Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

19 Kasım 2017 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #19

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Elinde norigesi… Hayatında hiç görmediği, yalnızca Wongeun’ın anlattıklarından bildiği sarı, sapsarı kumlarla dolu; sıcak, ayaklarını pabuçlarının içindeyken yakacak kadar sıcak; uçsuz bucaksız bir çölde güneşe dimdik bakıyordu. Gözleri acımıyordu. Yalnızca avuçlarıydı acıyan.
Bakışlarını indirip elindeki kırmızı yuvarlağa baktı. Kırmızı bir çiçek, bir kamelya… Tahta olmasına tahta, lakin kılıcının ucu kadar keskin; öyle ki avuç içi paramparça olmuş, kırmızı kanı damlamıştı sarı kumların üstüne. Rüzgâr dağıtmıştı kan kokusunu çöllere.
Hiç düşünmeden ağzına atıverdi bu keskin yuvarlağı. Dilinin kesildiğini hissetti. Kanı ağzından taştı, hem içeri hem dışarı. Çiğnedi; şeker gibi, çiklet gibi çiğnedi. Artık kopan dilini mi yoksa norigesini mi çiğnediğini bilmiyordu. Her yanı kan olmuştu, kanı yüreğine kadar damlamıştı.
Bir damla bile gözyaşı dökmedi.
***
Uyandığında dişlerini sıkıyordu. Canının acısına uyanmıştı, gün henüz doğuyordu.
Başını kaldırdı. Abisi sırtını duvara yaslamış, önünde sirkeli su, elinde artık kurumuş bir bez, uyuyakalmıştı. Bütün gece başını beklemiş olmalıydı. Kendisinin cehennemi yaşadığı yetmiyormuş gibi, başkalarına da yaşatıyordu.
Kollarının kaskatı kesildiğini hissetti, yumruklarını göğsünün üstünde çaprazlamıştı. Gevşemeye çalıştı. Sıkmaktan uyuşmuş ellerinin birinde norigesi vardı. Ne ara belinden söküp eline aldığını hatırlamıyordu.
Bin bir zorlukla doğruldu. Abisi uyanmasın diye inlememeye çalışıyordu. Ayağa kalktığında başı döndü. Düşmemek için kapıya tutunmaya çalıştı, ama kapı hızlıca kayıp elinden kurtuldu. İçeri sis tabakasını aşıp gelen gün ışıklarıyla serin sabah havası doldu. Sonbahar mı geliyordu?
Tekrar düşmemek için bu kez emekleyecekmiş gibi durdu. Sundurmaya kadar sürünürcesine çıktı. Sonra bacaklarını nemli toprağa doğru salladı oturduğu yerden.
Kuş sesleri çalındı kulağına. Birden hatırladı.
Bugün yapması gereken bir şey vardı. Norigesini hala sımsıkı tuttuğunu fark etmeden tulumbadan su çekmeye çalıştı. Beceremeyince öfkelendi, kırmızı tahta parçasını bahçenin diplerine doğru fırlattı.
Rüyasında çöllerde dolaşıp kendi kanını içtikten sonra içi yanmıştı. Alabildiği kadar su içti. Yüzünü, başını yıkadı. Utanmasa çırılçıplak soyunup tulumbanın altına girecekti.
Kendini biraz daha rahatlamış hissedince içlikleriyle hancı kadının yanına, mutfağa girdi. Kadın onu görünce şaşkına döndü, elindeki tepsiyi düşürmemek için büyük çaba harcadı.
“Yavrum,” dedi acı dolu bir sesle. Tepsiyi münasip bir yere indirip Taekwoon’un yüzünü tuttu sıkıca. “Yavrum. İyi oldun mu?” Delikanlı cevap vermedi. Kadıncağız gece abisine yardım etmişti herhalde. “Ah kuzum, sabaha sağ çıkamazsan diye çok korktum. Sakat kalacaksın diye… İki hekim çağırdım koca gece.”
“Sağ olasın teyze.”
