlim Efendi kendini hızlıca toparladı. Dizlerinin üstüne doğruldu. Elleri yumruk halindeydi, sesi neredeyse öfkeli çıkıyordu. Yine de kendisine yakışanı yaptı. “Lütfunuz ölçülemez, Kral Hazretleri.”
***
Efendi Lee bir eli kılıcında koşar adım girdi Veliaht Prens’in konutuna. Geldiğinin bildirilmesini bile bekleyemeden içeri daldı. Zaten dostları onu bekliyordu, saçma sapan göstermelik işlere gerek yoktu.
“Âlim Efendi baş müşavirliğe getirilmiş,” dedi girer girmez. “Doğru mu duydum?”
Wonsik başını sallarken Prens Sanghyuk oturmasını işaret etti.
“Bu işte bir iş var.”
“Değil mi? Ben de öyle düşünüyorum. Evden nasıl fırladım bir bilseniz…”
“Asıl tuhaf olan, bu atama hadisesi değil,” dedi Wonsik dalgın bir sesle. “Kendisini dünürü olarak kabul ettikten sonra böyle bir şey yapması kimseyi şaşırtmazdı. Lakin Kral Hazretleri bu konuda tek kelime etmemiş.”
“İhtiyarın aklında başka bir şeyler olmalı. Dayıma da mecliste hiçbir şey söylememiş.”
“İzdivacınız muallakta mı Prens Hazretleri? Siz ne düşünüyorsunuz?”
“Onu bilmiyorum da her şey çok tuhaf geliyor bana. Vekil Efendi’nin bu yaptığı bir tek Cha Hakyeon’a yaradı. Kendisi en ufak bir çıkar sağlamadı bu işten. Güzel bir kız çıkarıp ortaya attı diye babamın onu gelini olarak seçeceğini mi düşündü? Gerçekten aklım almıyor.”
“Bugün mecliste Âlim Efendi ağlayacak kadar üzülmüş diye çalındı kulağıma. Belki de amacı buydu.”
“Âlim Efendi saraya girmek istemiyor olabilir, lakin bu istenmedik durumun bile ona güç katacağı su götürmez bir gerçek. Yine dayımın eline hiçbir şey geçmedi.”
Sessizlik oldu. Wonsik kırmızı norigesinin püskülüyle oynuyordu, Hongbin şapkasını çıkardı.
Genç Prens iç çekti. “Doyeon nasıldır acaba şimdi?”
Dostları da başlarını sallayarak aynı endişeyi paylaştıklarını gösterdiler.
***
Wongeun’ın içmeye ihtiyacı vardı. Şu önünde duran gölde su değil de şarap olsa hepsini bir dikişte içerdi. Hatta hiç içmeden sarhoş olabilse o dakika olurdu.
Fakat o anda şelalenin tepesinde oturmuş, kılıcını bacaklarının arasına kıstırıp yüzünü avuçlarına gömmüş, saatlerdir hüngür hüngür ağlayan Taekwoon’u izlemekle meşguldü.
Gece aptalca bir şey yapmasın diye onu odasına almış, hiçbir şey yapmadan put gibi oturmasını izlerken uyuyakalmıştı. Sabah gözlerini açtığında çocuktan en ufak bir iz yoktu. Kime sorduysa yok, nereye baktıysa yok, buhar olup uçmuştu sanki.
Sonra Jaehwan’ın gönderdiği bir ulak delikanlının ormandaki şelalede olduğunu söyledi, yolu kendisine tarif etti. Jaehwan’ın nerede olduğu da belirsizdi. O gün kimseyi bulmak mümkün değildi, Osman Efe de saraydan dönmemişti bir türlü.
Kendisi de Eunbyul’u gördüğünü unutamıyordu, ama bu çocuk kadar içi yanmıyordu, ondan emindi. Bu durum onu biraz rahatlattı. Demek ki zaman gerçekten iyileştirebiliyordu. Yalan sanmıştı, hep içi yanacak sanmıştı. Ölüm hep kafasının arkasında bir yerlerde olacak sanmıştı. Nihayetinde öyle olmamıştı; yıllar sonra o gün, zamanında kendisinin hissettiği gibi hisseden bir gence yardım etmek istiyordu şimdi. Geçeceğini biliyordu artık, Taekwoon da bilsin istiyordu.
