Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Elinde norigesi… Hayatında hiç görmediği, yalnızca
Wongeun’ın anlattıklarından bildiği sarı, sapsarı kumlarla dolu; sıcak,
ayaklarını pabuçlarının içindeyken yakacak kadar sıcak; uçsuz bucaksız bir
çölde güneşe dimdik bakıyordu. Gözleri acımıyordu. Yalnızca avuçlarıydı acıyan.
Bakışlarını indirip elindeki kırmızı yuvarlağa baktı.
Kırmızı bir çiçek, bir kamelya… Tahta olmasına tahta, lakin kılıcının ucu kadar
keskin; öyle ki avuç içi paramparça olmuş, kırmızı kanı damlamıştı sarı
kumların üstüne. Rüzgâr dağıtmıştı kan kokusunu çöllere.
Hiç düşünmeden ağzına atıverdi bu keskin yuvarlağı.
Dilinin kesildiğini hissetti. Kanı ağzından taştı, hem içeri hem dışarı.
Çiğnedi; şeker gibi, çiklet gibi çiğnedi. Artık kopan dilini mi yoksa
norigesini mi çiğnediğini bilmiyordu. Her yanı kan olmuştu, kanı yüreğine kadar
damlamıştı.
Bir damla bile gözyaşı dökmedi.
***
Uyandığında dişlerini sıkıyordu. Canının acısına
uyanmıştı, gün henüz doğuyordu.
Başını kaldırdı. Abisi sırtını duvara yaslamış, önünde
sirkeli su, elinde artık kurumuş bir bez, uyuyakalmıştı. Bütün gece başını
beklemiş olmalıydı. Kendisinin cehennemi yaşadığı yetmiyormuş gibi, başkalarına
da yaşatıyordu.
Kollarının kaskatı kesildiğini hissetti, yumruklarını göğsünün
üstünde çaprazlamıştı. Gevşemeye çalıştı. Sıkmaktan uyuşmuş ellerinin birinde
norigesi vardı. Ne ara belinden söküp eline aldığını hatırlamıyordu.
Bin bir zorlukla doğruldu. Abisi uyanmasın diye
inlememeye çalışıyordu. Ayağa kalktığında başı döndü. Düşmemek için kapıya
tutunmaya çalıştı, ama kapı hızlıca kayıp elinden kurtuldu. İçeri sis
tabakasını aşıp gelen gün ışıklarıyla serin sabah havası doldu. Sonbahar mı
geliyordu?
Tekrar düşmemek için bu kez emekleyecekmiş gibi durdu.
Sundurmaya kadar sürünürcesine çıktı. Sonra bacaklarını nemli toprağa doğru
salladı oturduğu yerden.
Kuş sesleri çalındı kulağına. Birden hatırladı.
Bugün yapması gereken bir şey vardı. Norigesini hala
sımsıkı tuttuğunu fark etmeden tulumbadan su çekmeye çalıştı. Beceremeyince
öfkelendi, kırmızı tahta parçasını bahçenin diplerine doğru fırlattı.
Rüyasında çöllerde dolaşıp kendi kanını içtikten sonra
içi yanmıştı. Alabildiği kadar su içti. Yüzünü, başını yıkadı. Utanmasa
çırılçıplak soyunup tulumbanın altına girecekti.
Kendini biraz daha rahatlamış hissedince içlikleriyle
hancı kadının yanına, mutfağa girdi. Kadın onu görünce şaşkına döndü, elindeki
tepsiyi düşürmemek için büyük çaba harcadı.
“Yavrum,” dedi acı dolu bir sesle. Tepsiyi münasip bir
yere indirip Taekwoon’un yüzünü tuttu sıkıca. “Yavrum. İyi oldun mu?” Delikanlı
cevap vermedi. Kadıncağız gece abisine yardım etmişti herhalde. “Ah kuzum,
sabaha sağ çıkamazsan diye çok korktum. Sakat kalacaksın diye… İki hekim
çağırdım koca gece.”
“Sağ olasın teyze.”
“Sen iyi ol da evladım… Sen iyi ol yeter.” Kısa
kollarıyla zor yetiştiği o beyaz suratı tombul parmaklarıyla sıkıca tutup kendi
dudaklarının hizasına çekti ve delikanlının alnına yumuşak, ıslak bir öpücük
kondurdu.