“Sen iyi ol da evladım… Sen iyi ol yeter.” Kısa kollarıyla zor yetiştiği o beyaz suratı tombul parmaklarıyla sıkıca tutup kendi dudaklarının hizasına çekti ve delikanlının alnına yumuşak, ıslak bir öpücük kondurdu.
Taekwoon sarsılmamaya çalıştı. İlk içgüdüsü dişlerini sıkmaktı, fakat yapamadı. Artık diş kökleri dayanılamayacak kadar çok ağrıyordu.
Onun yüzündeki acıyı gören kadın hemen anladı. “Sıkma şu dişlerini artık. Senin dilin yok mu be çocuğum? Söyle gitsin, dişlerine eziyet etme.”
Gülümsemek istedi, dolan gözlerinden yaşlar süzülür diye yapamadı. “Karnım aç,” dedi yalnızca. Sesi titremediği için içinden şükretti.
“Hemen, hemen sana ben güzelcik bir çorba hazırlayayım. Yanında istediğin bir şey var mı? Ne istersen…”
“Yok. Karnım doysun yeter.”
“Merak etme sana şifalısından yapacağım. Şunları vereyim de geleyim, hemen hazır olur. Hadi sen git giyin. İçlikle üşütürsün, havalar soğuyor bak.”
Başıyla hafif bir selam verip odaya gitti Taekwoon. İçeri girmeden toprağa tükürdü, ağzında kan birikmişti.
Abisini uyandırmadan giyindi. Saçlarını da gitmeden taramak üzere saldı, dışarı çıktı. Çorbası sahiden hemen hazır olmuştu. Tam üç tas içti. Dördüncüsünü de içmek istedi, ama onun yerine iştahını görüp biraz pilav getirmişti hancı kadın. “Yavaş ye kuzum,” diyordu. “Yine hastalanırsın sonra.”
Yemeği iyi çiğnemediği için hasta olsaydı keşke…
Tarak almak için odaya tekrar girdiğinde Jaehwan uyandı. Kadınınkine benzer bir sağlık kontrolü de o yaptı. Tek farkı, o alnına bir öpücük kondurmak yerine sımsıkı sarıldı kardeşine. Bir de teşekkür etti, karnını doyurduğu için.
Sonra onu küçük bir çocuk gibi önüne oturtup ağır ağır saçlarını taradı. Dilinde bir türkü vardı. Bu defa yanık değildi, neşeliydi. Taekwoon abisi kendisini idam sehpasına hazırlıyormuş gibi hissetti. Güldü. Saçlarının arasında gezinen tarak durdu.
“Ne gülüyorsun?”
Delikanlı başını iki yana salladı. Bir kez daha güldü.
“Karnın doyunca kendine gelmişsin belli.”
Gülüyordu yalnızca. Niye gülüyordu yahu?
“Çok mu komik lan?”
Yine başını salladı. Salyasının aktığını hissetti. Gözyaşları süzülüverdi yanaklarına.
“Al işte.”
Gülmeye devam etmek istiyordu. Haber vermeden akar mıydı gözyaşı? Adiydi bunlar.
“Yapma be Taekwoon.”
Delikanlı ayağa kalktı, arka kapıdan fırladı. Bahçeye girdi, pabuçlarını giymeyi bile unutmuştu. Norigesi gölgede bile parlar gibiydi. Abisinin yanına dönerken tahta kamelyayı, eliyle balık yakalamış gibi havada tutuyordu. Yeniden yerine oturup abisinin işini bitirmesini bekledi.
Jaehwan saçlarını çaputla topladıktan sonra norigeyi tıpkı ceza almaya gittiği günkü gibi boynuna geçirdi. Abi engel olmaya çalıştı, ipi çekip çıkarmaya çalıştı. Taekwoon onu hafifçe ittirdi. İçliğine kadar gizledi norigesini. Kimse orada olduğunu bilmeyecekti, ağırlığını yalnızca boynunda taşıyan hissedecekti.
“Kılıcımı ver,” dedi. “Muhafız dediğin kılıçsız dolaşmaz.”