Taekwoon’un önünü göremediği açıktı. Ne gözleri görüyordu, ne de yüreği. Ya ölecekti, ya da öldürecekti. Ya öldürecekti, ya da öldürülecekti. Her halükarda kan istiyordu canı. Gövdesi kan kokuyordu, saçları, elleri, ayakları, kıyafetleri, yüzü, ağzı, en çok da şu norigesiyle kılıcı kan kokuyordu. Öldürmeye kimden başlarsa başlasın en sonunda kendisini öldürüyordu kafasında. Bir faydası yoktu. Yolun sonu burasıydı.
Doyeon’un haberi olur muydu? Babasını öldürse, tanıdığı insanları öldürse; ona, bunu seni seven o kılıç ustası yapmış derler miydi? Çok mu üzülürdü o zaman? Gidip ona elini uzatsa, gel benimle dese, ölelim seninle dese… Olmaz mıydı?
Ne önemi vardı sarayın, kralın, prensin, mektebin, çıkarların, davanın ne ehemmiyeti vardı? Onun kalbini böyle deşmişlerken… Onun her yanı böyle kan kokar, canı böyle kan isterken…
En çok abisinin yaptığını yediremiyordu kendisine. Göz göre göre izin vermişti. Güya yalvarmıştı efendisine, ne faydası olmuştu? Gelip “Kardeşim, sana sevdiğin kızın elbisesine kumaş aldıracaklar,” diyememişti işte. “Vazgeç bu sevdadan, o senin efendinin kızıdır,” diyememişti. Korkaktı abisi, alçaktı. Sırtından vurmuştu onu. Önce onu öldürmeliydi.
Öldürmeli miydi? Yoksa yalnızca kendisi mi ölmeliydi? O zaman Doyeon daha az üzülürdü belki. Söylemezlerdi ona; senin sevdiğin, o dolu dolu beyim diye sevdiğin delikanlı canına kıymış demezlerdi. Kimse kimseye bir şey söylemiyordu zaten bu birlikte. Kimsenin gözünde değeri de yoktu. Bir muhafızdı yalnızca, isimsiz ve ölmeye hazır.
Sahi Taekwoon biliyordu bunu. Kendine hep böyle söylemiyor muydu? İlk vazgeçilen olacaktı. Haberi vardı. Nasıl da unutmuştu. O esmer tavşan nasıl da aklını başından alıp her şeyleri unutturmuştu ona. Belki de ilk ölmesi gereken Doyeon’du.
Yapamazdı ama. Önce “seni seviyorum,” demesi lazımdı. Geçen sefer söyleyememişti. Bari bunu söyleyebilseydi. Evet, hiçbir şey söylenmiyordu bu cehennemde. Lakin bu çok önemliydi. En önemlisiydi.
Wongeun’dan rica etse iletir miydi ki sözlerini? Herkes Wongeun’a güvenirdi sonuçta. O yumuşacıktı, o içtendi, o insan içine girip de rahat etsin diye açılmış bir oyuktu sanki. Sözünün eriydi. Hem anlardı kendisini, onun da böyle içi ölmemiş miydi zamanında? Sevdiğine seviyorum diyemeden çekip gitmemiş miydi o da?
Yok yok, olmazdı. Doyeon gönül koyardı sonra ona. Kızardı neden gelip görmedi beni, neden sen söylüyorsun diye. Kızardı, değil mi? Yoksa “Neden o aptal muhafız çocuktan haber getiriyorsun bana?” diye mi kızardı? Adını duymak bile istemiyordu belki de.
Güvenecek, inanacak neyi kalmıştı ki?
İşte bu kılıcı vardı bir tek. Fazla uzatmadan öldürmeliydi kendini. Anası da oğlum dava uğruna öldü diye düşünürdü herhalde. Öyle olmasını umuyordu. Oğlunu böyle… Böyle eziyetle… Böyle işkenceyle öldürdüklerini duymasını istemiyordu. Gönlünü olmayacak birine kaptırdığını bilsin istemiyordu. Keşke anası da unutsaydı onu, bu birlikte olduğu gibi değersiz olsaydı onun gözünde de…
Kimse hatırlamasa kendini ne iyi olurdu.
Kılıcını kınından çıkardı. Etraftaki ağaçların yeşilliği kılıcın parlak yüzünden yansıyordu. Hafifçe kaldırınca kendi gözlerini gördü; şişmiş, kızarmış, feri gitmiş.
Kendi haline içi acıdı. Derin bir iç çekti, daha fazla görmemek için kılıcı indirecekti ki ardında bir şeyin hareket ettiğini gördü. Dinledi, ayak sesi duydu. Biri fark ettirmeden kendisine yaklaşmaya çalışıyordu.