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. İlk içgüdüsü dişlerini
sıkmaktı, fakat yapamadı. Artık diş kökleri dayanılamayacak kadar çok
ağrıyordu.
Onun yüzündeki acıyı gören kadın hemen anladı. “Sıkma şu
dişlerini artık. Senin dilin yok mu be çocuğum? Söyle gitsin, dişlerine eziyet
etme.”
Gülümsemek istedi, dolan gözlerinden yaşlar süzülür diye
yapamadı. “Karnım aç,” dedi yalnızca. Sesi titremediği için içinden şükretti.
“Hemen, hemen sana ben güzelcik bir çorba hazırlayayım.
Yanında istediğin bir şey var mı? Ne istersen…”
“Yok. Karnım doysun yeter.”
“Merak etme sana şifalısından yapacağım. Şunları vereyim
de geleyim, hemen hazır olur. Hadi sen git giyin. İçlikle üşütürsün, havalar
soğuyor bak.”
Başıyla hafif bir selam verip odaya gitti Taekwoon. İçeri
girmeden toprağa tükürdü, ağzında kan birikmişti.
Abisini uyandırmadan giyindi. Saçlarını da gitmeden
taramak üzere saldı, dışarı çıktı. Çorbası sahiden hemen hazır olmuştu. Tam üç
tas içti. Dördüncüsünü de içmek istedi, ama onun yerine iştahını görüp biraz
pilav getirmişti hancı kadın. “Yavaş ye kuzum,” diyordu. “Yine hastalanırsın
sonra.”
Yemeği iyi çiğnemediği için hasta olsaydı keşke…
Tarak almak için odaya tekrar girdiğinde Jaehwan uyandı.
Kadınınkine benzer bir sağlık kontrolü de o yaptı. Tek farkı, o alnına bir
öpücük kondurmak yerine sımsıkı sarıldı kardeşine. Bir de teşekkür etti, karnını
doyurduğu için.
Sonra onu küçük bir çocuk gibi önüne oturtup ağır ağır
saçlarını taradı. Dilinde bir türkü vardı. Bu defa yanık değildi, neşeliydi.
Taekwoon abisi kendisini idam sehpasına hazırlıyormuş gibi hissetti. Güldü.
Saçlarının arasında gezinen tarak durdu.
“Ne gülüyorsun?”
Delikanlı başını iki yana salladı. Bir kez daha güldü.
“Karnın doyunca kendine gelmişsin belli.”
Gülüyordu yalnızca. Niye gülüyordu yahu?
“Çok mu komik lan?”
Yine başını salladı. Salyasının aktığını hissetti.
Gözyaşları süzülüverdi yanaklarına.
“Al işte.”
Gülmeye devam etmek istiyordu. Haber vermeden akar mıydı
gözyaşı? Adiydi bunlar.
“Yapma be Taekwoon.”
Delikanlı ayağa kalktı, arka kapıdan fırladı. Bahçeye
girdi, pabuçlarını giymeyi bile unutmuştu. Norigesi gölgede bile parlar
gibiydi. Abisinin yanına dönerken tahta kamelyayı, eliyle balık yakalamış gibi
havada tutuyordu. Yeniden yerine oturup abisinin işini bitirmesini bekledi.
Jaehwan saçlarını çaputla topladıktan sonra norigeyi
tıpkı ceza almaya gittiği günkü gibi boynuna geçirdi. Abi engel olmaya çalıştı,
ipi çekip çıkarmaya çalıştı. Taekwoon onu hafifçe ittirdi. İçliğine kadar
gizledi norigesini. Kimse orada olduğunu bilmeyecekti, ağırlığını yalnızca
boynunda taşıyan hissedecekti.
“Kılıcımı ver,” dedi. “Muhafız dediğin kılıçsız
dolaşmaz.”
***
Oradaydı. Mavi üst ceketinin altındaki siyah eteğin
etrafına bir önlük takmıştı. Çalıların içine girip öne eğilmiş, bahçe makasıyla
bir şeyleri kesmeye uğraşıyordu. Bir ayağı havadaydı. Örgüsünün ucunda kırmızı
kurdelesi, kurdelenin ucuna işlenmiş kamelya çiçeği görünüyordu.