***
Oradaydı. Mavi üst ceketinin altındaki siyah eteğin etrafına bir önlük takmıştı. Çalıların içine girip öne eğilmiş, bahçe makasıyla bir şeyleri kesmeye uğraşıyordu. Bir ayağı havadaydı. Örgüsünün ucunda kırmızı kurdelesi, kurdelenin ucuna işlenmiş kamelya çiçeği görünüyordu.
Delikanlı emin adımlarla yaklaştı. Omuzları dimdikti.
Korkutmayacak bir mesafede durdu. Seslenip seslenmemesi gerektiğine karar vermeye çalışırken fazla düşünmesine gerek kalmadan hanımefendi onun varlığını hissedip birden yaptığı işi kesti.
Havadaki ayağını indirip doğruldu. Bahçe makasını bıçak gibi tutup arkasına döndü. Kendini savunmaya hazırdı, her zamanki gibi.
Göz göze geldiklerinde Taekwoon kendine hâkim olamayıp gülümsedi ve anında pişman oldu. Evet, genç kız kendisinden yüz kat, bin kat daha perişan gözüküyordu. Yine de çok güzeldi.
Doyeon’un durumu idrak etmesi, titremeye başlaması, bahçe makasını dik şekilde ayağına düşürmesi, sonra arkasına bakmadan kaçması o kadar kısa sürmüştü ki delikanlı ne yapacağını şaşırmıştı.
Kız bir yarım daire çizerek bahçenin içinden geçmiş, bir odanın kapısını açıp içeri girmişti. Pabuçlarını rastgele fırlatmıştı.
Peşinden giderken sakindi, hatta yavaş. Ona biraz zaman vermek istiyordu. Gerçi ne kadar zaman verirse versin hiçbir işe yaramayacağı aşikârdı.
Kapıya kadar geldi, sundurmaya çıkmadan seslendi. “Küçük Hanım.”
Cevap yoktu. Hata yaptığını düşünmüyordu Taekwoon. En azından Doyeon uzunca bir süre bekledikten sonra kapıyı açıncaya kadar öyle düşünmüştü.
Lakin kapıyı açtığındaki bakışları delikanlıyı her şeye pişman etmişti, doğduğuna bile.
“Beyim,” dedi bir fısıltı gibi. O kadar çok titriyordu ki tuttuğu kapı da zangırdıyordu.
“İsmim Taekwoon, Küçük Hanım. Bundan böyle sizi korumakla yükümlü kılıç ustası olarak görevlendirildim.”
Genç kızın duyduklarını anlaması biraz vakit aldı. Sonunda gözleri kocaman açılmış, öncekinden daha çok titreyerek bir kez daha kapattı kapıyı.
Delikanlı sabredemeyeceğini hissetti. Hanımefendinin pabuçlarını düzeltip sundurmaya bıraktıktan sonra kendi pabuçlarını onunkinden çok uzağa koyup sundurmaya çıktı. Kapıyı tıklattı. “İçeri giriyorum Küçük Hanım.”
Doyeon odanın ortasında durmuş, elleriyle kollarını tutmuş derin nefesler alıyordu. Titremesi yetmiyormuş gibi sallanıyordu bir de. Taekwoon düşecek diye korksa da çok yaklaşamadı.
“Kaçmayın.”
Dişlerini sıkmaktan zaten yeterince ağrıyan çenesinde yeni bir sızı hissetti. O yumuşak elden böyle sert bir tokat nasıl çıkmıştı, inanamadı. Genç kız yaptığından utanır gibi sessiz bir çığlık atıp ağzını kapattı, ardını döndü. Sanki bedeni yere tutunmuyordu, sanki onun dünyasını birisi deli gibi sallıyordu. Ayakta durduğu her saniye mucize gibi gözüküyordu dışarıdan, öyle çok titriyordu.
“Bağışlayın.”
“Beyim,” dedi yeniden dönerken. “Neden? Ölüşümü izlemeye mi geldiniz?”
“Ben muhafızım,” diye hatırlattı Taekwoon tekrar. “Ben sizi korumaya geldim. Benimle resmi konuşmanıza gerek yok, Küçük Hanım.”
“İzlemeye değil, öldürmeye gelmişsiniz siz beni.”
“Önce ben öldüm. Faydasını göremedim hanımım. Siz ölmeyin.”