Fazla beklemesine gerek yoktu, gelen her kimse hızlı davranıp hemen gelmişti. Kılıcını savurmasına karşılık verecek kadar hazırlıklıydı üstelik.
Taekwoon yorgun olmasına rağmen öfkeden gözü döndüğü için davetsiz misafirini alaşağı etmekte zorlanmadı. İntihar ederken bile rahat vermiyorlardı insana. Adamın üstüne çıkıp kılıcını boğazına dayadı.
“Abim dur, benim.” Delikanlı dün geceden beri kelimeleri zorlukla seçiyordu, bu sözleri algılamakta da zorlandı. Kılıcını bastırdı. “Lan dursana! Bu kadar mı nefret ettin ulan!”
Sonra fark etti, Jaehwan’dı gelen. Kılıcını yere ittirildiği an bırakmış, karşı koymadan öylece yatıyordu. Aslında iyi fırsattı delikanlı için, ama yapamadı. Geri çekildi. Ardını dönüp oturdu eski yerine.
“İyi değilsin,” dedi abisi tespit yapar gibi. Cevap alabilmek için bir süre bekledi.
“Sağ ol hatırlattığın için.”
“Tanıyamadın beni lan.”
“İyi olmadığımdan değil, seni ben hiç tanıyamamışım zaten.”
Jaehwan iç çekti. İyi bok yemişti. Herkes iyi bok yemişti, ama en iyisini kendisi.
“Taekwoon, bak yavrum-”
“Cenazemi anama göndermeye falan kalkma, buraya göm,” diye kesti onun lafını. “Aramaya gelecek güçleri yoktur, olur da gelirlerse şerefiyle öldü dersin.”
“Ne diyon lan salak?”
Delikanlı omzunun üstünden arkasında oturan abisine öfkeli bir bakış attı. “Öldüreceğim kendimi.”
“Herkes deliye hasret biz akıllıya.”
“Onu benim söylemem lazım.”
“Vay anasını ya… Evet, Taekwoon ben sıçtım, üstüne de sıvadım. Tamam mı? Ama bu durumda sadece seni düşünemezdim. Doyeon da benim kardeşim ulan. Bencilliğin sırası mı?”
“ONUN ADINI AĞZINA ALMA!”
Aşağıda onları izleyen Wongeun, delikanlının haykırışı yüzünden yerinde sıçradı. Bu iki aptal boğuşmaya falan kalkmasalardı bari. Yanlarına çıksa mıydı? Of ulan, her şey iyiden iyiye sarpa sarıyordu.
“Senden önce ona abilik yaptım ben. Eninde sonunda öğreneceğini biliyordu, olabildiğince ertelemeyi seçti o. Ben de elimden geleni yaptım onun için.”
“Neden?”
“Bana son ana kadar gelmedi bile Taekwoon. Onca zaman tek başına çekti acısını. Üstelik emin ol, senden daha büyük bir fedakârlık yapıyor. Senden daha çok eziyet ediyorlar ona. Öz kızlarını paramparça ediyorlar. Senin bu yaşadığın, onun yaşadıklarının yanında hiçbir şey değil. Utanmadan kendimi öldüreceğim diyorsun bir de. O kız ne yapsın? O da öldürsün mü kendini? Ne istiyorsun anlamıyorum ki…”
Yine Taekwoon suçluydu.
“Ben sana suçlusun demiyorum,” dedi Jaehwan onun düşüncelerini duymuş gibi. “Sadece biraz düşün diyorum. Ben göz göre göre sana böyle şerefsizlik yapacak insan mıyım? Hiç mi güvenin yokmuş arkadaş, ilk dakikadan kılıç çekmeler falan. Hadi anladık dövdün, bir de öldüresin mi var? Ne garezmiş ya…”
Delikanlı sakinleşmeye çalıştı. Abisi haklı olabilirdi. Gerçekten bencillik yapmıştı, sevdiceğinin yüreğinden geçenleri hiç düşünmemişti. Acaba giydiği kumaşı onun seçtiğini biliyor muydu? Belki hiçbir şeyden haberi yoktu. Beyim diye sevdiği adamın it kadar değer görmediğini duymamıştı henüz belki.
“Bak abicim… Her şey çok zoruna gidiyor anlıyorum. Neresinden tutayım da düzelteyim bilmiyorum. Benim de yanlışlarım oldu, evet. Ama ben de aziz falan değilim ki canım, kafama en çok yatan şeyi yaptım işte. Düşün bak, kafama en yatan şey buysa diğer seçenekler nasıldı, sen düşün.” Derin bir nefes aldı. Arsız kadınlar gibi arkasından sarıldı Taekwoon’a. Başını omzuna yaslayıp göğsünü sıvazladı. “Affet abini,” dedi. “Bari bana olan öfken yakmasın şu yüreğini. Hata ettim, başka çıkar yol yoktu. İnan bana.”