Delikanlı emin adımlarla yaklaştı. Omuzları dimdikti.
Korkutmayacak bir mesafede durdu. Seslenip seslenmemesi
gerektiğine karar vermeye çalışırken fazla düşünmesine gerek kalmadan
hanımefendi onun varlığını hissedip birden yaptığı işi kesti.
Havadaki ayağını indirip doğruldu. Bahçe makasını bıçak
gibi tutup arkasına döndü. Kendini savunmaya hazırdı, her zamanki gibi.
Göz göze geldiklerinde Taekwoon kendine hâkim olamayıp
gülümsedi ve anında pişman oldu. Evet, genç kız kendisinden yüz kat, bin kat
daha perişan gözüküyordu. Yine de çok güzeldi.
Doyeon’un durumu idrak etmesi, titremeye başlaması, bahçe
makasını dik şekilde ayağına düşürmesi, sonra arkasına bakmadan kaçması o kadar
kısa sürmüştü ki delikanlı ne yapacağını şaşırmıştı.
Kız bir yarım daire çizerek bahçenin içinden geçmiş, bir
odanın kapısını açıp içeri girmişti. Pabuçlarını rastgele fırlatmıştı.
Peşinden giderken sakindi, hatta yavaş. Ona biraz zaman
vermek istiyordu. Gerçi ne kadar zaman verirse versin hiçbir işe yaramayacağı
aşikârdı.
Kapıya kadar geldi, sundurmaya çıkmadan seslendi. “Küçük
Hanım.”
Cevap yoktu. Hata yaptığını düşünmüyordu Taekwoon. En
azından Doyeon uzunca bir süre bekledikten sonra kapıyı açıncaya kadar öyle
düşünmüştü.
Lakin kapıyı açtığındaki bakışları delikanlıyı her şeye
pişman etmişti, doğduğuna bile.
“Beyim,” dedi bir fısıltı gibi. O kadar çok titriyordu ki
tuttuğu kapı da zangırdıyordu.
“İsmim Taekwoon, Küçük Hanım. Bundan böyle sizi korumakla
yükümlü kılıç ustası olarak görevlendirildim.”
Genç kızın duyduklarını anlaması biraz vakit aldı.
Sonunda gözleri kocaman açılmış, öncekinden daha çok titreyerek bir kez daha
kapattı kapıyı.
Delikanlı sabredemeyeceğini hissetti. Hanımefendinin
pabuçlarını düzeltip sundurmaya bıraktıktan sonra kendi pabuçlarını onunkinden
çok uzağa koyup sundurmaya çıktı. Kapıyı tıklattı. “İçeri giriyorum Küçük
Hanım.”
Doyeon odanın ortasında durmuş, elleriyle kollarını
tutmuş derin nefesler alıyordu. Titremesi yetmiyormuş gibi sallanıyordu bir de.
Taekwoon düşecek diye korksa da çok yaklaşamadı.
“Kaçmayın.”
Dişlerini sıkmaktan zaten yeterince ağrıyan çenesinde
yeni bir sızı hissetti. O yumuşak elden böyle sert bir tokat nasıl çıkmıştı,
inanamadı. Genç kız yaptığından utanır gibi sessiz bir çığlık atıp ağzını kapattı,
ardını döndü. Sanki bedeni yere tutunmuyordu, sanki onun dünyasını birisi deli
gibi sallıyordu. Ayakta durduğu her saniye mucize gibi gözüküyordu dışarıdan,
öyle çok titriyordu.
“Bağışlayın.”
“Beyim,” dedi yeniden dönerken. “Neden? Ölüşümü izlemeye mi
geldiniz?”
“Ben muhafızım,” diye hatırlattı Taekwoon tekrar. “Ben
sizi korumaya geldim. Benimle resmi konuşmanıza gerek yok, Küçük Hanım.”
“İzlemeye değil, öldürmeye gelmişsiniz siz beni.”
“Önce ben öldüm. Faydasını göremedim hanımım. Siz
ölmeyin.”
“Bir de dalga mı geçiyorsunuz?!”