“Bir de dalga mı geçiyorsunuz?!”
Dalga geçmiyordu delikanlı. Sahiden yüreğinden geçeni söylemişti dili. Doyeon kendisine ikisine de yetecek kadar üzüldüğünü söylemişti ya, o da öyle bir şey demeye çalışıyordu işte. İkisi yerine de ölmüştü o.
“Babam istedi değil mi?” Sesindeki kırgınlık öyle büyüktü ki insan neden hep titrediğini anlıyordu. Paramparça olmuştu o kız, hiçbir parçası birbirini tutmuyordu artık. “Nasıl kandırdı sizi? Ne dedi? Sizden daha iyi… Kimse… Kimse… Koruyamaz… Öyle mi? Öyle mi dedi size?”
Taekwoon başını eğdi. Doyeon’un dudaklarından bir inilti koptu. “Kabul etmeseydiniz… Etmemeliydiniz. Kabul edilecek şey mi bu? Ne yaptığınızın… Farkında mısınız?” Cevap vermenin gereği yoktu, delikanlı her şeyin farkında olarak gelmişti. Genç kız sıktığı küçük yumruğuyla sevdiğinin göğsüne vurdu. “Artık ne işe yarar? Biri beni… Korumuş korumamış… Ne faydası var? İkimiz böyle… Ne ölü ne canlı… İkimiz böyle… Ne yapacağız? Nasıl? Aklınız alıyor mu? O kılıcı boynuma dayayın daha iyi. Ne yaptınız siz?”
“Doyeon’um…” dedi birden ve yeniden anında pişman oldu.
“Beyim. Gidin ne olur. Yalvarırım. Ayrı ayrı ölelim. Ne olur… Ne olursunuz gidin.”
“Gidemem. Gidemem Küçük Hanım. Görevimi layığıyla yerine getirmek boynumun borcudur.”
O sırada gözleri, genç kızın beyaz çoraplarına bulaşmış kana takıldı. Bahçe makası yara açmış olmalıydı, eğiliyordu ki Doyeon bir çığlık atarak dışarı fırladı.
Annesiyle ablası sundurmanın aşağısında yakaladılar onu. Takati iyice tükenmiş olan kızcağız kendini ablasının kollarına bıraktı. Hyeyeong Hanım odanın açık kapısına doğru baktı, delikanlıyla göz göze geldi. Taekwoon hiç düşünmeden Doyeon’un ayağını işaret etti.
Onu sundurmaya oturttular. Ablası hemen bez getirdi. Delikanlı az ötede dikilip kızın sayıklamalarla dolu, histerik ağlayışını görmezden gelip ayağını bağlayan annesinin soğukkanlılığını izliyordu.
“Anne,” diyordu genç hanımefendi. “Anne… Anne… Bana bak… Yüzüme baksana bir… Ne olur bak… Anne. Git de… İzin verme buna. Anne… Ne olur anne. Yapmayın… Yalvarırım anne.”
Sarma işi bitip de Hyeyeong Hanım kalkar kalkmaz Doyeon yeniden kalkıp koşmaya başladı. Ayağında yarası yok gibiydi. Ablası peşinden gitti.
Evin hanımı sessizce arkalarından izledi bir süre, Taekwoon da aynı şeyi yaptı.
“Darıldın mı bana oğul?”
Delikanlı inanamayan gözlerle baktı kadına. Aklını toplamak için bekledi.
“Ben çocuk değilim,” dedi sonra. “Size çocuk gibi darılmamı, sonra da affetmemi ümit eder gibisiniz hanımım. Lakin ben size zerre kadar dargın değilim.” Kadının yanakları utanç içinde kızardı. “Benden af beklemeyin o yüzden. Benim içim yalnızca ölünce soğuyacak.”
***
Wongeun çok öfkeliydi. En son ne zaman bir duyguyu böylesine canlı ve coşkun hissettiğini hatırlamıyordu. Yaşadığı andan öncesini yahut ötesini düşünemeyecek kadar gözü dönmüş haldeydi. Bu insanlar çıldırmıştı, çocukluğunu yaşadığı yer burası olamazdı.