Bir süre öyle kaldılar. Delikanlı birisinin kendisine sarılmasına ihtiyaç duyduğunu o an fark etmişti. İçten bir kucaklama, daha içten bir özür… Hiçbir şey düzelmemişti, lakin bir yudum su içmiş gibi hissetti.
Jaehwan onun rahatladığından emin olana kadar bırakmadı onu. Sonra kollarını çözdü, kendisine dönsün diye omzundan çekiştirdi. Taekwoon gönülsüzdü, yine de isteğine boyun eğdi.
“Doyeon’u senden önce tanıdım diye, önce ona abilik ettim diye senin pabucunu dama attım sanma. Her şeyin bir sırası var. Şimdi yine hiddetlenirsin diye korkuyorum, ama önceden bilmen lazım. Bu iş olmayacak, içinde umut varsa önce onu öldür.” 
Sessizlik.
Umut kalmamıştı içinde. Bu saatten sonra umut mu olurdu? Umuda fırsat mı olurdu?
“Yok gibi geliyor değil mi? Sen yine de kendine hep böyle söyle. Olmaz bu iş, olmaz, de.”
Olmaz bu iş, diye tekrarladı delikanlı içinden. Olmaz.
“Ben bundan sonra sana acını kalbine göm diye yardım edeceğim. Başka bir şey bekleme benden.”
Başka bir şey bekleme. 
“Şimdi iyi dinle bak. Âlim Efendi seni çağırdı yanına.” Taekwoon belli belirsiz bir hareket yaptı. Kendisi de anlamamıştı, galiba şelaleye doğru atlamak istemişti. Abisi yakaladı. “Dur evladım, lafım bitsin ya. Senin şimdi ne düşündüğünü bilmiyor o, anlamıyor seni.”
Ne zaman anladı ki…
“Onun tarafını tuttuğumdan değil, ama şu an evladının acısını çeker gibi bir hali var. Orada bir hata yapma diye söylüyorum…”
“Gideceğimi nereden çıkardın?” Sonunda dilini kullanmıştı.
“Gideceksin. Ben git demeyeceğim, ama sen koşarak gideceksin.”
“Bir daha ölmeye mi gideceğim yani? Ağzından çıkanı kulağın duysun.”
“Bir daha ölmeye gideceksin. Hatta bin defa daha gideceksin Taekwoon.”
***
“Ne dedin lan çocuğa?” Önlerinde düşünceli bir edayla yürüyen delikanlıya bakarak sormuştu Wongeun. “Kaplandı, kedi kesildi.”
“Olanı söyledim. Bir daha gizlemem bir şeyi artık. Dersimi aldım.”
“Geç kalmadın mı biraz?”
“Yahu bari siz yapmayın.”
“Tamam tamam, bir şey demedik. Bu çocuk bir daha gözümün önünde öyle ağlamasın, gerisi beni bağlamaz. Kendine bir şey yapacak diye ödüm koptu.”
Jaehwan yanındakinin kulağına doğru eğildi. “Tam zamanında yetiştim ben. Yoksa öldürecekti kendini, kılıcını çekmişti tam,” diye fısıldadı.
“Yuh anasını.”
“Siz de öyle uzaktan izlemeyin. Bundan sonra da ne yapacağının garantisi yok.”
Wongeun başını salladı. Çocuk utanmasın diye uzakta oturuyordu, lakin durum o kadar vahimse azıcık utanıversindi. Bir şey olmazdı.
Mektebin girişine gelince Taekwoon durdu. Sımsıkı tuttuğu kılıcına baktı. “Abi,” dedi. Jaehwan uzun zamandır ilk kez duyduğu bu kelime karşısında sevinçten sarhoşa dönüverdi.
“Abi diyen dilini yesinler, söyle abisinin gülü.”
“Sen kılıcımı al. Elimden bir kaza çıkmasın.”
“Haklısın, ver bakalım. Sonra benden istemeyi unutma. Sen isteyene kadar saklarım ben bunu.”
Wongeun da “En iyisi,” diye karıştı lafa.
Delikanlıya Âlim Efendi’nin odasına kadar eşlik ettiler. Ellerinin titrediğini görüyorlardı. Geldiklerini Jaehwan haber verdi. Yalnızca delikanlının içeri girmesi emredilince Wongeun onun elini tutup korkmamasını söyledi. Gerçi delikanlının korkar gibi bir hali yoktu. Asıl korkması gereken Cha Hakyeon’du.