Dalga geçmiyordu delikanlı. Sahiden yüreğinden geçeni
söylemişti dili. Doyeon kendisine ikisine de yetecek kadar üzüldüğünü
söylemişti ya, o da öyle bir şey demeye çalışıyordu işte. İkisi yerine de
ölmüştü o.
“Babam istedi değil mi?” Sesindeki kırgınlık öyle büyüktü
ki insan neden hep titrediğini anlıyordu. Paramparça olmuştu o kız, hiçbir
parçası birbirini tutmuyordu artık. “Nasıl kandırdı sizi? Ne dedi? Sizden daha
iyi… Kimse… Kimse… Koruyamaz… Öyle mi? Öyle mi dedi size?”
Taekwoon başını eğdi. Doyeon’un dudaklarından bir inilti
koptu. “Kabul etmeseydiniz… Etmemeliydiniz. Kabul edilecek şey mi bu? Ne
yaptığınızın… Farkında mısınız?” Cevap vermenin gereği yoktu, delikanlı her
şeyin farkında olarak gelmişti. Genç kız sıktığı küçük yumruğuyla sevdiğinin
göğsüne vurdu. “Artık ne işe yarar? Biri beni… Korumuş korumamış… Ne faydası
var? İkimiz böyle… Ne ölü ne canlı… İkimiz böyle… Ne yapacağız? Nasıl? Aklınız
alıyor mu? O kılıcı boynuma dayayın daha iyi. Ne yaptınız siz?”
“Doyeon’um…” dedi birden ve yeniden anında pişman oldu.
“Beyim. Gidin ne olur. Yalvarırım. Ayrı ayrı ölelim. Ne
olur… Ne olursunuz gidin.”
“Gidemem. Gidemem Küçük Hanım. Görevimi layığıyla yerine
getirmek boynumun borcudur.”
O sırada gözleri, genç kızın beyaz çoraplarına bulaşmış
kana takıldı. Bahçe makası yara açmış olmalıydı, eğiliyordu ki Doyeon bir
çığlık atarak dışarı fırladı.
Annesiyle ablası sundurmanın aşağısında yakaladılar onu.
Takati iyice tükenmiş olan kızcağız kendini ablasının kollarına bıraktı.
Hyeyeong Hanım odanın açık kapısına doğru baktı, delikanlıyla göz göze geldi.
Taekwoon hiç düşünmeden Doyeon’un ayağını işaret etti.
Onu sundurmaya oturttular. Ablası hemen bez getirdi.
Delikanlı az ötede dikilip kızın sayıklamalarla dolu, histerik ağlayışını görmezden
gelip ayağını bağlayan annesinin soğukkanlılığını izliyordu.
“Anne,” diyordu genç hanımefendi. “Anne… Anne… Bana bak…
Yüzüme baksana bir… Ne olur bak… Anne. Git de… İzin verme buna. Anne… Ne olur
anne. Yapmayın… Yalvarırım anne.”
Sarma işi bitip de Hyeyeong Hanım kalkar kalkmaz Doyeon
yeniden kalkıp koşmaya başladı. Ayağında yarası yok gibiydi. Ablası peşinden
gitti.
Evin hanımı sessizce arkalarından izledi bir süre,
Taekwoon da aynı şeyi yaptı.
“Darıldın mı bana oğul?”
Delikanlı inanamayan gözlerle baktı kadına. Aklını
toplamak için bekledi.
“Ben çocuk değilim,” dedi sonra. “Size çocuk gibi
darılmamı, sonra da affetmemi ümit eder gibisiniz hanımım. Lakin ben size zerre
kadar dargın değilim.” Kadının yanakları utanç içinde kızardı. “Benden af
beklemeyin o yüzden. Benim içim yalnızca ölünce soğuyacak.”
***
Wongeun çok öfkeliydi. En son ne zaman bir duyguyu
böylesine canlı ve coşkun hissettiğini hatırlamıyordu. Yaşadığı andan öncesini
yahut ötesini düşünemeyecek kadar gözü dönmüş haldeydi. Bu insanlar çıldırmıştı,
çocukluğunu yaşadığı yer burası olamazdı.