Abisi bildiği adam gencecik çocukları, evladım dediği bir oğlanı ve öz evladı olan kızı harcayıvermişti. O gittikten sonra yerine koyduğu, kardeşi gibi sevdiği başka bir genci de onların arasında bırakarak, seçme hakkı vermeyerek harcamaya meylediyordu. Kimse de kalkıp sormuyordu, ne yapıyoruz biz diye.
Taekwoon’un özene bezene hazırlanıp Âlim Cha’nın evine elini kolunu sallaya sallaya gitmesini aklı almıyordu, düşündükçe kan beynine sıçrıyordu. Jaehwan da hazırlanmasına yardım etmişti, delilikti bu! Aklındaki tek resimleri, bebekliği ve şölen gecesi utançtan titreyen hali olan Doyeon’un durumunu düşünemiyordu bile.
Osman Efe’yi ah bir bulsa eşek sudan gelene kadar dövüş edecekti onunla. Kara muallim diye seve seve bitiremediği Âlim Efendi el kadar bebelere eziyet ederken kılını kıpırdatmıyordu adam yahu! Güya dürüsttü, merhametliydi. Alsın merhametini kıçına soksundu, o kavuğu deve bokuna düşsündü.
Adamın baş müşavir olması da cabasıydı. Kendisi bunu bir ceza olarak görüyor olabilirdi, lakin bal gibi de yaptığı korkunç şeyler için ödüllendirilmişti işte. Kimse görmüyor muydu, kimse anlamıyor muydu? Dışarıdan baktığından mı gözleri bu kadar açıktı kendisinin? Yılmıştı, vallahi de billahi de yılmıştı. Kervanı toplayıp Osman Efe’yi burada bırakıp düşmek istiyordu yollara artık.
Mektebin bahçesinde başındaki bin bir türlü derdi düşürebilecekmiş gibi saçlarını çekiştirip volta atarken aniden birinin yenini çekeleştirdiğini hissetti. Öfkesini kusacak biri mi gelmişti? Hayhay buyursundu!
“Ne va-” Gamzeli bir ufaklık kendisine gülümsüyordu. Kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu, bu iç karartıcı atmosferin farkında değil gibiydi. Küçük Eunbyul, diye düşündü Wongeun. Öfkeden dikilmiş omuzları düşüverdi.
“Merhaba Wongeun Beyim.”
“Kwangjae,” diye selamladı onu yumuşacık bir sesle. “Seni gördüğüme çok sevindim.”
“Böyle kara kara ne düşünürsünüz, beyim? Arkadaşa ihtiyacınız var mı?”
Adam güldü. Anası gibi laf ebesiydi bu da.
“Evet yavrum. Bir arkadaşım olsa hiç fena olmazdı.”
“Müsaade buyurursanız size arkadaşlığımı teklif etmek isterim.”
“Müsaade ne kelime! Lütfen.”
Dertleşmediler aslında. Havadan sudan, mektepten, saraydan konuştular bol bol. Küçük aslan sürekli saray ve mektep arasındaki son durumu anlamaya çalışıyor, yaşının çok üstünde sorularla Wongeun’ı biraz sıkboğaz ediyordu gerçi. Eunbyul onu bu meselelerden olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı; hayatını özgürce yaşayabilecek bir âlim yetiştirmek istiyordu besbelli, bir siyaset adamı değil.
Ne yazık ki oğlan fazlasıyla zekiydi, tüm ilgisi validesinin onu uzaklaştırmaya çalıştığı konulara yönelikti. Wongeun elinden geldiğince masumane cevaplar vermeye çalıştıysa da o günkü sinirli hali sözlerine yansımıştı. Kwangjae bunları da kaçırmadı.
Sohbetleri uzadıkça uzuyor, asla bir sona yaklaşır gibi gözükmüyordu. İkisi de birbiriyle olmaktan hoşnut gözüküyordu.
En keyifli yerindeydiler. Birden davudi bir ses “Wongeun!” dedi. Bağırmamıştı, lakin bağırsa bu kadar etki yaratamazdı. Ufaklık yerinde sıçrarken sesin sahibini tanıyan Wongeun gözlerini devirdi ve ayağa kalktı.