İçeri girince selam vermedi. Efendisinin yüzüne de bakmadı. Öylesine, geçerken girmiş gibi girdi; sanki yokmuş gibi, öylesine durdu. Konuşmadı, yere bakıyordu.
“Otur.”
Sesini duymak, önündeki masaya bir tekme savurma isteği doldurdu içine. Lakin kendisine hâkim oldu. Sabretmeliydi. Sabredecekti. Oturdu.
“Seni himayeme almakla en doğru kararı verdiğimi görüyorum oğlum.”
Oğlum? Oğlum demişti. Taekwoon acaba yüzü kızarmış mıdır diye başını kaldırınca en az kendisininki kadar yorgun gözüken bir yüzle karşılaştı. Öfkesini bastırmaya çalıştı.
“Senden isteyeceğim şeyi duyup da geldiğini düşünüyorum. Yoksa gelmezdin. Haksız mıyım?”
İyi ki kılıcımı bırakmışım, diye düşündü delikanlı. En azından yaşlı bir adamı yumrukla dövmeyi içi almıyordu.
“Benim evladım… Acı çekiyor Taekwoon.” Delikanlının sıkmaktan parmakları kırılacak, dişleri dökülecek gibiydi. “O gün yaşadığı utanç onu perişan etti. Durumu gerçekten iyi değil.”
İyi olmazdı tabii. Sadece o utanç mıydı yaşadığı şey? Ondan öncekileri kimse saymıyordu nedense.
“Lakin asıl mesele… Seni istememin sebebi bu değil. Benim ağzımdan da duy. Doyeon… Benim küçük kızım artık tehlikede ve kendisini koşulsuz şartsız koruyacak birine ihtiyacı var.”
Daha fazla dayanamadı. Kedi numarasını bir kenara bırakıp kaplan gibi masanın üstünden efendisine doğru atıldı. Yakasına yapıştı. Kafasını yere vura vura olsa da öldürmek istiyordu.
Sesi duyan, gölgelerini gören abileri içeri daldılar. “Taekwoon!” diye bağırdı Jaehwan. “Kendine gel!”
“Çıkın,” diye emretti Âlim Efendi kesin bir sesle. “Sizi çağıran olmadı.”
“Abi ateşle oynuyorsun,” diye yalvardı Wongeun. “Yapma.”
“Çıkın dedim size!”
İki adam; kendi minicik, gücü kocaman olan bu adama itaat ederek dışarı çıktılar. Zaten Jaehwan onun birkaç yumruğu hak ettiğini düşünüyordu.
“Bize ne yaptığınızı görüyor musunuz Âlim Efendi?” diye hırladı delikanlı. İhtiyarın yüzünü ısıracak kadar yakındı.
“Sen benim ne demek istediğimi anlıyor musun evlat?”
“Sizin evladınız değilim ben. İnsan evladına bile yapmaz bunu diyeceğim ama sizin maşallahınız var.”
“Kızımın senin himayene ihtiyacı var Taekwoon. Duyuyor musun beni?”
“Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?”
“Senden başka kimseye emanet edemem onu.”
“Efendi! Gözünüzün önünde yavaş yavaş ölelim mi istiyorsun!”
“Kabul edeceksin. Biliyorum. Etmeyecek olsan, gelmezdin ki… Kızdığından yapıyorsun yalnızca. Ama anlıyorsun sözlerimi. Sen de istiyorsun.”
O akşam Taekwoon, handaki odada, abisinin kucağına bir çocuk gibi kıvrılarak hüngür hüngür ağladı sabaha kadar. “Kılıcımı ver,” diye sayıklıyordu. “Sabaha çıkmama izin verme abi. Kılıcımı ver yalvarırım, gücüm kalmadı artık.”

mavinot: telefondan yayınladığım ilk blog yazısı olarak tarihe geçsin ehehe. çabalarımı takdirsiz bırakmayın lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!

3 yorum:

  1. Hasta halimle hüngür hüngür ağlatacaksın beni Mavi
    Bende bulayın Jaehwan'ın kucağı gibi bir kucak ağlayayım köşemde
    Ne desem bilemedim ki acımıyor Cha Hakyeon ne kendine ne de kızına ve oğlum dediği çocuğa

    YanıtlaSil
  2. daha çok zırlıyroum bu gece devam edemeyeceğim T.T

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Üzüldüm diyemeyeceğim eheheh herkes ağlayacak!!

      Sil