Abisi bildiği adam gencecik çocukları, evladım dediği bir
oğlanı ve öz evladı olan kızı harcayıvermişti. O gittikten sonra yerine
koyduğu, kardeşi gibi sevdiği başka bir genci de onların arasında bırakarak,
seçme hakkı vermeyerek harcamaya meylediyordu. Kimse de kalkıp sormuyordu, ne
yapıyoruz biz diye.
Taekwoon’un özene bezene hazırlanıp Âlim Cha’nın evine
elini kolunu sallaya sallaya gitmesini aklı almıyordu, düşündükçe kan beynine
sıçrıyordu. Jaehwan da hazırlanmasına yardım etmişti, delilikti bu! Aklındaki
tek resimleri, bebekliği ve şölen gecesi utançtan titreyen hali olan Doyeon’un
durumunu düşünemiyordu bile.
Osman Efe’yi ah bir bulsa eşek sudan gelene kadar dövüş
edecekti onunla. Kara muallim diye seve seve bitiremediği Âlim Efendi el kadar
bebelere eziyet ederken kılını kıpırdatmıyordu adam yahu! Güya dürüsttü,
merhametliydi. Alsın merhametini kıçına soksundu, o kavuğu deve bokuna
düşsündü.
Adamın baş müşavir olması da cabasıydı. Kendisi bunu bir
ceza olarak görüyor olabilirdi, lakin bal gibi de yaptığı korkunç şeyler için
ödüllendirilmişti işte. Kimse görmüyor muydu, kimse anlamıyor muydu? Dışarıdan
baktığından mı gözleri bu kadar açıktı kendisinin? Yılmıştı, vallahi de billahi
de yılmıştı. Kervanı toplayıp Osman Efe’yi burada bırakıp düşmek istiyordu
yollara artık.
Mektebin bahçesinde başındaki bin bir türlü derdi
düşürebilecekmiş gibi saçlarını çekiştirip volta atarken aniden birinin yenini
çekeleştirdiğini hissetti. Öfkesini kusacak biri mi gelmişti? Hayhay
buyursundu!
“Ne va-” Gamzeli bir ufaklık kendisine gülümsüyordu.
Kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu, bu iç karartıcı atmosferin farkında
değil gibiydi. Küçük Eunbyul, diye
düşündü Wongeun. Öfkeden dikilmiş omuzları düşüverdi.
“Merhaba Wongeun Beyim.”
“Kwangjae,” diye selamladı onu yumuşacık bir sesle. “Seni
gördüğüme çok sevindim.”
“Böyle kara kara ne düşünürsünüz, beyim? Arkadaşa
ihtiyacınız var mı?”
Adam güldü. Anası gibi laf ebesiydi bu da.
“Evet yavrum. Bir arkadaşım olsa hiç fena olmazdı.”
“Müsaade buyurursanız size arkadaşlığımı teklif etmek
isterim.”
“Müsaade ne kelime! Lütfen.”
Dertleşmediler aslında. Havadan sudan, mektepten,
saraydan konuştular bol bol. Küçük aslan sürekli saray ve mektep arasındaki son
durumu anlamaya çalışıyor, yaşının çok üstünde sorularla Wongeun’ı biraz
sıkboğaz ediyordu gerçi. Eunbyul onu bu meselelerden olabildiğince uzak tutmaya
çalışıyor olmalıydı; hayatını özgürce yaşayabilecek bir âlim yetiştirmek
istiyordu besbelli, bir siyaset adamı değil.
Ne yazık ki oğlan fazlasıyla zekiydi, tüm ilgisi
validesinin onu uzaklaştırmaya çalıştığı konulara yönelikti. Wongeun elinden
geldiğince masumane cevaplar vermeye çalıştıysa da o günkü sinirli hali
sözlerine yansımıştı. Kwangjae bunları da kaçırmadı.
Sohbetleri uzadıkça uzuyor, asla bir sona yaklaşır gibi
gözükmüyordu. İkisi de birbiriyle olmaktan hoşnut gözüküyordu.
En keyifli yerindeydiler. Birden davudi bir ses
“Wongeun!” dedi. Bağırmamıştı, lakin bağırsa bu kadar etki yaratamazdı. Ufaklık
yerinde sıçrarken sesin sahibini tanıyan Wongeun gözlerini devirdi ve ayağa
kalktı.