Osman Efe kaftanını savurarak, gözlerinde öfkeli bakışlarla, her an birine bir tokat patlatacakmış gibi kocaman açtığı elleriyle onlara doğru geliyordu.
“Beyimiz teşrif etmişler,” dedi onu gören arkadaşı, Türkçe. Kwangjae söylenileni anlamamıştı, lakin kendisinden kat kat büyük biriyle o ses tonu ve beden diliyle konuşmaya nasıl cesaret ettiğine şaştı Wongeun’ın.
“Delikanlı nerede?”
“Soruyor musun bir de? Senin kara muallim öldürdü çocuğu.”
Kavuklu adam aniden durdu. Duruşu, ilerleyişinden daha çok korkuttu Kwangjae’yi. Oturduğu yerden kalkıp Wongeun’ın ardına saklanıverdi.
“Ne demek öldürdü? Ağzından çıkanı kulağın işitir mi?”
“Kızına muhafız olsun diye kendi evine soktu. Öldürmekten beter etti.”
Osman Efe’nin açık elleri de duruşu gibi aniden kapandı. Dişlerini sıktı, burun delikleri büyüdü. Her saniye biraz daha korkunç gözüküyordu.
Wongeun ardına gizlenen çocuğa bakıp gülümsedi. Bu, Kwangjae’yi rahatlatmadı. Müsaade isteyip gitmeye hazırlanıyordu ki iri adam öfkesini anında bir kenara bırakıp kara bıyıklarının altından ona gülümsedi.
“Yavrum, ürküttüysem kusuruma bakma.”
Çocuk saklandığı yerden çıkıp bir anlık cesaretle “Ürkütmediniz!” dedi. Osman Efe güldü.
“Sevindim öyleyse.”
Wongeun’ın gözleri iki arkadaşı arasında gidip geliyordu. Büyük bir beklenti içinde gibiydi. Osman Efe ilk başta kendisine bir şey söylemek istediğini sandı. Lakin sonra onun da gözleri çocuğun yüzüne takıldı. Tanıdıktı. Nefesi daraldı.
“Seni tanıyorum,” diyebildi yalnızca.
Kwangjae şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Şölende sizi görmüştüm.”
“Hayır, evladım. Öyle değil. Annen… Sen Eunbyul’un oğlu musun?” Wongeun başını öte tarafa çevirdi. Osman Efe’nin sesinde tıpkı kendi hislerine benzeyen hisler yatıyordu.
“Evet. Fakat siz validemi nereden tanıyorsunuz?”
“Annenle küçükken oyunlar oynardım. O da senin gibi korkusunu gizlemeyi iyi bilirdi.”
Çocuk Wongeun’a baktı. Kendisine söylemediği halde bu adamın da annesiyle küçükken oyunlar oynadığını anlamıştı artık. Annesinin dostlarıyla bugün dostluk ediyor olabilmek ilginçti. Bunu söylemek istedi. Lakin adamlar sessizce birbirlerine bakmaya başlamışlardı. İkisinin dudaklarında da silik bir gülümseme vardı. Konuşmadan anlaşır gibiydiler, Kwangjae de saygıyla sessizliğini korumaya karar verdi.
Başkaları onun kadar saygılı olamıyorlardı, hizmetkârlardan biri yaklaşıp Âlim Efendi’nin Osman Efe Bey’i istediğini söyledi.
İri adam elini öfkeyle sallayarak karşılık verdi. Ardından küçük muhatabına döndü. “Tanıştığıma çok memnun oldum Küçük Prens. İsminizi bana bağışlar mısınız?”
“Adım Kwangjae beyim. Sizin isminizi öğrenebilirsem ben de tanıştığıma çok memnun olacağım.”
“Osman Efe. Sizin dilinizde söylemesi zordur, bilirim. Sevgili anneciğin çok güzel söylerdi adımı. Sahi, annen bu akşam seni almak için mektebe uğrayacak. Kendisini ben davet ettim, vatanıma dönmeden önce son bir kez onu görebilmek istedim.” Son cümlesini Wongeun’a bakarak söylemişti. Çocuk bu tuhaf ortamda ne söyleyeceğini bilemeyerek başını salladı.
***
Cha Hakyeon iç odada değildi. Bu defa mektebin toplantı odasında kabul etmişti misafirini, üzerine yeni görevine uygun üniformasını giymişti. Masanın bir ucunda dimdik oturmuş, gözleri dalmış gibi diğer ucuna bakıyordu.
Hiç olmayacak bir sessizlik hâkimdi ortama. Ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, bu sessizliği bir türlü aşamıyor gibiydiler.
Osman Efe Bey öfkeliydi, tıpkı diğer herkes gibi. Lakin Âlim Cha diğerleri gibi değildi, o daha çok üzgündü ve yorgun. Yastaymış gibi gözüküyordu. Bu sebeple misafiri istediği gibi başlatamadı sohbeti, içindekileri sayıp dökemedi. Acıdı eski dostuna.
“Gitmeye niyetlisiniz yani,” derken sesi kırgın geliyordu Âlim Efendi’nin. Ürpertici denebilirdi.
“Artık burada bir işimiz kalmamıştır. Hasretimizi giderdik, üstümüze düşen vazifeyi yerine getirdik. Biz yolların adamıyız, bir yerde fazla kalamayız. Bilirsin.”
“Yine aptal yerine koyuyorsun beni. En azından dürüstçe söyle.”
“Ben seni hiç aptal yerine koymadım kara muallim. Bunca zaman seni kafasında biraz bile aptallık olmayan tek insan bildim. Lakin görüyorum ki yanılmışım. Sen de kendine fazla güvenmişsin.”
Nihayet bakışlarını kaldırıp eski dostuna baktı. Kaşları acı içinde çatılmış, gözlerinde yaşlar birikmişti.
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hep emin adımlarla ilerledin. Acele etmektense adım atmadan önce yıllarca bekledin. Merhametliydin, merhametinle topladın ya bu çocukları yanına, öyle değil mi? Bilmezdim değişeceğini, aklımın ucundan geçmezdi. Kaç insanın canını yaktın, saydın mı? Kendi can parçanı, evladını paramparça ettin. Cha Hakyeon… Buraya geri döneceğim diye ne kadar mutluydum biliyor musun? Yıllar önce bıraktığım gibi bulsaydım seni; o karısını çok seven, mutlu çocukları olan, mutlu delikanlılar yetiştiren âlim olarak bulsaydım… Keşke eskisi gibi kalsaydın…” Durup nefes aldı. Daha kötü şeyler söylemek istiyordu, fakat yapamıyordu. “Biz gideceğiz Âlim Efendi. Geçen gidişimiz gibi umut dolu olmayacağız bu defa. Wongeun sevdiğini ardında bıraktığından daha çok acı çekecek, biliyorum. Benim de gözüm arkada kalacak, sen de bilesin.”
Sustu. Dostunun başı önüne düşmüştü, savaş verir gibiydi. Ondan bir cevap bekledi, ama alamadı.
“Artık dur kara muallim. Daha fazla devam edersen şimdikinden çok daha fazla pişman olacaksın.” Sandalyesinden kalktı. Cha Hakyeon başını kaldırıp ona bakana kadar ayakta bekledi. Ona gülümsedi, elini omzuna koydu. “Vedalaşma vaktine daha var. Giderken sarılıp yalandan da olsa tebessümle vedalaşmak istiyorum seninle. Topla kendini.”

mavinot: biliyorum çok süper bir bölüm değil bu. ama elimden geleni yapıyorum. lütfen yorum bırakmayı unutmayın!

2 yorum:

  1. Cha Hakyeon hem kendini hem onları yıktın anlamak istiyorum seni ama olmuyor valla belki de hasta olduğumdandır çözemiyorum aklındakileri
    Ama önceden Hakyeon beni ürkütüyor yazmıştım ya nedeni ortaya çıktı gibi ne dersin

    Ellerine sağlık Mavi ♡

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Daha göreceğimiz çok şey var demekle yetiniyorum ehehe

      Sil