Osman Efe kaftanını savurarak, gözlerinde öfkeli
bakışlarla, her an birine bir tokat patlatacakmış gibi kocaman açtığı elleriyle
onlara doğru geliyordu.
“Beyimiz teşrif etmişler,” dedi onu gören arkadaşı,
Türkçe. Kwangjae söylenileni anlamamıştı, lakin kendisinden kat kat büyük
biriyle o ses tonu ve beden diliyle konuşmaya nasıl cesaret ettiğine şaştı
Wongeun’ın.
“Delikanlı nerede?”
“Soruyor musun bir de? Senin kara muallim öldürdü
çocuğu.”
Kavuklu adam aniden durdu. Duruşu, ilerleyişinden daha
çok korkuttu Kwangjae’yi. Oturduğu yerden kalkıp Wongeun’ın ardına
saklanıverdi.
“Ne demek öldürdü? Ağzından çıkanı kulağın işitir mi?”
“Kızına muhafız olsun diye kendi evine soktu. Öldürmekten
beter etti.”
Osman Efe’nin açık elleri de duruşu gibi aniden kapandı.
Dişlerini sıktı, burun delikleri büyüdü. Her saniye biraz daha korkunç
gözüküyordu.
Wongeun ardına gizlenen çocuğa bakıp gülümsedi. Bu,
Kwangjae’yi rahatlatmadı. Müsaade isteyip gitmeye hazırlanıyordu ki iri adam
öfkesini anında bir kenara bırakıp kara bıyıklarının altından ona gülümsedi.
“Yavrum, ürküttüysem kusuruma bakma.”
Çocuk saklandığı yerden çıkıp bir anlık cesaretle
“Ürkütmediniz!” dedi. Osman Efe güldü.
“Sevindim öyleyse.”
Wongeun’ın gözleri iki arkadaşı arasında gidip geliyordu.
Büyük bir beklenti içinde gibiydi. Osman Efe ilk başta kendisine bir şey
söylemek istediğini sandı. Lakin sonra onun da gözleri çocuğun yüzüne takıldı.
Tanıdıktı. Nefesi daraldı.
“Seni tanıyorum,” diyebildi yalnızca.
Kwangjae şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Şölende sizi
görmüştüm.”
“Hayır, evladım. Öyle değil. Annen… Sen Eunbyul’un oğlu
musun?” Wongeun başını öte tarafa çevirdi. Osman Efe’nin sesinde tıpkı kendi
hislerine benzeyen hisler yatıyordu.
“Evet. Fakat siz validemi nereden tanıyorsunuz?”
“Annenle küçükken oyunlar oynardım. O da senin gibi
korkusunu gizlemeyi iyi bilirdi.”
Çocuk Wongeun’a baktı. Kendisine söylemediği halde bu
adamın da annesiyle küçükken oyunlar oynadığını anlamıştı artık. Annesinin
dostlarıyla bugün dostluk ediyor olabilmek ilginçti. Bunu söylemek istedi.
Lakin adamlar sessizce birbirlerine bakmaya başlamışlardı. İkisinin
dudaklarında da silik bir gülümseme vardı. Konuşmadan anlaşır gibiydiler,
Kwangjae de saygıyla sessizliğini korumaya karar verdi.
Başkaları onun kadar saygılı olamıyorlardı,
hizmetkârlardan biri yaklaşıp Âlim Efendi’nin Osman Efe Bey’i istediğini
söyledi.
İri adam elini öfkeyle sallayarak karşılık verdi.
Ardından küçük muhatabına döndü. “Tanıştığıma çok memnun oldum Küçük Prens.
İsminizi bana bağışlar mısınız?”
“Adım Kwangjae beyim. Sizin isminizi öğrenebilirsem ben
de tanıştığıma çok memnun olacağım.”
“Osman Efe. Sizin dilinizde söylemesi zordur, bilirim.
Sevgili anneciğin çok güzel söylerdi adımı. Sahi, annen bu akşam seni almak için
mektebe uğrayacak. Kendisini ben davet ettim, vatanıma dönmeden önce son bir
kez onu görebilmek istedim.” Son cümlesini Wongeun’a bakarak söylemişti. Çocuk
bu tuhaf ortamda ne söyleyeceğini bilemeyerek başını salladı.
***
Cha Hakyeon iç odada değildi. Bu defa mektebin toplantı
odasında kabul etmişti misafirini, üzerine yeni görevine uygun üniformasını
giymişti. Masanın bir ucunda dimdik oturmuş, gözleri dalmış gibi diğer ucuna
bakıyordu.
Hiç olmayacak bir sessizlik hâkimdi ortama. Ne kadar
konuşurlarsa konuşsunlar, bu sessizliği bir türlü aşamıyor gibiydiler.
Osman Efe Bey öfkeliydi, tıpkı diğer herkes gibi. Lakin
Âlim Cha diğerleri gibi değildi, o daha çok üzgündü ve yorgun. Yastaymış gibi
gözüküyordu. Bu sebeple misafiri istediği gibi başlatamadı sohbeti,
içindekileri sayıp dökemedi. Acıdı eski dostuna.
“Gitmeye niyetlisiniz yani,” derken sesi kırgın geliyordu
Âlim Efendi’nin. Ürpertici denebilirdi.
“Artık burada bir işimiz kalmamıştır. Hasretimizi
giderdik, üstümüze düşen vazifeyi yerine getirdik. Biz yolların adamıyız, bir
yerde fazla kalamayız. Bilirsin.”
“Yine aptal yerine koyuyorsun beni. En azından dürüstçe
söyle.”
“Ben seni hiç aptal yerine koymadım kara muallim. Bunca
zaman seni kafasında biraz bile aptallık olmayan tek insan bildim. Lakin
görüyorum ki yanılmışım. Sen de kendine fazla güvenmişsin.”
Nihayet bakışlarını kaldırıp eski dostuna baktı. Kaşları
acı içinde çatılmış, gözlerinde yaşlar birikmişti.
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hep emin adımlarla ilerledin. Acele etmektense adım
atmadan önce yıllarca bekledin. Merhametliydin, merhametinle topladın ya bu
çocukları yanına, öyle değil mi? Bilmezdim değişeceğini, aklımın ucundan
geçmezdi. Kaç insanın canını yaktın, saydın mı? Kendi can parçanı, evladını
paramparça ettin. Cha Hakyeon… Buraya geri döneceğim diye ne kadar mutluydum
biliyor musun? Yıllar önce bıraktığım gibi bulsaydım seni; o karısını çok seven,
mutlu çocukları olan, mutlu delikanlılar yetiştiren âlim olarak bulsaydım…
Keşke eskisi gibi kalsaydın…” Durup nefes aldı. Daha kötü şeyler söylemek
istiyordu, fakat yapamıyordu. “Biz gideceğiz Âlim Efendi. Geçen gidişimiz gibi
umut dolu olmayacağız bu defa. Wongeun sevdiğini ardında bıraktığından daha çok
acı çekecek, biliyorum. Benim de gözüm arkada kalacak, sen de bilesin.”
Sustu. Dostunun başı önüne düşmüştü, savaş verir gibiydi.
Ondan bir cevap bekledi, ama alamadı.
“Artık dur kara muallim. Daha fazla devam edersen
şimdikinden çok daha fazla pişman olacaksın.” Sandalyesinden kalktı. Cha
Hakyeon başını kaldırıp ona bakana kadar ayakta bekledi. Ona gülümsedi, elini
omzuna koydu. “Vedalaşma vaktine daha var. Giderken sarılıp yalandan da olsa
tebessümle vedalaşmak istiyorum seninle. Topla kendini.”
mavinot: biliyorum çok süper bir bölüm değil bu. ama elimden geleni yapıyorum. lütfen yorum bırakmayı unutmayın!
Cha Hakyeon hem kendini hem onları yıktın anlamak istiyorum seni ama olmuyor valla belki de hasta olduğumdandır çözemiyorum aklındakileri
YanıtlaSilAma önceden Hakyeon beni ürkütüyor yazmıştım ya nedeni ortaya çıktı gibi ne dersin
Ellerine sağlık Mavi ♡
Teşekkür ederim. Daha göreceğimiz çok şey var demekle yetiniyorum ehehe
Sil